15 Mart 2010 Pazartesi

Dr. Hikmet KIVILCIMLI: TARİH TEZİ

Dr. Hikmet KIVILCIMLI: TARİH TEZİ


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

TARTIŞILACAK TARİH TEZİ

TARİHİN GELİŞİMİ

TARİHTE BATA - ÇIKA GİDİŞ

TARİHİN DETERMİNİST BÜTÜNLÜĞÜ

TARİHCİL DEVRİM KANUNU

TARİHCİL DEVRİM NİÇİN OLUR ?

TARİHCİL DEVRİM NASIL OLUR ?

GİRİŞ

GENEL GİRİŞ

ÖZEL GİRİŞ

TABİATIN VE TARİHİN DENK GİDİŞLERİ

TOPLUM VE COĞRAFYANIN KARŞILIKLI ETKİLERİ

DÜNYA İLE TOPLUMUN TARİH ÖNCESİ

TARİH ÖNCESİ VE ANTİKA TARİH ÖZETLER

MEDENİYETTEN ÖNCEKİ GİDİŞ MEDENİYET VE TARİF GÜÇLÜKLERİ

MEDENİYET GİDİŞİNDE TİCARET

ÖNSÖZ

Marx (ve Engels) hiç kimseden tapınç konusu olmayı beklememiş seyrek yaratıklardandır. Olsa olsa olduğu gibi anlaşılmak ister.

Daha doğrusunu ister misiniz ? Marx bizden hiç mi hiç bir şey beklemeyecek kadar ne ise odur. Marx 14 Mart 1883'ten beri duygu, dilek biçimlerinin hepsinden sıyrılmış, bir ölümsüz DÜ-ŞÜNCE-DAVRANIŞ olarak tarihte yer almıştır. Marx bütün ömrünce bir şey diledi: Şu insan denilen yaratık hayvanlığından kurtulsun.

Nasıl olur ? Marx materyalist'tir. Bilim ta İbn-i Haldun'dan beri insanın maymundan geldiğini sezmiş, Darwin, Marx'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisi" ile aynı yılda o seziyi ispatlamıştır. Bilim ve Madde dışı hiç birşeye değer vemeyen Marx, insanın bir hayvan olmamasını isteyebilir mi? Metafizik mantıkça isteyemez. Diyalektik: Hayvanın insanda yeni bir Kalite'ye (Niteliğe) sıçradığını bilir.

Marx, insanın bir yol erdiği yüce nitelikten gerisingeri hayvanlığa dönüp düşürülmemesini hep candan istedi. O istek uğruna, insanlığından başka nesi varsa herşeyini, bütünü ile kendini verdi. Ancak öyle olduğu için kendisinden sonra gelenler Marx'tan her şeyi isteyebilirler mi?

Marx (ve Engels), Emperyalist Evren Savaşlarını, bu savaşlarda Rusya da Çarlığın "şiddetli halk hareketleri" ile devrileceğini, Batı Avrupa dışında biri Amerika, ötekisi Rusya diye iki Yeni Dünya doğduğunu önceden gördüler, gösterdiler. Bir gün savaş araçlarının dehşetinden savaşın olanaksızlaşacağını belirttiler.

Irak balçıkları altında ilk Medeniyetin yattığını öne sürebilirler miydi ? İnsandan insana kalbin nasıl takılacağını, tepkili uçakla Ay'a hangi gün gidileceğini ispatlamaya kalkabilirler miydi ? Nükleer enerjiyi kimin nerede ilkin kullanacağını açıklaya bilirler miydi? O zaman Marx-Engels'e insan değil, en sakındıkları insanüstü gözüyle bakılması gerekirdi. Bu, Marx-Engels'in, her şeyden önce kendi kendilerini olmamışa çevirmeleri demek olurdu.

Antika Tarih parça parça edilmiş bir ceset (ölü varlık) gibi verilir. Oysa o parçalı görünüşün üstünde Tarih dinasnite bir bütünlük yaşar. Bu gerçeklik üzerinde 1926 yılından beri yeri geldikçe araştırma yapmaktan geri kalmadık. Engels'in Amerikalı Morgan'dan alıp işlediği Tarih Öncesi keşfini o açıdan inceledik. Konu olağanüstü aydınlığa kavuştu.

1940 yılı konuyu yazılı biçime soktuk. Araştırmalarımıza "Tarih Tezi" demiştik. O tez açısından, gerek Türkiye gerekse İslam Tarihleri çok ilginç teorik ve pratik açıklamalara kavuştu. Bu a-çıklamaların yazılı biçimlerine: "İslam Tarihinin Maddesi" ve "Osmanlı Tarihinin Maddesi" adlarını vemiştik. Hatta 1935 yılları kurulan "Marksizm Bibliyoteği" (Tarihi Maddecilik Kütüphanesi) serisinde bu son iki kitabı yayınlamak üzere basılı biçimde ilan bile edip sıraya koyduk.

1939 Yavuz davasında gerek Osmanlı, gerek İslam "Tarihinin Maddesi" üzerine olan el yazmaları gizli polisçe birer suç belgesi imişçe gaspedildi. Ve bir daha, o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kuran-ı Kerimi satır satır izliyerek özenle temiz ettiğimiz "İslam Tarihinin Maddesi" kitabının birinci cildi, bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.

Böylece 1926'dan 1965 yılına dek 39 yıllık emekler ya gizli polisin, yahut Marx ve Engels'in,

"Alman Ideolojisi" adlı yazılan için söyledikleri gibi - "Farelerin Kemirici Eleştirisine" bırakıldı. Kendimiz kurbanlık koçtuk, yazılarımız, emeklerimiz mi kurtarılırdı ?

Ancak 1965 yılı son bir çaba ile, "Tarih Tezi"nin "Bakıyyetüs Suyûf"unu (Kılıç artıklarını) bin telaş ve acele ortasında yayınlama fırsatını kaçırmadık. Çıkan kitap: "Tarih-Devrim-SosyaIizm" oldu. Kimi gençler, kitabın "şoketkisi" yapacağını ummuşlardı. Kendilerine: "görürsünüz!" demiştim. Beklediğim oldu: Tez bir zindan kuyusunun yaş ve taş duvarına vurulmuş yumruk gibi yankı-sız kaldı.

Emperyalizm bunalımlarına girmiş yaşlı Kapitalizm çağında idik. Tekellerin aşırı-kârına yaramayacak her sosyal araştırma hiçti. "Hürriyet" maskeli kültür kargaşalığı her sosyal emeği kim vurduya getirmek için birebirdi. Karınca kaderince yeni bir şey söylemek girişimini baltalayan kasıtlı kötülükten ve sağırlıktan daha olağan bir şey bulunamazdı. Egemen kültürün damar kireçlenmesine uğramış beyninden başka tepki umulamazdı.

Ne var ki, kendisini geleceğe adamış genç "Sosyalist" kesim de Tarih Tezini olmamış saydı. Nedenleri öylesine çok ki, saymakla tükenmez. En başta geleni: "Sen de kim oluyorsun?" sorusudur. Ve böyle bir soruya verilecek her karşılık yalnız soruyu açanların daha susturucu kahkahalarına yol açabilir. Çünkü, onlar "Otorite" isterler.

Bilimcil Sosyalizm kıyasıya diyalektik bir doktrin olabilir. Onu kuran ustalar: Eleştiri metodundan başka bütün buluşlarının "Dogm'" olmadığını söyleyebilirler. Öğrenciler önlerine konulmuş teorik ve pratik bütün problemlerin bilimle atbaşı birlikte yürüyüp gelişebileceğini her gün söyleseler bile, uygulamaya girmeyi, ustalara saygısızlık, hiç değilse, hele "bizde" küstahlık sayarlar.

"Hele bizde": "Doktrin", Ortaçağın "Tarikat" ortamında benimsenmiştir. "Maâzallah! Kâfir Olursun" korkusu iliklerine işlemiştir. Ustaların "Kara kaplı kitabında" yazılmamış söze ağız, açmak "Neûzu billâh (Tanrıya sığınırız!) Hurûcu alessultan" (Sultana silah çekip ayaklanma) sayılır. Kimin haddine? "Sakın ha!", "Çizmeden yukarı çıkma". Düşünmek: "Hafızlık"tır. Ezbere kaç kitap sayabilirsen, o kez formül tekerliyebilirsin. O denli "Otorite" geçinirsin.

"Otorite" nedir ? Normal gelişen toplumda gerçekleri objektif ve somutça eleştirmenin vardığı sentezlerdir. Geri ülkede gelişen, yalnız dogmatik skolastisizmdir. Osmanlı yedi iklim dört bucağa nasıl "Otorite" oldu? "İstabl'ı Hümayûn" da (Padişah ahırında) beslenen 2000 katar Deve ve 400 katar katır sırtında. Osmanlı otoritesi: Mansıp, paye, mevki, rütbe, ün ve pozdur.

Birşey düşünüp yapabilmen için, hani senin üniforman, apoletin, akçan, şöhretin nerede ? Yoksa, senin sözüne kim bakar ? Bir yerden, ama senin olmayan, bir yetki almalısın ki, otoritene inanılsın. Vaktiyle onu kılıcı hakkına çoban Padişah verirdi. Şimdi, kapitalist "Avrupa malı"ndan başka Otoriteyi "Piyasa" tutmaz.

Biz, o Osmanlı Toplumunun, yadigarlarıyız. Bezirgan ağa da olsak; Acente-Kapitalist te olsak: "İthal malı" satarsak "kâr" edeceğimize inanmışız. Atalarımız Deve ve Katır üstünde dünyaya "Otorite" kesilmediler mi ? Biz Sosyalist de olsak "Osmanlı Katırlığımız"dan tutarlı "otorite" tanımayız. Var mı kırbacın ve kılıcın ki, katırlığımızın üstüne çıkarıp seni "otorite" tanıyalım?

Bu "düşünce-davranış" ortamında, ya payeden, ya ünden, ya pozdan gelmemiş herşeye "o-torite" taslıyan Medrese Mollalığından başka tepki beklenemezdi. Bu siyasi, edebi v.s. otorite doğmatizmin kaçınılmaz skolastik beyin kireçleşmesi idi.

"Marksist" miydik ? Dünkü çocukta, kırk yıllık savaşçı da aynı Medrese rahlesine oturtulacaktı. Kim daha iyi katır tekmesi atarsa, "otorite" o olurdu. Bu güne bugün, Allahın izniyle sosyalist idik, hem de Bilimcil Sosyalist. Bir konu üzerine Marx'ın dedikleri varsa, ne ala. Metinlere, çaprazlama "sadık" kalınırdı. Onlar, eğitim görmüş işlek bir Medrese bilgini çalımıyla tatlı tatlı döktü-rülürdü.

Marx o konuda karanlıkça bir nokta görüp ileride "derinliğine ve ayrıntılarıyla" araştırma yapılmasını mı not etmiş ? O notun anlamı hiç tartışılamaz. Biçimi, her tercüme edenin "ûlema" tekmesine göre kaytarılır. Sırf sözde "Marksizmin yanılmazlığı" adına, Patrik latası gibi sırta geçirilmiş delinmez bir "büyüklük manisi" ile susulurdu. Bu susuş, "Stalinist" bıyıklarımız ölçüsünde uluslararası bir disiplin heybetine bile rahatça sokulabilirdi.

İşte hep o "Susuş" yüzünden, Marx'ın pek iğrendiği "Susuş Kumkuması" (Conspiration de silence) içine dek düşüldü. Ustanın olağanüstü ayık ve öngörülerle dolu en dinamik araştırma metinleri önemsenmedi. Yazıldıklarından hemen seksen yıl sonralara dek kıskanç arşivlerde tozlandırıldı.

Bu metinler basıldığı zaman (1939-1942) İkinci Emperyalist Evren Savaşının Kızılca Kıyameti kopmuştu. Faşizm Moskova önlerine dayanmış, Sosyalizmi Volga aşağılarından çevirip arkadan vurmak üzereydi. Stalingrad savaşımı dünyanın yüzünü değiştirirken hangi akla gelirdi o metinler ? Marx onları yüzyıl önce çala kalem yazmıştı. Engels Kapitalin bile ancak II. ve III. ciltlerini yetiştirebilmişti. Kautskylerin pas geçtikleri o derinliğine teorik Antika Tarih araştırması ile kim

uğraşırdı ?

Bilmiyoruz "bilmemek cezayı kaldırmaz", onu da biliyoruz. Bilmediğimizi açıklamaktan korkmamayı öğrenmedik. Sovyet Bilginleri, (Tarihcil Bilimler alanından söz ediyoruz). Marx'ın Grundrisse'deki "Kapitalist üretimden önce gelen biçimler" notları üzerinde yeterince durmuşlar mıdır ? Bunu bilememekte haklı çıkabileceğimizi sanıyoruz.

Hangi Sovyet bilgininin sosyal araştırması bizim "Kömür Perde"mizi aşabilir ? Türkiye şöyle dursun, en "Demokratik" ve "Hürriyeti Seçmiş" Batı dünyası için bile, Sovyetler hala içinden yedi başlı ejderha fırlayacak bir "Pandor Kutusu" gibi "Demir Perde" ardında tutulur. Marx'ın o ö-nemli notları üzerine bir Sovyet incelemesi varsa bile, aldıran olmamıştır. Hele bizim ideolojice karantinaya alınmış "Deliler Koğuşuna" hiç kuş uçurtulur mu ?

"Batı" sosyal bilimler alanında ister istemez: Görmek istemeyen göz kadar kör davranmak zorundadır. Kapitalizm, ancak Toynbee çapında İntellicens Servis'ten diplomalı tarihçilere ün sağlar, tarih bu mistik demagogların Doğulcul Sosyalizm sektöründe teorisyen geçinip at oynatacakları bomboş bir alandır. Batı patenti bulunmayan emeğe ise "müşterisiz matah zayidir" denir.

Onun için 1940.yıllarında yazılmış: "Bay Mister Toynbee Tarih Bilimini Alt Üst Ediyor" yahut "Tarih ve Allah" polemik denememiz, "kursağımızda kaldı". Kişicil ilişkili bir iki edebiyatçı bir iki kez okumakla kaldılar. Kimisi, bizim nasıl olsa "otorite" olmadığımızı düşünerek lütfettiler. Eleştirinin kıyısından köşesinden kestikleri parçaları, eşlerine dostlarına kendi orijinal buluşları o-larak sundular. Allah razı olsun: Emeğimizi unutulmaktan kurtardılar. Asliyle hiç ilgisi kalmamış biçimsizlikte üniversite yankılarına kapı açtılar.

Tarih tezimiz ve antika tarih üzerine açılmış her problem ölü noktada kişiliksiz bırakıldı. Konuya "sol" veya "sosyalist" yazarlarımızın ilgisi "gömme töreni" oldu. Antika tarih ne denli haşmet taslasa en sonunda bir heybetli mezar değil miydi ? İşi olmayanlar yeraltına tıkıldıkça onu kurca-layabilirlerdi. Ne kapitalizmin, ne sosyalizmin ölüleri diriltmekle uğraşacak vakitleri yoktu.

Derken, "antika tarih mezarı"nın, Birinci Emperyalist Evren Savaşında aralanan kapısı, İ-kinci Emperyalist Evren Savaşı ile birlikte ardına dek açıldı. Sen misin gömdük, öldürdük, dirile-mez diyen? Antika tarihte gömülü bilinen varlıklar birer birer ölümden sonra dirimle baş kaldırdılar. Kollarını kıpırdatamıyacakları sanılan mezarlarından umulmaz canlılıkta akıncı eğilimleriyle fırladılar. Güneşin altındaki yerlerini istiyorlardı.

Uzun saçlı Çin'den, kıvırcık başlı Afrika'ya, Amerika'dan Küba'ya dek yeryüzünün "geri" yahut "Asyalı" denerek "antika"lığından başka değer verilmeyen ülkeleri mahşer yerine döndü. Tanrının terazisi önünde hesap vermekten çok tartışarak hesap soruyorlardı, emperyalist anayurtlardan, üstelik hiç beklemeye gelmiyorlardı. Bu "geri kalmış" "az gelişmiş" ülkelerde: Önce "Batı kapitalizmi" doğsun, "modern proleterya" büyüsün. Ondan sonra, Batılı anayurtlarda "sosyalizm" kurulursa, ve emperyalizm buyrultu verirse antika tarihten kalmış yığınlar belki sosyalizme geçer mi ?

Niçin ? Çünkü klasik burjuva mukaddesatından aziz "kişi mülkiyeti" ve de "özel sermaye" gelişmedikçe sosyalizm kuruntu olurmuş. Sahi mi söylüyorlar ? Evet. En keskin mantık bunu emrediyor. "Batı"nın, burunlarından kıl kopartmaz değme sosyalistleri, en "ortodoks marksist'leri bile, gerekince o kızıl kaplı "Das KAPİTAL" kitabının üzerine el basarak yemin ediyorlar ki bu böyledir.

Onlar and içedursunlar, "geri kalmış" ülkeler niçin "az gelişmiş" bulunduklarını gene o Marksizmden öğrenmişlerdi. Bildikleri gibi, doğru sosyalizme atılıyorlardı. Bu toptan bir "Mazlum Milletler; Ezilen Uluslar" akını idi. Avrupa, Ortaçağdan önce olduğu gibi kapitalizmin sonunda da, tarihinde ikincidir, yeni bir "Muhaceret'i Akvam: Ulusların Göçü" ılgarına, hiç beklemediği yönlerden uğramıştı.

O zaman kafalara dank etti. Yeryüzünde 500 yıllık "özel teşebbüs" cennetine bu geri "barbarlar" kulak asmıyorlardı. "Hürriyet için hürriyet" gevişi getiren Batı kapitalizminin, Osmanlı kapıkulları kadar süslü ve tıkıntılı ücret köleleri sürülerini kendi alın yazılarında uyarmanın yolu işte antika tarih gelenek görenekli sömürge, yarı sömürgelerden geçiyordu.

7000 yıllık antika tarih yeni bir tufan yaratıyordu. O kaçınılmaz hengame 7000 yıllık yaşantısını güneşin altına seriyordu. Kimseden ne "kutsal kişi mülkiyeti" büyüsü, ne "vazgeçilmez ö-zel sermaye" buyrultusu sormuyordu. Kendi göbeğini kendi kesiyor, kalkınmanın kapitalist olmayan yolunu deniyor ve açıyordu.

Ne idi bu, antika çağların barbar saldırılarını düşündüren önüne geçilmez davranış ? Nereden geliyordu o geri kalmış ulusların hiç bir girişimde sosyalizmden geri kalmayan ayaklanışı, şahlanışı, sosyalistlenişi?. Soranlara bakan yoktu. Bütün büyük ideolojik soruların karşılığını olaylar veriyordu. Çin'den Mısır'a, Cezayir'den Küba'ya dek tümüyle sömürge ve yarı-sömürge ülkeler yığınlarıyla ansızın kestirmeden sosyalizme atlıyorlardı.

Önce dudak büküldü, sosyalizm olsa olsa zenginliklere boğulmuş, Avrupa'da Batı'da beklenebilirdi. Aksine bakın ki, züğürtlükten bunalmış geri ülkelerde sosyalizm beklenmedik zaferler

kazanıyordu. Hem öyle ki, ya sosyalizm zafer kazanıyordu yahut kazanmazsa, o ülke sömürgeden beter bir korkunç köleliğe düşüyordu. Yani işin lükse, kuru mantığa dayancı kalmamıştı. Ya ölüm, ya sosyalizm! parolası "ya hürriyet, ya ölüm" parolasının yerine geçmişti.

Bunun üzerine "Batı" denilen emperyalist dünyanın sağlı, sollu bilginlerinin gözleri faltaşı gibi açıldı. Özellikle, Marksizme içten inanmış, sosyalizmi bir maske gibi kullanmayan batılı düşünürler doktrini bir daha kurcalamaya, elemeye giriştiler. Özellikle Marksizme unutulmuş yahut üzerine oturulmuş, veya "içine bir mezar gibi girilip" gömülünmüş bulunan kimi metinleri yokladılar.

Sömürülen geri ülkelerin gözkarartıcı gidişine, Marksizm metinlerinde acep bir enek, benek, belge, işaret yok mu idi ?... Onlar, müslümanın uçağı ve radyoyu kur'ân ayetlerinde arayışının saf ve iyimser mantığına yatkındılar. Marx'ın dışında bir "hakikat" kalabilir miydi ? Tam o sıra "Grundrisse"nin farkına vardılar. Varır varmaz ona sıkı sıkıya dört elle sarıldılar.

"Hakikat" orada kat kat maden filizi gibi yığılı duruyordu. Geri ülkeler özel mülkiyete metelik vermezse sosyalizme mi gidiyordu ? Bu eğilimin kökü "Grundrisse"de anlatılan "Doğulu" yahut "AsyaIı" bir üretim ve mülkiyet tipinden kaynak alıyordu. Demek "Batılı" (kapitalist) toplumu anlamak için olduğu gibi "Doğulu" (antika) toplumu da anlamak için Marx'ı okumalı idi..

TARTIŞILACAK TARİH TEZİ

Bilimcil Sosyalizmin yolu: Diyalektik Maddeciliktir. Diyalektik Maddeciliğe göre, olaylar boyuna değişirler. Onun için gerçeklik, yalnız bütün çelişkili gidişleri içinde ele alınırken, pratikle değiştirilmek zorundadır. Her şey gibi İnsanın ve Toplumun kendisi de değişir. Ve bu değişme insanla ilgili olduğu ölçüde insanın düşüncesi ve davranışı ile yapılır.

Toplum gerçekliği -SON DURUŞMADA- hangi mekanizma ile değişir? Toplumun MADDE ÜRETİMİ temelinde DOLAYSIZCA etki yapan ÜRETİCİ GÜÇLER'le değişir. Üretici Güçlerin başında ne gelir?... İNSAN gücü.. der demez, iki karakter göz önüne gelir:

1- İnsan önce planladığı tasarı ile yapacağını DÜŞÜNÜR,

2- Sonra, o tasarının doğrultusunda DAVRANIR.

Marx'ın dediği gibi, insan emeğinin hayvan çabasından (Mühendisin arıdan ve örümcekten) ayırımı: Yapacağını önce kafasında tasarlayışında toplasın Engels'in dediği gibi, insan yemeği içmeyi bile önce kafasından geçirerek yapar. Yapılacak işin kafada BİLİNÇLE tasarlanışına ve planlanışına TEORİ denir. Pratiksiz teori, YARAMAZ KURUNTUCULUK olduğu gibi, Teorisiz pratik te, biraz ustanın deyimi ile "KAFASIZ İŞGÜZARLIK"tır.

Şimdi Teori nedir? Gerçekliği değiştirmek üzere tasarlanan planlı düşüncedir. Bunu söyler söylemez, gözönüne iki türlü gerçeklik gelir:

1- Yaşanan gerçeklik,

2- Yaşanmış bulunan gerçeklik.

Asıl insana yararlı olmak üzere değiştirilecek olan gerçeklik, elbet içinde bulunduğumuz ŞİMDİKİ olaylardır. Ancak, şimdiki olaylardan hiçbiri daha ÖNCEKİ olayların diyalektik ürünü bulunmaktan çıkamaz. Her şimdiki olay, geçmiş olayların sonucudur. BUGÜNÜN gerçekliği, ister istemez DÜNÜN gerçekliklerinden çıka gelmiştir. Bugüne dek gelmiş geçmiş gerçekçilerin topuna birden bilim dilinde TARİH adı verilir.

Demek, nasıl Teorisiz pratik ve pratiksiz teori olamazsa tıpkı öyle gerçekliksiz Tarih ve Tarihsiz gerçeklik de bulunamaz. Bir ülkenin TARİHİ (dünkü olayları) GEREGI GİBİ bilinmedikçe, o ülkenin GERÇEKLİĞİ (bugünkü olayları) iyi kavranamaz. Kavramak iddiasına kalkışılanca, gösterilen çaba veresiye alış-verişe benzer. Teori ezbere kuruntuya döner, Pratik karanlığa kubur sıkmaya.

Onun için, Bilimcil Sosyalizmin soyadı TARİHCİL MADDECİLİK'tir. Onun için TARİH incelenimleri, kimi alışkanlıkların yakıştırdığı gibi: Bir eksantrik müzecilik merakı, bir eskiler alayımcılık hevesi değildir. Tam tersine insancıl düşünce ve davranışın ÖZÜ gerçeklik ise, gerçekliğin KÖKÜ Tarihtir. Tarihi unutmak, Teorinin ve Pratiğin kökünü kurutmak olur.

Türkiye'de Düşünce ve Teori basmakalıpçılığı ve dolayısıyla da Pratik davranış tökezleyişleri en yaygın hastalığımızdır. Bunun OBJEKTİF nedeni: Egemen çevrelerin her düşünce ve davranışı ya Nemrutça kökünden kazıma, yahut kendi yozlaştırıcılığı altında ansızın şımartma eğiliminde olmasıdır. Ama, bir de SÜBJEKTİF neden var: Tarihcil Maddeci olduklarını açıklayanlar, genel olarak TARİH ve özellikle Yakındoğu ve TÜRKİYE TARİHİ üzerinde, bir YABANCIDAN gelmeyen sabırlı çabaya dayanamıyorlar. O zaman, ağzından dolma toplar gibi, kulaktan kapma, hele şairane destan düşmeciklerini yahut ünlendirilmiş acayip romantizmleri Tarihle karıştırıyorlar.

Oysa, KLASSİFİKASYON bilimi olarak TARİH henüz dünyada kurulamamıştır. Tarihi dünyada gelişigüzel olaylar kırkanbarı: BİRİKİM bilimi olmaktan kurtarmadıkça, geri ülkeler içinde ö-zellikle Türkiye'nin Tarihini anlamak güç oluyor. Türkiye Tarihini anlamadan, Türkiye Gerçekliğini anlamak ise, ondan da daha güçleşiyor. Bu yüzden Teori topal kalıyor, Pratik aksıyor.

2- TARİHİN GELİŞİMİ

Bütün bilimler gibi, elbet Tarih bilimi de gelişir. Tarihi: Nasıl olsa değişmez, bilinen şeylerin ezberlenip tekrarlanması saymak kadar gülünç bir yanılma olamaz. Hele: "Marks-Engels ustalar bir yol Tarihcil Maddeciliği kurduktan sonra kimin haddine düşmüş Tarihte orijinal aydınlatmalara varmak" diye o dindarca alçakgönüllülere sapmak, bilimcil sosyalizmi kaçamağa çevirmekten başka sonuç veremez. Böylesine "sureti haktan görünmeler" her şeyden önce ustalara karşı, ta-pınç perdesi altında en iflah olmaz yobazca saygısızlığa düşmek olur. Ustalar" Hafız'ı Kapital" çömez papağanlar değil, Teoride, Pratikte kıyasıya savaşçı çıraklar için yolu açmışlardır.

Karl Marx, Das Kapital'ın Önsözünde belirttiği gibi başlıca planını "Modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırma" uğrunda topladı. Ayrıca, ANTİKA TARİH üzerine klasik Tarihcil Maddeciliğin yaptığı dahiyane notlar, Marx-Engels çağındaki Tarih ve İnsan bilimlerinin veri sınırları ötesine çıkamazdı. l887yılları Tarihcil bilimlerin bellibaşlı iki büyük eksiği var idi:

1- TARİH ÖNCESİNİN bilinmeyişi: Tarihi değişmez kuralların ve kurulların "TEKERRÜRÜ" kılığına sokuyordu. Tarihcil Maddeciliğin kökünden çürütmek istediği GENEL EĞİLİM bu idi.

2- YAKINDOĞU TARİHİNİN bilinmeyişi: Tarih gerçekliği gibi Tarih bilimini de Herodot'lar ve Beroz'larla başlatmak zorunda bırakılıyordu. O zaman Tarih, Akdeniz çevresinden Batı Avrupa'ya doğru (KÖLELİK-DEREBEYLİK-KAPİTALİZM) üçgen tekeriyle tekerlenmiş bir ÖZEL EĞİLİMden kurtulamıyordu.

Bu ŞEMA: Batı Toplumunun GERÇEKLİĞİ için gerekli Tarih gerçekliğini az çok sunabiliyordu? Nitekim Batı'da Sosyal Devrimciliğin Teorik ve Pratik bütünlüğü yeterince sağlanabiliyordu. Ne var ki, Türkiye Orta Asya'dan gelmiş insancıl güçlerin, derin kökleri Yakın doğuda olan Küçük asya toplumu idi. Dalbudaklarımız Akdeniz ötelerine, Orta Avrupa'ya dek uzanmış olsa bile, Marx'ın pek güzel belirttiği gibi, Tarihcil Kökümüz her zaman ANADOLU (Küçük asya) oldu.

Spesifik olarak TARİH bilimi-bilebildiğimiz kadarıyla, bilmediklerimizi her zaman, herkesten öğrenmekten mutluluk duyarız- bugün Klasik Tarih Bilimi Batıda (Kapitalizm'de) ve Doğu'da (Formel Sosyalizm'de) henüz yukarıda değdiğimiz iki genel ve özel eğilimden kurtulamamıştır. Tarih bilimi, 10'uncu yüzyılın armağan ettiği tutunmuş, sevilir şemalardan bir türlü sıyrılamıyor. Yaşanmış gerçek Tarihin KIYASIYA MADDECİ DİYALEKTİK gidişi, okul kitaplarının mitolojisi, masalları ile örtülüyor.

19'uncu yüzyılın insancıl bilimleri:antropoloji, etnoloji v.s. alanlarında hayli malzemeler yığmıştı. Bu verilere 20'inci yüzyılda gelişen: Arkeoloji, Tarihöncesi v.s. bilimleri katıldı. Marx'ın o verileri incelemeye ömrü yetmedi. Engels, "adeta bir vasiyet yerine getirirce" Morgan'ın keşiflerini alabora etti ve "Menşei v.s." eserinin üzerinden 7 yıl geçer geçmez, Tarihöncesi biliminde "adamakıllı ilerlemeler" olduğunu belirtti. Ya Engels'ten beri geçen 70 yılda yığılmış veriler, rafta mı kalacaktı?

Elimize geçenlere göre, Tarihcil Maddecilik öğrencileri, haklı haksız nedenlerle, Tarih bilimi yolunda ustaların öğüdünü, bir dua gibi "Amin!" demekle izlediler. Ustalarının metinlerini ezbere tekrarlamakla Usseverliğin yücesine kanat gerdiklerine inandılar. Bu Marxizm değil mistisizmdi.

3- TARİHTE BATA - ÇIKA GİDİŞ

Marx'tan beri edinilmiş insancıl Bilim kazançları açısından bütünlemesine bir Tarih determinizmi ile bakılınca şu gerçeklik göze batar: Tarih öncesi ile Tarih (Antika ve hatta Modern çağlar) arasında, inanılmıyacak kertede DİYALEKTİK etki-tepki ilişkileri vardır. Bu kaçınılmaz bir olaydır. Çünkü, Tarih öncesine son veren ve YAZILI Tarihi açan Medeniyet, ilkin Güney Irak'ın sübtropikal Irmak dökülümlerinde tek tük KENT (Cite)lerle doğdu. O kentçiklerin dışındaki uçsuz bucaksız Dünya Tarih öncesi (Barbar) Toplumlarla kaplıydı. Onun için Tarih-öncesinin neçeliği (kantite'si, kemmiyeti), çağımıza dek, Tarih (Medeniyet) niteliğine (kalitesine, keyfiyetine) etki yapmaktan geri kalamazdı.

Tarım ekonomisine dayanan Kent içinde Toprak ilkin TANRININ (yani TOPLUMUN, İslamlık'ta: "Beytül mali Müslimin'in) idi: Yani ORTAK MÜLK idi. Kent içinde Tefeci-Bezirgan özel sermaye gelişince: Toplum sosyal sınıflara bölündü. Toprak mülkiyeti ÖZEL KİŞİ MÜLKÜ olmaya doğru gelişti. Geri kalan Kent dışı dünya ise ORTAK MÜLKİYET temeline dayalı kaldı. Bu durumun çelişkisi, 7 bin yıllık Antika medeniyetler Tarihi boyunca, ta kapitalizme dek toplumu bin bir çemberden geçirip, yaz-boz tahtasına çevirdi. Kadim tarih Kapitalizme gelinceye değin, medeniyetlerin bata-çıkan gidişleriyle yürüdü.

Neden bata-çıka gidildi? Şundan: Medeniyet, sınıflar güreşiyle eridikçe, gürbüz çevre bar-barlarınca yenildi. Barbarlıkla Medeniyet arasındaki temel çelişki MÜLKİYET ilişkilerinde toplanıyordu. Barbarlıkla Medeniyet arasındaki artı-eksi çatışmalar: ORTAK MÜLKİYET ile ÖZEL MÜLKİYET arasındaki savaştan kaynak alıyor üst yapıların bütününü, zaman zaman çelişik şanslarla yangın gibi sarıyordu.

Özel KİŞİ MÜLKİYETİ ne dayanan Medeniyet: İlkin bir avuç olan sonra çoğalan, ama sosyal sınıf çelişkileri yüzünden üretim temelini de yobazlaştırarak, bir kaç kuşakta kolayca yıkılabilir hale gelen bir toplumdu. ORTAK MÜLKİYETe dayanan Barbarlık : Gittikçe azalmakla birlikte, ilkin yeryüzünü kaplamış ve içerisinde sınıf çekişmesi bilmeyen bir kardeşler toplumcukları dünyasıy-dı. Barbar insanlar, eşit kankardeşleri olarak, ölesiye danışmalı taze, esen güçtüler.

Medeniyet: Devlet, Para, Yazı gibi silahlarıyla ilkin, barbarlığa karşı teknik, sosyal teşkilatçı üstünlüğünü kazanıyordu. Çünkü Barbarlık dünyayı kaplamış bir büyük çoğunluk olduğu zaman bile, Barbarlardan her biri ufak Aşiret, Kabile, ve Kan teşkilatlarıyla dağınık ve özerk yaşıyorlardı. Bata çıka her gün biraz daha dünyaya yağ damlası gibi yayılan Medeniyete karşı Barbarlığın bütün olarak birleşmesi olağan değildi. O yüzden Medeni Devlet, Barbar Aşiretleri, kimi çıkarla, kimi zorla teker teker bozguna uğratabiliyordu.

Ancak bu çok uzun süremiyordu. Medeniyetin içinde özellikle Köle-Efendi çelişkileri azıttık-ça, Barbarlıkla ilişkiler tersine dönüyordu. Neçelik (miktar) olarak köleler, efendilerin on, yüz, bin katı artıyordu. O zaman ya Grekler'in Isparta Kenti'nde olduğu gibi, her dönemde köleler, fazla köy köpekleri gibi kılıçtan geçirilip azaltılıyordu; yahut Atina'da olduğu gibi: Demokrasiyi demogojiye çeviren soysuzlaşmalar, Kent içinde dirlik bırakmıyordu. Bu durum, Bezirgan medeniyetin kendi kendisini inkara başladığı DEREBEGİLEŞME konağı oluyordu.

O zaman üst sınıfları birbirine düşmüş, kimsenin kimseye güveni kalmamış bulunana Medeniyet: Çevre Barbarlardan önce medet umuyor, aylıklı asker yetiştiriyor, "kendi mezar kazıcılarını" hazırlıyor; sonra yarı çağırılı Barbar baskınlarına uğruyordu. Örneğin Makedonya Barbarlığı İskender'in kişiliğinde Grek Medeniyetinin altından girip üstünden çıkıyordu. "ULUSLARIN GÖÇÜ" Roma İmparatorluğunu tuzbuz ediyordu... Derken Barbar Madekonyalının veya Hün-Cermen'in i-çine daldığı geniş medeniyet nimetleri ve bozuk insan sürüleri: Parasıyla, yazısıyla, devletiyle, kültürüyle, alışkanlıklarıyla gelenleri etkiliyordu. Fatihlikten Efendiliğe, (Şövalyelikten Derebeyliğe, Gaazi-İlb'likten Beylerbeyiliğe, Paşalığa, Ayanlığa) doğru kayan barbarları, "MEDENİLEŞTIRİ-YOR" du. Ve bu çember böylece "TEKERRÜR" edip duruyordu.

4- TARİHİN DETERMİNİST BÜTÜNLÜĞÜ

Tarihin bata-çıka gidişine Akdeniz Medeniyetlerinden örnekler verdik. Çünkü klasik Tarihte en iyi yazılı ve herkesin her an en çok öğrendiği olaylar Greko-Romen Medeniyetinde belirlidir. Medeniyet Tarihi biraz içyüzünden incelenirse adım adım aynı gidişin kaçınılmazlığı görülecektir. Yakındoğunun Irak, Mısır, Uzakdoğunun Çin, Hint Medeniyetlerinin alınyazıları: Hep o Barbarlarla Medeniyetler, yahut: Ortak Mülkiyet iIe Özel Mülkiyet arasındaki denizlerle karalar arasındaki Med ve Cezirleri andıran çelişme ve çekişmeler ile çizildi.

Klasik Tarih Bilimi o sikllerin (dönemlerin ) farkında olmazlık edemiyor. Ancak Medeniyetlerin alt üstlüklerini: Tarihin insanlık ölçüsünde diyalektik bir bütünlük ve determinizm momentleri olarak ele almıyor. Ya kişilerin beceri ve berecisizlikleri, ya kurum ve kuralların başarı veya başarısızlıkları yüzünden çıkagelmiş kör tesadüfler, kanunsuz kargaşalıklar, iyi olmuş yahut yazık olmuş uygunluklar veya terslikler sayıyor. O zaman Tarih, Kaza ve Kaderin cirit attığı bir kör dövüşleri alanına, şairce kahramanlıklar, yahut haince daltabanlıklar edebiyatına döndürülüyor. Tarih, artık kanunluğu ve determinizmi kavranır insancıl olayların bilimi olmaktan çıkarılıyor.

Batı Kapitalizmi için, Tarihi Mahşer yerine çevirme önyargıları beslemek yahut paradoksla hoş vakit geçirmek gibi çıkarlar sağlıyabilir. Doğu için bu teorik bir boşluk ve karanlık olur. Özellikle Türkiye'nin ve Osmanlı İmparatorluğunun, genellikle "GERİ ÜLKELER" in ekonomik ve sosyal gerçekliklerini gereği gibi düşünmek ve hele davranmak istedik mi, her şeyden önce: O klasik burjuva Tarihçiliğinin SOSYAL DETERMİNİZM DÜŞMANLIĞI diyebileceğimiz eğilimini gidermek zorundayız.

Organizma, tek hücrelilerden maymuna ve insana doğru evrim yapmış canlı tiplerdir. Antika Tarihin tek hücresi KENT'tir. Yazılı Tarih Kent'ten çıkıp canlı tipler gibi çeşitli medeniyetlerle bata çıka gelişmiştir. Her çıkış kendisinden önceki batışla ilgili bir evrim zincirinin halkasıdır. Tarih zinciri içinde batışların da, çıkış halkaları kadar önemleri vardır. Batışla çıkışın çelişkili parçalılığı Tarih diyalektiğinin bütünlüğünü ve kanunluğunu belirtir. O kanunların güttüğü geçmiş gerçeklikler oldukları gibi kavranılmazsa, bugünkü ve yarınki sosyal gerçekliklerin (gerek Kapitalist Anavatanlarda, gerek Geri ve Sömürge ülkelerde) Teorik olarak değerlendirilmesinde eksiklerden kurtulunamaz.

Toynbee gibi, İntellicens Servis'in Sosyalist "Büyük Tarihci"leri de: Tarihe bir determinizm arar görünürler. Onların araştırmaları: Klasik Tarihin yozlaştırılmış parçalılığından usanan kimselere, filozof ceplerinden çıkarıp sundukları YAKIŞTIRMA "Determinizm"lerdir. Çünkü, bilinen sınıf nedenleriyle, uydurukçuluğa en elverişli alan, derme çatma klasik Tarih bilimidir. Oysa uyduruk-

çuluğa hiç gerek yoktur. Tarihin kendi gerçek gidiş kanunları her kuruntudan güçlüdür. Yeter ki, onları izlerken skolastiğe ve metafiziğe kaçmayalım.

5- TARİHCİL DEVRİM KANUNU

Antika Tarihin en büyük gidiş kanunu: Barbarlıkla Medeniyet arasındaki çelişkilerde yatar. Kadim Tarih manivelasının kısa momenti Medeniyet, uzun momenti Barbarlık gücüyle ağır basar. O iki manivela kolu EKONOMİ adlı dayanak sivrisi üzerinde, kimi o yana, kimi bu yana alçalıp yükselerek işler.

Antika Tarihte, bir Medeniyet doğdu mu, ölünceye değin geçen olayların temel üretici güçleri, kurulu niceliğin (düzen keyfiyetinin) dengeliğini az çok korurlar. Genel olarak EKONOMİK diye adlandırılan madde ilişkileri, -hiç değilse son duruşmada -Medeniyetin ÜSTYAPI ilişkilerini belirlendirirler. Kurulu düzenin üretici güçlerinden Coğrafya ve Teknik adlı maddecil üretici güçler çevçevesinde, belirli insancıl gelenek-görenek ve kollektif aksiyon üretici güçleri belirli bir gelişim biriktirir.

Bu birikim, Toplumun EVRİM (Tekamül) çağıdır. Klasik Tarih anlayışı, bu çağ olaylarının determinizmini, daha Tarihcil Maddecilik doğarken benimsemiş olmalı idi. Burjuva Tarihçiliğinin kıyışamadığı bu iş, ancak gene Tarihcil Maddecilikçe yapıldı.

Kadim Toplumun değişmez üretim temeli: Toprak ekonomisine dayanır. Üretimle bütün ilişkisi, uzaktan aracılık ve sömürücülük olan TEFECİ-BEZİRGAN sermaye O olayların itisiyle, çok geçmez, Toprak mülkiyetine de sinsice el atarak EFENDİLEŞİR, DEREBEYİLEŞİR. Derebeyileşmenin azdırdığı sosyal sınıf çelişkileri: Bir çözüm yolu olan SOSYAL DEVRİM biçimine baş vuramaz. Çünkü Antika Toplumda, ne Kapitalizmin yaptığı gibi ÜRETİM SOSYALLEŞİR ne işveren sınıfının kendisine "Mezar kazıcı" olarak yetiştirdiği bir sosyal devrimci İŞÇİ SINIFI (Proletarya) gelişir.

O yüzden, Kadim medeniyetlerden her biri, hep içinden çıkılmaz kör dövüşleriyle, önce, artearyosklerozlu hayvan gibi duralayıp taşlaşırlar. Sonra kurulu medeniyet, eskimiş bir yapı, yahut kankıranlaşan bir organizma gibi yer yer çatırdayıp dökülür. Birikim sona ermiş, Toplum DEVRİM (İNKİLAP) çağına girmiştir. O zaman eski medeniyet çöker, yeni bir medeniyet doğar. Tarihin bu geçit konağı üzerine, Klasik Tarih pek çok olaylar anlatır. Ama, eski medeniyetin batışıyla, yeni medeniyetin çıkışı arasında bir determinizm aramaz.

Bu tutum, az çok anlayışla karşılanmalıdır. Engels, geçit olaylarının belirlendirilişindeki güçlükleri Anti Dühring'in önsözünde pek güzel açıklar. Yaşama ile Ölüm, Sağlıkla Hastalık, Çocuklukla Erginlik ve ilh. gibi herkesin açıkça görüp bildiği tabiat olaylarındaki NİCELİK (KEYFİYET) değişiklikleri bile metafizik mantıkla kestirilip attırılamaz. Çok kısa ve nazik GEÇİT olaylarında yatan SIÇRAMA ancak diyalektik momentinin yakalanmasıyla kavranılabilir.

Antika Tarihte, bir Medeniyetten ötekine geçişi sağlayan nicelik sıçraması: Araya Barbar adlı taze insancıl üretici güçler girmedikçe gerçekleşememiştir. Çürümüş bir medeniyetin DEVRİLİP ortadan kaldırılması hep barbarın akınıyla kesinleşmiştir. O yıkılışlara Sümer'lerden Grek'lere dek "TUFAN" denilmiştir. İslamlık'ta "KIYAMET" adı verilmiştir. Biz basitçe "TARİHCİL DEVRİM" terimini uygun buluyoruz. Çünkü medeniyetin yıkılışı da bir DEVRİM'dir. Ama, SOSYAL DEVRİM: Aynı Toplum içinde bir Sosyal Sınıfın ötekisini kaldırmasıdır. Tarihcil Devrim: Toplum dışından gelen daha geri, bir BAŞKA TOPLUM insanlarınca yapılır. Sırf SOSYAL DEVRİM olamadığı için, onun yerine TARİHCİL DEVRİM gelir.

Tarihin yüzeyinde Medeniyetle Barbarlık arasındaymış gibi geçen Tarihcil Devrim etki-tepkileri, gerçekte en derin üretici güçlerin yönettiği ÖZEL MÜLKİYET ile KAMU MÜLKİYET arasındaki karşılıklı etki-tepkilerdir. Bu çelişkili gidiş bütün Antika Tarih boyunca, Hiç aman vermeksizin sürüp gittiği için bir sosyal kanun gücünü taşır. Buna TARİHCİL DEVRİM KANUNU denebilir.

Tarihcil Devrim Kanunu, Medeniyetin başladığı günden, Kapitalizmin SOSYAL DEVRİM'ler çağını açtığı güne dek: Düzgün bir saat çalışmasıyla işler. Klasik Tarihte, birbirinden kopmuş, birbirine benzemez, hatta birbirinin zıddı olarak anlatılan bütün Medeniyetlerin bir birine bağlılığını, "Tekerrür" sayılan benzerliklerini ve çelişkileriyle bir arada bütünlük teşkil ettiklerini Tarihcil Devrim Kanunu belirlendirir. Bu kanun bilimcil düşünceyle incelenip uygulandı mı, Tarih zincirinin bütün halkaları eksiksizce ve aksaksızca birbirlerine bağlanmış bulunur. Şimdiye dek çözümü askıda kalmış, hatta "Esrar", "Gayya kuyusu" sayılmış nice problemlerin iç zenberekleri yakalanmış olur.

Bu gerçeği iki çözümü yapılmamış büyük olayla örnekliyelim:

6- TARİHCİL DEVRİM NİÇİN OLUR ?

Barbarlık geri ve insanlık evrimince ALT ve İLKEL bir Toplumdur. Medeniyet ileri, ÜSTÜN ve daha OLGUN bir Toplumdur. Nasıl olur da, geri barbarlık, ileri medeniyeti yener? Burjuva Tarihciliği bunu kasıla kasıla bir içine işlenilmez bilmece-bulmaca saymaktan per hoşlanır. O bilmecenin üzerine sürüyle yalan, dolan aldatmacaları kuracaktır. Ancak Sosyalistler, hatta Plehanof gibi skolastikce marksistler bile o konuda bocalar.

Yanılışın nedeni, Tarihcil Maddeciliğin verdiği ÜRETİCİ GÜÇLERİ iyi değerlendirememekte toplanır. Çoğu Maddecil Üretici Güçlere: Coğrafya ve Tekniğe aşırı değer vereyim derken, İnsancıl üretici güçlerin canlı değeri küçümsenir: İnsanın Tarihcil Gelenek ve Görenek, Kollektif Aksiyon gibi üretici güçler gözden kaçılır. Tarihi yapan İNSAN soyutlaştırıldı mı, yahut otomatlaştırılıp gölgeleştirildi miydi: Ya insanüstü güçlere kayıp, kaba burjuva materyalizmine düşmekten kurtulunamaz.

Tarihte, insancıl güçleri en büyük dirençle savunan kimseler, barbarlar olmuştur. Barbar, ilkel de kalsa "SOSYALİST" bir KAMU düzeninin çocuğu idi. Eşitsizlik bilmiyordu. O yüzden yalanı ve korkuyu kendi toplumu içine sokmayan alabildiğine ülkücü yiğitti. Böyle yüce karakterli kişilerden derleşik olan Barbar topluluğu, nedenli az kalabalık olursa olsun: Var olan bütün üyeleriyle bir tek vücut gibi düşünüp davranıyordu. Medeniyet insanları ise, ne denli çokluk olursa olsunlar, içlerine kurt düşmüş kuru kalabalıktılar. Binbir çelişkiyle birbirlerine düşmüşlerdi. İlkel Kamu düzeninin katışıksız: Eşitlik-Doğruluk-Yiğitlik gelenekleri ve Kankardeşliğinden doğma yaman Kollektif aksiyon güçleri Medeniyet insanında tükenmişti. Yalnız KİŞİ ÇIKARI, PARA, DALAVERE, YOBAZLIK, ZORBALIK ile külah kapıp sömürü sürdürüyorlardı.

İnsanlık gelişiminin, Tarihcil gidişiyle tuttuğu yönden, YENİ Coğrafya ve Teknik üretici güçlere gebe olan yerlerde: Çürümüş Medeniyet üst Sınıflarının kendi efendiliklerini yalnız zorbaca sürdürebilmek üzere, kendi yurttaşlarına güvenemedikleri için, o bedeni ve ruhu sağlam Barbarları Medeniyete doğru ister istemez çağırmış, onlara medeniyet bozgununun bütün iç yüzlerini öğretmiş bulundukları düşünülsün.

İnsancıl üretici güçlerin, Diyalektik Sıçrama momentinde (Marx'ça pek güzel işaret edildiği gibi) SAVAŞI keskin bir EKONOMİ gücü yaptığı sıralar sık sık patlak verirler. Öylesine neyrenk Tarih noktalarında: Çökkün Medeniyetin coğrafyası aşınmış, yeni coğrafyalar ve medeniyetçe geliştirilmiş teknikler barbarın eline geçmiştir. En yüksek kertesinde bunalım, ortada, insancıl üretici güçlerden başka tutamak bırakmamıştır. Bu şartlar ortasında Medeniyet insanı, hiç beklemezken, ansızın Barbar insana yenilecektir ve yenilmiştir. SOSYAL DEVRİM'ini başaramayan Medeniyet TARİHCİL DEVRİM'le yıkılacaktır.

7- TARİHCİL DEVRİM NASIL OLUR ?

Medeniyetlerın yıkılıp kurulmaları kaç türlü olur?

Kadim Tarih gerçekliği, yakından izleyince, orada başlıca iki türlü TARİHCİL DEVRİM tipi karakteristiktir: 1) Orijinal bir yeni Medeniyet doğuran Tarihcil Devrim; 2) Eski Medeniyetin Rönesansını doğuran Tarihcil Devrim.

Her Tarihcil Devrimin bir ŞARTLARI bir de SEBEPLERİ vardır. Tarihcil Devrim Şartları: Toptan İnsanlığın ulaştığı GELİŞİM ÇAĞININ şartlarıdır. Tarihcil Devrim Sebepleri: Yeni gelişimlere gebe Coğrafya ve Teknik üretici güçlerle, o güçleri ele alabilecek TARİH ve İNSAN üretici güçlerle, o güçleri ele alabilecek TARİH ve İNSAN (Gelenek, Görenek, Kollektik Aksiyon) üretici güçleridir.

İki tür olan Tarihcil Devrimin: ORİJİNAL bir Medeniyet mi, yoksa bir MEDENİYET RÖNE-SANSI mı doğuracağı: Bir yandan Medeniyetin ulaştığı Tarihcil düzeye öte yandan devrimi yapan barbarlığın ulaştığı Sosyal düzeye göre belirlenir.

1- ORİJİNAL MEDENİYETE VARAN TARİHCİL DEVRİM: Medeniyet, Arapçanın pek bilinen deyimi ile "MEDİNE" den (Türkçesi KENT'ten, Fransızcası Cite'den) çıkar. Medeniyetin birinci çağı, ilk düzeyi: KENTLEŞME (Medenileşme-Siteleşme) konağıdır. Medeniyet, Kentleşme çağının TARİHCİL DÜZEYİNDE ise, Medeniyeti yıkmağa çağırılı barbarların öncülüğü ve güdümü YUKARI BARBARLIK KONAĞInın SOSYAL DÜZEYİNDE bulunuyorsa; Medeniyetle Barbarlık arasında patlak veren savaş üzerine olan Tarihcil Devrimin sonucunda ortaya bir ORİJİNAL MEDENİYET doğar. Sümerleri yıkan Semit Barbarlarının AKAD medeniyetini kurmaları gibi. Acem medeniyetini yıkan Hicaz Araplarının İSLAM medeniyetini kurmaları gibi. Yukarı Barbarlık: Tarımı keşfetmiş, Kent kurabilmiş toplumdur. Bu toplum kendi Kentinin kurulları ve kurallarıyla orijinal bir medeniyet kurar.

2- MEDENİYET RÖNESANSINA VARAN TARİHCİL DEVRİM. Kentlerde doğan medeniyet zamanla Kent birimini aşındırır. O zaman Kentlerin santralizasyonu başlar. O klasik anlamıyla "İMPARATORLUK" adı verilen kentlerin açılışları çağına gelmiş bir medeniyetin TARİHCİL DÜ-

ZEYİNE gelinmiş ise, medeniyeti yıkmaya çağrılı Barbarların öncülüğü ve güdümü ORTA BARBARLIK konağının SOSYAL DÜZEYİNE ulaşmış bulunuyorsa, Medeniyetle Barbarlık arasında patlak veren savaş gene bir TARİHCİL DEVRİM yapar. Ancak bu devrimin sonucu olarak doğan şey, yeni bir medeniyet olamaz; eski yıkılmış orijinal medeniyetin bir RÖNESANSı olur. Türk ve Moğolların İslam medeniyeti sonunda kurdukları "TAVAİF'UL MÜLUK" adlı, İslamlığın DİRİLİŞİ devletleri gibi! 'Cermenlerin, Macarlar'ın yıktıkları Roma medeniyeti üzerinde kurdukları" FEODALİTE" adlı Kadim Romanın DİRİLİŞİ devletleri gibi.

Orta Barbarlık: Çobanlığı keşfetmiş, Göçebe toplumdur. Kendisinden iki Tarih basamağı yukarıda bulunan eski medeniyetin uçsuz bucaksız tarım ve kültür ilişkilerini kapsıyacak kurul ve kurallar Orta Barbarlıkta yoktur. Onun için çökmüş medeniyetin değerlerini kurtarıp, barbar aşısı yaparak diritmekle yetinir.

Her kanun gibi, Tarihcil Devrim Kanunun da, genel çizgileriyle verilirken, az çok soyutlaştırıl-dı. Marx da, Kapitalist düzeni bir "MATAHLAR YIĞINI" olarak anarken bir soyutlaştırma yapmıştı. Kapitalizmin egemen olduğu her ülkede ise, en başka çeşitli kapitalist ve sosyal biçimler vardı. Tıpkı öyle, Tarih boyunca Tarihcil Devrim ana kanunu sürüp gitmekle birlikte, her ülkede ve ayrı zamanlarda en çeşitli somut ilişkilerde katışık bulunmuştur. Nüans ayrımları taşıyan orijinal medeniyetlerin ve medeniyet rönesanslarının sonsuz türleri, genel Tarihcil Devrim Kanununu çürü-temez: Tersine, bütün zenginlikleriyle ispatlar.

Görüyoruz. Konu, yeryüzünün ileri yahut geri bütün ülke insanlarına açık araştırma alanıdır. 20nci yüzyılda Tarihcil Maddeciliği kavramış bir insanın orijinal araştırma yapması hem hakkı, hem görevi ve gücü içinde sayılmalıdır. Türkiye aydınının, Batılı Bilgin önünde yamyassı AŞAĞILIK DUYGUSU kadar, kendi toprağındaki düşünüre karşı, karlı dağları ben yaratırım sanan A-ŞAĞILIK KOMPLEKSİ artık Türk MİLLİYETÇİĞİNE sığamaz.

Bu alanda, bütünlüğüne tutarlı başka araştırmaya rastlamadık. İnşallah vardır. Varsa karşılaştırmalar yapılması için ne mutlu şeydir. Yoksa, Osmanlı yobazının "BİD'AT" tan ürktüğü gibi sırf "gavur icadı" olmadığı için değil, gerçeklere uyup uymadığına göre eleştiriye uğratılmalıdır bu görüş.

GİRİŞ

Giriş Bölümü: Eserin anafikirve hedefini anlatacaktır.

1- GENEL GİRİŞ: Yayınladığımız eserin ne yapmak istediğini en genel düşünce çizgileriyle anlatacaktır.

Konuları: İnsanlığın Başından Geçenler- Tarih Üretici Güçler- Tarihcil Devrim ve Sosyal Devrim - İki Çeşit Tarihcil Devrim - Tarih "Tekerrür" Eder mi? - Barbarlık: Sosyal Gelenek ve Aksiyon.

2- ÖZEL GİRİŞ: Böyle bir eseri yayınlamakta hakkımız, yetkimiz ve ilgimiz bulunup bulunmadığı anlatılacaktır.

Konuları: Özür Dileği - Tarih öncesinin İnkarı - Dünyada Tarih Sentezi Mümkün müdür? -Türkiye'de Buna Lüzum Var mıdır?- Ekonomik İlgi - Üstyapı İlgisi - Türkiye ve Osmanlı Yüzleştirmesi.

GENEL GİRİŞ

Araştırmanın alanı Antika (a) Tarih: İ. Ö. (İsa dan önce) 4-5 bin yıllarında başlar, İ. S. (İsa'nın doğumundan sonra) 14'üncü yüzyılda biter. Bu alanda araştırılan başlıca konu: Altı yedi bin yıldır, insanı umutsuzluğa düşüren bir saat intizamı ile boyuna "tekerrür" eden medeniyet "yıkılış" ve "yeniden kuruluşlarıdır.

Böyle bir araştırma neden önemli oldu?

Bugünkü Türkiye'yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı tarihine inmek gerekti. Osmanlı tarihinin maddesine girince, onun İslam medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam Medeniyeti: Tıpkı Grek ve Roma medeniyetleri gibi kentten (cite'den) çıkmış antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (protosümerlerden) İslam medeniyetine gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de: Hem birbirlerinin aynı, hem birbirlerinin gayrı olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep aynı gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı.

Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin: Sebep-netice zincirlemesiyle nasıl, ta protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.

İNSANLIĞIN BAŞINDAN GEÇENLER

Açık anlaşılmak için alfabeden başlıyalım.

A - Tümüyle insanlığın başından geçenler, iki büyük çağa ayrılıyor:

1) Tarih öncesi (Prehistoire): Medeniyetten önceki çağlar. Bu bölüme yazısız tarih adını da verebiliriz.

2) Tarih (Histoire) medeniyetten sonraki çağlar. Bu iki çağın aralığına Protohistoire (öntarih) diye bir geçit koyanlar da vardır. Gerek tarihöncesi ve gerekse tarih üzerine dağlar gibi bilim malzemesi ve belgeler yığılmıştır. Fakat, tarih öncesinden tarihe geçiş'in ana kanunları; soyut (abstrait) sosyoloji bakımından az çok bilinmesine rağmen, somut olan tarih bakımından yeterince aydınlanmış sayılamaz.

B- Sırf medeniyetleri anlatan tarih, daha doğrusu yazılı tarih deyince, o da iki büyük bölüğe ayrılıyor.

1- Antika Tarih (Kadim Tarih): Protosümerlerden Batı Romanın yıkılışına dek sıralanan "medeniyetler"i konu edinir.

2- Modern Tarih: Batı Ortaçağının bitişinden, günümüze dek uzayan bir tek çeşit "Kapitalist Medeniyet"ini (Batıda "Burjuva" denilen işveren medeniyetini) konu edinir.

Bu iki medeniyet tarihleri aralığına da bir modern "Ortaçağ" konulunuyor.

Gerek antika tarih, gerek modern tarih ve Ortaçağ üzerine dağlar gibi bilim malzemeleri ve belgeler yığılmıştır. Fakat, antika tarihten modern tarihe geçişin, soyut sosyoloji bakımından izahı bir yana bırakılırsa, somut tarih bakımından ana kanunları yeterince aydınlanmış sayılamaz.

C - Antika tarihe (Histoire de 1'Antiquite'ye) gelince, asıl konumuz odur. Orda bir tek değil, birçok "medeniyet" sayılır. Hatta, her tarihçinin kendi anlayışına göre bu sayı değişir durur. Birbirlerinden hayvan nevileri gibi ayrı tutulan antika medeniyet tiplerinden beheri üzerine dağlar gibi malzemesi ve belgeler yığılmıştır. Ama bu medeniyetlerin birisinden ötekisine geçişlerindeki ana kanunları bulmak şöyle dursun aralarında herhangi bir geçit bulunup bulunmadığı bile yeterince aydınlanmış sayılamaz.

Tek sözle: İnsanlığın belirli (determine) bir çağ içinde başından geçenler üzerine oldukça büyük ve aydınlık bilgilerimiz var. Fakat o çağların birinden ötekisine GEÇİŞ kanunları üzerine gereği gibi aydınlanmış olmaktan uzağız. (Bundan sonra gelen bölümlerde, nasıl uzak olduğumuzu kısaca anlatacağız) Neden uzağız? Belki, o geçiş çağları üzerine elde pek az malzeme ve belge bulunması karanlığa sebep gösterilecek. Malzeme ve belge kıtlığı neden ileri geliyor? Bu soruya verilecek en basit teknik karşılık bile, bizi ansızın üzerinde durulacak konuyla yüzyüze getiriyor: Geçiş konakları üzerine malzeme ve belgelerin az bulunuşu, YAZI'ya dayanarak yükselmiş medeniyetin, YAZISIZ (antika kutsallıkların deyimiyle: "KİTAPSIZ") barbar insanlarca alaşağı e-dilmiş bulunmasından ileri gelir. (b)

O zaman, geçiş konaklarının karanlığında yalnız bir kantite (kemmiyet): Malzeme ve belge azlığı değil, ayrı bir kalite (keyfiyet) başkalığının da yattığını sezeriz.

Konumuz, o niceliği güden, bir çağdan öbürüne geçiş kanunlarını araştırmaktır.

TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER

Klasik tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik tarihsel maddecilik; hangi çağda olursa olsun, insan toplumunun, genel olarak ve son duruşmada, "URETİCİ GUÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır.

Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:

1- TEKNİK: Toplumun tabiatla güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (aletler, cihazlar) ve metodlar (usuller).

2- COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan,daha doğrusu mekan içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, tabiat, v.s.

3- TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden,daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s.

4- İNSAN: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik-araçla işleyen kollektif aksiyon (topluca eylem), zor ve şiddet anlamlı "güç", v.s.

Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birısini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağan üstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.

10

Tarih bakımından teknikle birlikte, (coğrafya-tarih-insan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, Gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur.

Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele antika tarih toplumunda yalnız başına teknik insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek görenekleri, içine girdiği coğrafya etki-tepecikleri altında gösterilmiş. İnsanca kotlektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırmasını bile yapmaya yetemez.

Modern Toplumda Teknik: Maddi coğrafya ve manevi tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yalnız teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek - göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3-Elinde tuttuğu tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, antika tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır.

TARİHSEL DEVRİM - SOSYAL DEVRİM

Başlıca konumuz olan tarihin büyük GEÇİT konaklarında, tek vurucu güç barbarların, tarih öncesi toplumundan aldıkları sosyal gelenek- görenekli üstün kolektif aksiyonlarıdır. Medeniyet doğarken, yeryüzünde bilimsel anlamıyla VAHŞET toplumu kalmamış gibidir. Dünya en az çömlekçilik (balçığı pişirme) zanaatini keşfetmiş aşağı barbarlardan yukarıya doğru; Orta barbarlar ve yukarı barbarlar ile kaplanmıştır. En ilk gelenekler ve mitolojiler (masal bilimler) gibi Berose ve Herodot Tarihleri de, Etnoloji (ırkbilimi) ve Arkeoloji (eskieserler bilimi) araştırmaları da bunu açıklıyor.

Antika Tarih: Irak'ta Protosümerlerden, Mısır'da Predinastik Toplumlardan modern çağa gelinceye değin, belirli coğrafya ve tarih üretici güçlerinden hız alan barbar yığınlarının, nöbet sırası düşdükçe medeniyete geçişleri tarihidir. Bir medeniyetten ötekine geçişler: Yeni ve taze (coğ-rafya-tarih-kollektif aksiyon) üretici güçleriyle eşikte bekleyen bir barbar toplumun antika tarihe girişinden başka birşey değildir.

Antika medeniyetin kendi içinde, - modern medeniyette görülene benzeyen - bir "SOSYAL DEVRİM" imkansızdır. Yeni bir sosyal sınıf eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kollektif aksiyon gücü sağlayamaz. O zaman eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim münasebetlerini kökünden kazıyacak barbar yığınları akına başlar. Barbarlar, tarih öncesinin en sağlam ilkel sosyalist (gelenek-görenek ve kollektif aksiyon) üretici güçlerini harekete geçirirler. Eskimiş medeniyette en az bulunan şeyse özellikle o güçlerdir. Onun için eski medeniyet dayanamayıp, inanılmaz çabuklukla yıkılır. Bu da bir devrimdir, ama, sosyal devrimin zıddına eski medeniyeti kurtaracağı yerde yok ettiği için, ona TARİHSEL DEVRİM adı verilebilir.

Üretici güçlerden ikisi (teknik-coğrafya) MADDE'ye, ikisi (tarih-kollektif aksiyon) İNSAN'a dayanır. Eskimiş medeniyetin insan üstüne çullandırdığı baskı onu, üretici güç keyfiyeti bakımından olumlu gelenek - göreneklere kollektif aksiyondan yoksun edince, medeniyet taze insan gücünü dışarıdan, barbarlardan sağlamaya kalkışır. Aylıklı barbar asker, medeniyet kalesini içinden yıkmaya başlar. O zaman teknik üretici güçler, dolambaçlı yoldan, dışarıdan rol oynarlar. Çünkü daha önce medeniyet: Ham madde kaynaklarını işletir ve ticaret münasebetlerini geliştirirken, teknik üretici güçlerin bir kolunu barbarlar içine atmıştır. Teknik üretici güçler şimdi, o dışardaki kolu ile, içinden düzelmesi imkansız olan eski medeniyeti yıkarak insanlık için yeni bir medeniyetin kuruluşunu sağlar. Onun için tarihsel devrim medeniyetlerin sonu değil, bir çökkün medeniyetin sonu, doğacak bir medeniyetin de başlangıcı olur. Böylece en son duruşmada kesin hükmü gene maddi üretici güçler (teknik, elverişli coğrafya) vermiş olur.

Demek tarihsel devrimle insanlık durmaz, hız almak için gerileyip atlar. Bu atlayış, çöken medeniyetin, barbarlık içine attığı maddi üretici güç kollarının çeşidine göre çeşitli sonuçlar verir.

11

İKİ ÇEŞİT TARİHSEL DEVRİM

Antika tarihte görülen o yaman, korkunç ve inanılmaz devrimler başlıca iki tipe girerler:

A - BİRİNCİ ÇEŞİT TARİHSEL DEVRİM Tarihsel devrimi yapan barbarlar 1) Yeni coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe bir ülkede yaşayan; 2) Yukarı harbarlık konağı seviyesine değin yükselmiş KENT (Cite)den çıkan barbarlar ise: Eski yıkılmış medeniyetin yerine yepyeni bir orijinal medeniyet kurarlar. Çünkü içinden çıktıkları ülke maddi üretici güçlere (coğrafya ve teknik üretici güçlerine) gelişim sağlar. İçinden çıktıkları kent ise: Hem tarım (ziraat) ölçüsünde yüksek teknikli ve iş bölümlü bir ekonomi temeli sağlamıştır; hem de yeni bir kültür ve üstyapı için gereken zenginlikte kurum ve kurallar kazandırmıştır. Yıktıkları eski medeniyetin temellerinde: Eski üretim münasebetlerinin boğduğu, duralattığı, gerilettiği üretici güçleri kolaylıkla serbest bıraktıkları gibi, kendi geldikleri coğrafyanın üretici güçlerini de eskilerine aşılayarak daha ileri teknik üretici güçlerin doğmasına kapı açarlar. Çöken medeniyetin üstyapı kurum ve kurallarını kendi kentlerinin kurum ve kurallarından aşağı buldukları için, onları hiç sayar veya alt duruma sokarlar.

Yukarı barbarlar: Yıktıkları medeniyetinkinden daha ileri, üretim münasebetleri kurabildikleri için ve yıktıkları medeniyetin kurum ve kuralları yerine kendi kentlerinin kurum ve kurallarını dayatacak güçte bulundukları için, hem çöken medeniyetten daha ileri hem de bambaşka çeşitten orijinal yeni bir medeniyet yaratmış olurlar.

B- İKİNCİ ÇEŞİT TARİHSEL DEVRİM Tarihsel devrimi yapan barbarlar: 1) Yeni coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir ülkede yaşayan. 2) Orta barbarlık konağı seviyesinden yukarı çıkamamış sürücü Çoban barbarlarsa, yıktıkları medeniyetin yerine orijinal bir medeniyet kuramazlar. Çünkü, içinden çıktıkları ülke, yeni üretici güçler (coğrafya ve teknik üretici güçler) sağlayamaz. İçinden geldikleri toplum, her antika medeniyetin üretim temeli olan tarım ekonomisine ulaşamamıştır. Kendi göçebe kurum ve kuralları da, yüksek teknikli ve işbölümlü medeni ekonomi temeli üzerinde gelişkin üstyapı münasebetlerine çekidüzen verebilecek yeterlikte değildirler. Ne yeni bircoğrafya, ne yeni bir teknik üretici gücü sentezleştirecek durumda değillerdir. Bütün becerileri: Göçebe gidiş gelişlerine en uygun ideal ticaret kervancılığı'dır. Ama, ticaret yapabilmek için gerekli bol ürün veren yüksek üretim kendilerinde yoktur.

O yüzden, ister istemez içine girdikleri çökkün medeniyetin, gerek ekonomi temelini, gerekse üstyapı kurum ve kurallarını oldukları gibi benimsemek zorunda kalırlar. Onun diniyle dinlenirler. Yalnız, üstüne çıktıkları egemen oldukları çökkün medeniyetin ilk doğuş zamanlarındaki münasebetlerini (kendi tarihöncesi toplumlarının gelenek - göreneklerine ve kollektif aksiyonlarına daha yakın buldukları için) diriltmiş olurlar. Eskimiş üretim münasebetlerinin boğduğu, gerilettiği üretici güçleri, ilk medeniyet doğuşu sıralarındaki serbestliğe kavuştururlar. İhtiyarlıktan çökmüş eski medeniyet canlanır, ölümden sonra dirilime uğrar. Daha ileri ve orijinal bir medeniyet doğmazsa da, eski orijinal medeniyet bir RÖNESANS'a uğramış olur.

TARİH, "TEKERRÜR" MÜDÜR?

Antika medeniyetlerinin beş - altı bin yıl süren gelişiminde, temel ekonomi pek az değişikliklerle (Tefeci-Bezirgan) "ikiz kardeşler" adındaki Bezirgan Sermaye (Le Capital Marchand) çerçevesini aşamaz. Onun için gelmiş geçmiş bütün antika medeniyetler, o bezirgan ekonomi üzerinde yıkılıp kuruldukça, tarihin "tekerrür" ettiği sanılmıştır. Gerçekte tekerrür yok, hareket ve değişme vardır. Kantite (kemmiyet) bakımından: Her medeniyet yıkılışında barbar yığınlarından bir bölüğü daha medenileştiği için, yeryüzünde medeniyet alanı gittikçe daha genişler. Kalite (keyfiyet) bakımından: Medeniyete boyuna fethedilen yeni coğrafya ve dolayısıyla yeni teknik üretici güçler toplumun ekonomik temelini biraz daha ileriye götürür. İnsanlık "bir adım geri, iki adım ileri" de olsa, izafi olarak, her seferinde azıcık daha yol alarak, modern medeniyet basamağına doğru yükselir.

Antika medeniyetlerin sıra dağlar gibi uzanıp gidişine., baştan sonuna dek egemen olan ana kanun tarihsel devrimler kanunudur. Tarihsel devrimler, modern çağla birlikte sona erer. Çünkü:1 ) Modern çağda, her şeyden önce: Tarihsel devrim imkansızlaşmıştır. Yeryüzünde ne insanlığın fethetmediği belli başlı bir ülke, yeni üretici güçler sağlıyacak coğrafya bölgesi kalmıştır; ne de o yeni maddi üretici güçleri kendi manevi güçleriyle (gelenek - görenek ve kollektif aksiyonlu sosyal üretici güçleriyle) geliştirebilecek barbar yığınları kalmıştır. 2) Ona karşılık, teknik üretici güçlerin gelişimi (büyük coğrafya keşiflerinin sömürge çapulları ve uzak dış ticaretin büyük sermaye birikimi yollarından) öylesine muazzam sıçrayışlar yaptı ki, yalnız başına teknik güçlerin gelişimi toplum içinde: Hem (coğrafya + tarih + barbar + kollektif aksiyonu) üretici güçlerinin yerini tutabilecek maddi gelişimi sağladı; hem, medeniyeti ve insanlığı tarihsel devrim uçurumuna yuvarlanma kaçılmazlığından kurtaracak sosyal devrimci modern sosyal sınıflar yetiştirebildi.

Modern çağ tarihinin geçiş ve atlayış kanunları sosyal devrimler kanunu olmuştur, modern çağda, modern üretici güçlerin hızını, hiçbir eskimiş çökkün üretim münasebeti sonuna dek ve antika medeniyette olduğu kadar kesince engelleyememiştir. Tersine yeni üretici güçlerin dev ge-

12

lişimi, toplum içinde yeni ve tarihsel misyonlarını, yarım yahut tam şuurla sezip benimsemiş ve çökkün gerici sınıflara dayatmayı bilmiş, yeni sosyal sınıflar yaratmıştır. Yeni kollektif aksiyon üretici güçlerinin güreşi sayesinde, her zaman soysuzlaşmış ve yetersiz yahut engel durumuna girmiş üretim münasebetlerini ortadan kaldırabilmiştir. Dışarıdan gelecek barbar kollektif aksiyonuna ve tarihöncesi sosyal gelenek ve göreneklerine hacet bırakmayan yeni sınıfların sosyal kollektif aksiyon üretici güçleri, teknik gelişime ve insanlığın ilerleyişine engel olabilecek eski e-gemen gerici sosyal sınıfların çökkün istibdadını giderebilmiştir. İnsanlığın, modern medeniyetle edindiği şuur ve teknik kazançları, hiçbir harp veya buhran hoyratlığı ve şuursuzluğu ile yokedilemiyecek güce erdiğinden, her ihtilaf ve patlangıç ortaya çıktıkça eskiden beri varolan medeniyet yıkılmaksızın, yeni ve daha ileri üretim münasebetleri sağlayan bir sosyal düzen (rejim) daha insancıl yollardan kurulabilmiştir. 17. ve 18. yüzyıllardaki KAPİTALİZM devrimleri,19. ve 20. yüzyıldaki SOSYALİZM devrimleri, modern çağın SOSYAL DEVRİMLERİ'dir.

BARBARLIK: SOSYAL GELENEK-AKSİYON

Bu tarih tezine karşı son bir itiraz yapılabilir: Tarihte her tarihsel devrim için, mutlaka saf kan barbar yığını bulunabilmiş midir? Unutmayalım, biz barbar derken onun muhakkak ilkel yıkıcı, hoyrat yanını değil: 1) Tarihöncesi ilkel sosyalist toplumun sosyal gelenek - görenek üretici güçlerini az çok taşıyan ve benimseyen insanı; 2) Çökmek üzere olan medeniyet insanlarında zulüm ve zorbalıkları ölçüsünde son kerteyedek soysuzlaşmış bulunan kollektif aksiyon üretici güçlerini taşıyan ve yaşatan insanı gözönüne getiriyoruz.

Yukarıda işaret edildiği gibi, son duruşmada keskin kılıcını masanın üstüne koyan hep teknik olmuştur. Yalnız, antika tarihte teknik bu rolünü çökkün medeniyetin doğrudan doğruya içinde oynayamayınca dolayısıyla (dolambaçlı bir uc ve yol) kullanmış; hükmünü eski medeniyetin dışından, barbarlık kanalıyla .yürütmüştür. Genel kural olarak: Orijinal bir yeni medeniyeti doğuracak tarihsel devrimi, yukarı barbarlık konağının kent kozası içine girmiş bulunan üretici güçler, orada yeni bir medeniyet kelebeğinin kanatlarını az çok geliştirmiş bulunduğu zaman başarmıştır. O yüzden somut antika tarih yüzeyinde bir süre sonra çoğunlukla hep aynı zamanda iki kutup durumuna girmiş iki ayrı medeniyet çarpışmış görünür.

O zaman,iki kutup medeniyetten hangisi 4 başlı üretici güçlerden daha çok yararlanabili-yorsa, öteki daha az yararlananı yenmiştir. Böyle karşılaşmış iki medeniyetten herbirisi karşısındakinin teknik üretici güçlerini az çok kolaylıkla edinmenin yollarını bulabilmiştir. (Bizansın surlarından dışarıya kaçırttığı macarı, Fatih alıp, 1200 okkalık gülle atan topu yaptırmıştır.) Ama, teknik üretici güçlerin modern çağ ölçüsünde kesin faktör olamadığı antika medeniyetler çağında, bol bol bulunan öteki üç bölük üretici güçler (coğrafya + görenek - gelenek + kollektif aksiyon) her zaman bir yanda, ötekisinden farklı kalmıştır. Bu sebeple, hangi medeniyet daha "genç" ise, yani: Hangi medeniyet karşısındakinden daha yüksek tarihöncesi (gelenek - görenek + kollektif aksiyon + coğrafya) üretici güçlerine sahip ise, o medeniyet daha alçak ölçüde (gelenek - görenek + kollektif aksiyon + coğrafya) üretici güçlerine sahip olan medeniyeti yenmiştir.

Araştırmadaki güdücü düşünce özetinin özeti budur.

II

ÖZEL GİRİŞ ÖZÜR DİLEĞİ

"Tarihte yeni bir görüş" iddiasına kalkıştığımdan ötürü özür dilemekten kendimi alamayacağım. Türkiye'de "Perpet-Mobil" (motorsuz işleyecek makina) keşfedenler oldu. Tarihteki yıl sayılarının insanlık alınyazısını etkilediğini, elde rakam ispata çalışan kitaplar çıktı... Yıllar yılı uzun emek de yetmiyor. Geçende okuduk: Tarihte adı anılmış bütün kişilerin tüm şecerelerini alt alta dizip listeler yapan yurttaşımız, bizden de aşırı: Tam 50 yıl araştırma yapmış!.. Pirinç tanesinin üzerine "Yasin-i şerif" yazmış insanlar ülkesindeyiz. Harflerin büyüsüne gönül ve ömür vermiş "Hurufiyun"lar iklimindeyiz. Daha dün evren kültürüne önümüzde diz çöktürüp, yer öptürmüş resmi "Güneş Dil Teorisi" bu toprağın ürünüdür. Ve ilh., ve ilh...

Bunca türlü çabaları esirgemiyen o çok şaşırtıcı emeklerden "biri de benim!" dercesine, antika tarihin gidiş kanunlarını konu edinmek, hele öne sürmek hiç te değme babayiğitin göze alabileceği kadar kolay olmayacaktı. Biraz mesleğimdir, bilirim: En hafifinden "Paranoid hezeyan" suçlandırması ile damgalanmak işten değildi... O güçlüğü de en sonra göze almak gerekti.

Araştırmanın alanı antika tarih: İ. Ö. (İsa'dan önce) 4-5 bin , yıllarında başlar, İ. S. (İsa'nın doğumundan sonra) 14. cü yüzyılda biter. Bu alanda araştırılan başlıca konu: 6-7 bin yıldır. İnsanı umutsuzluğa düşüren bir saat intizamı ile boyuna "tekerrür" eden medeniyet" "yıkılış" ve "yeniden kuruluşlarıdır.

Ancak, 70 yüzyıllık Doğu da, her emeğin bir "trajedi"si olmuştur.

13

Bizim tarih emeğimizin trajedisi Şudur: Konumuz bilginler ölçüsünde tartışılırsa aydınlanabilir. Ülkemiz, üniversite dışında "bilgin" kabul etmez. Üniversitemizin "bilgin"i ise, öğrencilerine Batı bitiklerinde basılı dersler okutmaktan başka şeyle ilgilenmez. Sportotocu yarışlarda boğulup, Holivud sularıyla kafa yıkama ameliyesine uğratılmak istenen gençlik, azıcık düşünmeye kalkış-sa, okul kitabından ötesine karıştırtılmaz. Onun için; gerçek bilgi kıtlığının üstünde taç ve taht kurmuş felsefe derebeyliğinden geçtik, şiir yahut roman düzeyini aşmak küstahlığını deneyecek herhangi bir düşünce, masalların: "Ata et, ite ot" vermek deyimine dönüyor.

O zaman kiminle konuşulacak?

Aşağıdaki emeğin trajedisi burada: İnsanoğlu sosyal hayvan. İlla birisiyle konuşacak... Dinleyen varmış gibi...

TARİH ÖNCESİNİN İNKARI

Tarihcil Devrim: İnsanoğlu eline kalemi aldığı günden beri yazılmış, üzerinde düşünüldükçe heyecan uyandırmış, en büyük konu. En büyük dinlere temel olmuştur.

Tam izahına kavuşamayışının birinci sebebi: İnsanlığa içinden çıkageldiği kendi kaynağının, tarihöncesinin unutturulmasıdır. Bu unutturuluş: Tıpkı, bugün Amerikan prosperitesinin kendi yurttaşına yüksek ücret sağlıyabildiği için, ve başka milletlerin gözünü o maddi yaşama standardı ile kamaştırabildiği için sosyalizmi yadırgatıp unutturabilmesine pek benzer. Medeniyet, birdenbire tekelinde tuttuğu bol ürünler ile öyle insanüstü inançlar yaratmıştı ki, çevresindeki barbarların yoksulluğunu o inançların yokluğundan ileri geliyormuş gibi gösterebilmişti. Sonra, medeniyete inancı yok olan barbarların kendilerini de yok etmeye girişmeyi, dünyanın en tabii gidişi saymıştı.

Keldan rahibi Berose anlatıyordu: Karga başlı, köpek vücutlu, balık ayaklı v.s. acayip yaratıklar yeryüzünün ilk varlıklarıydı. Allahlar, (medeniyet mümessilleri) onları yok ettiler. Bu yok edilenler, karga, balık, köpek v.s. Totemli medeniyet öncesi KAN teşkilatlarıydı. Irak'taki olayın tıpkısı Mısır'da başka çeşit oldu. Tanrı Oziris'in kırıp geçirdiği, bazısı ile uzlaştığı, bazısı tarafından paramparça edildiği "kötü" hayvan - tanrılar da aynı tarihöncesinin Totem - Kan teşkilatlı barbar toplumlarıydı... Irak ana, Mısır kız medeniyetlerinden sonra gelenler, daha aşağı kalmadılar: İslamlık "müşrik"liği, hıristiyanlık "payen"liği aynı mutlak yok edilişle taşladı. "Müşrik"te, "payen"de, Tarihöncesindeki kan teşkilatlı ilkel sosyalist toplumlardı.

Böylesine "tanrıcıl" bir hıslar, yok etmecesine yasak edilen tarih öncesi tam 6 bin yıl düşürüldüğü sansürden kurtulamadı. Medeniyette, nereden geldiği bilinemediği için, içine düşürüldüğü izahsızlıktan ve mistifikasyondan kurtulamadı. Tarihcil devrimin hala iyice kavranamayışının mekanizması bu İNKAR sansürüdür. Batıda sanayici kapitalizm, Antika medeniyet geleneklerini temizleyip, tabiat ve tarih gerçeklerini henüz aydınlatmaya, sansürü kaldırmaya girişiyordu ki, büyük sanayinin ekonomi ve toplum krizleri başgösterdi. Kapitalizm kendi yaptığı sosyal devrimle yıktığı antika bezirgan çağın tarihcil devrim geleneklerıni ve sansürlerini diriltmek zorunda kaldı. 19.cu yüzyıldan beri insan kültürü, tarih bilimlerinde ileriye değil, geriye çevrilmek istendikçe, tarihcil devrim çerçevesinden başka tutar spekülasyon yapılacak yer kalmadı. Medeniyetlerin insan şuuruna sığmazlığında, hemen tabiatüstü (surnaturel), madde-ötesi (metafizik), insanüstü-lükler arandı ve yakıştırıldı.

O bakımdan yüce modern batı bilginliği dururken, tarihcil devrim kanunlarını bulmak: "Sana mı kalmış?" diyecek, sağlı - solIu erbap aydın yurttaşlarımın yüksek aflarını dileyerek: "İşte, bize kalmış!" diyebiliriz."

DÜNYADA TARİH SENTEZİ MÜMKÜN MÜ?

İslam medeniyeti İbn-i Haldun'la birlikte orijinalitesini bitirdi. Türkiye İslamlığın yalnız rönesansını yapmakla yetindi. Yeni orijinal medeniyet Batı'da kuruldu. Türkiye'de, batının seze-mediği arı bilim görüşü, ekzakt bilgi ve teknik bulgu kolayca göze alınamaz.

Tarih bilimleri bakımından, hele tarihcil devrim kadar "sehl'i mümteni" bir olay için iş değişir. Antika medeniyetler tarihinin bütün "sır"ları ve anahtarları tarihöncesindedir. Tarihöncesi ise, daha dünkü "keşif" olmuştur. Morgan'ın tarihöncesini ilk defa çim çiy aydınlatan "Ancient Society (Kadim Toplum) adlı eserinin çıktığı yılda, Petersburglu banker Schliemann'ın yeraltındaki Mycnes medeniyetine ilk kazmayı vurduğu yıl da: 1877'dir. Tarih öncesinin yer üstünde ve yer altında belgeleriyle keşfinden onlarca yıl geçti.

1- "Morgan'ın keşifleri, şimdi İngiliz tarihöncecileri tarafından evrencilce kabul edilmiş bulunuyor. Ama, o tarih öncesi bilginlerinden hiçbirisinde, bu fikirler devrimini Morgan'a borçlu olduğumuzun itiraf edildiği görülmüş şey değildir." (F. Engels: "L'Origine. etc... , İkinci önsöz, XXXII, 1891). "Hatta denilebilir ki, o büyük ilerleyişinin müellif titrleri ? (kimin tarafından yapıldığı) gizli tutulduğu ölçüde, kendisi herkeste kabul yüzü görüyor." (Keza, XXXV.)

14

2- "Schliemenn Mycenien medeniyetinin 'Arslanlar kapısı'nı kazmalarken: Çağdaş arkeologlar onu manasızlık yapıyor saydılar." (C. W. Ceram: L'Aventure de 1'Archeologie, Fransızcası: H. Daussy, Basım: Londra 1957, Kolonya 1958, s. 63). Adam bizim Hisarlık köyünde Truva yıkıntılarını bulalı aradan 20 yıl geçmişti. "Dar kafalı ve inatçı bir Alman kapiteni olan Ernest Boettischer'e bakılırsa, Hisarlık'ta ortaya çıkarılan kalıntılar, eski bir çömlekçi fırınından başka bir şey değildi. 1899 yılı Schliemenn, Boettischer'i Hisarlığı ziyarete çağırdı. İnadından dönmez adam, mahaltinde hazır bulunan birçok arkeologların öne sürdükleri argümanlara (belge sonuçlarına) karşı sesini çıkarmaya cesaret edemedi. Ama, Almanya'ya döner dönmez, eski tezini, tekrar ele aldığı bir risale yayınladı." (C. W. Ceram: Keza, s. 58).

Tarih olayları karşısında "modern" bilim namusu biraz böyleydi.

Ötede araştırmalarla yeni buluşlar durmadı. Troie 1872'de bulunmuş idi. Mineonne medeniyetini Evans 1900 yılı keşfetti. "İngiltere'de 1924 yılı İndus vadisindeki şehir yıkıntılarının terekeleri üzerine Sir John Marshall'ca yapıtan yayının neticesi daha hayret uyandırıcı oldu." diyen Edimbourg üniversitesinde tarihöncesi - arkeoloji profesörü V. Gordin Childe, 1935 yılı şu satırları yazdı.

"5 yıl önce bilinmeyen Asurya ve Bülucistan tarih öncesinin etüdü taslaklaştırıldı." "Yakındoğunun kültür gelişimi, 5 yıl önce bizim sanmış olduğumuzdan çok daha karmaşa-lıdır. Onun için biz, cevap vermeksizin meseleler koymaya, yorumlamayı denemeksizin o-layları sunmaya mecbur kaldık." V. G. Childe: "L'Orient Prehistorique", Paris 1935, s. 12).

Burada iki şık önümüze çıkıyor:

1- Bay Childe gibi, İngiliz agnosticisme'ine (bilmemci felsefesine) uyup beliren en besbelli münasebetleri, dilimizin ucuna gelmişken saklayıp söylememek... Böyle bir davranış hücre üzerine her gün yapılan yeni keşiflerin sonu alınmadıkça, Darwin'in bulduğu "Struggle for Life" (Yaşama Kavgası) ve "Natürel Seleksiyon" kanunlarını mesele yapmaması ve yorumlanmaması olurdu. Darwin bile, bütün canlılar nev'ilerinin nasıl birbirlerinden milyonlarca yıllık "Tabii Arınım" yoluyla çıktığını ispat ettikten sonra, her gün "Yehuva Tanrı insanı kendi suretinde yarattı" (Genese, I/27), "Ezeli Tanrı insanı toprağın tozundan biçimlendirdi" (GenÇse, 2/7), "Tanrı yapmış olduğu eseri yedinci günü başardı: Ve yedinci gün yapmış olduğu bütün eserlerinden ötürü dinlendi." Amin! (Genese, 2/2) diyerek kilisesine devam etti. Fakat, bulduğu "Nev'ilerin Tekamülü" hakikatini, ne kadar eksik olursa olsun yayınlamaktan geri kalamadı. Matematik ve fizik gibi keskin olaylı bilimler dahi, her gün yenilenen ipotez (faraziye)ler, teori (nazariye)ler üzerine basa basa yürür.

Dağlar gibi yığılmış tarihöncesi bulguları ile, kütüphaneler dolusu tarih belgeleri arasındaki münasebetleri ve bağları, bir görüşü olanın yorumlamaması ve bunu sırf yeni keşifleri beklemek bahanesi ile yapması, ilkin görünebileceği kadar savunulacak bir bilim dürüstlüğü, yahut bilgin iffeti değildir. Yorum varsa, gerçekse yapılır. Eksiği çıkarsa düzeltilir.

2- Tarihöncesi buluşlarının 1935 yılı bile düşüncelerde devrim yapacak seviyededir. Arkeoloji o kadar yeni bir bilimdir. Bilimse, çoktan "bir tek dünya" olmuştur. Hiç değilse tarih bilimleri bakımından ileri ülkelerle geri ülkeler arasında, antika çağın Hint, Çin, Yakındoğu medeniyetleri a-rasındaki gibi mesafe ve habersizlik kalmamıştır. Tarih laboratuvarları yeraltı kazılarında işler. Bu kazılar bizim toprakları eşer.

Biliyoruz. İndus vadisinde, Aryenlerden önceki Hint kültürünü 1921 yılı bir Hintli: Daya Ram-Sahni tarif ettiği halde, bu keşfin Batı'da "hayret uyandırması" için. Bir İngilizin: Sir John Marshall'ın 1924 yılı yayın yapması gerekir. Geri ülkenin sesi çıksa bile, kolay duyurulamaz. Gene de, küçük ve geri ülke aydınlarının yapacağı iş yok, denemez. 1876 Ağustos günü: "Arslanlar kapısı."na ilk kazmayı vuran Scheilemann 5 mezar buldu. 1877-78 yılı: Yunan konservatuvarı Panayotes Stamatekes, altıncı bir çukurlu mezar (tambr a fosse) keşfetti. Daha sonra, Chrestes Tsountas olağanüstü değerli tasrihler yaptı. Mycenien medeniyeti üzerine nisbeten sarih ilk görüşü Tsountas'a borçluyuz." (C.W. Ceram: Avent. d'Archeo., s. 63).

Tarihin bata çıka gidişinde,dünyanın gece ile gündüzü gibi sebep netice zincirlenişi gösteren bir kanunluluk görmek ve bu kanunluğun en canlı yayını medeniyetle barbarlar arasındaki zıtlıkta bulmak, geri bir ülke insanından da gelse yadırganmamalıdır.

TÜRKİYE'DE BUNA LÜZUM VAR MI ?

Gerikalmışlığın en yakıcı problemleriyle kıvranan bir ülkede 500 yıl önce sona ermiş bir çağ günün meselesi olabilir mi?

Geri ülkelerde antika tarih sanıldığı kadar uzak değildir. Sömürgelerin "gelişmemiş ülke" durumuna itilmeleri, yeryüzünün beşte dördünde antika tarihin kalıntılarını günün konusu olmaktan çıkarmamıştır. Hemen hemen (Hint ile Çin bir yana bırakılırsa) bütün antika medeniyetler tarihi, Osmanlı ülkesinin tabii sınırları içinde olmuş bitmiştir. Osmanlı toplumu ise, antika tarih cycle'ını

15

kapamış, antika toplumların kumkumasıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun beyni olan İstanbul ile, yüreği olan Anadolu toprakları üzerine kuruldu. Batı kapitalizminin 500 yılda geliştirdiği münasebetleri, Batılı hukuk normlarını 5 yılda Türkçeye çevirmek ve 50 yıl yürürlüğe geçirmek: 5000 yıllık antika ekonomi, politika, kültür,din, ahlak ve ilh. gelenek-göreneklerini, toplumumuzun enkonsiyanına püskürtmekle kaldı.

O bakımdan, Türkiye'yi antika tarih kadar canevinden ilgilendirecek ikinci bir konu bulunamaz dersek, paradoks yapmış sayılmamalıyız. Başımızda estirdiğimiz hava ne olursa olsun, toplumumuzun içi, genel olarak antika medeniyetlerin özellikle Osmanlı antikalığının anıtlaşmış örneğidir. En modern millet, herşeyden önce birtarihcil oluşumdur. Maddemize ve ruhumuza en a-ğır basan gerçeklik, antika tarihtir. En az 200 yıldır ne idiğünü bir türlü bilemediğimiz "Batılılaşmak" sözcüğü: Antika toplumdan yakamızı kurtarmaktır...

Şimdi, burada önümüze çıkan şey, sosyal psikanaliz oluyor. Hekimlikte, psikanalizle deliliğin tedavisi: Enkonsiyana (alt-şuura) püskürtülmüş etkilerin müşhiş baskısından kurtulmak için, o etkileri şuura çıkarmaktır. Çünkü, bir temayülü alt-şuura püskürtmek yok etmek değildir: Tersine, püskürtüldükçe daha yaman tepki yaparak en korkunç infilaklara kapı açan bir dinamizm kazandırmaktır. Bizim hep bir ağızdan: "Oldu da bitti, Batılılaştık: Maaşallah!" temposuyla antikalığımızı enkonsiyanımıza püskürtüşümüz öyle bir sonuç vermemezlik edemezdi. Sosyal hastalıklarımızı tedaviden önce ve tedavi için doğru teşhis etmeliyiz. Bu teşhiste en büyük yardımcımız antika tarih incelenimi olur.

EKONOMİK İLGİ

İki kısa karşılaştırma yapalım: ÜRETİM TEMELİ: Bütün kadim imparatorluklar gibi, Osmanlılığı da toprak meselesi kurdu, toprak meselesi yıktı. Osmanoğullarının (herhangi sosyalist bir şuur iddiası dışında) Sırf tarihöncesi ilkel sosyalizminin toprak özel mülkiyetine önem vermeyen göçebe toplumundan geldikleri için, yaptıkları tarihcil devrimcik yoluyla kendiliğinden uyguladıkları DİRLİK DÜZENİ köklü toprak devrimi oldu. Gittikçe derebeğileşildi. Dirlik düzeni kankıranlaştı. Dirlik düzeni yerine sözde derebeğileşmeye çare olarak: Kesim düzeni geçti. Mukatacılık kamu topraklarını Bezirgan-Tefeci sermayenin emrine verdi. Roma'nın, Bizans'ın bir türlü tam gerçekleştiremediği para iradi uygulandı. Kamu toprakları "malikane" adıyla Tefeci-Bezirgan önsermayenin önce sözde gelgeç ve kiracı olarak tasarrufuna, sonra ebediyyen tasarrufuna, en sonra, "Batılılaşmak" parolası ile mülkiyetine aktarıldı. Hazinesi toprak gelirine dayanan Osmanlılık, bağıra çağıra çöktü.

Bugün Türkiye'de toprak meselesi budur. Cumhuriyetin tarih gelişimi bakımından birinci vazifesi; "Mütegallibe" elinde kördüğüm olmuş toprak meselesini çözmekti. 40 yıl köylüye uzaktan platonik aşk ilan edip, "Efendi" ağıdı okuduk. Bu durum, çalışan köylüyü Antika Eti, Asur, Babil münasebetleri içinde, fakat Babil'in sulama kanalları bulunmadığı için, gittikçe "Erozyon" (aşınma, verimsizleşme) gösteren susuz çölde "yeşil kurbağa" iniltisiyle bıraktı. Demokrasi sayesinde,''Hacıağa" adını alan "Eşraf ve Mütegallibe"ye "oy davarı" sağladık. Hala köyde kalkınmayı 5 bin yıllık Tefeci-Bezirgan eliyle yapacağımızı umduk. "Toprak Reformu" sözcüğü kara kaplı kitaba girince, mesele kalmadı. Köy faciamız budur.

Modern Batı medeniyeti, Avrupa'daki Antika Tefeci-Bezirgan sermayeyi kökünden kazıyan sanayi sermayesi girişkinliği ile doğdu. Demek, sahiden "Batılılaşmak" istiyorduysak, herşeyden önce toprağımızı ayrık otu gibi bürümüş ve yabancı sermaye yılanını cangahımıza işletmiş bulunan o Acente - Bezirgan, Tefeci - Banker önsermayeyi tasfiye etmekti. Tasfiye şöyle dursun, milli sanayimizin can düşmanı, rakip ecnebi şirketlere öncülük ve ardcılık eden, büyük şehirlerin sömürge artığı kodaman bezirganlarına "kayıtsız, şartsız egemen" akıl hocası ve güdücü olmayı sağladık. Şehir faciamız budur.

Ekonomi temellerimizdeki çıkmaz, böylece antika medeniyetler tarihinin bitmez tükenmez iş-kenceli kadim çıkmazı olur.

ÜSTYAPI İLGİSİ

SOSYAL ÜSTYAPI: Kadim tarihte gaalip gelen akıncı azınlık üst - sınıf olmadan önce, devlet sınıflarını teşkil etti. Osmanlıda "Devletlu" dört sınıf oldu: İlmiyye (bilim sınıfı), Seyfiyye (savaş sınıfı), Mülkiyye (idareci sınıf), Kalemiyye (maliyeci sınıfı). Bu dört devlet bölüğü dışında kalan "Reaya" yurttaşlar "ecnebi" sayıldı. Osmanlı idaresi, dördüzlü devletluar arasında oynanan bir oyun, satrançtı.

Çok geçmedi: Devletlular "hadem, haşem" lüksünü arttırdıkça hüdayinabit sosyal adalet gitti. Üst tabakalar derebeğileştikçe tepişmeler arttı. "İlmiyye" ile "Seyfiyye" gündelik "alüfe" ile geçiniyordu. Derebeyileşme ve Tefeci-Bezirgan çapulu toprak gelirini budadıkça, masraflar için "züyef akça" (kalp para) çıkarıldı. "Alufe"ler bu alım gücü düşük para ile ödendiğinden, Seyfiyye ile

16

İlmiyye ikide bir "kazan kaldırdı". Birkaç vezir kellesi uçuruldu. Ayaklananlara "ihsan'ı şahane", "mansıp" dağıtıldı. Gelgeç olarak mesele örtüldü.

Türkiye Cumhuriyeti: Osmanlı sosyal münasebetlerini ürkütmeksizin, sırf siyasi yüzeydeki reformların tutunabileceğine inanmış' "zafer" yiğitlerince kuruldu. Halka "ecnebi" denilmedi. "Saray"ın kayırmadığı aydınlar, memurlar ve halk siyasete "yabancı" tutuldu. Tek parti devri gözde mütekait ve büyük memurlar politikasını yaşattı. "Zafer" yiğitleri, Mustafa Kemal'e "Gazi" denildiği ilk ülkücü günlerde kadim tarih mütegallibesini "vesayet"le idareye çalıştılar.

Çok geçmedi, Osmanlı ıslahatçılarının yıkılışa tek sebep saydıkları "Kapıkulu" çoğalmasını andıran, memur çokluğu çığlaştı. Artan "Devletçilik" yükünden hoşnutsuzlaşan halk, kadim Osmanlı üst-sınıflarının dış yardımlara tutunarak "şartsız kayıtsız" iktidara gitmelerine ("denize düşenin yılana sarılması" kabilinden) oy verdi. Çok parti oligarşisinin azıttırdığı vurgun ve pahalılık altında maaş ve şereflerinin yıprandığını gören "üniversite" (bilim sınıfı "İlmiyye") ile "Silahlı Kuvvetler" (savaş sınıfı "Seyfiyye") elele verip bir çeşit içeriden "tarihcil devrim" yaptılar. 27 Mayısla birkaç bakan (vezir) idam edildi. "Tasarruf bonosu", "permi" vs., gibi şeyler icadedildi. "Sosyal Adalet" sloganı anayasaya girmekle yetinildi.

Sosyal üst yapımızdaki çıkmazın kadim tarih açmazı olduğunu Alaska Senatörü Ernest Gruening raporunda şöyle yazdı:

"Sağ kanadın feodalist ve zengin unsurları 1960 askeri darbesinden hemen hiçbir zarar görmeden kurtulmuşlardır ve parlementoda temsil edilen 5 siyasi partinin hepsini de sıkıca avuçlarının içine almışlardır."

Ekonomik temel ile sosyal üstyapısı kadim tarih damgasını taşıdığını göze batırmak için şe-malaştırabiliriz.

TÜRKİYE OSMANLI YÜZLEŞTİRMESİ OSMANLILIKTAN ÇIKAMADIĞIMIZIN ŞEMASI

OSMANLILIKTA EKONOMİ

1- İltizam

2- Tefviz

3- Mürabaha

4- Tefecilik

5- Miri mal deniz MALİYE

1- Kapıkulu çoğalır

2- Züyuf akça

3- Rüşvet

4- İrtikap

5- Suistimal

İDARE

1- Şeriata aykırı fetva

2- Kırtasiyecilik

3- İltimas

4- Subaşı falakası İstibdat

5- Tabiiyet (vasalite)

SİYASET

1- Kerametli şeyhi

OLAYIN ANLAMI

BUGÜNKÜ GÜNDE

(Toplum işlerini devlet parasıyle özel kişilere ¦.. . yaptırmak)

(Devlet imtiyazlarını kişilere bağışlamak) Tahsis

(Malları pahalatarak özel kişi zenginliğini art- .. tırmak) Vurgun

(Faiz ve komisyon yükselterek özel kişileri i-ratçılaştırmak)

(Devlet, gelirini israf)

Faizcilik "Devletçiyiz"

(Devletten geçinenlerin nüfus ve milli gelirden Memur çoğalır

(Para değerinin resmen çalınması) Enflasyon

(İşi düşenden kanunsuz faydalanmak) Rüşvet

(Kamu malından kanunsuz faydalanmak) İrtikap

(Devlet yetkisinden kanunsuzca faydalanmak) Görevini kötüye kullan-

(Kanun diye kanun tepelendi) (İşleri savsaklama) (Adamını bul)

(Kanunsuz baskı) (Sıkı kişi yönetimi)

(Kişiye zora tapma)

(Tapılan ulu)

Anayasaya aykırı kanun

Bürokrasi

Kayırma

Karakol dayağı

Geri kalmış ülke kompleksleri

Yanılmaz önder

17

2- Dalkavuk mürit

3- Tarikat gayreti

4- Ummeti Muhammede Şeriat istarüz!

5- Katliam KÜLTÜR

1- Medrese kafası

2- Taassup

3- Divan Osmanlıcası

4- Emir kulluğu

5- Kitap ve düşünür yakma

(Şahsiyet yerine kulluk) (Hak değil çıkarcılık)

(Prensip yerine demagoji) (İkna yerine yıldırma zoru)

(Yaratıcılık yerine karakaplı) (Düşünce züğürtlüğü - Fikir yasağı) (Halk düşmanı kast dili) (Fikre değil mevkie önem) (Toleranssızlık)

GİRİŞ

Alkışçı mensup Partizanlık

Kuru kalabalığa Halkçıyız!

"Tedip" (Bayar)

Skolastik Kitabını uydur

Şovenizm

Arı dil uydurcası

Prensipsiz itaat

Teşkilat, kitaplık, basma

Birkaç sözle ele aldığımız konuda klasik bilimin henüz açıkça ve kesince belirtmediği sonuçlarla karşılaşacağız. Bu sonuçların bilimlere dağınık belgelerini bu yazıya sığdıramazdık. Bilimle azıcık ilgisi olanların o belgelere az çok yabancı kalmayacakları umudu ile konuya girdiğimiz için -biblografya severlere - özür dileriz.

TARİHÖNCESİNİN YASAKLANIŞI

Bir "tarih" bilimi var. Henüz BİRİKİM (accumulation) bilimi olmaktan çıkıp, BÖLÜNÜM (classification) bilimi olamadı. Çünkü, tarih olaylarının "KANUN"ları bilinmez deniyor.

Gerek tarih olaylarındaki kanunların bilinmeyişi, gerekse tarih biliminin öteki bilimler kadar BÖLÜNÜM bilimi olamayışı, en sonunda gelir, insanın ve insanlığın BÜTÜNÜ ile ele alınmayışına dayanır. Ne demek istiyoruz ? Açıklayalım.

Hayvan türünden ayrılmış ilk insanın bugüne dek başından geçenler bütünü ile izlenmedik-çe birbirinden kopmuş parçalara ayrılıyor. Tarih yalnız MEDENİYET'leri ele alıyor; medeniyetlerden öncesine TARİHÖNCESİ karışıyor. Böylece, ilk insandan bugüne dek insanlık bir tek İNSANLIK olduğu halde, başından geçenler birbiriyle ilgisiz konularmış gibi ortaya konuluyor. Hele gittikçe derinleşen UZMANLIK tanrı kuyusuna dönüyor. İnsanlık, hep belirli bir süre içindeki durumu ile ölçülüyor. Herçağ uzmanından soruluyor. İnsanlığın belirli birçağdaki durumuna uymayan daha önceki çağlar ya unutuluyor, yahut en kör zılgıtlarla unutturuluyor.

Sümer medeniyetinin geleneklerinden kalabilmiş olanları derleyen Berose tarihi için, medeniyetten önceki insanlar (barbarlar): Tanrıların bire dek kılıçtan geçirdikleri hayvan kılıklı anormal varlıklardı. İslamlıkta "müşriklik" (çoktanrılı bedevilik), "Kafirlik" (Peygamberi inkar etmek)ten de korkunç, tartışılması değil, konuşulması haram ve hemen kılıçtan geçirilecek bir anormallikti... Tek sözle, bütün medeniyetler kendilerinden önceki insan yaşayışını ağıza alınmaz yasak bildiler.

Yazılı tarih başka türlü davranamazdı. Tarih denince, yalnız 7 bin yıldır kullanılan YAZI ile kitaba geçmiş insan olayları ele alındı. "Kitapsız"lar adam yerine konmadı. Böylece medeniyet çıktığı yeri inkar etti. Aslı bilinmeyen medeniyet gökten inmişe döndü. Medeniyetten önceki insanların yaşayışı kavranılmayınca, medeniyetin ne doğuşu, ne gidişi, ne yaşayış kanunları aydınlanamadı.

Tarih olayları gibi, tarih kitapları da bir karanlıkta kör dövüşü oldu. Gerçek tarihte: Medeni insanlığın karşısına medeni olmayan bir insanlık çıkınca, ya medeniyet medeni olmayanı yok etti: O zaman medeni olmayan insanlık bir var imiş, bir yok imişe çevrildi; yahut medeni olmayanlar medeniyeti yokettiler: O zaman da, eski medeniyeti yıkanların kendileri gitgide medenileştikleri ölçüde, demek, gene medeni oldukları için tarihe girdiler.

Her iki durumda da, medeniyeti doğuran daha önceki çağlar kitaba gereğince giremedi. Medeniyetin önü sonu bilinemedi, yenmesi ve yenilmesi anlaşılmaz kaldı. Bu anlaşılmazlıktan kurtulmak için tarih insan dışı, insan üstü güçlerin cirit oynadıkları cinci meydanlarına çevrildi. Tarihte efendilerin çok işlerine yarayan bu anlayış, yani anlayışsızlık, tarihin kendileriyle başladığı yalanını da sağladı.

YAZILI TARİHTE: MEDENİYETLE BARBARLIĞIN "KOEKZİSTANS"!

Tarih Yazı'nın ürünüdür.

"Yazı olmadıkça tarihte olamaz; çünkü tarih, adların (kişilerin, yerlerin) anılmasından ve olaylarla vukuatın sayılmasından doğmuştur.

"Muallafat-Yarno kurumlarından (VI. binyıl sonu ile V. binyıl başlangıcı) yazının keşfine

18

(IV. binyıl sonu) kadar şöyle böyle iki bin yıl için, demek ancak bir PROTOHIS- TOIRE'dan (öntarih'ten) söz edilebilir." (Andre Parret: "Sumer", Paris, 1960, Gallimard, s. 39)

Böylece, yeryüzünde medeni insanlığın doğuş yılları, bugün artık Arkeoloji belgeleri sayesinde, birkaç yüzyıl yanlış payıyla iyice kestirilebiliyor. Bu medeni insanlık kendiliğinden ve bir çırpıda doğmadığı gibi, medeni olmayan insanlıkta kendiliğinden ve medeniyet doğar doğmaz ö-lüvermemiştir. Gelenekler, mitolojiler ve tarihler açıkça gösteriyor ki, 15 inci (İsa Doğumu) yüzyılına gelinceyedek, medeniyet insanlığı ile medeni olmayan insanlık aynı zamanda ve bir dünya üzerinde birlikte yaşamışlardır.

Yalnız, bu antika COEXISTANCE (bir arada var olma), barışçıl değil, kıyasıya dövüşçül olmuştur. Tümüyle insanlık: Medeni olanlarla medeni olmayanlar diye iki büyük kampa ayrılmıştır. Zaman zaman bu kamplardan birisi üstün gelince, ötekisi alt edilmiştir. Medeniyet tarihi: Yekpare bir medeni insan üstünlüğü göstermemiştir. Geceyle gündüzün birbirini kovaladığı gibi, medeniyetle barbarlık alt-üst gelerek birbirlerini kovuşturmuşlardır. Metafizik tarihçiler 19 uncu yüzyılda bu gidişe: "Zekayı ve ruhu ürküten felaket" (C. de Gobineau: Introduction a lEssai sur I'Inegalites des Races Humaines", s. 35) diyorlardı. 20 nci yüzyılda gene o gidişi: Bilimcil kanunlara boyun eğmez insan işleri" (A. J. Toynbee: "Cequej'ai essaye de faire", Janv.1956, Diogene, s.13-14) sayıyorlardı.

Medeniyet tarihi 7 bin yıllık bir süre tutuyor. Bu 70 yüzyıldan 65'i: Medeni insanlıkla medeni olmayan insanlık arasındaki birlikte var oluş savaşı maskesinden kurtulamadı. Öyleyken, yazılı tarih, sırf ve yalnız ve düpedüz bir medeniyet tarihi olmaktan çıkmadı. Medeni olmayan insanlar, ancak"'medeni" olduktan sonra tarihe geçebildi. Medeni olmadıkları sürece, yazıyı kullanamadıkları için, kendi tarihlerini yazamadılar. Başlarından geçenler ağızdan ağıza (şifahi) ve atalardan torunlara aktarılan (nakli) masal oldu.

Kendilerinden önce gelmiş medeniyet yazısı ile aşılanan Grekler gibi toplumlarda, o masallar derlenip toplanarak MİTOLOJİ (esatir, efsane, masalbilim) biçimine girdi.

Mitoloji: Tarihöncesindeki yazısız insanlığın başından geçenlerdir. Tarih: Yazılı insanlığın başından geçenlerdir. Tarihi iyi anlamak için, Mitolojiyi duruca kavramak gerekir. Çünkü medeni insanın başına gelenler, gökten inmemiş, medeni olmayan insanlıktan çıkmıştır. Medeniyet, medeniyetsizlikten gelişini inkar edeceğim diye, kendi gelişimine ve tarihin gidişine başka kaynaklar, insana yabancı sebepler, tabiatüstü (metafizik) izahlar, olmayınca da kemiksiz diliyle dörtbaşı mamur söz yapılan kayagan kuruntular uydurmaktan kendini alamamıştır, ve alamıyor.

Ağacın toprak altına gömülü duran kökü bilinmezse, yeryüzünde yükselen gövdesi, dalı yaprağı, çiçeği sihir ve kerametten başka ne ile ayakta duruyor sanılabilir ? Klasik "medeniyetler", tohum ve filizken değil, "eflake ser çekmiş" oldukları zaman, kökleri unutularak, birbirlerinden ayrı türde ağaçlar gibi ele alınmıştır. Medeniyetin medeniyetsizlikten çıkageldiği, alışkanlığımıza "mantıksız" görünmüştür.

Bugün neçe zengin buluşlarla dolu olan en son Arkeoloji ve tarihöncesi araştırmaları da, o işleyen eski kültür yarasını henüz kapatamadı. Belge yetersizliğinden değil. Bir yanda yarayı işletmekle yararlananların şuurlu şuursuz eğginlikleri, öte yanda her biri ayrı telde çalan "uzmanlık" Babil kulesinin bülbülleri, tarihi kökleri havada tuba ağacına çevirmek için yetip artmaktadır.

Gerçi biz burada: İsa nın doğumundan 5000 yıl öncesiyle, 1500 yıl sonrası yıllarında geçen ANTİKA MEDENİYETLER tarihinin başlıca gidiş kanununu belirteceğiz; ne tarihöncesi insanlığını, ne Mitolojiyi özet olarak dahi verecek yerimiz yok. Bununla birlikte, anlatacağımızı izlemek için, bir güdücü iplik (fil conducteur) çizmeliyiz. Yoksa medeniyet tarihi tek başına kavranamaz.

TARİHÖNCESİNDE İNSAN

Tarihöncesi iki büyük çağa ayrılıyor: Birincisi PALEOLİTİK (Eskitaş) çağı, İkincisi NEOLİTİK (Yenitaş) çağı... Arkeolojinin Paleolitik dediği Eskitaş çağında insanlık, sosyolojinin VAHŞET a-dını verebileceği toplum biçiminde yaşardı. Arkeolojinin Neolitik dediği Yenitaş çağında insanlık, Sosyolojinin BARBARLIK adını verebileceği toplum biçimine girdi. H. Morgan ("Ancient Socety, or Researches in the Lines of Human Progress from Savagery fhrough Barbarism to civilization", London,1877) gerek Vahşet, gerekse Barbarlık çağlarını (aşağı - orta - yukarı) olmak üzere ayrıca üçer Konak (Stage) bölümüne ayırır.

Yüzyıldanberi elde edilen bilgiler bu sağlam bölümlemeye aykırı düşmedi. Kolay anlaşılmak için, alışılmış söz ve deyimleri sıralıyalım. İlk insan, yer kabuğunun en istikrarlı (deniz dibine batmamış) ve en elverişli (sıcağı, besisi bol) bölgelerinde: TROPİKAL iklimli Malezya ve Afrika karalarında, PİTEKANTROP (dik - yürüyen, maymun - insan) biçiminde belirdi. (Bir Cava, bir Afrika pitekantropu bulundu). Pitekantrop, vahşet çağının AŞAĞI konağında yaşadı. Tropikal iklim dışına çıkamadı. Ateş keşfedilince, insanlık ORTA Vahşet konağına yükseldi. Ateş sayesinde tropikal iklim dışında yaşayabildi. Yer kabuğunun çoğu kuzey yarımküremizde bulunduğu için, insa-

19

noğlu eski dünyanın kuzeyine doğru yayıldı. Bu yayılışın geçtiği yollar bırakılmış insan izlerinden belli. Sinantropus - Pekinensis (pekinli - maymun - İnsan) ilkin Cava'dan kalkıp Kuzey Çin mağaralarında ateş yakarak varolmuştur. Bu birinci adım Güneyden Kuzeye çıkıştır.

İkinci adım Doğudan Batıya atılır. Doğu Çin'den kalktığı anlaşılan insan Orta Asya'da o zamanlar bulunan büyük göl-deniz yollarını aşarak (ileride Hunların gidecekleri) geçitleri açar, Avrupa'ya girer. Eoantropus (Tan - adam: İnsanşafağı): Almanya'da Heidelberg- insanı, İngiltere'de Piltdown-insanı denilen biçimleri alır. En son gelişen iri ve yakışıklı Neanderthal-insan, Orta Vahşet konağının en olgun halkasıdır.

Dördüncü buzullar denilen yerkabuğu tarihi içindeki çağın sonlarında Avrupa'ya ansızın yepyeni bir insan tipi çıkageldi. Bilim, o zamana dek görülmüş insanların en ilerisi ve akıllısı olan bu insana: Homo-sapiens (Us-insanı) adını veriyor. Us-insanı Avrupa'ya, Asya dan değil Afrika'dan belki o zaman henüz İtalya çizmesi ile bitişik bulunan karaları aşarak, Akdeniz üstünden gelmiş gibidir. İzleri o yollarda bulunuyor. Us-insanı, Yukarı Vahşet Konağı'nın örnek adamıdır. Onunla, 500.000 yıldan az sürmemiş olan Vahşet çağı sona erer.

PALEOLİTİK İNSAN: VAHŞET

Bilginler, bugün yukarıda adı geçen varlıklara insan demeli mi, dememeli mi sallantısındadır-lar. Bu tartışmalar, insanı, çömlek gibi balçıktan Adem biçiminde yaratıveren medeniyet geleneklerine alışmaktan ileri gelse gerek. Balçıktan yaratma fikrinin insan kafasında yer etmesi, toplumda çömlekçiliğin üremesi ile mümkün olabilirdi. Çömlekçilik ise Vahşet çağının kapanıp barbarlık çağının açıldığı gün başlamıştır. Geleneklerin "Adem"i çömlekçiliğin yarattığı barbarlık konaklarından birine uyabilir. Çömlekçiliği bilmeyen vahşiye insan dememek, insanın oldu olasıya bugünkü biçimiyle gökten yere inmiş bulunduğunu, hiç değişmediğini söylemeye varır. Gerçekse, bunun tersini göstermektedir. İnsan: İki ayağı üstünde yürüyüp, iki eliyle alet kullanan ilk yaratık-sa, ilk vahşi de, Pitekantrop da insandır.

İnsan her zaman toplum ortamının yaratığıdır. Yalnız, vahşet çağında yüzbinlerce yıl doğrudan doğruya çıplak tabiat etkisi altında kaldığı için, bütün canlılar gibi Darvinizmin "Tabii Seleksiyon" kanunlarına daha çok uğramış ve değişegelmiştir. Bugün yeryüzünde sözün bilim anlamıyla vahşi insan yoktur. Vahşet çağının bütün insan tiplerini ancak fosil olarak yeraltında bulabiliyoruz. İnsan, Pitekantrop türüyle Aşağı Vahşet konağına girmiş, Sinantroptan Neandertal türüne dek Orta Vahşet konağını yaşamış, Sapien türüyle Yukarı Vahşet konağına çıkmıştır. Bu üç ayrı vahşet konağında gelişen her ileri tür insan, kendinden önceki geri insan türünü yok etmiş görünüyor. Yeryüzünün şu veya bu köşesinde Neandertal veya Sapiens tipini andırır tektük insan biçimlerine rastlanması kuralı değiştirmez. Neanderthal insanların kendilerinden önceki insan tiplerini ortadan kaldırdıkları, Sapienslerinde sonradan gelip, teknik üstünlükleri yüzünden, beden yapısınca kendilerinden daha gösterişli olan Neanderthal insanları avlıyarak yok ettikleri Antropoloji ve Arkeoloji buluşlarıyla anlaşılmıştır.

Demek, vahşet çağında insan, öteki canlı tür (espece: Nevi)leri gibi, nevi değiştirerek gelişmiştir. Bugün yeryüzünde hiçbir toplum örneği kalmamış olan vahşet çağı; tarih bakımından, yazılı tarihte rol oynamadığı için, bizi ilgilendirmez.

NEOLİTİK İNSAN: BARBARLIK

Arkeolojinin Neolotik (Yenitaş), sosyolojinin barbarlık diyebildiği çağda, vahşet çağının "Tabii Seleksiyon"u görülmez. Barbarlık, vahşeti yenmiş, barbar insan tipi yayılabildiği kadar yeryüzünde vahşi insan tipini gidermiştir. Çömlekçi barbarların, bugünkü insan türümüze en yakın o-lan Us-insanını yokettiği bir gerçektir. Barbarlıkla birlikte: Çömlekçilik, gelgeç ekim ve yerle-şimcikler gibi nispeten yüksek teknik ve metodlar insanlığı vahşet çağında görülmedik bir üretim tarzına kavuşturdu. Vahşet çağında geçim, tabiatta kendiliğinden üremiş, hazır bulunan nesneleri benimsemekle olurdu. Barbarlık çağında geçim: Bugünkü anlamıyla sahici ÜRETİM'e dayandı; tabiatta hazır bulunmayan nesneleri insan kendi toplum tekniği ve metodu ile üretti. Bu şartlar iki büyük sonuç getirdi.

1- İnsan türünün, coğrafyanın belli bölgelerine bağlı kalmaktan kurtardı. Tabiatın kendiliğinden hazır ürün vermediği semtlerinde insan geçimi sağlandı. Böylece insan, yeryüzünün her bucağına yaygın, dünyayı kaplamış oldu.

2- Barbarlık üretimi, insan türünde değişiklik olmayacak kadar kısa zamanda çabuk ilerlemeyi gerektirdi. Vahşet en az 500.000 yıl sürdüğü halde, barbarlık 50.000 yıl sürdü.

Bu iki sonuçla, insanlıkta tür değişikliği ve ondan ileri gelme "genocide" (insan türünü yok etme) tabiat kanunu olmaktan çıktı. Barbarlıkla birlikte yeryüzünde bir tek insan türü vardı. Yalnız, TÜR (Nevi) başkalığı yerine, sosyal ve natürel etkilerle beliren IRK (Race) başkalığı görülebildi. Fakat, insanlığı tür birliği ve sosyal düzen yaygınlığı, insanlar arasında öldüresiye

20

yok etmenin yerine, ırkların kaynaşımını ve katışımını geçirdi. Vahşet çağında başka başka türden insanlar birbirlerini yok etmeyi başardılar; barbarlık çağında başka başka ırktan insanlar birbirlerini yok edemediler. Bir sosyal düzenden ötekine geçiş, insan ırklarını kolayca birbirlerinden ayırt edilemez duruma getirebiliyordu.

Onun için, yeryüzünde barbarlıkla birlikte; insan türünün değil, toplum düzeninin değişimi problemleşti. Barbarlık ortasında doğan medeniyet, iki ayrı insan türünün değil, iki ayrı toplum düzeninin karşılaşmasını getirdi. Medeni de, barbar da aynı insandı. Medeniyet doğduğu gün, yeryüzünün oturulur her yanı en az 50 bin yıldan beri neolitik barbarlarca kaplanmıştı.

TÜR YERİNE SOSYAL DÜZEN DEĞİŞİKLİĞİ

"Modern çağ" dediğimiz kapitalizmin tohumları bile en çok 500 yıl önce dünyaya gelmiştir. Modern çağdan önceki 6500 yıl sürece medeniyet uçsuz bucaksız barbar yığınları ortasına sıkışık, ufacık bölgelerde debelenip durdu. O bölgeciklerden dört bucağa medeniyet tohumları saçtı. Azınlığın azınlığı medeniyetle, çoğunluğun çoğunluğu barbarlık: 6500 yıl bitmez tükenmez med ve cezirlerle birbirlerine girdiler. Yer kabuğu ile medeniyet tarihi arasında inanılmaz gidiş paralelliği görüldü: Yerkabuğu nasıl, gah en derin denizlerin dibi gah en ulu dağların tepesi olarak batıp çıktıysa, tıpkı öyle, insanlıkta yazılı "tarih" boyunca şaşmaz altüstlükler geçirdi; gah medeniyet üstün gelip şahikalaştı, gah barbarlık üstün gelip o şahikayı yerin dibine geçirdi. Yeryüzünde: Clyptogenetic (tedrici aşınma) ardından Epeigenetic (ansızın kıt'aların yer değiştirmesi) biçiminde birbirini koigenetic (ansızın kıt'aların yer değiştirmesi) biçiminde birbirini kovalayan, karalarla denizlerin batıp çıkmalarındaki tektonik kanunlar, toplum tarihinde hemen hemen aynen "tekerrür" etti. Medeniyet uzun süren her tedrici TEKAMÜL ardından, ansızın kopuvermiş barbar akınlarıyla (sosyal devrim'den bambaşka) bir DEVRİM (İnkılap) ile devrildi. Buna TARİHCİL DEVRİM diyoruz. Böylece tabiatta, toplum da varlığın en büyük DİYALEKTİK kanunu ile işlemiş bulunuyor.

En sonunda 6500 yıl sonra, medeniyet barbarlığa kesince üstün geldi, denilebilir. Tarih öncesi'nde barbar insanlar vahşi insanları kesince yenip insan türü olarak yok etti. Tarih'te (insanlar birbirlerini değil), düzen olarak medeniyet düzen olarak barbarlığı yendi; medeniyet barbarlığı REJİM OLARAK kesince yok etti. Bu da, şunun şurası, birkaç yüzyıldır oldu. Medeni de, barbar da aynı insan türü idi. Yalnız düzen: REJİM değişmişti. Hatta buna bütünüyle rejim değişikliği bile denemez: Medeniyet düzeni barbarlık düzenini ALT etmişti... O kadar.

Medeniyet bugün üstün düzendir. Alt barbar düzenini tümüyle yok edebilmiş midir ? Hayır. Hemen her kapitalist ülkenin ŞEHİR'leri medeni ise, KÖY'leri barbar durumundan kurtulamamıştır. Toprak ağalarına ödenen İRAT haracı, sermayenin tarım alanına girmesini kösteklediği için, KÖY barbar Ortaçağda pinekler. Bununla birlikte, düzen olarak barbarlık kesince yenilmiştir. Tarihte artık Ortaçağvari köylerin şehirlere üstün geleceği düzen geri dönemez. Güdücü üst zümreler, sıkışkanlıktan azdıkça, köydeki fosilleşmiş barbarlığı,- antika çağda medeni efendilerin dış barbarlardan aylıklı asker tuttukları gibi, - şehirlere musallat edebilirler. İleri ülkelerin sözde "devrimci" insan avcısı FAŞİZM'leri: Geri ülkelerin sözde "demokratik"oy avcısı DİKTATÖRLÜK'leri günün politikası olabilirler. Hepsi eskilerin deyimiyle: "Eyyam efendiliği"dir. Bütün gericilikler, deli akan selin girdaplarından öteye geçmezler: Nicelikçe tüm insanlığı kavramaktan uzaktırlar; Nitelikçe gelgeç olup, ileri akışı durdurmaktan uzaktırlar.

BÖLÜM: I TABİAT VE TARİH

İnsanlık her zaman tabiat anaya göbek bağıyla bağlıdır. Hele ilk insanlık, büsbütün çıplacık tabiat çocuğudur. Tabiatın insanlık üzerine yaptığı etki ilk toplumlarda büsbütün yücedir. Ona rağmen, insan topluluğu, cansız maddenin yanındaki canlılar gibi, tabiattan apayrı, bağımsız bir evrendir. Ana, canlı varlıklardan daha az tabiatın etkisine ve kanunlarına uymaz. Ama çizgilerinde toplum ile tabiatın karşılıklı bağıntılarına kısaca değmeden geçemeyiz. Bu konuda şu bağıntıları inceleyeceğiz:

1- Tabiatın ve Tarihin Denk gidişleri;

2- Tarih ve Coğrafya...

Buna göre, tabiat ve tarih bölümünde iki ayrım olacaktır: I. - TABİATIN VE TARİHİN DENK GİDİŞLERİ

Bu ayırımda, tabiattaki biçimleşme ve gidiş kanunlarıyla, toplum ve tarihteki biçimleşme ve gidiş kanunları arasında göze çarpan paralellikler anlatılacaktır.

Tabiat tarihinde Toplum tarihinde

Dünyanın teşekkülü Medeniyetin Doğuşu

Tektonik karakterler Tarih gidişleri

Kıt'aların çıkışları ve batışları Medeniyetlerin çıkışları ve batışları

Gliptojenetik konak Medeniyet tekamül çağı

Tektonik konak Tarihçil devrim

Kıt'a doğuruculuğu Orijinal medeniyet

Dağ doğuruculuğu Medeniyet rönesansı

Soğuma etkileri Ekonomi münasebetleri

Orta çekirdek Üretici güçler

Hayatta hücre Toplumda Kent

Bitkiler Bitkicil medeniyet

Hayvanlar Hayvancı l medeniyet

II. - TOPLUM ve COĞRAFYANIN KARŞILIKLI ETKİLERİ

Bu ayırımda, coğrafyanın tarihte oynadığı rolle, toplumun coğrafyayı üretici güç olarak kullanışı anlatılacaktır.

KONULAR: Toplum Coğrafyası - Anatomik Değişme, Fizyolojik Değişme - Vahşet Çoktan Kapanmıştır- Irk, Barbar Toplumun Eseridir-Aktif Uyuş, Pasif Uyuş-Tabiatla Toplumun Karşılıklı Etkileri-Tarih öncesinde: Yenidünya Durdu-Tarihte: Eskidünya Yürüdü - Yakındoğu lnsanlığı - Afrika - Asya Coğrafyası (Afrazi)-Yenidünya, Eskidünya-Coğrafya ve Toplum Münasebetleri...

l. AYRIM

TARİHİN VE TABİATIN DENK GİDİŞLERİ DÜNYANIN TEŞEKKÜLÜ - MEDENİYETİN DOĞUŞU

Tabiat ana ise, toplum (cemiyet) onun çocuğudur. İki alanın ayırdedici özellikleri vardır. Bununla beraber, genel gidişlerinde, eşit sayılması bile, paralel kanunlara uyarlar. Tabiat içinde Güneş sistemi, hayat içinde insan toplumu ile atbaşı gider.

1- Güneş sistemi önce NEBÜLÖZ halindedir. "Öyle bir çağ oldu ki, orada güneş sistemi gaz halinde idi." (2) İnsan toplumu için o nebülöz hali, medeniyetten önceki TARİHÖNCESİ (Prehistorique)tir. İnsan o çağda gelişigüzel dağınıktır.

2- Nebülöz içinde güneşleşme başlar. "İlkin hiçbir hendesi biçimi bulunmayan moleküller, sonraları (cazibe kanunu ile) küre biçimini alırlar." (3) "Bu koyu nebülöz, bilinmez çağlarda kendi üzerinde yavaş yavaş dönerken, çevresi Neptün yıldızı değirmisinin (orbitinin) hayli ötesinde idi." (4) İnsan toplumu tarihöncesinde yeryüzüne yaygın aşiretler halinde iken Fırat- Basra körfezi çevresinde kentleşmelerin başlaması, sınırlaşması, nebülözün bu koyulaşıp dönmesi gibidir.

3- Sonra güneşten yıldızlar kopar. "Güneş haline gelmesi gereken çekirdek, dönüş çabukluğunu arttırdıkça, etki alanı içinde bulunan moleküller yığınını kendis ile birlikte sürükledi; bu etki alanı ötesinde bir gaz halkası kaldı, o halkanın dönüş çabukluğu daha azdı ve halka kendi üzerinde büzüldükçe ilk planeti (gezegeni) biçimleştirdi ve ilh." (5)

İnsan toplumunun Irak kentleri içinde tezatların hızlanışı, çevre ülkelerde medeniyet etkileri ile yeni kentleşmeler, güneşten kopma yıldızlar gibi ilk ana kentlerden ayrılmış koloniler bağım-sızlaştılar.

Bu kıyaslama, medeniyet doğuncaya kadar geçen Öntarih (protohistoire) içindir. Öntarih, vahşet (eskitaş) ve barbarlık (yenitaş) çağlarını içine alır. Tarih; yalnız medeniyet çağlarını içine alır. Tarih öncesi ile tarihi birbirine hiç karıştırmamalıdır.

Yıldızlar biçimleninceye dek, tabiatın geçirdiği değişiklikleri belirtecek yertabakaları elimizde yoktur. Medeniyetler kuruluncaya dek, Vahşet ve Barbarlık çağlarını anlatan yazılı belgelerde e-limizde yoktur. Dünya yıldızımız soğudukça başından geçenleri sadakatle kaleme alan yerkabuğu'nun biçim ve tabakaları belirdi. Medeniyetler kuruldukça, erimiş lava benzeyen barbarlıklardan ayrı oturuk kentlerde yazı icat edildi; insanlığın başından geçenler kaleme alındı. Yerkabuğunun kitap sayfalarını andıran tabakaları yeryüzü tarihini okumamıza yaradı. Yer tabakalarını andıran yazılı sayfalar insanlık tarihinin belgeleri oldular.

TEKTONİK HAREKETLER TARİH GİDİŞLERİ

22

Tarih'in tümüne, bugüne dek geçmiş bütün tarihe bakınca, iki büyük çağ görüyoruz. Bu iki ulu çağ: olduğu gibi insanlığın; 1) geçirdiği altüstlükler, 2) Ulaştığı olgunluk bakımından birbirinin zıddıdır. Biz ard arda gelen bu iki uluçağdan birincisine "TARİHCİL DEVRİMLER", ötekine "TOPLUMCUL DEVRİMLER" çağı adlarını veriyoruz. Sadece adlarını koyuyoruz. Gerçekte TARİH böyledir.

1- Tarihcil Devrimler Çağı: Tarihöncesinin ilk kamu çağından Batı Avrupa da kapitalizm denilen modern çağa dek sıradağlar gibi uzanan sıra uygarlıklar zinciridir. Bunların hepsinde maddi temel, "BEZİRGAN EKONOMİSİ'dir. Modern çağa dek bu medeniyetler, "Tarih bir tekerrürdür" sözüne kaynak olacak kertede "sil baştan yaz" biçimi, ana insan münasebetlerinde kökten yıkılış ve yeniden kuruluşlarla ilerlemiş, gelişmiştir. Bu uluçağda yeryüzü insanlığının bir bölüğü uygar, öbür bölüğü barbar kalmıştır.

2- Toplumcul Devrimler Çağı: Modern kapitalizm çağıdır. Adından da anlaşılacağı gibi, bu çağda toplumun temeli: Gene Bezirgan, yani arz ve talep kanunu ile işler olmakla birlikte, eski ekonominin temel taşları olan "TEFECİ-BEZİRGAN" ikizkardeş sermayeleri köklerinden kazıyan, modern işgücünü gündelikle kullanan, ondan doğma tezatlar zenbereğiyle teknik gelişimi görülmedik çabuklukta geliştiren, modern sanayi ile modern toplumu kuran MODERN KAPİTALİZM'dir. Bu çağda, uygarlık yeryüzüne baştan başa ve kesin olarak egemendir. Artık, medeniyete karşı tarihcil bir rol oynayabilecek barbarlık yeryüzünde yoktur. Bu yüzden, istense de Tarihcil Devrim olamaz. Onun yapıcıları Barbarlar, 14'cü yüzyılın gerilerinde kalmışlardır. Medeniyetin yıkılıp yerine yenisi kurulamayınca, iç zıtlıkların çözümü, modern sınıfların barbarlığa dönmeksizin başardıkları TOPLUMCULDEVRİM'le yapılan kabuk değiştirme biçiminde olur.

17.ci yüzyıl İngiltere'sinde başlayıp, l8.ci yüzyıl Fransa'sında "ULU DEVRİM: İhtilali Kebiyr" adıyla kesin başarısına ulaşan, 1848'lerde Karaavrupa'sını kaplayan,1905 ile 1917 arası İran, Türkiye, Rusya adlı ülkelerde yerleşen ve hergün bir kıtaya doğru yayılan altüstlüklerdir.

Bugün yerkabuğunun gelişimini, tabii yeryüzünün tarihini inceleyen bir bilim doğmuştur. Ona "TEKTONİK" veya "Arz küresinin mimarisi" adı veriliyor. Tektonik bilimi de, insanlık tarihinde görülenin hemen hemen aynı olan yeryüzü tarihinin iki büyük uluçağını keşfetmiştir. Yalnız bu uluçağları henüz tarihcil anlamda kavramıyor: Zaman içinde olan birer gelişme çağı gibi değil de, aynı zamanda imişçe iki değişiklik biçimi sayıyor. (At. L. s. 8/2) (6)

Biz olayları metafizik soyutlaştırma ve duralatma dışında kendi gerçek gidişleri içinde ele a-lınca "Techtonique" iki tip gelişme seçiyoruz.

1 - "Buruşma Mimarisi" Çağı (L'Architecture plissee): "Özellikle dağ silsileleri"nin doğuş çağıdır. Bu zamanlar yerkabuğumuz kimi yerinde medeniyetler gibi "sert kıtalar" halinde oturaklı-laşmıştır; kimi yerinde barbar oymaklar gibi akıcı elastiki kalmıştır. Bu iki bölge yerkabuğu arasındaki zıt durum, medeniyetlerin zaman zaman batıp çıkmaları gibi, aralarda denizlerin batıp çıkmalarını gerektirir: Alpler, Apeninler, Roşöz dağları, ve ilh.. tıpkı insanlık tarihinin Irak, Mısır, Yunan, Roma, Hint, Çin ve ilh... medeniyetleri gibi yükselirler. Böylelikle yerkabuğu tarihinin ard arda gelen dört çağı, birbirlerinden yüz milyonlarca yıllık ara ile değişe gelir.

Tarihcil devrimler çağı gibi, Buruşum Mimarisi çağı da sonsuz görünmüyor. Tarih nasıl İ. Ö. 5000 yıllarından, İsa'dan sonra 1400 yıllarına dek mutlak tarihcil devrimlerle yürürken, ondan sonra üstün karakteri toplumcul devrimler olan uluçağa girdiyse, tıpkı öyle:

"Yerkabuğu boyuna sağlamlaştığından ve her gün daha az elastiki olduğundan (yerkabuğunun kimi bölümlerinin nispeten plastik kalmasını isteyen) buruşumlar evriminde (tekamülünde yerkabuğu gittikçe daha az büyük rol oynamaya eğgin bulunur. Öyle görünüyor ki, sonjeolojik devirlerden beri, (yerkabuğu değişiminde Buruşum değil) çöküntüler üstün olsalar gerektirler." (At. L.,10/1)(7)

İnsanlığı, bütün yeryüzünde medeniyet sarınca, tarihcil devrim imkansızlaşır. Yerkabuğunun her yanını elastiki olmayan sert kıtaların kabuğu sarınca Buruşum Mimarisi imkansızlaşır.

2 - "Tablo Mimarisi" (L'Architecture tabulaire): "Çöküntülerle kesik yaylalar" (At. L.,10/1) (8) çağıdır. Burada, insanlık için barbar yığınlarının yok olduğu gibi, yerkabuğu için elastiki bölgeler kalmamıştır. Yeryüzünün tümünü medeniyet nasıl kapladıysa, yerkabuğunun her yanını sağlam, sert karakıtaları kaplamıştır. Bir alt-üstlük olacaksa, artık (medeniyetin içinde görülen sosyal devrim gibi) sertleşmiş yaylaların kendi kara yapıları içinde çatlamalar ve çatlaklar boyunca "BASKÜL HAREKETİ" gibi inme çıkmalar biçiminde olacaktır. Afrika, Dekkan, Avustralya, Brezilya, Kanada, Skandinavya, Rusya yaylaları, uygarlıkların kendi içlerinde görülen toplumcul devrimleri andıran (terazi kefelerinin inip çıkması gibi) altüstlükler geçirmişlerdir.

"Buruşum hareketini takip edememiş olan her sert yığını bir takım kırıklar herkleştirir (çift sürerce oyuklaştırır). Bu harkların en önemlileri boyunca çöküntüler olur. Katı blokun bir bölüğü yukarıdan aşağıya alçalırken, öteki bölüğü çıkıntılaşır." (At. L., s. 10/1) (9)

23

Bu kısa karşılaştırma, yerkabuğu tarihi ile insanlık tarihinin ana çizgileri arasındaki ulu gidişlerin ne çok benzeştiğini, taslak biçiminde olsun göstermiştir, sanırız.

KITALARIN ve MEDENİYETLERİN ÇIKIŞ-BATIŞLARI

Bizim asıl konumuz, iki ULUÇAĞ'dan özellikle, "Tarihcil Devrimler" çağıdır. Şüphesiz, insanlık tarihinin en ilk "Tarihcil Devrim"leri çağında ("Toplumcul Devrim" adını almasa bile) toplumcul altüstlükler nasıl Tarihcil Devrimlerle birlikte olmuşsa tıpkı öyle, yer kabuğunun buruşma mimarisi çağındaki altüstlüler sırasında tablo mimarisini andırır karakıtalarının çatlamaları da vardır. Bizim işaret ettiğimiz; bu iki tip altüstlüklerden birinin veya ötekisinin egemen, üstün bulunuşudur. Yoksa, elbet her iki devrim de, az çok birbirlerinden çıkarlar. Modern çağda bile, dış harplerin iç ihtilalleri kışkırttığı gibi, yerkabuğunun Buruşum altüstlükleri, tablolaşmış kara kıtalarının çatırdamalarını gerektirmiştir.

Özellikle yerkabuğunun "Buruşum Mimarisi" çağındaki gidişle, insanlık tarihinin Tarihcil Devrimler çağındaki gidişinin genel kanunları ve işleyişleri arasında iç benzerlik, yukarıda anlatığımız dış benzerlikten hiç aşağı kalmaz. İnsanlık tarihinde uygarlıklarla barbarlıklar arasındaki batıp çıkma münasebetleri, modern çağa dek uzanan bütün büyük eski uygarlıklar tarihinin GEÇİT yerlerini dolduran (UYGARLIK-BARBARLIK) çatışmaları biçiminde görülür.

Yerkabuğu tarihinde bu olaya "BURUŞUM MİMARİSİ" adı verilmiş bulunuyor. Buruşum mimarisinde yerkabuğunun gelişimi, birbirini kovalayan iki zıt konağın ardarda gelişi biçiminde gözükür. Bu iki zıt konağın mekanizması, tabiatüstü veya insanüstü güçlerden değil, o zamanki yerkabuğunun yapısından ileri gelir. Her iki BURUŞUM konağında dahi yerkabuğu yeknesak, monolit bir tek kıvamda değildi, iki çeşit zıt bölgelerden derlenmedir. En eski medeniyetler tarihindeki insanlık gibi, ilk yerkabuğu da her yeri bir esneklikte veya bir sertlikte olmayan yapılışta idi. Yeryüzünün heryanı aynı derecede donmuş, katılaşmış değildi:

"Şurası kabul edilebilir ki, jeolojik zamanların başlangıçlarından beri, arı sathının başka başka noktalarında bazı katı ve masif (yığıncıl) blokların sağlamlaşması, jeologlar gibi söylersek: "İçlerinden metamorfizm (yani: Eriyik kayaların camlaşırca madenleşme değişikliği) ve erimiş kayaların şırınga edilmeler ile çimentolanmış", aralarında "mutavassıt füze halinde mıntıkalar" bulunan bazı büyük kabartı (voussoire)lar meydana geldi. (De Launay, Histoire ie la Tcrrc). Demek, daha anlaşılırca konuşmak için, yerkabuğunu bir çeşit zırha benzetebiliriz. Bu zırh, bir tek parçadan değil, belki birbirlerine nispetle oynayabilen ve topu birden dikliğine (şakuliliğine) ve düzlüğüne (utkiliğine) hareketler yaparak yer değiştirebilen birtakım plakalardan imal edilmiş sayılabilir. Bu plakaların, buruşmaya ve biçimsizleşmeye elverişli bir plastik maddeyle birleştiklerini farzedersek, o zaman yerkabuğu tarihi bizce bilinen hareketlerine başladığı zaman ne durumda idi, onun hakkında aşağı yukarı bir fikir edinmiş olabiliriz." (At. L., s. 8/1-2) (10)

Yerkabuğunun bu "durum"u, yeryüzünde insan topluluklarının medeniyet doğduktan modern çağa gelininceyedek sürmüş zamanlardaki durumunun aynıdır. Bir yanda ziraat üretimi yüzünden oturuklaşmış kentler ile, "katı, yığıncıl blokların sağlamlığına ermiş" büyük uygarlık "kabar-tı"ları; öte yanda, bu kabartıları çevrelerin de dört bucaktan sarmış "eriyik kayalar" gibi "buruşmaya elverişli plastik madde" halinde oynak barbarlar vardır. Bu iki zıt tabaka arasındaki münasebet, "BURUŞUM MİMARİSİ" gibi "TARİHCİL DEVRİM" çağının iki zıt konağındaki gidişleri belli eder. İki zıt konak şöyle geçer.

GLİPTOJENETİK KONAK-MEDENİYETİN TEKAMÜLÜ

inci KONAK: GLYPTOGENETIQUE (mühür kazımını doğurucu) çağ: Çok uzun sürer. Yeryüzünde başlıca iki bölük zırh parçaları görülür.

a) Buruşum Çıkıntıları (anticlinal) bölümleri: İnsan tarihinin ilk kentleşmiş medeniyetleri nasıl, denizler gibi çevrelerini sarmış barbarlık ummanının içinden başvermiş yüksekliklerse, tıpkı öyle, bu anticlinal buruşum çıkıntıları da, yerkabuğunun sular, okyanuslar dışında kalıp sivrilen ilk karakesimleridir.

b) Buruşum Çukurları (synclinal) bölümleri: Medeniyetlerin çevrelerini sarmış oynak barbar yığınları gibi, buruşum çıkıntılarını çevreleyen ve içleri su ve denizlerle dolmuş, elastiki yerkabuğu bölgeleridir.

Bu konak süresince, çıkıntılı yeryüzü, bir çeşit mühür gibi kazınır durur. Hava, su, ısı, elektrik, yerçekimi, hayvan, bitki gibi canlılar, ve ilh., ve ilh... durmaksızın hareket eden tabiat güçleri, sular dışında yükselen buruşum çıkıntılarını, yeryüzünün ilk Karakesimlerini (kıtalarını) yavaş yavaş aşındırırlar. Karalardan kopup gelen döküntü ve aşıntılar yer, su, hava çekim ve itimler ile, yüksek karalardan aşağı deniz diplerine doğru taşınıp çökertilirler.

İnsanlık tarihinde bu "mühür kazıma' aşıntıları ve taşıntıları olayına karşılık düşen olay, bir

24

yandan medeniyetin kendi iç tezatlarıyla aşınırken, öte yandan, medeniyet kırıntı ve etkilerinin çevre barbarlar içine gidip yığılmalarıdır. Medeniyet gelişip genişledikçe, (hele ilk Irak gibi hemen bütün işlenecek endüstri maddelerini dışarıdan getirme gereği altında) ham madde tedariki ve ticaret münasebetleri, asırlarca süre, barbarların denizler gibi oynak toplumları içine ve derinliklerine doğru, ister istemez birçok maddi, manevi medeniyet nesne, etki ve olaylarını taşıyıp götürürler.

"Jeologlar bunun mekanizmasını şöyle izah ediyorlar: Çökertiler (rüsuplar) tabiatıyla yerkabuğunun çöküntüleri (çukurları) içine, ve özellikle yerkabuğunun iki sağlamlaşmış bölgesi arasında iki komşu kompartımanın biçimleştir dikleri iki sedef kabuğu (ecaille) plakası arasında kazılmış bulunan deniz çukurları içine birikmeye eğgindirler. Dağ silsilelerinin biçimleşmesini izah için pek önemli olan bu çöküntülere bugün geocynclinal (yerburuşumu çukurları) adı veriliyor." (At. L., s. 8/1) (11)

Medeniyetler genişledikçe barbarlar içine yeni ve ileri münasebetler yayılır. Medeniyetle barbarlığın karşılıklı etkileri organlaşır. Medeniyet aşındıkça, yerbilimindeki "metamorfizm"e benzer kayalaşmalar, tabakalaşmalar artar. Yerkabuğunun gliptojenetik konağı, insan toplumunda üstün bir uygarlık çağının tam karşılığıdır. Burada DEVRİM yoktur EVRİM (tekamül) vardır. Medeniyet yaşadığı sürece, gliptojenetik devir devam ettikçe göze batmayabilecek değişimler gelişir. Denizin dibine kara döküntülerinin, kaya kırıntılarının çökertileri, barbarların içine uygarlık nesne düşünce ve münasebetlerinin etkileri ancak "tedrici", yavaş yavaş bir BİRİKİM yapar.

Fakat, nasıl medeniyetin aşınması bir sınıra dek varınca, orada artık daha çok birikime yer kalmayıp, ansızın kopan barbar akınlarıyle medeniyet çökerse, tıpkı öyle, ilk buruşum çıkıntılarının yarattığı karakesimlerinin aşınması da bir hadde kadar tedriçle ilerler. Elastiki "buruşum çukurları"nın biçimlediği deniz diplerinde kara çökertilerinin gittikçe yığılıp artan birikişi, gün gelir öylesine ağır basarki, o anda, gliptojcnetik (mühür kazımlı) konak durur onun yerine (tektonik) (yermimarisi) kımıltıları konağı başgösterir. Bu uygarlıkların Tarihcil Devrim konaklarının ta kendisidir.

TEKTONİK KONAK - TARİHCİL DEVRİM

2'nci KONAK (TECTONIQUE (yer mimarisi) çağı) Bundan önceki uzun birikiş olayları yerine ansızın kopan bu atlayışlar konağında iki tip kımıltı görülür:

a) Düzlüğüne (utki) hareketlerle BURUŞUKLAR (dağsilsileleri) doğar. .

b) Dikliğine (şakuli) hareketlerle KITALAR (Yerkesimleri) doğar.

(Yerkımıltıları Yerkabuğunda): "İki başka biçimde görünürler: Birileri, iki katı kabarık (voussure) arasında, kabuğun esnek (flexible) bölümlerini sıkıştırmaya eğgin düzlüğüne (ufki) hareketlerdir; ötekileri, dikliğine hareketlerdir ki, etkiler ile yerkabuğunun büyük kompartımanlarından birisi ötekine nispete yer değiştirir; kompartımanlardan biri yükselir, ötekisi alçalır; yahut hareket her iki kompartımanı da kırıp, onları küre sathından kısmen veya tümüyle yitirmiye yol açar.

"Birinciler, dağ silsilelerini yaratan buruşumlar (plissements)dır; ötekiler, kıta yaratıcı (epeirogenique) adını alan hareketlerdir. Bu kımıltılar, kıtaların yükselme veya alçalmalarıy-la, buna uygun olarak deniz seviyelerinin değişmesiyle ve eski kıtaların yerleri üstünde deniz çukurlarının oyulmasına varan çöküntüler (effondrements) ile kendilerini gösterirler." (At. L.,s.10/1)(12)

"Epeirojenik (kelime: Kıtalar doğurucu, demektir) hareketler, kendiliklerinden ve kendilerine yoldaşlık eden denizlerin gerileme (regresssion) ve ilerleme (transgression)larıyla büyük önem kazanırlar. Bir yandan, kabarıklıkları tadil ederler, ve ilkin buruşukken tablolaşmış bölgelere dağlık bir gidiş verirler. Ötede, suların yönlerini değiştirirler." (At. L., s. 10/2) (13): Fransanın Loire ırmağı vaktiyle Seine ırmağının bir kolu iken, Fransa nın Batısı epeirojenik bir hareketle alçalınca bağımsızlaşmıştır.

"Bazen (kıta doğuran kımıltıyla), Skandinavya ve Britanya'da olduğu gibi, nöbet nöbet yükselmeler ve alçalmalar görülmüştür." (At. L., s.10/2) (14). Fransa da Voges'lar, Masif santaral, Kanada büyük gölleri, Balkan yarımadası gibi.

Daha anlatırken, kendiliğinden beliriverdiği gibi, tektonik kımıltılar eski tarihin "Tarihcil Devrim" adını verdiğimiz altüstlüklerinin tabiatta yürüyen tam karşılıklarıdır. Bu hareketler, neden o-lurlar?

"En geniş bölgeleri ilgilendiren hadiselerden sayılmasalar bile, en göze çarpar hadiseler demek olan buruşumlar, pek karışık bir mekanizmayla olurlar. Ama, o mekanizma üzerine şöyle bir fikir verilebilir; Yerkabuğunun iki istikrarlı kompartımanı arasında, az dayanıklı, daha çok plastik ve aslında çöküntü olan bir bölge vardır. Bu çöküntünün içine, önceden varolan topraklardan koparılmış çökertilerle deniz hayvanlarının artıkları birikir. (in-

25

sanlık tarihinde barbarlar içinde medeniyet etkilerinin katılmasıyla beliren biçimleşmelerin birikmesi gibi). Bu çöküntü, bu çukur jeosenklinaldir: Dağ buruşumunun ilk menşeidir, çünkü, bir yerbilgininin göze çarpıcı tarzda deyimlendirdiği gibi "Bütün bayağı görünüşlerin zıddına olarak, çıkıntı bir delikle başlar." (Diyalektiğin jeolojide açıklanması).

"Çökertilerin birikimi ile gittikçe daha çok ağırlaşan bir yük altında nispeten plastik kalmış olan peosenklinal bölge gitgide derinleşir. O sırada je(R)senklinal çukuru sınırlandıran yerkabuğunun iki istikrarlı, oturaklı kısmı birbirlerine gittikçe daha çok yaklaşarak, çukur dibine birikmiş toprakları bir mengene içindeymişçe sıkarlar. Hem yüklendiği o pek büyük basıncın ve hem de çukur dibinin içine battığı eriyik haldeki maddelerin, ve gördüğümüz gibi, çökertileri erime (füzyon) noktasına ulaştırmaya elverişli yüksek ısının etkisiyle çukurların zeminleri plastikleşir." (Barbarların medeniyetlere saldıracak duruma gelmeleri gibi). _

"İşte kritik an buradadır; çöküntü ortadan kalkıp kabarık halka (bourrelet) durumuna girer: Bunun üzerine en derin tabakaların uğradığı buruşukluk biçiminde bir dağ bilkuvve vardır artık. O buruşuk ilkin yüzeyde, ancak birkaç kanbur veya vadileşmelerle gözükür, bunlar ilkin iç tabakalardaki kıvrımların kat kat yığılısını hiç belli etmezler.

"Derken jeosenklinal çukurun dibi (ansızın) yükseliverince, deniz ortadan kalkar ve buruşuğun tepesi yan kabartı (voussoire)lar üzerinde sivriliverir." "Himalaya dağlarının yeraltında bir tiyatro dekoru gibi baştan başa kotarılmış bulunduğunu kabul etmek az cesaret istiyecektir." (Launay: "Histoire de laTerre") (At. L., s. 8/2, 9/1) (15)

Barbarların, yıktıkları bir medeniyet üzerinde veya yanıbaşında, kendi yabanlıklarını bırakıp yeni bir medeniyet yahut başka devlet kuımaları gibi, jeosenklinal çukur, ortadan kaldırdığı karakesiminin yanıbaşında, denizi yitirip yeni bir karakesimi kurar.

Jeosenklinal çukuru, barbarlara denk gördük. Çukurun iki yanındaki karakıtaları eski medeniyetlerdir. Irak medeniyeti ile Mısır medeniyeti arasında Semit barbarlar, Hiksoslar (Çobanlar), Asurlar, Etiler, Traslar (Frijiya, Lidya), Fenike Giritliler, nihayet Grekler ve Romalılar; Yunan medeniyeti ile Pers medeniyeti arasında Makedonyalılar; Hint ve Çin medeniyetler ile Roma medeniyeti arasında kuzeyde Hünler, Cermenler, güneyde Araplar; İslam medeniyeti ile Çin-Hint medeniyetleri arasında Moğollar, Türkler ve ilh... gibi. Uygarlık-barbarlık münasebetleri, jeolojinin tektonik altüstlüklerine denk tarih gidişleridir.

KITA DOĞURUCU: DAĞ DOĞURUCU - YENİ MEDENİYET: MEDENİYET RÖNESANSI

Buruşum mimarisindeki: DAĞ DOĞURUCU düzlüğüne (ufki) kımıltılarla; KITA DOĞURUCU dikliğine (şakuli) kımıltıların, insanlık tarihindeki tam karşılıkları, büyük TEKTONİK hareketlerin tam karşılığı olan BARBAR AKINLARI'ndan sonra beliren iki bambaşka tip gelişmelerde gözükür. Bu gelişmeler, ya eski medeniyetin çok defa az ötesinde yepyeni bir medeniyet doğurur, yahut eski medeniyetin hemen üzerinde yıkılanı dirilişe (rönesansa) uğratır.

1- MEDENİYET DOĞURUCU BARBAR AKINI: Barbar akını, Yukarı barbarlığın KENTLEŞME çağından geliyorsa, dikliğine tektonik hareketler gibi, eski medeniyet kıtasını batırıp, az ötede yeni bir medeniyet kıtası doğurur. Sümer uygarlığı yerine Akkad medeniyetinin, Babil medeniyeti yerine Asur medeniyetinin, Asur medeniyeti yerine Pers medeniyetinin gelişi gibi. Eski o-rijinal medeniyeti yıkıp, yeni orijinal medeniyet kuran Yukarı barbar kentlerinden doğma hareketler arasında: Sümerlerden sonra Mısır-Hint medeniyetleri, Eti-Finike, Girit-Ege, Yunan-Roma, Çin-İslam medeniyetleri de girer.

2 - MEDENİYET DİRİLTİCİ BARBAR AKINI: Barbar akını, Orta barbarlığın henüz kentle-şememiş GÖÇEBE-ÇOBANLIK çağından geliyorsa, -düzlüğüne tektonik hareketler gibi, eski medeniyet kıtasını çatlatmakla birlikte, yıktığı yerde yeniden yaparak bir çeşit rönesansa uğratır. Onun eskiyi tüm göçürüp ortadan kaldıracak kendi KENT seviyesinde müesseseli gelenekleri bulunmadığı için, başka türlü davranamaz. Zaptettiği medeniyetin bir dalı, şubesi ve devam ettiricisi olur. Eski medeniyet çizgisi üstünde sıradağlar gibi ard arda benzer devletler kurar. Babil medeniyetinden sonra Anadolu'ya akın eden Cimmerler, Skitler, Traslardan sonra görülen irili, ufaklı (Truva, Frijya, Lidya, Karya, Mizya, Bitinya) gibi sıra devletçikler; Yunan medeniyetinden sonra daha öncekileri de yer yer dirilten İskender arkası devletçikleri; Roma medeniyetinden sonra Hün-Cermen akınlarından doğma Ortaçağ devletçikleri; İslam medeniyetinden sonra Moğol-Türk akınlarının ürünü "Tavaifülmülük" adlı ömürleri 100 yılları güç aşan devletçikler gibi.

Batı Avrupa'daki Bezirgan temelli (antika yapılı) Ortaçağ sıradağ-devlet tipi "Tavaifülmülük"leri temizleyen veya çökerten tarihin en son barbar akınları NORMANLAR'dan sonra artık "Buruşma Mimarisi (Tarihcil Devrimler)" çağı bitti; "TabIo Tektoniği: Toplumcul Devrimler" çağı başladı.

26

SOĞUMA: ORTAÇEKİRDEK - EKONOMİ: ÜRETİCİ GÜÇLER

Bütün bu çok yanlı değişikliklerin ve altüstlüklerin, en son duruşmada varıp birleştikleri tek sebep nedir?

Tektonik bilimi yeryüzü altüstlüklerini tabiatta tek sebebe bağlar; "Bu hareketlerin hepsinin menşei, soğuma tesiriyle eriyik (füzyon) halinde kalmış malzemelerin gittikçe büzülmesi, arz küresi hacminin ufalması ve aynı yüzeyi örten yerkabuğunun, merkez nüve (orta çekirdek) üzerine uymaya devam etme zaruretidir." (At. L., s. 8/2) (16)

İnsanlık tarihinde aynı monizmi (birinciliği) buluyoruz. Yukarıki yerkabuğu olayında "soğuma" sözcüğünün yerine "ekonomi" karşılığı geçirildi mi, bütün öteki gelişimler ister istemez birbiri ardından birbirine uyarak yürürler. Tarih, eriyik yerkabuğunun donması gibi, Bezirgan medeniyetinin toplum yüzeyine eşitçe dağınık zenginlikleri yer yer biriktirip istikrarlı Kentleşmeler yapması ile başlar. Medeniyet kabuğu, yerkabuğu gibi ilkin pek cılızdır. Bir süre insan gelişimine elverir: Bir avuç insan elinde birikmiş zenginlikler, üretimin azçok belli bir sınıra dek gelişimini sağlarken, "soğuma' başlar. Bütün zenginlikleri tekellerinde tutanlar Kanunlaştıkça azınlığa düşerler; büyük çoğunluk, medeniyetin ister istemez yaratıp arttırdığı boyuna daha çeşitli ve daha geniş ihtiyaçların baskısı ve kendisi gibi insandan başka birşey olmayan azınlığın madde ve manaca insanüstü-leşmesi altında gah "büzülür", gah "fışkırır". Uygar toplum içinde sayıları azaldıkça bu azalışın sakıncalarından kurtuluşu dışarıdaki barbarlardan köle ve aylıklı asker, insan, ham madde alışverişinde bulan üst katlar, kendi elleriyle kendi "mezar kazıcıları"nı, medeniyet eşiğinde sıra bekliyen barbarları yetiştirirler. Barbarların "jeosenklinal" birikişi arttıkça, toplum kabuğu "insan münasebetleri" ile merkez nüve (orta çekirdek) olan "üretici güçler" arasındaki dengelilik bozulur. Tefeci-Bezirgan bağıntıların yer yer katılaşması, yığınların geçimindeki soğuyup büzülmeyi, o soğuyup büzülme, katılaşmış bağıntıların uygunsuzluğunu (intibaksızlığını) arttırır. Yeryüzünün cılız kesimlerinde birikmiş jeosenklinal barbarlar yığını, hiç göze batmadığı halde (gerekince yanardağ lavlarıyla kaynamaya elverişli ekonomi "merkez nüve"si ile eski kabuk arasındaki dengesizliğin itişi yüzünden) bir gün bentleri yıkar. Tarihcil Devrimin "tufan"ı başlamıştır.

Bu çok yanlı tek sebep, varlığın genel gidiş kanununa uygun kavranmadıkça, tarihi (tabiatta ve toplumda) kavramaya yer kalır mı?

"Ya uygarlık çeşitlerinin birbirlerinden o kerte ayırtlı çokluğu?" denecek. Bu soru, canlı tabiatın göz karartıcı zenginliklerini, tıpkı saniyede 30 bin kilometre çabuklukla yol alan dünyamızı yerinden kımıldamaz sanışımız gibi, görememekten, görmeye "dayanamamaktan" ileri gelse gerektir. Gerçekte, medeniyetlerin çeşitlilikleriyle, tabiatınkiler arasındaki paralel ve denk gidiş hiçbir yerde bilgisizliğimizden başka engele uğramaz.

BİTKİ-HAYVAN HÜCRESİ- BİTKİCİL-HAYVANCIL KENTLEŞME

Ayrı toplum bağıntıları altında 7 bin yıllık "medeniyet" basamaklarının gösterdiği tipleri, "cansız" dediğimiz tabiat içindeki "canlı" adını verdiğimiz tabiatın gösterdiği tiplerde bulabiliriz.

Hayatın birikimi "hücre": Sınırı belli bir varlıktır. Medeniyetin her yanlı tüm anlamıyla hücresi, "Kent"tir. Buna Frenkçede "Cite" (site) denir. Arapça'da oturukluk anlamına gelen "medine" ile daha çok insan emeğinin etkisi, eseri sayılan "emin, gaaret olunmaz" (çapul edilmez) "belde" vardır. Kimin uydurduğu bilinmiyen "uygarlık"tan çok, "MEDENİYET" (KENTLEŞME) yerinde bir sözdür. Çünkü hayat nasıl hücre ile başladıysa, medeniyette tıpkı öyle KENT ile başlamıştır. Hücre bilûrlaşmalardan farklıysa, kentte öylece Orta Barbarlıktan beri görülen köyleşme ve insan kümeleşmelerinden bambaşkadır. Gene hücre nasıl "doku" (nesiç: Tissue)den farklı ise, tıpkı öyle kentte ondan sonraki Ortaçağ ve Modern çağ şehirlerinden büsbütün faklıdır. Yalnız bu "terim" yerleştirmesi bile, hayat "HÜCRE"si ile toplum "KENT"i arasındaki organik, içten benzerliği belirtmeye yetebilir. Hücrenin zarı kent'in "Sur"u, hücrenin "nüvesi' kent'in ortasında kutsal tapınağı, ve ilh... diye kıyaslamalarımızı herkes az çok yapabilir.

Bir yol "hücre" doğunca, hayatın nasıl alabildiğine geliştiği ve bu gelişimdeki kanunları Darwinizm 100'ü aşkın yıllardan beri belirtmiş bulunuyor. Hemen hemen ayrı "Yaşama için savaşma" ve "Tabii eleşim" (Selection Naturelle) kanunları, hiç değilse modern çağa dek (insan şuurunu insan toplumuna düzen vereceği çağa dek, demek daha doğru olur) medeniyetin gidişini yöneltti. Burada ırkçı sapıklığın insanlığı ortaçağa ısmarlayan kalp mistifikasyonundan (insanı budala yerine koyusundan) çekinecek yer yok. Modern çağla birlikte, insan şuuru, hiç değilse verim ve etki bakımından tarihin "kör" denilen genel gidiş kanunları ile paralelleşmiştir. Çünkü o gidiş artık insanların çözümleyebilecekleri problemler durumuna girmiştir. Ölüm pahasına da olsa, geri tepmeye hiç kimsenin gücü yetemez. Binlerce yıldan beri ahlatı armut yapabilmiş insan toplumu, insanı maymunlaşmaya doğru götürmemenin yolunu çoktan bulmuştur.

İlk hücrede başlayan hayatın gelişmesi başlıca iki bölümde özelleşti:1) Hayvanlar, 2) Bitkiler... Modern çağdan önceki medeniyetleri de yakından izleyince iki büyük tipe ayırabiliriz: 1)

27

Hayvancıl Medeniyetler, 2) Bitkicil Medeniyetler... Bu terimlerin alışılmış mantıkları için ne çok aykırı yorumlara kaldırılabileceği besbellidir. Ama, toplumcul gerçeği tabiat gerçekleriyle kıyasla-madıkça elle tutulur kılamamak durumu, sözden korkmamayı gerektirir.

Bildiğimiz gibi BİTKİ olduğu yerde büyüme, HAYVAN yer değiştirerek büyümedir. Kadîm medeniyetlerde bu iki tip gelişme kaçınılmaz olmuştur. Medeniyet aynı kara kesiminin içinde kaldıkça, bitkicil medeniyet tipini vermiştir. Irak medeniyeti, Basra körfezi kıyısından, Fırat-Dicle ırmakları boyunca aynı kara kesimi üzerinde genişledikçe, güneyden kuzeye bir bitkinin aynı kökten filiz, gövde, dal, budak salması gibi uzamış ve yayılmıştır. Tek başlarına alınınca bütün orijinal karakesimi medeniyetleri böyle bitkicil gelişim göstermişlerdir. Mısır, Hint, Çin medeniyetleri gibi... Mısır medeniyeti, Irak'ın tersine kuzeyden güneye (Aşağı Mısır'dan Orta ve Yukarı Mısır'a) doğru ağaçlaştı. Hint medeniyeti batıdan doğuya, Çin medeniyeti doğudan batıya doğru bitkici-leşmiştir. Bu ilk göze çarpan özelliktir. Hayatın bitki kolu gibi, bitkicil medeniyetler kökten gövdeye, dala, budağa, yaprağa, meyvaya doğru büyümüşlerdir.

Medeniyetin önüne kendi zamanı için "aşılmaz" gibi gelen denizler çıkınca, medeniyet oracıkta kalmamıştır. Hayvancıl tip gelişim başlamıştır. Barbar akınları değil, medeniyetin kendisi, uzun mesafeler içinde daha geniş aralıklı hareketler, sıçramalar yapmıştır. Klâsik kadîm târihte buna KOLONİLEŞTİRME adı verilir. Modern tarihin "sömürge" adıyla daha iyi anlatılan kolonileş-tirmeleri ile kadîm koloniler birbirlerine taban tabana zıddır. Elbet modern kolonileşmeler gibi kadîm koloniler de iç tezatların sonucuydu. Ama, kâdim koloniler tıpkı canlı bir hücrenin skizogeni (bölünümle üreyim) tipinde, eşit kromozomlara iki "Santros çevresinde kutuplaşarak ayrılması gibi, kent'in eşit hak ve görevli kişilerinin birer "Eponim (kahraman) (yeni kente adını vercek yiğit) çevresinde tüm teşkilâtlanarak başka ülkelerde, ana kentin hayatını sürelendirip geliştirmek üzere bütün müessese ve teşkilatlarıyla yola çıkması idi.

Bu gidişte ilk bitkicil medeniyet ana olmuş, yeni hücreler doğurunca "koloni"ler koparıp uzaklara göndermiştir. Ayrılan kolonların gittikleri yer şartlarına göre, başka bitkicil medeniyetler yaratmaları mümkündü. En ilk ana Irak medeniyeti, güneye doğru Acem körfezi ile karşılaşınca, Umman denizinden atlayarak, süptropikal Sind ırmağı boyunca, Hint medeniyetinin tohumlarını attı. Aynı Irak medeniyeti, kuzeybatıda Akdeniz kıyılarına varınca, oradan Fırat-Dicle'ye eşit Nil ırmağı boyuna sıçrayıp Mısır medeniyetini doğurdu. Sind ve Nil süptropikal medeniyetleri, kendi karakesimleri içinde kaldıkça, tıpkı tohum aldıkları ana Irak medeniyeti gibi bitkicil tipte gelişimlere daldılar.

Basamaklı gelişimlerini en iyi izliyebildiğimiz hayvancıl tip medeniyet biçimleri Akdeniz coğrafyası için biçilmiş kaftan oldu. Burada Irak yetiştirdiği üç koldan: Kuzeyi güney Anadolu, güneyi kuzey Afrika, doğusu Suriye kıyılarını kaplamış Anadolu-Finike-Mısır medeniyetlerinin çapraz a-teşi altında Akdeniz yeryüzünün hayvancıl tipte en hareketli, dolayısıyla da en bereketli medeniyetlerini vermekte gecikmedi. Anadolu-Finike-Mısır, önce Girit medeniyetini doğurdular. Girit medeniyeti Avrupa karakesiminde Yunan yarımadasının doğu kıyı körfezlerinde Nisenya medeniyetini, Asya karakesiminde, Anadolu yarımadasınını boğazlara bekçi batı girinti çıkıntılarında Truva medeniyetini fışkırttı. Böylece gelişen EGE medeniyeti, tarih sahnesine sıçrayan Greklerce tasfiye edilirken, Grek karşı saldırısı bütün Anadolu kıyılarını kolonileriyle kesti. Hayvancıl tip medeniyetler kışkırtmakta en köklü olan Finike, Batı Akdenize doğru Tyr (Sûr) prensesi Didon yönetiminde Kartaca kolonisini kurdu. Sicilya'dan İspanya'ya dek Batı Akdeniz kıyı ülkelerini medeniyet çerçevesine soktu. Greklerin yıktıkları Tıuva medeniyeti, İtalyan yanmadasının kolonileştirilme çağını olgunlaştırdı. Girit medeniyetlerinde tramplen bulmuş Anadolu medeniyetinin, daha Misen medeniyeti sırasında, İtalyan yanmadasına sıçrattığı Etrüsk medeniyeti, Truva bozgunu üzerine İtalya'ya gelen ikinci büyük Anadolu medeniyeti kolonizasyon için kotarılmış bir zemindi. Acemcenin yanıltması ile "Yunan" dediğimiz Grek medeniyeti, çağdaşı Kartaca gibi sırf Bezirgân imtiyazlılığı zırhına bürünmüş yerinde yadırgı kent gibi kalmadı. Erişebildiği Ege, Marmara, Akdeniz, Karadeniz kıyılarını bol bol koloniledi. Makedonyalı İskender çökkün Asya ve Afrika medeniyetlerini Hint sınırına dek tasfiye eden Yukarı Barbar akını ile Grek medeniyetine son verdiği zaman, Grek ve Kartaca mirasına konacak hayvancıl tip Roma medeniyeti nöbet yerine geçti.

Demek insan toplumu, kopuşuksuz karakesimleri üstünde bitkicil medeniyet çeşitleri yaratarak, aralıklı denizaşırı ülkelerde koloniler yoluyla hayvancıl medeniyet çeşitleri doğurarak, tabiat ananın bitki ve hayvan nevileri gidişine de uymuştur. Tabiatta hayatın bitki ve hayvan tipinde gelişimi "nev'i: Espece" basamaklarını üretti. Toplum tarihi de, gerek hayvancıl gerek bitkicil medeniyet tiplerinde, tarihcil gelişim basamaklarına uygun çok çeşitli "medeniyet nev'ileri" gösterdi. Hayvan ve bitki nevileri nasıl Darwinizmin bulduğu kanunlara göre gittikçe daha gelişkin (mütekâmil: Evrimli) nev'iler türettiyse, tıpkı öyle, bitkicil ve hayvancıl medeniyet tipleri içinde gittikçe daha gelişkin medeniyet nev'ileri doğdu. "Tekerrür" gibi görünen ardarda gelişler, toplumcul devrimler çağına doğru yükselen kemiyet birikişi konakları oldu.

28

Hayat, bütün bitki ve hayvan nev'ileri içinde, arasında ve zincirlenişinde az çok gelişmelerden sonra, kopuşmalar, yitmeler, yeniden bitmelerle süregeldi. Toplum da, bütün o her tip "me-deniyet"ler ve "devlet"ler dediğimiz birbirini doğurup deviren tip ve nev'ilerin kopuşmalı (yitme-bitme)lerzincirlenişi ile yürüdü. Hayatta bir nev'in ölümü ötekinin doğumu oldu. Medeniyetler için de aynı kural egemendi. Hayat ölümle düşekalktı. Medeniyet barbarlıkla düşekalktı. Bütün ortasında hayat nasıl durmadıysa, toplum da, bütün medeniyet yıkılışları ve barbarlığa dönüşler ortasında yok olmadı. Bitmiş sanıldığı yer ve zamanda yeni atılışlar için dinlendiği görüldü.

"Bildiğimiz biricik tek bilim tarih bilimidir. Tarih iki yönden ele alınınca, tabiat tarihi ile insan tarihi diye ikiye ayrılabilir. Bununla birlikte, o iki bölüm birbirlerinden ayrılabilir değiller. Yeryüzünde insan bulundukça tabiat tarihi ile insanların tarihi karşılıklı olarak birbirlerini şartlandırırlar. Burada konumuz tabiat tarihi, özellikle tabiat bilimi değildir; ama insanların tarihi içine girmemiz gerekir. Çünkü her ideoloji en sonunda ya o tarihin kalp yorumuna, yahut bu tarihin tüm soyutlaştırılmasına varır: İdeolojinin kendisi o tarihin bir yanında başka birşey değildir." (K. Marks: "Die Deutsche Ideologie", s.10) (17)

2. AYRIM

TOPLUM ve COĞRAFYANIN KARŞILIKLI ETKİLERİ TOPLUM COĞRAFYASI

Toplumun tabiatla sıkı bağlılığı ve hemen hemen denk kanunlarla genel gidişi herşeyi yapan coğrafyadır anlamına mı gelir?

Bu gibi sorular hep olayların gerçek gidişini (prosesini) metafizikçe kavramaktan ileri gelir. İki zıttı bir arada gördük mü, sentezin gerçekliğini yok sayabiliyoruz. Maddenin atomu müsbet e-lektrik yükü olan protonla menfi elektrik yükü olan elektron zıtlarının bir arada bulunmasıdır. Proton da, elektron da (klâsik ve metafizik deyimiyle) "madde" değil "kuvvet"tirler. Öyle ise, madde denilen elle tutulur nesne yok mu, atom yok mudur? Gerçekte vardır. Bu var olan müsbet elektrik proton mudur yoksa menfi elektrik elektron mudur? İkisi de değil, onların sentezi olan a-tomdur.

Tıpkı bunun gibi, canlı insanın cansız tabiatla, hatta öteki canlılarla çatışmasından toplum adlı sentez doğmuştur. Toplumda canlı cansız tabiatın da, insanın da etkisi bir arada bulunan zıt-lar durumundadır. Bunlardan biri ötekisiz olmaz diye, toplumu sırf tabiat etkisine bağlamak olur mu?

Bugün artık insanı saran tabiat olarak coğrafyayı yapan kimdir, sorusu ile karşı karşıyayız. Yani insanın coğrafyası da, kendi toplumunun etkisi ile doğmuş bulunuyor. Tabiat içinde insana yarar coğrafya, toplum aracılığı ile tabiattan koparılmış, insan eliyle değiştirilerek benimsenmiş bir tabiat parçasıdır. Düne dek çekişme konusu olan bu gerçeği, toplum bilimi (sosyoloji) artık doktrin ürküntüleri dışında bir olay gibi pekiştirmiştir. İnsan coğrafyası da, toplumun herşeyi gibi, insan emeğinin ürünü durumundadır:

"İnsanın tabiat üzerine tepkisini burda özellikle kaydetmelidir. Monteskiyö, "Esprit des Lois" (Kanunların Ruhu) kitabında, "insanların uğraşmalan"na bir fasıl ayırıyordu. Buffon da yazısında şunu belirtiyordu, "Arzın tüm yüzü bugün insan güreşinin damgasını taşıyor."

"Bölge monografları aynı fikri çok daha açıklıkla ışığa çıkardılar. M. Demangeon bize diyor ki, "yalnız Seine departmanı değil, hemen bütün şimdiki peysaj insanların eseridir." Aynı coğrafyacı, La Piordie etüdünde yazıyor, "Sömürgelerimizin toprakları uzun bir intensive (koyulgun) tarım devresinden sonra girecekleri kılığa ne kadar az benzerlerse, ekincilerimizin terkettikleri toprakta ilk hasat vermiş toprağa o kadar benzer." Böylece bizim tabii saydığımız birçok peysaj l ar, tabiatın vermiş olduğundan çok daha fazlası ile insanın eseridir. Bugün bize bir çayırlar ve çimenler ülkesi gibi görünen Normandiya, söylendiğine göre tarla açılmış bir ormandır. Daha geniş olarak, Fransız kırlarında rastladığımız başlıca iki peysaj var: Birisi koca köyler olarak kümeleşmiş meskenleriyle açık peysaj l ar, ötekisi dağınık meskenli, bocager (koruluk) köyleridir; bunların ikisi de tarımcıl medeniyetin pek farklı iki tipine karşılık düşerler. Bunları, M. Marc Bloch o güzel "Les Caracteres Originaux de l, Histoire Rurale Française" (1931) (Fransız Kır Tarihinin Orijinal vasıfları kitabında tarif etmiş ve Henry Hubert "Les Celtes" (Keltler) üzerine yazdığı eserinde bunların menşelerini açıklamıştır. Kısacası, saf coğrafya bulacağımızı sandığımız yerde, bütün bir insancıl geçmiş, bütün bir tarih temeli keşfediyoruz.

"Frederic Rauh, "Etudes de Morale"inde kaydediyordu: "Önemli olan toprak değil, toprağı kullanan insan tekniğidir." M. Lucien Febvre daha başka türlü sonuç çıkaramıyor, şöyle yazıyor: "İnsan emeği, insan hesabı, insan hareketi, insanlığın durmak dinmeksizin med ve ceziri; ilk plânda toprak ve iklim değil, daima insan, "Geographie Humaine" (İnsancıl Coğrafya)nın, hele sosyoloji için, iyice ilgi çeker kavranışı bundandır." "İnsan, hiçte

29

azımsanamıyacak bir coğrafya yapısı (ajanı)dır." İnsancıl coğrafyanın başlıca konusu özellikle "bu, insanın tabiat üzerine yaptığı aksiyonu, etkiyi" etüd etmek olacaktır. Coğrafyanın bölgelerden istiyeceği şey, "şu (insan kümeleşmelerinin) evrimi içinde yerin payına düşeni öğrenmek değildir. Coğrafya şartlarının zamanlar akımınca ulusların kaderleri ve bizzat tarihleri üzerine yapabildiği etkiyi, tesiri öğrenmekte değildir. Ulusların, insan kümeleşmelerinin ve toplumlarının ortam üzerine yapabildikleri ve yapmış bulundukları aksiyonu belirlendirmekte kendisine yardım edilmesidir." (Febvre). Daha ötede şöyle denir: Toplum grupları, "ekonomik ihtiyaçlarıyla geniş ölçüde determine (belirlenmiş)dirler;... bizzat o ihtiyaçlar yoluyladır ki, insanın bu ihtiyaçlarını gidermek için insanların çabaları yoluyladır ki, önce gözümüz önünde insan toplumları üzerine coğrafyanın yaptığı derin tesir izahını bulur." (C.İ.S..S.178-179)

ANATOMİK DEĞİŞME - FİZYOLOJİK DEĞİŞME

Tabiat bütün canlılar üzerine etki yapar. Ama, tabiatın aynı etkisi hayvana doğrudan doğruya, insana toplum dolayısıyla tepki yaratır. Doğrudan doğruya etkiyi fizyoloji (görevbilimi) içindeki veraset olayı ile açıklıyabiliriz.

"Edinme (acquis) karakterler iki düzende olabilirler: Birileri bir arızadan ileri gelmedirler, bunlar intikal etmezler; ötekileri bir görevcil (fonetionelle) değişiklikten ileri gelirler, bunlar ırsîdirler. Bu bizi şu sonucu çıkarmaya götürür; İrsiyet, anatomik (teşrihi) değişikliklerin değil, görevcil (fonksiyonel) değişikliklerin intikaalidir.

"Edinme karakterlerin intikaalini inkâr edenler, daima Yahudi ırkı örneğini öne sürerler. İşte 3000 yıldan aşırı zamandır ki sünnet yapılır da, gene bakarsınız çocuklar bir prepüsle (kabuklu olarak) dünyaya gelirler. Tıpkı onun gibi, bazı köpeklerin kuyrukları ve kulakları kesildiği halde, yavrularının bu ekleri daima aynı derecede gelişkin olur.

"Tersine, bir görevcil bozukluğu göz önüne getirelim. Bu yönde Brown-Sequard'ın tecrübesinden daha öğreticisi olamaz. Kobayın siyatiği kesilir, hayvan sar'alı olurlar. Çiftleşti-rilir, doğan yavruları da sar'alı olur. Öyleyse bu vak'ada intikaal eden nedir? Sakatlanma mı? Hiç değil; yavruların siyatiği tamamile normaldir; ırsiyetçe pekiştirilen şey yalnız görevcil bozukluktur.

"Bir organın gelişimini görevi düzenlediğinden, intikaal eden görevcil değişikliklerin sonucunda anatomik değişiklikler yapabilmesi anlaşılır şeydir. Meselâ insanın, irsiyet yoluyla üstün bir zekâlı olabileceği anlaşılır; bu insan özel istidatlarla dünyaya gelecektir ve bu istidatlar onun beyin hücrelerinde daha belirgin bir gelişme kışkırtacaktır. Başka deyimle, beyin çok gelişkin olduğu için zekâ göze çarpıcı değildir; kişi üstün bir beyin görevleni-şi mirasına konduğu için, o göreve zemin (substratum) hizmetini gören merkezler ölçü aşırı gelişmişlerdir."

"Özet olarak, tohumcul (germinatif) plasma değişme eğginliği göstermeksizin çağları aşıp geçer; nev'in kişiliğini sağlar. Bedencil hücreler ise, tersine evrimin etkisine uğrarlar; dış âmillerin (etkisiyle) izlenimlenerek, kendi yanlarından tohumcul hücreler üzerine tepki gösterirler ve onları yeni bir yönde izlenimlendirirler. Bu sefer tohumcul hücreler ilksel tipi değişikliğe uğratırlar."

"Atacıl tipin muhafazası kanunu tohumcul hücre plasmasının bekası ile izah edilir;

"Evrim (tekâmül) kanunu, bedencil hücrelerin değişikliklere uğramaları ile izah edilir." (R.İ.M., s. 291-292)

Tabiat biliminin belirttiği diyalektik veraset kanununu buraya alışımız, aşırıca unutulmasın-dandır. İki zıt yönde işliyen kanuna göre, bütün canlılar için: Çevre şartlarının edindirdiği görev değişiklikleri, sonraki kuşaklara organ değişikliği şeklinde geçiş sentezini verir. Bir organ değişikliği, bir hayvanın nev'ini değiştirir. Tabiatın doğrudan doğruya etkisi altında pasifçe değişikliğe uğramak dediğimiz olay budur. Bütün hayvanlar ve bitkiler gibi insan da bu pasif değişiklikten payını almaz mı ? Alır. Öyle ise, insanı öteki hayvanlardan ayırt eden AKTİF uyuş nedir ? İnsanın, kendi bedeninde organ değişikliğine gitmeksizin tabiata karşı gösterebildiği tepkidir. Sosyolojinin belirttiği insancıl coğrafya, insanın çevresine aktif uyuş (etkili intibak) gösterdiğini ispat eder.

VAHŞET ÇOKTAN KALKMIŞTIR

İnsanın da öteki hayvanlar gibi pasif intibakla nev'i değiştirdiği bir çağ olmuştur, denilebilir. Bu çağ, bugünün değil, tarihöncesinin VAHŞET çağı veya PALEOLİTİK çağı olabilir. Fakat o insanlık devri çoktan geçmiştir.

Frazer şöyle yazar:

"Bugün vahşi, mutlak anlamda değil, ancak izafi anlamda ilkseldir. Menşeideki (oriji-

30

nal) insana, yâni sırf hayvancıl var oluş seviyesinin ilk defa üstüne çıkmak üzere yükseldiği zamanki insana nispetle o ilksel değildir. Olaya bakınca, ilk halindeki insana kıyaslanınca, bugünün en geri vahşisi büyük gelişimli ve yüksek kültürlü bir varlıktır." (C.İ.S., s.148)

M. Mauss şöyle yazar:

"İlkel (iptidai)lerden konuşuluyor. Bence yalnız paleolitik çağın tek kalıntıları olan Avusturalyalılar bu adı almaya lâyıktırlar. Bütün Amerika ve Polinezya toplumları Neolitik çağdadırlar ve tarımcıldırlar, evcil hayvanları vardır. Onun için bunları vahşilerle bir tek ve aynı plân üzerine dizelemek imkânsızdır." (C.İ.S., s. 149)

Vahşet çağı yüzbinlerce yıl öncelere çıkar. Aşağı Vahşet konağı sayılacak tip: Cavalı Dik-pitekantrop, Çinli Sinantrop, Avrupalı Heidelberg insanı ile Piltdown insanını içine alan Eoantrap (şafak-insan) yeryüzünden öylesine silinmiştir ki, bugünkü insan onu insan bile saymıyor. (Metafizik bilginler insanı, bugünkü tipiyle sanki gökten inmiş sayıyor, tarihliği yadırgıyor!). Avrupa'da Orta Vahşet konağı sayılacak Nesnderthal insanla, gene Avrupa'da Yukarı Vahşet konağı sayılacak iki zıt tipli Sapiens-insan da dölü tükenmiş "fosil insan" durumundadırlar. İnsanın geçirdiği bu nevi değişiklikleri, bugün yeryüzünden örneği silinmiş tipler olduklarına göre, pasif intibak hissini verebilir.

IRK: BARBAR TOPLUMUN ESERİDİR

Gerçekte insan, insan olalı aktif intibak göstermiş olmalıdır. Yarım ilâ bir milyon yıl içinde en aktif intibak bile büyük nev'i değişmeleriyle sonuçlanmamazlık edememiş görünüyor. Modern istatistikler birkaç on yıl içinde harp veya barış gibi sebeplerle, insan boylarının birkaç santim uzayıp kısaldığını buluyor. İlk Vahşet çağının 500 bin yıllık uzunluğu düşünülürse, Pitekantroptan Homo-Sapiens'e dek görülen tip değişmesi aktif insan, intibaklı bir varlık için bile kaçınılmaz sayılmalıdır.

Bu çekimserliklerden sonra, insanın neden aktif uyarlıkla pasif uyarlıklı hayvanlardan ayrıldığı kısaca göz önüne getirilebilir. Tabiat, hayvanların üstüne doğrudan doğruya etki yapar. Canlıların önce fizyolojilerinde bir değişme yaratır. İlk ataların bu fizyoloji değişiklikleri, sonraki döllere anatomi değişiklikleri biçiminde geçer. Yâni, yeni uzuvlar (organlar) doğurtur. Uzvu değişen hayvan, başka nev'i bir canlıya döner... Hiç değilse Homo-Sapiens (Us insanı) zamanından beri demek 40-50 bin yıldan beri, insan için böyle bir organ (uzuv) dolayısıyla nev'i değişmesi yok gibidir. Bugünkü olumlu bilim delilleri ile ispat etmiştir ki, ırk değişiklikleri diye o kadar çok demogojiye kapı açan farklar, hatta ham coğrafya etkisi bile olmayabilir. Ortaçağ başlangıcında Avrupa Cermen ve hele Lâtinlerine o denli korkunç gelen Hünlerin yüzleri, bugünkü zenci yüzleri gibi, Totem inancı ve teşkilâtı için yapılmış çentiklerle izah edilebilir. Demek, ırk ayırdında dahi, toplumun en az maddi sayılan etkileri, insana alıştırdığı görevler ve şartlarla, bambaşka ırk vasıfları verir.

Jean Bruhnes şöyle yazar:

"Şimdiki Besarabya, Ukrayna ve Polonya Yahudileri (gerçi hemen hemen bilmeksizin, çengel burunları, Levit denilen uzun kara redingotları, yüzün iki yanına düşen kıvrımlı kâhkülleriyle sahici Filistinli Semit İsraillilerin bedencil ve toplumcul çehrelerini, kıyafetlerini ve özel davranışlarını benimsemişlerse de) çoğunluklarıyla İslâvlardan ve Turanlılardan başka birşey değildirler. Bin yıl oluyor, kendileri Turanlı iken Yahudi olan, ve çağımızın dördüncü yüzyılından onuncu yüzyılına dek büyük Dnyeper İmparatorluğuna egemenlik etmiş bulunan Hazarların askeri ve siyasi etkisi altında Yudaizm dinine dönmüşlerdi! Şurası, insanı ne kadar şaşkına çevirirse de, gene itiraz götürmez olaydır: Krakova ve Varşova Yahudileri bize, Kudüslü Yahudilerin kendilerinden daha çok Yahudi görünürler !" "Bundan çıkarılan sonuç dupdurudur: "Irk" denilen şey bize aradığımız "toplumcul öz substrat sociale"i vermek şöyle dursun, tersine, genel olarak tasavvur edildiğinden çok daha geniş payı ile, bizzat ırkın kendisi toplumla yaşamının bir ürünüdür." (C.İ.S., s. 169)

AKTİF UYUŞ - PASİF UYUŞ

İnsanın aktif uyması, bütün etkilere karşı tek kişi olarak değil, tek başına olduğu zaman dahi, toplum aracılığı ve araçları ile tepki göstermesi anlamına gelir. Hayvan sürüyle yaşadığı zaman bile, tabiate ve herşeye karşı tek başına kalır, organları, uzuvları ile çarpışır. İnsan tabiata karşı öteki insanlarla işbirliği durumundadır, ve toplumun kendisine sağladığı aygıt ve metod'larla davranır. Yaşama savaşında, hayvanın bir nesil sonra vücudu değişir; insanın kuşaklar boyu vücudu aynı kalırken, tekniği (âletleri ve usulleri) değişir. Teknik değiştikçe, toplumun biçimi, canlı hayvanların nevileri gibi, kalıptan kalıba girer. Ama, nasıl bitki ve hayvan nevilerinin çokluğuna rağmen HAYAT birtekse, tıpkı öyle doğmuş batmış medeniyet çeşitlerinin çokluğuna rağmen TOPLUM bir tektir.

Pasif bir uyuşta çevre ŞARTI da, görev değişimi SEBEBİ de tabîdir.

31

Tarihin gidişinde, tabiat ŞART, cemiyet (toplum) SEBEP rolünü oynar. Tekniğin gelişiminde tabiat şartları, ancak toplum sebepleri ile bir araya gelirse yeni bir senteze varıp, insanlığı ilerletir. Tabiata hayvanın pasifçe, insanın aktifçe uyması bu anlamdadır. Gerçekte aktif olan tek ikisi değil, o kişiyi aygıt, metod, gelenek, görenek,dil, düşünceyle cihazlandırmış o-lan toplumdur. İnsan, tabiatı toplum sayesinde değiştirerek ona uyar. Canlılar, ancak yüz milyonlarca yıl yığılan leşleri ile tabiatta değişim yaparlar. Yalnız insandır ki, bir veya birkaç kuşakta, toplum manivelâsına dayanarak dünyayı kaldırır ve kendisine yararlı biçime sokar. Onun için peysaj, tabiatın değil insan toplumunun yaratığıdır. Toplum yaşamasında rol oynayan tabiat, ancak toplumun aygıt ve metodları için erişilebilir olan tabiattır. İnsana doğrudan doğruya etki yapan coğrafya: İşlenmiş, değiştirilmiş, topluma mal edilmiş tabiat parçasıdır.

Irak'ta ilk uygarlığı Sümerler kurdu. Sümer oymakları Fırat-Dicle balçıkları üzerine geldikleri vakit, tarım işini başarabilecek bir toplum düzeyine erişmemiş olsalardı, kendilerinden önce gelmiş geçmiş nice göçebeler gibi geçer giderlerdi. İlk Sümerlerin yerleşik yaşadıkları yerler ise, tabiatın verdiği hazır toprak değil, Sümerlerin kendi elleri ve emekleri ile yarattıkları yer oldu.

(Sümer ülkesi) ilktarihcil zamanlarda yaratıcı merkez oldu, tarih öncesi devrinin sonunda yazının beşiği oldu. Bu yaratıcılar ve icatçılar Sümerler idiyseler, kendilerinden önce gelmiş olupta, el-Obeyd çağında bizzat Sümer ülkesini"yaratmış" olanlara ön-sümerler adı verilebilir.

"İbrani Genese (Tekevvün: Oluş efsanesi)nin yankıladığı Sümer geleneğinde; yaradış toprağı sudan ayırmaktan ibaretti. Başka deyimle, biçimleşme durumunda bulunan Fırat ve Dicle deltasının kurutulması demekti. Bu yaratış emeği el-Obeyd devrinde başlamış olmak gerekir. Zira ön-sümerler daha önceden hububat ekiyorlardı bile: Hububat ise, ne bir sazlı bataklıkta, ne de sulama yapılmamış bir çölde bitemezdi. İnsanlar Erech'te, üzerinde yaşadıkları yeri yarattılar. Mesken arsası ile bataklığın dibi orasına hakiki platformlar sıralanmıştı: Bunlar, muntazam tabakalar halinde haçvâri dizilmiş ve ayak ile çiğnenmiş kamışlardan yapılmaydılar. Erech, IV. Bericht, Abhand, Preuss. Akad Wissen. phil. Hist., (Kl,1932, 2) Sümerler belki ekime elverişli adaları kulubeleri ile doldurmamak için, bu yapma yeri kendilerine çamurlu bataklığın üstüne kurmuşlardı." (Ch. OP., s.129)

Demek insanın tabiat etkisi altına girebilmek için bile, önce toplumun tabiat üzerine aktif etki yapabilecek araç ve yol (vasıta ve usul)lari bulmuş bulunması gerektir. Bulamamışsa ne insan tabiata etki yapabilir, ne de dolayısı ile tabiatın toplumu değiştirip geliştirecek bir etki yapması elverir. Bunun tersini düşünmek (Tarihi sırf coğrafya ile nitelendirmeğe kalkışmak), insanı pasif hayvan yerine koymak olur.

İnsanın işlediği ve faydalanabildiği tabiat, toplum tekniği ile teşkilâtının seviyesine göre değişir. İnsanlar ancak toplumcul teknik ve metodik seviyelerinin elverdiği tabiat parçası üzerinde sürekli münasebetler kurabilirler Avcı oymaklar için orman yaşanılacak uçmak yerdir. Van gölü çevrelerini bırakıp Irak çöllerinde medenileşmiye inen Semitler, kutsal kitaplarında Van gölü çevresinin ağaçlıklarını ve orada geçen kardeşçeeşit kandaşlık yaşayışlarını yakıcı hasretle CENNET'leştirdiler. Tarım çağında ise, demir baltayla ormanın kökü kazınmadıkça tarla açılamadı.

TABİATLA TOPLUMUN KARŞILIKLI ETKİLERİ

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, tabiatla toplum arasındaki etki tepki ancak bir arada ele alınırsa anlaşılabilir. Ancak o zaman tabiatla toplum arasındaki olağanüstü diyalektik karşılıklı se-bep-netice münasebeti açıkça görülebilir. Tabiat, insana engel çıkardığı zaman da, kolaylık gösterdiği zaman da aynı tabiattır. Toplumun ondan faydalanması, tabiatı (moda deyimi ile) "değer-lendirme"si, kendi gelişim basamağına bağlıdır. Neanderthal insan, buzulların saldırısına uğra-masa, ılık açık havayı bırakıp, ayıları çıkardığı inlerde yaşamaya başlamazdı. Ama, toplum daha önce ateşi iyice kullanmayı öğrenmemiş olsaydı, Neanderthal insan da buzullar Avrupa'sında tutunamaz, Eeontropus (şafak-insan) gibi yeryüzünden silinip gidebilirdi. Gerçekten vahşet çağı böyle oldu.

Barbarlık (Neolitik) çağda, çobanlıkla geçinen oymaklar için toprak mülkiyeti gibi, toprak vatanı da yoktu. Öz Türkçe'de: "Yurt" sözcüğü "Çadır" demekti. Savaşlar ülkeler ele geçirmek için değil, çok defa talan için yapılırdı. Çobanlık başlıca geçim yordamı kaldıkça, en ufak bir sıkışma, en büyük ulus yığınlarını bir ülkeyi bırakıp ötekine kolayca geçmeye götürüyordu. Anadolu'da Pelaj'ları Tras'lar, Tras'ları Grek'ler kovaladı durdu. Cimmeryen'lerle Skit'ler, yeri yurdu bilinmez ecinni taifeleri kadar oynakça "yurt" değiştirebiliyorlardı. Roma medeniyeti göçerken Hünler ö-nünde Gotlar ve bütün öteki göçmen uluslar kısa zamanda dünyayı bir uçtan ötekine arşınlayı veriyorlardı. Kayıhan Türkleri çobanlıkla geçindikleri sıra, Moğol baskısı altında Orta Asyâ'dan Anadolu'ya dek, bir daha geri dönmemecesine kaçıştılar. "Yurt"ları taşıdıkları çadır ve otağları idi. Bü-

32

tün bu göçebeler, geçimlerini tarımla sağlamaya başladıkları zaman, yerleştiler. Yurtları çadır yerine toprak oldu. Savaş, toprağı savunmak, arazi fethetmek için yapıldı. Toprak mülk ve yurt oldu.

Medeniyet binlerce yıl Yakındoğu topraklarında bocaladı. Okyanuslar yeryüzünün bitimi a-şılmaz öteki dünya engini sayıldı. Uzak doğu'dan ilk Neolitik insanlar, Uzak Batı'dan Norman barbarlar boyuna Amerika'ya gittikleri halde, Eski Dünya, Yeni Dünya'nın var olduğunu dahi bilemedi. Kolomb'un gemisi San Salvador'a ulaştığı gün, Amerika Hint sayıldı. Engine açılan araçlar okyanusları kesin olarak yenince, Amerika "keşf edildi. Batı Avrupâ'da sermayenin birikişi kapitalizme, modern Avrupa medeniyetine geçişi hızlandırdı. Amerika diye bir coğrafya parçası var oldu.

Tabiatla insan toplumu, birbirlerinin hem sebebi, hem neticesi olan, gâh dostça (olumlu yönde), gâh düşmanca (olumsuz yönde) karşılıklı etki-tepki gösterdiler. Bu gerçeğin en göze çarpan gösterileri, insanlığın bir tarihöncesinde (Yeni Dünyada) ve bir de tarihte (Eski Dünyada) yaptığı iki büyük geçiş sırasında bulunur.

TARİHÖNCESİNDE: YENİ-DÜNYA DURDU

Amerika karakesimi, Eski Dünya'dan (Asya-Avrupa- Afrika'dan) ayrı, uzak, habersiz, kendi başına kaldığı sürece, Orta Barbarlık konağından öteye geçemedi. Eski Dünya'da insanlık Yukarı Barbarlığa, oradan medeniyete, medeniyetin antika tarihi kaplayan basit Bezirgân ekonomisi temeli üzerinde uzun ve nöbet nöbet Tarihcil Devrimler çağından sonra, modern kapitalizm çağına yükseldi. Amerika bu tekâmül basamaklarından hiçbirisini atlayamadı.

İnkalar, Aztekler gibi yerli Amerika toplumları, bir çeşit Hiyeroğlifi andıran yazıya doğru gelişmiş görülüyorlar. Yalnız bu gelişmelerde dikkati çekmesi gereken bir yan var: O gelişmeler Ye-ni-Dünyâ'nın hep Pasifik kıyılarına bakan yüksek yaylâlarda belirirler. Sonraları daha doğudaki kara içlerine doğru yayılıp işlemiş olsalar bile, hep batı kıyılarından gelmedirler. O toplumların bu durumları, kendileri ile Pasifik Okyanusu öteleri arasında bir münasebet bulunabileceğini hatıra getirir. Bu yüzden onlar, yerli ve başlıbaşına gelişmiş kültürler sayılamaz. Eldeki son belgeler, ("tarihin başlayışı" sırasında göreceğiz.) Uzakdoğu'dan Batı Amerika kıyılarına gelinmiş bulunduğunu sezdirmişlerdir. Ancak dışarıdan sızma uygarlık unsurları bile, geldikleri Amerikan coğrafyasından destek bulamamış görünürler. Onun için, Amerikâ'da gelişeceklerine, söz yerinde ise dumurlaştılar kütleştiler denilebilir. Geniş Amerika karakesimlerinin insanlığı, uygarlık şöyle dursun, Yukarı Barbarlık konağına bile çıkamadılar. Neden?

Çünkü,Orta Barbarlıktan Yukarı Barbarlığa yükseliş ancak SÜRÜ manivelâsı ile elverdi. Amerika'da ise sürü hayvanları yoktu. Koyun, keçi, sığır, beygir cinsleri "Eski-Dünya'nın varlıklarıydılar. Sürüye yer vermeyen coğrafya içinde kalan Amerikalı insan, Avcılıktan ileri bir üretim şartını bulamadı. Dolayısıyla da, Amerika'nın yerli toplumları, belki Uzakdoğu'dan sıçramış medeniyet elemanlarını bile, Akdeniz kolonileri gibi geliştiremedi, tersine Orta Barbarlık seviyesi çevresinde dondurabildi. Yukarı Barbarlık manivelâsını Amerika ŞART'ları içinde bulamayan insanlık, Orta Barbarlık SEBEP'leriyle uygarlığa sıçrayamadı.

TARİHTE ESKİ-DÜNYA YÜRÜDÜ

"Eski-Dünya" dediğimiz Asya-Afrika karakesiminde evcilleştirilebilir sürü hayvanları boldu. Sürünün getirdiği toplum zenginliği ve kişiliğin gelişimi, elverişli bölgelerde Yukarı Barbarlık Tarım üretimini, medeniyetin canlı hücreleri durumuna girecek Kent'leri ve bir çeşit KENTLEŞME demek olan uygarlığı ardarda gerektirdi. Ama, bütün Kadîm uygarlıklar, Asya-Afrika bölgeleri içinde kaldıkları sürece, belli bir üretim yordamından ileriye geçemediler. Bu üretim yordamı teksözle BEZİRGAN EKONOMİ'nin ilkel biçimi idi. Bu ekonomi bir sınıra dek gelişince, üretim temeli olan toprak ekonomisini içinden çıkılmaz bir kargaşalığa sokup geriletmeye kadar varıyordu. Bu çıkmaza girilince, çevre barbarların akınları, çürüyen ve insanlığın ileri gidişini engelleyen eski uygarlığı yıkıyorlardı. Fakat, yeniden doğan medeniyetler, gene aynı Bezirgân temeller üzerine dayanıyordu. Aynı çıkmaz, tekrar gelip çatıyordu. O yüzden, üstünkörü bakanlar için "tarih bir tekerrürdür" düşüncesi, neredeyse, tarihin ilerleyişini yok saymaya dek vardı.

Asya-Afrika uygarlıkları Avrupa'ya geçti. Yunan-Roma Akdeniz uygarlıkları tarihi "tekerrür" ettirmekten kurtaramadılar. Ancak medeniyet Avrupa'nın batı ucuna değdiği zaman, insanlık Ortaçağ'dan modern KAPİTALİZME atlıyabildi. O yüzden kapitalist uygarlığa, dar anlamıyla "AVRUPA medeniyeti" adı takıldı.

Burada Bezirgân uygarlığını, geniş yeniden üretim düzeni olan kapitalist uygarlığına atlatan coğrafya ŞART'ları nelerdir ? İnsanlık Çin ülkesinden Atlas kıyılarına dek bütün yeryüzünü uygarlık bağlantılarına açmıştı. Bu büyük KEMMİYET BİRİKİŞİ, Batı Avrupa'da ansızın, kimseye sezdirmeden yeni bir KEYFİYET'e sıçradı. Modern anlamda "Doğu Hint Kumpanyası" biçimiyle, o çağa dek görülmemiş bir büyük sermaye birikişini, başka birçok (Avrupa'da Norman akınları,

33

Akdeniz'de Osmanlı akınları gibi) sosyal, tarihcil, siyasal ve ilh. sebeplerle, kaçınılmaz kıldı. Ayrıca, Batı Avrupa ucunun coğrafya ŞART'ları da böyle modern sermaye birikimi için ideal elverişlilikte bir KEYFİYET taşıyordu. Bu keyfiyetin başında; "Estuaire" denilen deltasız ırmak ağızları gelir. Bu ırmak ağızları, en büyük deniz taşıtlarının ırmak yolu ile karaların en derin içlerine dek ticareti sokabildi ve sermayeyi büyük emniyet altına aldı. Atlas Okyanusu, çok aşırı med ve cezirle-riyle, kendisine dökülen ırmakların ağızlarında delta biçimlerini silip süpürüyordu. Modern sermaye birikişini ilk temsil eden Doğu Hin Kumpanyaları, Ren ve Taymiz estüerlerinde belirdiler.

Elbet, yalnız başına Çin ile Atlas kıyıları arasında gidip gelmeler, hele Atlas Okyanusunun estüerleri, hiçbir toplumu kendiliğinden kapitalist uygarlığa geçirmiye yetemezdi. Avrupa'ya evel ezel ilk insanlar Orta Asya ve Çin'den gelmiş görünürler. 250 bin yıl öncelerine çıkan Sinantrop'ların Pekin'den kalkıp Avrupa'ya Heidelberg insanı biçiminde geldiği olmayacak şey değildir.100 bin yıl önceki Avrupalı Orta Vahşi Neanderthal insanla, Yukarı Vahşi Grimaldi insanın ise, Asya'dan Avrupa'ya geldikleri, artık bilimce belgelenmiş sayılabilir. Hepsi bir yana, tarih içinde Hunlar, Çin ile Fransa arasında mekik dokumuş akıncılar oldular. Bütün bu münasebetler, hiçbir zaman Orta Barbarların bir sıçrayışta kapitalizme varmalarına elvermedi. Batıda kapitalizmin doğması için, toplumun önce orada prekapitalist (sermayedar-öncesi) basamağa varması, Yakındoğu ve Akdeniz'de 6 bin yıllık bir medeniyet fonunun yığılmış bulunması gibi toplumcul ve tarihcil başka pek çok maddi mânevi SEBEP'lerin gelişmesi gerekmiştir. Batı uygarlığından önce Batı-uc ile Doğu-uc arasında tarihin en ulu ve geniş medeniyet köprüsünü önce İslâmlık kurmuştur. İslâm uygarlığının "BURUŞUM" (plissement) dağ silsilelerinden en sonuncusu Osmanlılık, ansızın Avrupa'da gelişmiş Ortaçağ bezirgânı prekapitalist ve taze insan malzemeli topluma, buzulların saldırması gibi yaman ve kesinlikle Akdeniz ve Yakındoğu'nun gelenekcil ticaret yollarını tıkamıştır. O zaman, ateşi bulmuş Neanderthal insanın son dördüncü buzullar baskınında yok olacağına mağaralarda yeni bir yaşayış çağı açabilmesi için zaruretlerle, Batı Avrupa ön sermayecileri, UZAK-DIŞ TİCARET için Hint yollarını aramaya çıkmış ve Amerika'yı Hindistan niyetine keşfedip, ön-kapitalist karakterde sırf bezirgân sermayeyi modern ilerici kapitalizm münasebetlerine yöneltip geliştirebilmiştir.

YAKIN-DOĞU İNSANLIĞI

Toplumun sırf coğrafya kanunları ile güdüldüğü sanısı ne kadar metafizik ve asosyal bir kuruntu ise, coğrafyayı toplumcul ekonominin ŞARTI gibi ele almamakta en az o kadar skolâstik bir yanılma olur.

Coğrafya üretici güçlerin dışarsından çevreleyip şartlandırdığı toplum üzerine nasıl kesin etki yaptığı "Eski dünya" gelişimi ile "Yeni dünya" gelişimi arasındaki farktan belli olur.

Klâsik tarih, Yakındoğu'daki toplum gelişimini basit bir yayla olayına bağlar: "Katerner (dördüncü) yeryüzü çağının başlangıcından beri, yalnız kuzey Afrika ile güney Ön-Asya'da fizik şartları insanın çabuk ilerlemesine elveriyordu. Paleolitik (Eskitaş çağı) sanayi izlerine bilhassa Lübnan ve Suriye'de rastlanıyor. Bu bölgelere yerleşen insan yavaş yavaş ateş, süs, elbise kullanmayı becerdi, taş yontmayı, sonra cilâlamayı, en sonunda da toprak vazolar ve madeni silâhlar yapmayı öğrendi.

"Bununla birlikte Suriye kültür ocağı olma bakımından, Mısır'ın aşağısında kalır.

"Fakat iklim şartları değişti. Yükseklikler kurudu. Büyük ırmak vâdileri şekillendi. İnsan daha çeşitli, daha bol zenginlik kaynakları buldu. O zaman Libya'da oturanlar Nil'e doğru indiler. Suriyedekilerden kimileri daha barınabilir kısımlarda oturdular, kimileri ise, Fırat vâdisini takip ederek, Acem körfezi zararına teşekkül eden milli ova içinde yerleşmeye gittiler. Ve orada başka ırktan kimselere, İran yaylasının batı sathımâilleri yoluyla kimbilir nereden gelmiş bulunan Sümerlilere rastladılar. Onların işbirliğinden, dördüncü bin yılda daha sonra Bâbil adını alacak olan Sümer-Akkad medeniyeti doğdu." (M.P.: H.G. desP.C.1 s, 13)

Kırk yıl önce tarihin başlangıcı böyle görülüyordu. 20 yıl sonra o iklim değişikliği Avrupa buzulları kalkınca, Atlantikten Afrika kuzeyini aşarak tâ İndüs ırmağına dek giden yağmur dolu siklonların, buzullar çekilince, yolunu değiştirerek Avrupa üzerine geçmesiyle izah olundu.

AFRİKA-ASYA COĞRAFYASI

Edinbourgh Üniversitesi Öntarih ve Arkeoloji profesörü V. Gordan Childe, hangisinin daha önce geldiğini kestirmekten çekine çekine başlıca 3 "hakiki medeniyet" merkezi seçer: Mısır, I-rak, Hint.

"Bunlar 25. ile 35 derece paraleller arasına yerleştirilir. Bu bölgeler, şimdiki dünyada, en sıcak ve en kuru iklim mıntıkasını teşkil eder." "Mısır, Sümer ve Pencap, az çok sürekli ve tabiatça belirli ârızalarla (engellerle) aralanmış (fâsılalanmış) bir çöl yaylasını yarıp ge-

34

çen büyük ırmakların vâdileri içinde yayılırlar." (Ch. OP, s. 33). "Hint okyanusu bu mıntıkanın güney sınırını teşkil eder. Bu bölge İndus ötesinde yeniden (güney Arabistan ve Habeşistan'da olduğu gibi) Mossunlar (Mevsim yelleri) ormanı ile temasa geçer" (Keza) Kuzey yönünde "fizyografice (Balkanlar) silsilesi bir iç denizden (Akdenizden) daha net sınır çizisi verir. Böyle Anadolu masifi (yığındağları), Kafkas, Elburuz, sonra Hindikuş ve Himalâyalar içindeki aynı buruşum çizileri (Yerburuşumları) mıntıkamızın kuzey sınırını teşkil ederler." "Bu bölgenin, hiç değilse Atlantik ile Dicle arasında yerleşmiş birliğini, topyekün belirtmek için genel olarak AFRAZİ termini kullanmayı hakla çıkarmaya elverişlidir." (Keza, s. 34)

"Şimdiki durumda bütün bu bölge yaman bir yağmur yetersizliğinden muztariptir. Bu hal, büyük ırmakları tefcir eden sulama kanalları şebekesi dışında kalan o yerleri pratikte oturulamaz kılar. Kuzey ve merkez Avrupa'yı sulayan Atlantik siklonları Akdenize yazın u-laşır. Sahara'ya (Afrika çölüne) asla varamazlar. Aynı kış yağmurları Irak'a, İran yaylasına ve hatta İndus vâdisine erişir. Ama, yüksek Filistin ve Suriye yaylalarından geçerken öylesine seyrekleşirler ki, daracık bir kuzey Suriye şeriti dışında, yağışları yetersiz olur. Bizzat İran'ın merkezinde yükselen yayla, bilfarz çöllerden ibarettir.

"Bundan başka, bir sıra karışık sebepler, Mossun yağmurlarının İndus havzasına yağışına engel olur, bu yüzden orası da batının siklonlu yağmurlarıyla yetinmek zorunda kalır." (Antiquity, IV, s. 327 vs.)

Fakat, Afrazi kesimi "şimdi" böyledir. Medeniyet yeryüzünde doğmadan önceleri durum tam tersineydi:

"Tarihimizin başladığı çağda Kuzey Avrupa Harz'a dek buzlarla kaplı, Alpler ile Prineler büyük buzullarla taçlı bulunurken, büyük kuzey kutbunun (Arktiğin) basıncı Atlantik boralarını güneye yöneltiyordu. (Q. I. Met. Soc., Londra, XLVII de Brooks), tarih öncesinin çeşitli safhalarında boraların farazi yolunu gösteren levhalar verir. (Keza, bakıla: The Evolution of Climate, 2. Baskı, 1934, s. 278). Bugün merkez Avrupayı yarıp geçen kasırgalar (siklonlar), o zaman Akdeniz ve Kuzey Sahara üzerinden aşarak ve Lübnan geçidinde zü-ğürtleşmeksizin Irak ve Arabistanı aşıyor, İrana ve Hinde dek varıyordu. Çorak Sahara düzenli yağmurlar alıyordu. Ve ne kadar çok doğuya gidilirse o kadar daha ziyade, sağanaklar yalnız bugünkünden bol olmakla kalmıyorlar, yıl boyunca da üleşik bulunuyorlardı. İran yaylası üzerinde geniş buzulları beslemeye yetersiz olan yağışlar, bugün tuz çölü olan büyük çöküntüleri dolduruyor, iklimin çetinliğini muted i l eştirmeye yetecek az derin, küçük iç denizler meydana getiriyordu."

"Demek, Kuzey Afrika'da, Arabistan'da, İran'da ve İndüs vadisinde, otlaklara, savan (ağaçsız bol otlaklara) rastladığımız zaman, Avrupa'nın en büyük kısmı üzerlerinde loess (tabakasız ve fosilsiz mil) teşkil edecek tozun yığıldığı, yellerin süpürdüğü tundra (yosunlu kutup çayırları) ve steplerden ibaretti."

"Hiç değilse Sahara'nın kuzeyi Akdeniz yağmurlarından faydalanıyordu... Bu bölgenin bereketli çayırları ve gene güney Asya çayırları elbet Avrupa'nın buzlu stepleri kadar sık bir nüfusu barındırıyordu. Ve bu elverişli, kamçılayıcı ortamda insanın buzlu kuzeyde olduğundan daha çabuklukla ilerlemeye doğru tekâmül edeceğini farzetmek akla yakın gelir." (Ch. O.P., s. 35-36)

YENİ DÜNYA: ESKİ DÜNYA

Bu izah, Çin bir yana bırakılırsa, Mısır, Irak, İndüs medeniyetlerinden her üçünün de bu Afrazi bölgesinde doğduklarıyla doğrulanır. Yalnız, medeniyetlerin ilk beşikleri göz önünde tutulunca, şu olay ortaya çıkar; Medeniyetler Afrazi bölgesinin gelişi güzel herhangi semtlerinde değil, bilhassa ve doğrudan doğruya büyük ırmak boylarında doğmuşlardır. Siklonlar mekanizması, Afrazi bölgesinin insanlarını cilâlı taş (neolotik) çağına dek getirmiştir. Fakat ondan yukarıya, medeniyete geçiş için ırmakların coğrafya üretici güçleri kesin rol oynamıştır. Bu ırmaklar asıl medeniyetlere kaynak oldukları yerlerde, büyük Sübtropikal (Tropikalimsi, Yakıcımsı iklim) ulu ırmaklarıdır. Eski dünyada Sübtropikal ulu ırmakların hepsi de, kendilerine göre birer orijinal medeniyet doğurmuşlardır. Doğurdukları medeniyetler o kadar birbirlerine benzerler ki, onları, daha sonraki orijinal medeniyetlerden ayırmak için Bitkicil yahut Irmakcıl medeniyetler diye adlandırmak gerekir.

Yeni dünyadan Avustralya ırmaksız gibidir. Amerika'da iki ulu ırmak var: Güneyde yeryüzünün en geniş ırmağı Amazon, Kuzeyde dünyanın en uzun ırmağı Misisipi. Fakat bu iki ırmakta, Eski dünyadaki eşleri gibi bitkicil büyük ziraat medeniyetlerine beşik olmadılar. Neden?

Çünkü Amazon Sübtropikal değil, hatta sadece tropikal bile değil, sanki düpedüz Ekvator (hattıüstüva) üzerine çizilmiş akan bir ırmaktır. Bu ırmak boyunda sıcak her mevsim 25 derecenin

35

altına düşmez. Mevsimin ne demek olduğu bilinmez. Yağmur boldur. Yılda ortalama bir buçuk metre, çok defa 3 ilâ 4 metre yağar. Yağdığı yerde kalsa adam boğar. Bu sıcak ve su banyosu i-çinde bitkiler bereketten çıldırır. Tarla açmak için temizlenmesi gereken ormanlara "balta girmez". Eski dünyada da Tropikal iklim medeniyet yaratamamıştır. Mısır'la o kadar kapı komşu olan Habeşistan, Mısır olamamıştır.

Nitekim Kristof Kolomb'un ilk vardığı Antil adaları, 23 ile 27 paraleller arasındaki Tropikal iklimli Cennet gibi yerlerdi. Fakat orada yaşayan Arvaklar, pek geri teşkilâtlıydılar. Cilâlı taş işinde bile baltadan çok güzel işlenmiş mücevher ve gerdanlık yapıyorlardı. Teknik seviyeleri düşük, ilkel, züğürt sâkin balıkçılardı.

Amerika yerlilerinin en ileri toplulukları; Meksika'da Aztekler, Bolivya ve Arjantin'de Liyagitler, Peru ve Bolivya'da İnkalar, Guatemala'da Maya Kişelerdir. Bunlar da Tropikal paraleller arasındadırlar. Ama, hepsi yayla insanlarıdır. Tropikal yaylalar ise yakıcı değildirler.

Amerika'nın Misisipi ulu ırmağı sübtropikal topraklarda akar. 300 kilometre tutan deltasıyla denizden her yıl 100 metre yer kazanan ve dünyanın en geniş vadisini yaratmış bulunan "Irmakların babası" Misisipi, ana Nil arkadaşı kadar medeniyet geliştirici olamadı. Çömlekçilik ile birlikte insanlık bütün dünyada Yukarı Vahşet konağından (Paleolitik: Eskitaş çağından), Aşağı Barbarlık konağına (Neolitik: Yenitaş çağı başlangıcına) geçti. Fakat bu Morgan'ın Aşağı Barbarlık konağı, Amerika yerlileri için aşılamaz bir sınır olarak kaldı.

Bunun sebebi de gene coğrafya üretici güçlerinin determinizmidir.

Amerika'nın en ileri yerli ulusu İnkalar idaresindeki Kişualardır. Kişuaların üstünlükleri, Güney Amerika'nın Peru ve Bolivya dağlarında az çok evcilleştirilebilecek Lama adlı hayvancağızın bulunmasından ileri gelir. Amerika'da Kişualardan sonra gelen ikinci derece ileri ulus Meksikalı Azteklerdir. Onlar dokuma için ancak kuş tüyünden faydalanabildiler. Tüyden pek ince, süslü, mozayikler yaptılar. Ama, dokuma sanayii sayılabilecek bir üretim dalı yaratamadılar.

İşte Amerika'nın kendi başına kaldıkça Aşağı Barbarlık konağından yukarı çıkamayışının tezatlı engeli bu coğrafya özelliğine dayanır. Güney Amerika'nın İnkalarında, sürü teşekkülüne elverişli olmamakla birlikte, hiç değilse Lama gibi evcilleştirilecek bir yük hayvanı vardır. Ama Güney Amerika'da Amazon tropikalimsi ırmak değildir. Kuzey Amerika'da dev gibi Tropikalimsi Misisipi ırmağı vardır; ama Meksikalı Azteklerde sürü olacak koyun, sığır değil yük taşıyan bir Lamacık bile yoktur.

Asya'da, Koyun, keçi, domuz gibi sürü olacak hayvanlar boldu. O sayede insanlık sürüyü keşfederek göçebe çobanlık ekonomisiyle önce Orta Barbarlık konağına, sonra davar yemi tedarik ederken ziraati keşf ederek kentler kurma yoluyla Yukarı Barbarlık konağına, en sonunda da, ziraatla sanayinin işbölümleri geliştikçe ortaya çıkan aracı, alışverişçi bezirgân sınıfla medeniyet çağına basamak basamak yükseldi. Amerika'da sürü hayvanları bulunmayınca, Göçebe Çobanlığın Orta Barbarlık konağı basamağına çıkılamadı. Dolayısıyla Ziraatın geliştiği Kentli Yukarı Barbarlık konağı basamağı hiç gerçekleşemezdi. Bu iki sosyal gelişim basamağı bulunmadıkça ise, medeniyete erişilemedi.

COĞRAFYA-TOPLUM MÜNASEBETLERİ

Tarihin ve toplumun tayin edici temeli diye baktığımız ekonomi münasebetleri adıyla demek istediğimiz şey, belirli (muayyen) bir toplumda insanların geçimlerini üretiş tarzları, ürünlerini (iş-bölümü bulunduğu ölçüde) mübadele ediş tarzlarıdır. Demek bu münasebet içine bütün üretim tekniği ile taşıt tekniği girer. Bizim kavrayışımıza göre, bu teknik ürünlerin mübadele ve tevzi tarzını da, dolayısıyle, Kandaş toplumun eriyişinden sonraları, sınıf bölümünü de, gene dolayısı ile Devleti, siyaseti, hukuku ve ilh.'ı da tayin eder, belirlendirir. Ondan başka, ekonomi münasebetleri içine, o münasebetlerin üzerinde aktıkları coğrafya temeli de girer; çok defa yalnız gelenek gereğiyle veya visinertiae (atâlet hassasiyle) korunulan daha önceki gelişim basamaklarının gerçekten kalagelmiş izleri de girer, ve elbet o toplum biçimini dışarıdan çevreleyen ortam, çevre de girer. Bütün idrostatik (akıcıların dengeleşmesi kanunları) (Toriçelli vs.) 16. ve 17. asırlar kalyasında dağ sellerinin dü-zenlendirilmesi ihtiyacından çıktı." (F.E.: Heinz Starkenburg'a Londrâ dan yazılmış 25 Ocak 1894 günlü mektup).

Toptan insanlığın başından geçmiş olayların bütününü tabiatla münasebetine göre göz önüne getirirsek, iki büyük bölüme ayırırız:

1- Tarihöncesinde insan toplumu tabiatta İKLİM'e uymuştur.

2-Tarihte insan toplumu tabiatta TOPRAK'a uymuştur. Bu uyuş (intibak)ları şöyle özetliyebiliriz:

ÖN-TARİHTE: Toplumun gelişimi tabiatın iklim değişikliklerine uyarak değişti. Başlıca iki büyük çağ geçirdi: 1) Vahşet (Paleolitik) Çağı, 2) Barbarlık (Neolitik) Çağı.

36

1- Vahşet Çağı: Deyince, bugün "yahşiler" diye adlandırılmış insan kümeleri aklımıza gelmemeli. Onun için o ilk insanlık çağına İlk Vahşet ve Gerçek Vahşet çağı adını vermek daha doğru olur.

İlk vahşet çağında iklimin insan üzerine etkisi doğrudan doğruya denecek yamanlıkta ve kesinliktedir. Onun için iklim değişmeleri insanın NEVİ'lerini değiştirir; Cavalı Dik-Pitekantrop, Pe-kinli-Sinantrop, Heidelberg-insanı, Piltdown-insanı, (Şafak-insan=Eoantropus), Neanderthal insan, Us-insanı (Home sapiens; Grimaldi, Kromanyon tipleri) gibi.

İlk vahşet çağı çok uzun, en az 500 bin yıI sürer. İnsanlık bu çağda tabiata pasif uyuştan kurtulup aktif uyuşa doğru geçer.

2 - Barbarlık Çağı: Vahşet çağına nispetle çok kısa, ancak 50 bin yıl kadar sürer. Burada insan tabiata karşı büsbütün aktif uyuş gösterir. İklime karşı bağlılık daha kıvraklasın Neolitik Barbarlar, yeryüzünü oynak atılışlarla yeniden fethederler. Öylesine ki, barbarlıktan üstün bir düzen olan medeniyet bile onu bütün en büyük çağı boyunca düzen olarak bile hiç yenememiş, insan bakımından ise, tersine medeniyet ancak barbar aşısı ile yok olmaktan kurtulabilmiştir.

Barbarlık çağında iklimin insan üzerine etkisi pek dolayısıyla olmuştur. Onun için iklim değişiklikleri ancak toplum kanalından IRK denilen tipleri yaratabilmiştir.

TARİHTE: Toplum gelişimi YER veya TOPRAK değişikliklerine uyarak değişir. Başlıca iki büyük çağ geçirir:1 ) Tarihcil Devrimler Çağı (Bezirgânlık Çağı), 2) Toplumcul Devrimler Çağı (Kapitalizm Çağı).

1- Tarihcil Devrimler Çağı: Öntarihin vahşet çağı gibi nispeten çok uzun: (5-6 bin yıl) sürer. Bu çağda toprağın insan üzerine etkisi doğrudan doğruya denecek kadar yaman ve kesindir. Medeniyetin üretim temeli TARIM'dır; hemen bütün ekonomi ve politika Toprak-Yer çevresinde döner. Medeniyet, filiz verdiği yerden bir bitki gibi ayrılamaz, ancak dal budak salar ve oracıkta ölür. Toprak ekonomisi ve toplumcul münasebetleri yüzünden (vahşet çağındaki insan nevi'leri gibi) bir sıra, birbirinden ayrı, hatta birbirlerini yokeden medeniyet NEVİ'leri türer: (İrak, Mısır, Hint, Çin, Yunan, Roma ve ilh. uygarlıkları gibi...) Adlarına uygun olarak her bir YER'in, hatta bir KENT'in tipinde olurlar. Her uygarlığın kendi özel bir coğrafyası bulunur.

2 - Sosyal Devrimler Çağı: Tarihcil devrimler çağına nispetle pek çok kısa: 5-6 yüz yıl sürer. İnsanın toprağa bağlılığı çok daha kıvraktır. O yüzden artık bir yere saplanmış, başka hayvan ve bitki nevileri gibi ayrı ve zıt medeniyet NEVİ'lerine yer kalmaz. Yeryüzüne tek tip medeniyet yayılır. Medeniyet nevileri yok, REJİM (düzen)leri vardır. Uygarlığın özel bir coğrafyası kalmaz.

Gerçi sanayi belirli bölgelerde toplasın Köyler ıssızlaşıp şehirler Bâbil kuleleri gibi yükselirler. Ama bu "Tabii" değil, Tarihcil devrim çağından kalıntıların yeni sömürümle eşleştirilmesinden doğma bir ucubedir. Gerçi kutuplara ve tropik çizgiye yaklaşıldıkça modern uygarlık azalmış görünüyor. Ama, bu da, tabiat ve coğrafya gereği olmaktan çok, gene Tarihcil devrim çağının geleneğiyle yaşatılmak istenen bir bölge tekelinin sonucudur. Yoksa, tabiatın etkisi medeniyetin KEYFİYET'ine değil, kemmiyetine dokunur. İklim, olsa olsa nüfus azlığına, çokluğuna, şehrin büyüklüğüne, küçüklüğüne tesir eder.

BÖLÜM:II DÜNYA İLE TOPLUMUN TARİH ÖNCESİ

Yeryüzünün tarihinin 16 ile 25 milyaryıl hesaplanan dördüncü çağa kadarki gelişiminde, henüz bugünkü hayatın canlıları bile görünmemişti.

En Ön İlk Çağ: Hayat değil, bugünkü kayalar bile biçimleşmemiştir. Bu çağın birinci Fundamental (temelleşme) konağında ancak Cristallophyllienne adlı: Billûri şistten: Gneiss micaschist kayalar görülür. (Alp ve Britanya'da rastlananlar gibi). İkinci konağında Azoique (canlı-sız) temel depo yerine geçen ilksel zemin (terraine primitif) başlar.

Ön İlk Çağ: Buna Age Primordial, yahut Protozolque (ön-canlı) çağ denir. Granit kayalıkları örten çökerti tabakaları içinde alg denilen su yosunları ile ilk kabuklu (crustaces)ların izlerine rastlanır.

İlk Çağ: Canlı olarak en eski balığın belirdiği bu çağda üç konağa ayrılır: 1- Silüryen zemin trilobit (üçfıslı) canlı yeridir. (Bretanya). 2- Devonyen zemin ilk balığın göründüğü yerdir (Arden'ler). 3- Karbonifer zeminde amfibyen (hem karada hem denizde yaşar) canlılarla, bugünkü maden kömürlerini yapacak olan bitkiler egemen olur. Bu ilk çağa Palezoique (Eski canlılar çağı) da denebilir. (Age Primaire).

İkinci Çağ (Age secondaire): Kozalaklı (conifere) bitkilerle, kertenkelemsi (Sauriens) sürüngenlerin gözüktüğü yerdir. O da üç konak zemine ayrılır: 1- Triassique (üç katlı) koca kertenkelemsi fosillerin bulunduğu üç katlı zemin biçimleşmesi. (Fransa'da Voges bölge dağları). 2-Jurassique 3- Crétacée (tebeşirimsi) zeminleri, Fransa'nın üç çökerti havzasını kaplayan yerlerdir. Burada milimetrenin onda birinden küçük Foraminiferlerden 40 metre boyunda

37

Atlantosaure'lara dek hemen hiçbiri zamanımızda yaşamayan canlılar belirir. Eski trilobit, spirifer gibi kabukluların yerini bol bol Ammonit ve Belemnit'ler, çift valvlı mollüskler (nâime: Yumuşakgil-ler), Ekinoderm (kalın derili) kabuklular tutar. Ve ilk defa, sürüngenlerden yukarıya devekuşunu andırır yarım ilâ 2 metrelik kanıtlılarla, boyları ortalama 2 santimi geçmeyen köstebek-kanguru-fare arası ilk memeliler ortaya çıkar. Onun için bu çağa Mezozoik (aracanlı) adı verilir.

Üçüncü Çağ: Bugün yeryüzünde yaşayan canlıların belirip, dört konak süresinde gelişe gelişe en sonunda çoğunluğu almaları devridir. İnsan yok, fakat insanın tanışacağı hayvanlar yer ve yol açarlar. 1- Eocéne: Gece-gündüz eşit. Tapir, kirpi gibi şimdiki kuşların şafağı söker. 2-Oligocene: Şimdiki canlılar tek tüktür. Dev domuz, Titanon fili, maymun, 3- Miocene: Şimdiki canlılar azınlıkta. Çöl atı, uzun hortumlu fil, deve, zürafa. Burada yaz kısalmış, kış uzamıştır. 4-Pliocene: Şimdiki canlılar çoğunlukta, şimdiki iklimler egemendir. Mamot, kürklü kerkedan görülür. İnsan mağarası sezilir. Ama insana benzer şey yoktur.

Cainozoique adını alan Üçüncü Çağda "Ongicule" (tırnakcıklı) denilen Primate (maymun)lar, böcek yiyenler, üst köpekdişleri uzamış etyiyenler, cepliler (marsupiaux); "Angule" (tırnaklı) denilen, ve tırnakçıklılardan kaçmak için yapılmışa benzeyen tapirden, at, sığır, geyik, rinosero cinslerine dek, ayak parmakları birleşme zorunda kalan canlılar büyük bir çabuklukla gelişirler.

Görülüyor ki: Yeryüzü Tarihi, hayat ortaya çıkmadıkça, zaman bakımından kolay seçilemi-yor. Onun için, yeryüzünün gelişim çağlarını, canlıların evrim (tekâmül) çağlarına göre sıralamak daha belirli oluyor. Bu sıra şöyledir:

SÜRE

İLKÇAĞ (Urzeit): Azoik (Canlısız) zaman

ERÇAĞ (Fruhzeit): Eozoik (Canlı şafağı) yahut Arkeozik (Eneskicanlı)

YAŞLIÇAĞ (Altertum): Paleozoik Herbiri üçer konaklı:

100 mil.yıl 70 mil. yıl 80 mil.yıl 75 mil. yıl 75 mil. yıl

ORTAÇAĞ (Mittelalter): Mezozoik (Ortacanlı) yahut Sekonder (İ-kinci çağ) Herbiri 3 konaklı: 80 mil.yıl 70 mil.yıl 20 mil.yıl

BİÇİM-SİSTEM

Arşaik (Eneski)

Algonkik veya Prekambriyan

(Milyon Yıl)

500-1000

300

400-500

Kambrium

Silur

Devon

Karbon

Perm

Trias

Jura

Tebeşir

160-180

YENİÇAĞ (Neuzeit): Kainozoik (Yenicanlı)

A- 60 milyon yıllık Üçüncü Çağ (Tersi yer)

1. Paleojen (Yaşlı Üçüncüçağ): P

E

2. Neojen (Genç Üçüncüçağ)

MiyoseB- 1 milyon yıllık Dördüncü Çağ ( Katerner)

A1

Paleosen Eosen Oligosen Miyosen Plisen

60-65

38

Yeryüzünün Üçüncü çağı ile Dördüncü çağına YENİÇAĞ denmesi, bu iki çağla birlikte, bugüne dek yaşamış canlı nevilerinin ilk görünmeye başlamaları ve gitgide, canlılar içinde çoğunluğu kazanmaları yüzündendir.

Yeniçağın bütünü, yeryüzü çağlarının kırkta birine yakın kısalıktadır. Bu kısa zaman içinde en büyük süre Tersiyer denilen üçüncüçağ'da geçer. Coğrafyamızın bütün büyük dağ zincirlemeleri (Atlas, Siyernevade, Pirene, Alp, Alpenin, Karpat, Kafkas, Hindikuş, Himalaya zinciri Tethys jeosinklinali çevresinde Japon, Çin, Avustralya kordilyerleri ile Rosoz dağları, And Kordilyerleri aralarındaki Uzakdoğu jeosinklinalin çevresinde) yükseldiler. O büyük buruşumların eski katı karakesimlerinde yarattığı kırılmalar ve uçuntular büyük okyanusları (Gondwana kıtası yerinde Hind, Lemurien kıtası yerinde Pasifik, Atlantid kıtası yerinde Atlas, Tethys kıtası yerinde Akdeniz) yarattı. Masif santral, Voj-Karaorman masifi yükselirken, Renanya çukuru, Kızıldeniz, Afrika gölleri, Lût denizi ve ilh.ler belirdi. Dördüncü çağa kalan bütün ve en önemli yerkabuğu değişiklikleri, Fransa ile İngiltere arasındaki berzahın batması, Hazer ve Aral denizlerinin Akdeniz'den ayrılmaları, Doğu Akdenizin teşekkülü, Antil adalannın parçalanması ve İskandinavya yükselirken Felemeng'in alçalma tahterevallisi gibi nispeten ufak değişikliklerdir. İnsanın tanıyacağı yeryüzü olmuştur. İnsanı beklemektedir.

İnsanın yeryüzü biçimleşmesi ve gelişmesini yaratacak tezatlar, büyük tektonik altüstlüklerin yerine geçecek olan muazzam iklim altüstlükleridir. Bunlara BUZULLAR (Glasyeler) devri adı verilir. Üçüncüçağ, dağları okyanusları, volkanlarıyla birlikte Dördüncü çağa atlamadan önce ortalama 12 derece ısıdaydı. Onun için, şimdi kutupların başladığı buzlar burunu Spitzberg'te o zamanlar kavak, çınar, ceviz, fındık, karaağaç yetişiyor idi. Üçüncü çağın sonunda, Dördüncü çağın yaşlı dördüncü veya PLEİSTOCENE denilen Buzullar çağı yahut Tufanlarçağı (Diluvium) başlangıçlarında "ansızın" ısı düştü ve yağışlar tufanı andırdı.

"Her nedense, eşitsiz şiddette iki fazlı olan buzullar devri sıraları, kuzey yarımkürenin kutup çevresindeki kâdim kıtaların artıkları, kalınlığı yüzlerce metreyi aşan buz külâhlarla örtüldü. Bu buzullar, komşu kıtalara taşıp, oraları işgal etti." "Aynı zamanda, hatta mutedil ve tropikal bölgelerde dahi dağ buzulları ölçüsüzce yayıldılar" (At. Lar., s.10/2)

İşte ilk insanlaşma bu devirlerde belirdi:

"Öyle geliyor ki, insan ilkin üçüncü çağda gözüktü. Bu faraziye (ipotez)e uygun olarak, hele Thenay (Loir-et Cher) de Miyosen çağının (Fransa'nın Beauce) kalkerleri içinde, biçimi maksatlıca yontulduklarını belgelendiren çakmaktaşından baltalar ve bıçaklar gibi nesneler bulunmuştur." (B. Pal., s. 79).

"Bugün hemen herkesçe, insanın üçüncü çağ sonuna doğru gözüktüğü kabul edilir." (AT. Lar., s. 14/2)

Hayat, daha ilkinden; Bitki-hayvan gibi iki zıt tiple başladı. Sonra tezat hayvan nevileri içine girdi. Ot yiyenlerle, et yiyenler birbirlerine düştüler. Hem ot, hem et yiyen sentez, İnsan olacaktı. İnsanı kıskıvrak yakalayan tezat ise, buzul basamaklarının bir baskın edip bir çekilmeleri oldu.

Sayfa eksik[rında doğan ilk medeniyet için söylenmiştir. Fakat, yerkabuğu tarihi bakımından da bu sözün doğru olduğu anlaşılıyor: Zengin tropik bitkileri (palmiyeler) ile memelileri ve kuşları yaratan üçüncü çağ ile dördüncü çağın Tufan devri, yeryüzünü ondan önce görülmedik ölçülerde mil ve balçıkla sıvadı. Bu balçıklar dünyası üstünde ardarda dört Buzul (Glasye) devri geldi. Memelilerin en yükseği, bu yaman iklim diyalektiği altında, elle tutulur basamakları atladı.]

VAHŞET

19. cu yüzyılda insanlığın Vahşet Hali (Etat Sauvage) şöyle özetlenir: "Vahşet hali, tabiat ürünlerini hazırca benimsemenin ağır bastığı devirdir. İnsanın yapma (sun'î) ürünleri bilhassa o benimseyişe yardımcı olan âletlerdir." (E. FA, s. 10)

Morgan, ondan sonra gelecek barbarlık çağı gibi, vahşet çağı da, Aşağı, Orta, Yukarı olmak üzere üç Konak (Stad)a ayırır.

Vahşet çağının üç konağı ATEŞ'e.göre ayrılır.

Aşağı Vahşet Konağı: Ateşin keşfinden öncesi idi. İnsan, ister istemez. tropik denilen yakıcı sıcak iklimlerde yaşar. Cava ve Afrika'da izleri bulunan Pitekantrop (Dik Maymunadam) gibi.

Orta Vahşet konağı: Ateşin keşfedildiği konaktır. İnsan, sıcağı yanına alarak, yeryüzünün buzlu iklimlerini açmaya doğru uzun maceralara atılır. Çin'den Britanya adalarına dek uzanan bu konakta Pekin Sinantropu, Heidelberg, Piltdown insanlan ve Neanderhal insanlar basamak basamak modern insana doğru gelişirler.

Yukarı Vahşet konağı: Ateşin keşfinden sonrasıdır. Burada okla yayın keşfi toplum zenginliğini güzel sanat ve ölü gömme derecelerine yükseltir.

AŞAĞI VAHŞET KONAĞI

39

Yeryüzünün tabiat tarihini belirten haritaya bakılırsa tâ EN ÖN İLK ÇAĞ'dan beri "kara"lığını, sağlam, batmamış topraklığını yitirmeyen pek az yer bulunur. Orası da, iklimi memeli hayvanların yaşamasına birinci kertede elverişli bulunan Malezya adalarıdır. Ondan sonra Afrika gelir. İlk insanımsı maymun buluntularına buralarda rastlanması, o bakımdan tesadüf sayılmayabilir.

Pitecantropus Erestus (Dik Maymun adam), yeryüzünün birinci çağından beri yeryüzünde kalabilmiş en istikrarlı bölgesi Cava adasının ortalarında Trinil kasabasında hükümet tabibi Eugene Dubois tarafından 1891 yılı bulundu. Solo veya Bengawan ırmağının sol kıyısında mavi balçığa 18 metre derinlikte, başka hayvan kemiklerile yanyana gömülü idi. Ele geçen, 1 uyluk kemiği, 1 kafadamı, 2 (CMY) veya 3 (W.M.A.) çiğnemeye yarar azıdişi idi. Daha sonra gene o civarda 1 insan çenekemiği,1 yandişi, 3 uyluk kemiği daha bulundu. Çok sonra,1935 yılı, Hans Weinert, Afrika'nın Niarasa gölü civarında Dik Pitakantropun pek benzeri Afrikantrop'u buldu.

Dubois 1924 yılı bulduğu yaratığa "homidae" (insancıl) Pitekantrop adını verdi. Rudolf Virchow bulunan kafayı insanın değil, şempanze, goril, jibon gibi insanımsı (antropoid) maymunlann bir fasilesi saydı, ve 1937'de pitekantropu büyük bir jibon yerine koydu. Kafa bakımından, Almanların Kallottenhöheit (kafakubbesi yüksekliği) dedikleri kafanın önden arkaya en uzun kutru ile bu kutra dik gelen en yüksek tepe mesafesinin 100'le çarpısı ürünü bölününce elde edilen endeks şempanzede 32.5 iken, 1. pitekantropta 37.9, Afrikantropta 39.2'dir. Demek şempanze ile Pitekantropun arasında 5-6 endeks derecesi fark vardır. Ondan sonra, insanımsılığında kuşku olmayan Neanderthal tipin endeksi de 39.1 (La quina) ile 50 (Ehringsdorf) arasında olduğuna göre, kafa bakımından Pitekantropu maymunla insan arası geçit tipi saymak yerinde olur. Beyin kutusunun maymundaki gibi yassı ve küçük oluşu, kaş kemiğinin (torsus supraorbitalis) çok çıkıntılı bulunuşu Pitekantropu maymuna yaklaştırır. Fakat, uyluk kemiği antropoid (insanımsı) maymunlarda yumurtamsı (beyzî) kesintili iken, insanda menşurumsudur; Pitekantropta da menşurdur. Pitekantropun uyluk kemiğinde sarp çizi (linea aspera) kuvvetlidir, uyluk uzunluğu 45.5 santim olduğuna göre Pitakantropun boyu da 1.65 ile 1.76 santim arası olmalıdır. Bu durum Pitekantropu insan gibi hep iki ayak üstünde gezer kılarak, insanımsı maymunlardan açıkça ayırdeder. Kalot yüksekliği bakımından fosil insan endeksi 48.2 (Gally Hill) ile başlar ve 60.6 (Oberkassel) ile biter. Şimdiki insanda endeks ortalaması 59.8'dir. Kalot yüksekliğince şimdiki insanın fosil insanından hemen hiç bir farkı yok gibidir; Neanderthal insandan en çok 20.7, en az 9.8 endeks yüksektir. Pitekantroptan da en çok 21.9, en az 20.6 endeks yüksektir.

Demek, Kalot yüksekliği bakımından Pitekantropla Şempanze arasında ansızın 5.4 ilâ 6.7 endeks derecelik bir atlama vardır. Pitekanpropla şimdiki insan arasında ise Sinantrop ve Neanderthal tiplerinin tedriçli basamakları hiç atlamasız, yarımşar derece endeks farklı muntazam yükseliş görülür. Bu durum, Pitekantropla insan arasındaki zincirin kopmadan geliştiğini belirtir. .

Pitekantropun kafa tipi üzerindeki karakteristikleri, sonra yapılan araştırmalar biraz daha aydınlattı. 1936 Gamegie kurumundan Dr. G.H.R. von Koenigswald, Cava'da sistemli araştırmayla 3 dişli alt çene ve daha küçük bir kafa buldu. Şakağı ve kulağı bulunan bu kafa Pitekantropun aynı idi. İlksel insan demekti. 1938 yılı, Sangirand'da genç bir kafa daha bulundu. İlk iki kafaya benziyordu. 1939 yılı bir üst çene ile beyin kutusunun birer kısmı bulundu. Sağ-önden sol-arkaya doğru yarılmış olan kafa ezikti; alın yok, alt ve arka yanı vardı. Bu yeni buluntulara göre Pitekantropun kafa tipi şöyle özetleniyor:

1- Kafa deliği (sukbei kafaviye) iki ayaklı Sinantropunkinden daha ileride bulunuyor.

2- Yüz prognat (öne fırlak)tır.

3- Köpekdişi, biçimce inasınınkine benzemekle birlikte, öteki dişlerin seviyesini aşar.

4- Antropoid (insanımsı) maymunlarda üst ikinci kesicidiş (esnânı kaatıa) ile üst köpekdişi arasında, alt köpekdişinin girmesine yarar bir boşluk vardır. Buna "diastema" denir. Pitekantropta da bu vardır.

5- Çene çıkıntısı yok, maymununki gibi arkaya kaçıktır.

6- Alt azıdişleri insanda önden arkaya gittikçe büyürler. Antropoidlerle Pitekantropta birinci azıdişinden üçüncüye doğıu büyür.

7- Alt köpekdişi ile premolaire (azıya yakın diş) arasındaki boşluk, antropoidlerde olduğundan daha küçüktür.

Beyin hacmi: Gorilde en çok 600 santimetre küb, Pitekantropta: 900, şimdiki insanda: 1250'dir.

Pitekantrop ne zaman yaşamış? 1901 de Amsterdam Üniversitesi profesörü olan Dr. Eugene Dobois'ya göre Üçüncü çağın son konağı Pliosen başlarında, bundan 1 milyon yıl önce. Daha sonrakiler pitekantropu üst Pliosenden alıp orta Pliosene getirdiler. Bu 300 ilâ 400 bin yıl öncesidir. (W. M. A.). Onu 500 bin yıl önce, ilk Buzul devri Cava'da yaşamış insana benzer ilk yaratık sayan var (C.M.Y). Dört büyük buzul devrinden sayısız yıllarca önce yaşamış sayanlar da

40

var. Genel olarak "Ya Pliosen başlangıcı, ya Amerikan ile Avrupa'nın ilk buzul çağı" (V.E.H., s. 35) yaşamış sayılır. Onun "uyluk kemiği, insan kadar ayakta durmaya ve koşmaya elverişli, dolayısıyla da ellerini kullanmakta serbest bir yaratığın uyluğudur (Keza). Kafa, şempanze ile insan arasındadır. Bu durum, insanın âlet kullanma görevinin kafa yapısından önce geldiğini ve Lafargue'ın belirttiği gibi, dik yürümenin insan beynindeki büyük gelişmeyi gerektirdiğini a-çıklamış olur.

"AŞAĞI VAHŞET KONAĞI: İnsan çeşidinin çocukluğudur. Bu konakta insan hiç değilse kısmen ağaçlar üstünde yaşar. - Büyük yırtıcı hayvanlar önünde var olmakta devam e-debilmesi başka türlü izah edilemez. - Henüz tropikal ve yarıtropikal ilksel barınaklarda konaklar. Kabuklu kabuksuz yemişler, kökler besi yerine geçer. Bu çağın başlıca ürünü heceli bir dilin hazırlanması olur. Her kaç bin yıl sürmüş olursa olsun, bu konağın varlığını doğrudan doğruya tanıklıklarla ispat edemiyoruz. Ama, insan varlığının hayvancıl âlemden indiği bir yol kabul edilince, birinden ötekisine geçiş, önüne geçilemez bir olay olur." (E. FA., s. 2).

Aşağı Vahşet konağında ilksel lobut ve kaba çakmak taşından âletler insanın bedenini (iki ayak üstüne dikleşip, iki el sahibi: Aygıt kullanıcı organ sahibi olmak üzere) maymundan ayırırken, ilk cinsel yasakların yarattığı Tös (TOTEM) ayırdı insan beyninde "RUH" denen ENKONSİYAN'ı (insanın içinde ikinci kişiliği), ve insanla insan arasında LİSAN dediğimiz "soyut dilleşme = Langage abstrait"yi geliştirir.

Klâsik bilim Totemin hangi toplum konağında çıktığını belirtmez. Yerinde göreceğiz. Toplum varlığının gelişiminde Totem, insanın hayvanlar âleminden ayrılışında, insan oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol oynar. Bugün maymunlardan ve başka hayvanlardan gelişi güzel sopa, taş vs. cansız nesne kullananlar görülüyor, Totem görülmüyor. Totem cinsel yasağa dayanan ilk sosyal düzen kuralıdır. Totemin temsil ettiği yasaklar, toplum içinde bölünmeleri ve örgütlenmeyi yarattığı gibi, kişi içinde de birbirinden habersizmişce iki ayrı dünya kurar; Cinsel arzuların içe püskürtümü ile doğan bilinmez enkonsiyon dünyamızla, yüzeyde görünen bilinir ve bildirir şuur (konsiyan) dünyamız...

Hiç bir hayvanda bulunmayan bu ikilik tezaddı: İnsan kadar aydın şuurlu bir varlıkta şuursuzluğun (enkonsiyanın) örgütleşmesi, insan davranışlarında şuur dışı, elde olmayan güçlerin rol oynadığını insana sezdirmekte gecikmedi. İlk insanda bedenden ayrı bir ruh düşüncesi bu mekanizmanın yaratığıdır. Klâsik bilimin "ikilik" gibi gördüğü ve bu vüzden binyıllardır içinden çıkamadığı, "muamma" saydığı problem, insan varlığının iç dinamizmindeki o tezatlı birliğin metafiziğe sığmayışından ileri gelir. Onun için bedenle ruh tezaddını ölüm veya rüya ile izaha kalkmak, netice ile sebebin karşılıklı bağıntılarını unutmak olur.

Düpedüz ölüm olayı, hiçbir hayvanda bedenden "ayrı" bir ruh sezişi yaratamaz: Tersine insan, hayvanlar âleminden uzaklaştıkça, ölüm olayına daha büyük önem verir. Ölüm, bedenden ayrı ruh sezisi vermemiş; tersine,daha önce insanın: kendi içinde ve toplum içinde bilinirle bilinmezin, konsiyanla enkonsiyanın örgütlendiğinin görmesi, ölümün de başka bir yaşantıya diriliş o-labileceği kavramını ortaya çıkarmıştır. Rüya ise, psikanalizin belirttiği gibi, enkonsiyanın sembolü ve işidir. İnsanda ölüm gibi rüyanın da sosyal ölçülerde önem kazanması, ancak enkonsiyanın örgütlenmesiyle şuura çıkabilir.

Ancak insanda enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına "Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi olay'dır. Doğrudan doğruya tabiattan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk cinsel yasaklarla birlikte, kişinin kafası, şuurun eremiyeceği bir enkonsiyan dünyasının etkileri altına girer. İnsanın içinde şuura zıt ama onsuz o-lunmaz bir enkonsiyanın, insanlar arasında kişiye zıt ama onsuz olunmaz bir toplumun doğmaları, birer sözcükle: İnsan RUH'unun ve insan TOPLUM'unun örgütleri TOTEM'in ürünleridir.

İnsanın düşünen varlık oluşu da böyle başlar. Düşünce: Yanlışa karşı savaş demektir. İnsanın bütün hayvanlardan farklı olan bu savaşı, düşüncenin zekâ (intellekt) ve akıl (raison) ile işlemesinden ileri gelir. Zekâ, Tezatları kuran, akıl o tezatlardan ister istemez çıkacak sentezi, gerçek sonucu bulan bir çabadır. İnsanın kendi içinde Şuur-Enkonsiyan örgütlenmemiş olsa, tezatları kurma görevi, yâni zekâ bulunmaz ve bu görevin gerçek sonucunu çıkaran akılın sentezleri imkânsız kalır. Onun için ilk insanın o sapsağlam zekâsı, dürüst aklı, binlerce yıl boyu totemden kopuşamaz.

İnsanın konuşan varlık oluşu daha başka türlü mekanizmaya dayanmaz. Freud, "Soyut dil" sayesinde insanın "iç proseterini verbal tasavvurların kalıntılarına bağlamaya müsteit" (F. TT) bulunduğunu yazar. İçimizde geçenleri "sözcük" biçimine sokup kendimizden dışarıya, bağımsız varlıklar gibi fışkırtmamız, ilksel yasakların (cinsel elemanla enerji kazanıp elektrikleşmiş sosyal yasaklar bütününün; yoksa, Freudizmin metafızikçe soyutlaştırdığı mutlak cinsel yasakların değil) içimizde yarattığı (Konsiyan - Enkonsiyan) tezatlı oluşların kişileşerek dış dünyaya çık-

41

malarıdır. Demek konuşma (Dil=Lisan) zekâmızın kurduğu Bilinir-Bilinmez (Konsiyan Enkonsiyan) zıtlarını, aklımızın ulaştırdığı düşünce sentez sonuçlarına verilmiş sezilir totem biçimleridir. Söz, Duygu, düşünce, dileklerimizin bir çeşit totemleşmesidir. Sosyal yasaklar kişi içinde (Konsiyan-Enkonsiyan) zıtlıklarını, toplum içinde Kan=Gens zıtlıklarını yarattığı gibi, o tezatlı RUH ve TOPLUM örgütleri içindeki insanla insan arasında da kişi ruhunun totemleşmesi, biçim-leşip, kişileşmesi demek olan DİLİ (lisanı) yaratmış olur.

O zaman, sürüden ayrı örgütlü-toplum, bütün öteki hayvanlardan bambaşka davranışlı - insan ortaya çıkar.

I. BUZUL: Sinantropus Pekinensis

Pitekantropustan sonraki gelişme jeologlarca 1 milyon yılı aşmaz. Bu süre, ondan önceki tarihin iki binde biri bile değildir. 1 milyon yılın 500 bini birinci Buzula dek geçer. Ondan sonra her Buzul devrinde insan izlerinin sanki silindiği, ardından gelen Buzul arası devrinde ise yeniden ve daha evrimli (tekâmüllü) biçimde ortaya çıktığı görülür.

A) Birinci Buzul Konağı: 500 bin yıl önce gelmiş sayılır. İsveç, Norveç, Danimarka, Kuzey Almanya, Kuzey ve Orta Rusya, Britanya adaları, Doğu Sibirya, Kanada, Birleşik Amerika'nın kuzey yarısı, tüm Labrador buzlarla kaplanır. Büyük dağların buzulları normalden aşırı yerlere iner. Alpler İsviçreyi, güneydoğu Fransayı ve kuzey İtalyayı sarar; Himalayaların buzulları Hint Ganj ovasının bir kısmını kaplar. And ve Kilmanjaro buzulları yamaçlardan 3500-4000 metre aşağılara sarkar.

AA) Birinci Buzullararası Konağı: Avrupa'da hava yumuşar. Bugünkü arslan, kaplan yoktur. En çok görülen kılıç dişli kaplandır. Onun egemenliğinde, dev ipototam, dev kunduz, kerkedan, yaban at ve davar, bizon ve mamutlar yaşar.

İlk defa o zaman "Elle tutulmak üzere çok kaba yontulmuş sileks" taş baltamsı EOLİTH (Taşşafağı) bulunur. "500.000 yıl önce bu âletleri kullanmış ve biçimlendirmiş olan insanımsı yaratıklara dair en ufak bir iz yoktur. O yaratıklar bu nesneleri çekiç gibi, belki silah diye kullanıyorlardı." (W. E.H., s. 34/2).

Ama,100 bin yıl sürdüğü anlaşılan bu birinci buzullararası devirde, Asya'da Pekinli Maymunadam (Sinatropus Pekinensis) vardır.1927 yılı, Pekin e yakın bir mağaranın tepesinden 33 metre aşağısında, birinci buzul devrine ait iki ton hayvan kemiği ile yanyana 10-11 insan dişi ve parçaları bulundu. Yanında kaba yontulmuş bir çok taş vardı. Ele geçen 2 kafatası Cava'da bulunandan daha büyük, alnı daha genişkindi. Ama, ön ve yanlarındaki keskin inişlerle maymunu andırmaktan geri kalmıyordu. (C.M.Y.)

1929 yılı, Pekin'e yakın Cho-Ku-Tieri de bulunan kafa genel karakter ile Pitekantroptu. Sonradan ele geçen bacak, kol ve gövde kemikleri ilksel insan, "muhakkak insan" olduğu fikrini verdi. Başka başka 40 iskelete yapılan incelemelere göre "Sinantropun ateş yaktığını ve âlet kullandığını kalıntıları ile anlıyoruz." (W.M.A., s. 348)

Sinantropun Kalot yüksekliği endeksi: S. II de 37.7; S. III'te 39.7; S. I'de 43.1'dir. Avrupa'da ancak IV. Buzullararası devirde rastlanan Neanderthal tip insanın 11 çeşidinden ilk 6'sının kafa-tasları Sinantropunkinden daha aşağı karinelidir. Demek ilksel insan Avrupa'dan yüzbinlerce yıl önce Çin'de yaşar. Çin'in Pekin civarı, yeryüzünde Cava'dan sonra batıp çıkmamış bölgedir.

Pitekantrop ve Sinantrop olayları şunu gösteriyor: Pitekantropun bulunduğu Malezya, yerkabuğunun ilk çağında gözüken Tethys kıtasının uzakdoğudaki ucudur. Gene, Afrikantropun göründüğü Afızka bölgesi de, Tethys kıtasının Afrika kesim ile ilgilidir. Malezya adaları ile Afrika'nın bir kesimi ilk yerkabuğu çağından beri deniz dibine batmamıştır. Pekin civan Çin kesimi de böyledir. Hayatın yeryüzünde başladığı günden beri batmamış karakesimi demek, canlı çeşitlerinin süreklice değişikliklerine yer vermiş istikrarlı bölge demektir.

Bu duruma göre, insanımsı yaratık, bugünkü maymunların hâlâ yaşadıkları iklim ve yerde belirmiş ve oradan, iklim ve yer elverişliliğine uyarak kuzeye, Çin'e doğru yayılmıştır. Kuzeyden güneye inilmemiş, güneyden kuzeye çıkılmıştır. Onun için, Birinci Buzul ve Birinci Buzularası devirlerin Avrupa'sında ne insan, ne insanımsı yaratık yoktur. Avrupa'ya ilk insanımsı yaratık, ancak İkinci Buzul ve Buzularası devirlerde ulaşmıştır.

II. BUZUL

B) İkinci Buzul Devri: Birinci Buzul ve Buzularası devirlerden belki 200 bin yıl sonra Avrupa'yı yeniden baskına uğratır.

BB) İkinci Buzularası Devir: Bu devrin zamanımızdan önceliği 250 bin yıl (V.E.H) ile 100 bin yıl (C.M.Y.) arasına düşürülür.

Avrupa'da iklim yeniden ısınır. Birinci Buzularası hayvanlarından kılıç dişli kaplan azalır, yerini arslan kaplar. O devre ait bir depoda, Fil, ayı, kerkedan, bizon ve bir sığır (kuzey geyiği) ke-

42

mikleri bulunur.

İşte Homo-Heidelbergensis denilen kişi, ya İkinci Buzul (C.M.Y) yahut İkinci Buzularası (W. E.H.) devre girer.

1907 yılı, Almanya'da Heidelberg çakıllarının 24 metre derinliğinde (C.M. Y), Heidelberg civan kumluğunun 37 metre derinliğinde (W. E.H.), iki dişi kırık bir çenekemiği bulundu. Bu kemiğin biçimi daha masif olmakla birlikte insan çene kemiğine benzer. Yalnız çenesi yoktur. Çene kemiğinin kafaya takılan yeri çok geniş (C.M.Y), ard kısmı, artiküle lisan konuşması için dile serbestlik vermeyecek kadar dardır (W. E.H.). Dişler insan dişi gibi öğütücüdür. Büyük maymun dişinden apayrıdır. Yüzü çok geniştir. Belki tüylü, iri kolları pek gelişkin, ama Cava Pitekantropundan ileri bir yaratıktır.

Aygıtlar artık Birinci Buzularasında görülen EOLİTH (Şafaktaş) tipinden çok ileri, tam PA-LEOLİTİK (Eskitaş) veya Yontmataş, Cilâsıztaş çağının âletleri sayılırlar. Şöleen (Cheleen) veya Aşöleen (Acheleen) adını alan bu tip aygıtlar, "hiçbir insan elinde görülmemiş derece çok hacimli" (W. E.H.) badem biçimi çakıl taşı (eclat: Yarma)larından en çok 8-10 santim, bazan 25 santim boyunda (B. Pal) işlenmişlerdir. İncir, defne gibi bitkiler ve mamut, burnu perdeli kerkedan gibi hayvanlar aşöleen devrinde yaşamışlardır. Şöleen âletler ne kadar çok ve sık bulunursa, insan kemiği o kadar seyrek görülür. Bu da, o devir insanının açık havada, avla geçindiğini belirtir; iklimin İkinci Buzularası devri olduğunu gösterir. Böylece 100 bin yıl daha geçer.

III. BUZUL

C) Üçüncü Buzul Devri: İkinci Buzul devri 100 bin yıl, Üçüncü Buzul devri 50 bin yıl sürmüş sayılır. (C.M.Y.)

Kuzey dünyayı yeniden buzlar kaplar. Herhalde bu buzul devrinde, biçimlenen muazzam buz tabakaları suları hapsettiği için, okyanusların suları çekilir. Kuzey denizi ile İrlanda denizi, i-çinde ırmakların aktığı birer vadidir. Akdeniz, birbirinden ayrı iki göl bulunan alçak bir vadidir. Sahara (Afrika büyük çölü) inadına bereketlidir. Kara Avrupa, Möz ırmağı ile Alpler arasında en kötü iklim ortalığı kasar kavurur.

Soğuk iklime uygun canlılar belirir. Tüylü gerkedan, tüylü fil, ren geyiği gibi.

F. Cooper-Cole, İngiltere'nin Sussex semtinde Charles Dawson'un bulduğu Piltdown insanını Üçüncü Buzul devrinde sayar. Çok kalın bir kadın kafası kırığı, 1 çenekemiği şempanzeyi andırır ise de, Heidelberg insanından daha ileri kafataslı insanımsı maymun gibidir.

Belki henüz İngiltere ile Fransa'yı birleştiren kara daraltısı denize batmadan önce, dik gezen üst memeli yaratık İngiltere'de yayılmıştır.

CC) Üçüncü Buzularası Devri: İkinci Buzularası devirden beri 100 bin yıl sonra, zamanımızdan 100 bin yıl önce gelmiştir. 50 bin yıl sürmüş görünür.

Avrupa'da gerkedanlar, mamutlar, filler yaşar. Kılıç dişli kaplan yitmek üzeredir.

Wells'e göre: "Sussex'in Piltdown semtinde keşfedilen (kum ocağından parçaları çıkarılıp kurulan) kafatasının yapısı, alt insanlardan hafifçe ilerilik gösteren bir yaratığa aittir." "Bugün yaşamakta olan ırklardan hiç birinde görülmedik kalınlıkta bir kafadır." (Bulunduğu deponun) "Kumu belki suların daha eski kumlu tabakalar üzerinden geçmesiyle üremiştir ve bu kafatası belki Birinci Buzul devrine kadar pekâlâ çıkarılabilir." (Bu konuda en yetkili sayılan Dr. Keith'a bakılırsa Piltdown kafatası) "Çenekemiği olarak çok daha eski, Heidelberg insanınkinden daha az insan vasıflıdır, ama, dişleri, bazı bakımlardan insanınkine daha yakındır." Bu tip yaratık, insanın doğrudan doğruya atası, selefi değildir. Hatta, Heidelberg insanı ile Neanderthal insan arasında bir geçit de değildir. Pitekantropla insan arasında bir konaktır. (W. EH., s. 36/1).

Bu anlatış, konunun ne denli esnek olduğunu gösterir.

F. Cooper-Cole'e göre: Üçüncü buzularası devre Almanya'nın Düsseldorf semtindeki buluntular girer. O devir Avrupa'sında kaba yontmataş âletlerin çok bol oluşu, insanların da çok bulunduğunu sezdirir. 18 metre derinlikte, avcıların yaktıkları ateş bulunmuştur. Sonra bu yer, yağmurların taşıdığı kireç (travestin) tabakası ile örtülmüştür. Sanki bizim için saklanmış olan bu tabakada, 1 insan çenekemiği, 1 çocuk iskeleti, 5 yaralı kafatası, 41 çeşit hayvan ve bitki çıkmıştır.

Zaman ve biçimi ne olursa olsun, o buluntular bir olayı belli ediyor: Üçüncü Buzul ve Buzularası çağda yeryüzü, artık bugünkü insana en yakın EONTHROPUS (insan şafağı) denilebilecek yaratığı yaratmıştır. Bu insan, ateşi de keşf ettiğine, belki kullandığına göre, bu ilk insan, daha sonra gelecek buzullara karşı, yok olmadan dayanma gücünü deneyebilecektir.

Gene Sussex kumluğunda: Gergedan ve ipopotam dişleri, bir benekli geyik (daim) bacağı kemiği ile "Fildişinden yapılmış yarasa biçimini andıran alelacâyip (singulier) bir âlet" (W. EH., s. 31/1)de ele geçirilmiştir. Bu belki de, ilk cinsî yasakların toplum içinde Toteme doğru gidi-

43

şi, Orta Vahşet konağına geçişi sezdiren işaretlerden biridir. Herhalde, tarihöncesinin Aşağı Vahşet konağı insan şafağı (Eoanthro- pus) ile sona ermiştir.

IV. BUZUL

D) Dördüncü Buzul Devri: 50 bin, belki daha çok yıl önce dünyamızı basar. Buz ikliminden mamutlar, gergedanlar yeniden tüylenirler. Arslan, ayı, sırtlan mağaralara sığınır.

Ama, bu sefer hiç değilse ateşi bulan ilk insan gaafil avlanmamıştır. Geçen asırlar boyunda çakmaktaşı âletler gittikçe mükemmelleşmiştir. Belki küçük kümeler halinde Eoanthropus ile yanyana yeni bir yaratık "Muhakkak İnsan" sayılan Homo Neanderthalensis (Neandertal Adamı) çıkmıştır. Buna Antika insan (Homo Antiquus) ve İlkdoğu insan (Homo primigenius) adları da verilir.

Hırvatistan'ın Krapina semtinde, Almanya'nın Düsseldorf semtinin Neanderthal yerinde olmak üzere Avrupa'da 42, Filistin'de 14 iskeleti bulunan ilk insan Neandertal adıyla ünlüdür. Uzun, dar, basık, ve öne fırlak başını dik tutamaz. Uyluk kemiği eğri, öne doğru eğik dolaşır. Alnı açık, boyu alçak, göğsü geniş, boynu maymununkini andırmaktadır. Kaşları çıkık, gözleri ufalmış, dişlerinin minesi ve kökleri bizimkilerden farklı, damağı daralmıştır. Solak değil, bizim gibi sağlaktır. Kafası arkada büyüktür. Görme, değme, beden gücünün çok olduğunu gösterir kafası önde küçüktür: Dil ve düşünce ile başı hoş değil. "Demek lisana benzer hiçbir şeyleri yoktur" (W. EH., s. 39/1). Başparmağı, şimdiki insanınki kadar esnek değil. Onun için, belki de konuşamaz. EI insan olmadıkça, dil de insan olamaz!

Dördüncü Buzul devrinde en kaba Yontmataş (Pelolitik) âletler ortadan kalkar. Bu da, çetin soğuklara dayanamayan ilk alt-insanların yok olduklarını gösterir. Ama, ateşi bulanlar koca ayıları, hatta arslanları, sırtlanları ateşle mağaradan uğrattılar. "Ateşi artık tanır görünen Neanderthal insanlar kaya safihaları altına ve mağaralar içine sığınmaya başladılar." (W. EH.).

Dördüncü Buzul çağ olağanüstü çetin noktasına vardı. İnsan mağaralara sığınıp orada her çeşit izler bıraktı." "Birkaç asır içinde balta biçimlerine hissedilir düzeltmeler uygulandı." (W. EH., s. 36/ 2)

Mousterienne devrinin bir yüzü eklalı sileksi, giyinme zorunu ve gereğini gösteren deri kazıma âleti (râkloire), kemik zımba (poinçon), testere, balta gibi âletler, lâmlar gelişti. Daha ileri Solutreenne devrinin bir yanı bir vuruşta olmuş, öbür yanı işlenmiş defne yaprağı biçiminde çakmaktaşı âletler, keskin bıçaklar yapıldı. Mamut, ayı, benekli geyik, müske öküz, bizon avından çok, tavşan, fare, adatavşanı peşinde koşuluyordu. Avcı olmaktan ziyade kök, meyva, ot yumurta, bal, semender, kurbağa, balık, kuş, memeli, yılan, ve böcekler, mağaraya taşıdıkları kemiklerin iliklerini yedikten sonra ezdikleri kemik hamuru ve bulurlarsa zayıf insan ve çocuk yiyip geçiniyorlardı.

Başlıca âletleri Solutreenne bıçakları yanında Musteryen ve hatta Şöleen devrinin lobut ve yaban domuzu avında kullanılan kargı (episux) idi.

Neanderthal insan kafa yapısı, Pitekantropla Homosapiens arasındaki boşluğu basamak basamak doldurup yükseltir. Başlıca 11 tipinin Kalot yüksekliği şöyle sıralanır:

La quina 39.1

Neaderthal 40.4

La chapelle-aux-saints 40.5

SplyI 50.9

Krapina D 42.3

Ngundong 42.5

Sply II 44.3

Rhodesia, Gibraltar 45.4

Krapina C 46.0

Le Moustier 46.9

Ehringsdorf 50.0 (W.M.A)

Neanderhal devri ne kadar sürdü? Aynı yazar, bir yerde: "Neanderthal tip insan Avrupa'da en az 10 binlerce yıl egemen olmuştur." der; başka yerde: "Eğer, Heidelberg çenekemiği bir Neanderthal çenekemiği ise, ve bu çenekemiğinin çağını değerlendirmekte yanlışa düşül-mediyse, denilebilir ki, Neanderthal ırk 200 binden aşırı yıl sürmüştür." (W. EH., s. 41/1 ).

Bu durum, aşırı lokalist ve uzmancılık kuyusunun derinliğinde kaybolmamak için bir sebeptir. Pitekantroptan sinantropa dek olan gelişime tarihöncesinin İLK VAHŞET ÇAĞI dersek,

44

Neanderthal çağı, Sinantropun Avrupa'ya doğru yayılım ve gelişimi ile varılmış ORTA VAHŞET ÇAĞI sayılabilir. O zaman, yuvarlak rakamlarla, ilk vahşet konağını 300-800 bin yıl, ikinci vahşet konağını 50-200 bin yıl önce gelmiş ve o kadar sürmüş gibi görebiliriz.

İnsan Aşağı Vahşet konağında, Pitekantroptan beri, başka hayvanlar (maymun, ayı, at, kedi vs.) gibi gelgeç durumlarda şahlanmakla kalmaz, bütün ömrü boyunca iki ayağı üstünde yürür bir yaratıktı. Bu, hayvanlar içinde tek seçkinlik, iki kolunu ve iki elini serbestçe işletmesine, âlet kullanmaya görevlendirmesine dayanıyordu. Sıkışınca goril, hatta ayı da taşa, dala yapışıyordu. İnsan her işinde âleti araç etti. İnsanın bütün öteki hayvanlardan ilk büyük ve KEYFİYETÇE ayrılışı, kendi canlı âletleri (uzuvları) yerine tabiattan kopardığı ve işlediği parçaları CANSIZ UZUV yerine geçirebilmesiyle başladı. Fakat bu birinci insanlık (Aşağı Vahşet) konağında, tabiattan koparılan şey, kolayca, her yerde, her zaman ele geçirilebilen, istenilen biçime sokulduğu gibi, o biçimini kendiliğinden değiştirmeyen madde, varlık nesnesi idi. Çakmak taşından, ağaçtan, taştan, âletler yapmakla kaldı.

Homo Neanderthalensis'le birlikte, insan ilk defa, ele avuca sığmayan, her yaratığa korkunç, canlı bir varlık gibi bağımsız görünen, bir Varlık gücünü emrine aldı. Orta Vahşet konağının kullanmayı bildiği bu güç, ATEŞ'ti. Ateş denilen varlık gücü, taş, ağaç gibi cansız, uslu, pasif bir varlık nesnesi değildi. Kendisine göre yaşayan, ölen, öldüren şeydi. Cansız varlık nesnesinden yapılmış cansız uzuvlar (âletler) keşfedilmedikçe, insan ateşe dokunamazdı bile. Aletler sayesinde, bir defa insan emrine girmek üzere yakalanan ateş, toplum için inanılmaz ihtilal yangınları kopardı. Bugün, onbinlerce yıllık alışkanlık, ateşi bize bayağı olağan şey gibi küçümsetmemelidir. Ateşin toplum yaşayışına getirdiği devrim yanında, yirminci yüzyıl ortasına dek yapılmış bütün keşiflerin devrimleri çocuk kalırlar. İnsanın Aşağı Vahşet konağına ÂLET'i keşfetmesi, modern çağın MAKİNA'yı icat etmesinden farksızdır.

İnsanın Orta Vahşet konağında ATEŞ'i "keşfetmesi", ancak o zamandan beri yaptığı en büyük icadı olan ATOM gücünün keşfi ile kıyaslanabilir. Buharın mekanik gücü, hatta elektriğin akım ve yıldırımları, en son duruşmada, KEYFİYETÇE ateşin başka biçimlere girmiş dışarılanışından başka birşey değildir. İnsanlığın toplumcul ateş çağına girmesi, tabiatta canlı yaratığın girdiği ilk atom çağı oldu. Ateşten sonraki hemen bütün keşif ve icatlar, ateş gücünün çeşitli âlet ve usullerle şu veya bu biçimde yeni kombinezonlar ve sentezler yaratmasından öteye geçmedi.

Anlaşılan, Sinantrop insan gibi Eonthrop insan da ateşle tanıştı. Onların kemikleri yanında ocağımsı, kül kalıntıları bulundu. Ama, ateşin insan yaşayışına yeni bir çeki düzen verici güç oluşu, başka deyimle; ateşin tabiat gücü olmaktan çıkıp toplum gücü durumuna girmesi besbelli, Neanderthal insanla birlikte gelişti. Neanderthal insân, belki kendisinden önce ellenmiş, ele geçmiş olan ateşi, toplum yaşayışının vazgeçilmez temeli durumuna getirdi. Ateş, ondan sonraki bütün keşiflerin anası oldu. Daha ilk konakta, çömlekçilik ve madencilik iziyle ateş, insanlığı vahşet çağından kurtarıp, barbarlık çağına geçirecekti. Ama, bütün o daha sonraki keşif ve icatlara kapı açılmadan önce dahi, ateş, sırf toplumcullaşmış ateş olarak, bugüne de belirlenmiş insanlığın bütün ana ihtiyaç ve eğginliklerini yöneltti. Cansız tabiata karşı dayanma, canlı varlıklara karşı savunma, barınma, giyinme, pişmiş yeme, gömülme kullanımları ateşin gerekleri oldu. Bu etkileri üç basamakta sıralayabiliriz:

I.ci Basamak:

a) Ateş, cansız tabiatın en sert saldırılarına karşı insana delinmez bir zırh oldu. Neanderthal insanı Dördüncü Buzul çağının Avrupa'sında yok olmaktan kurtardı. Böylece ateş, insanı her iklimde yaşar tek yaratık yaptı.

b) Ateşe uzvuyla dokunan her yaratık yanıyordu. Yalnız insan, âleti sayesinde, ateşe yanmadan dokunmanın sırrını çözdü. İnsandan başka her hayvan ateşi görünce kaçıyordu. İnsanlığın, mağara ve meskenden daha sağlam barınağı kendisine ışıktan bir şato, aydınlık bir Çin Seddi kuran ateş oldu. En yırtıcı hayvan ateşten kaçtığı için, ateş, insanı bütün canlı varlıklar ortasında ilk dokunulmaz yaratık yaptı.

II.ci Basamak:

a) Soğuğa karşı ateşe güvenen insan, ateşle kaçırttığı yırtıcı hayvanların yerine ateşle temizlediği mağaraları kendisine barınak durumuna soktu. Ateş, insanı sürekli oturduğu yeri bulunan ilk barı naklı yaratık yaptı.

b) Mağara ve başka yerlerde süreklice barınan insan, soğuk havada dışarı çıkarken, uzvi eksiğini hayvan postuna sarınmayla giderdi. Ateş, insanı ilk giyinen yaratık yaptı.

III.'cü Basamak:

a) Barınağındaki ateş başında yaşayan ve iyi havada bile avının kemiğini olsun barınağına getirip iliğini yemeyi, kemik hamuru yapmayı öğrenen insan, ateşte pişmiş yiyecek kullanımına a-lıştı. Ateş, insanı ilk yemek pişiren yaratık yaptı.

b) Yeni yaşayış, ateşin sönmemesi için ocağa, ocak temsilcisi doğuran kadına önem verdir-

45

di. Ocağın sürüklendirdiği insan münasebetleri ölümden sonra anılacak güce erdi. Toplum geleneği ölü gömme âdetine yol açtı. Bu, itin doyunca yiyeceğini toprak altına saklamasından bambaşka bir görevdi. Ateş insanı ilk mezarı olan yaratık yaptı.

Böylece, Orta Vahşet, Neanderthal çağında insan, beşikten mezara dek şimdiki insanın yaşayışını uyguladı. Yaşama görev'lerindeki bu derin değişiklikler, sonraki kuşaklara organ (teşrih) değişiklikleri biçiminde geçti. Pişmiş yiyen dişler, ilk Neanderthal dişindeki mine ve köklerden başka olan bugünkü insan dişi minesine ve köklerine kavuştu. Barınma ve giyinme alışkanlıkları, yeni âletlerle birlikte insanı şimdiki gibi oynak başparmaklı, tüysüz yaratık haline getirdi. Ondan beri artık insanın doğrudan doğruya tabiat etkisi altında organlarıyla değişip başka hayvan nevi olmasına yer kalmadı. Toplum ortamı dolayısıyla âlet ve usul değiştirerek, insanoğlu en çetin tabiat şartlarına karşı korunma ve gelişmesini başardı. Onun için Neanderthal insan dölü tükenmiş son insan nev'i oldu.

SAPİENS

DD) Dördüncü Buzul Sonrası: Avrupa'sından en son ve kesin büyük iklim değişmeleri belirir. Buzlar yeniden gittikçe çözülür. Ren geyikleri kuzeye doğru göçe başlarlar. Yerlerini çayır ve ormanlar kaplar.

En sonra, bundan 40-50 bin yıl önce, Dördüncü Buzul çağı daha mutedil iklim şartları önünde gerilerken, başka tipte bir insan sahneye girdi, ve öyle geliyor ki Homo-Neanderthalensis i yok etti." (W. EH., s. 41)

Bu yeni insan tipi, Homo-Sapins (Us-insanı yahut Bilge-insan)dı. Sapiens insan, "Homo-Neanderthalensis'i mağaralarından ve taşocaklarından kovdu." (W. EH., s. 43/2). Homo-sapiens, kendisinden önce Avrupa'da yaşamış olan Neanderthal insandan ayrı "Koca maymunların tekâmülünden" (W. E.H.) bir nev'i sayılıyor. Sapiens insan, el ve kolca olduğu gibi, dolayısıyla beyince de Neanderthal insandan üstündür. Us-insanının eli, boynu, dişleri, alnı, beyin kutusu, diş biçimi ve zekâsı ile artık bugünkü insanın tıpkısıdır.

Gerçi, Us-insanının incelendiği o zamanki Avrupa'da birkaç ırk değil, birçok ırkın karışımından başka şey görülemez. "Burada konu edilen iki ırktan ziyade birçok ırk görülebilir. Ara tipler de olabilir." (W. E.H., s. 43/1). Ama, bilim yalnız elindeki olayla yetindiği için, ele geçen malzemeye göre, başlıca iki tip Sapiens-insan ayırmak geleneğe daha uygun düşer:1- Cro-magnon insan, 2 - Grimaldi insanı.

Cro-magnon: Fransa'nın batı güneyinde Dordogne vilâyetine bağlı Tayac komününde Eyzies'e komşu Cromagnon adlı yerden gelir. Orada önemli tarih öncesi kalıntılar veren bir istasyon bulunmuştur. Buluntular, Paleolotik (Eskitaş) çağı sonuna ait;1 kadın iskeleti, 1 daha yaşlı a-dam iskeleti,1 çocuk iskeletinin parçaları, 2 genç adam iskeleti, ve sileks (çakmaktaşı) âletlerle delik deniz kabuklularıdır.

Cro-magnon (Kromanyon) insanda, boy uzundur. Baş görülmemiş biçimde ("progidieusement", W. EH.) büyüktür. Kafa, uzun, dar ve yüksektir. Elmacık kemikleri (mogol) çok geniş, yüz yassıdır; ama hayvan müzoları gibi öne fırlak değildir. Çene, tam bugünkü insan çenesidir.

Grimaldi: Kuzey İtalya'nın Menton şehrine komşu Grimaldi mağarasından ad alır. Bu mağarada 2 iskelet bulundu. Onların yüzleri Kromanyon, havsalaları zencidir. Grimaldi insanı: "Birçok özellikler ile zenci tipini düşündürür." (W E.H., s. 43/1.)

Bu iki tip başka insan nereden çıktılar?

Grimaldi insanlar, güney ve tropikal insan tipindedirler. Zenci tipini andırdıkları için, İtalyan çizmesinin bir zaman (Akdeniz iki ayrı göl olarak kaldıkça) Tunus - Malta - Sicilya - Sardonya -Korsika kara köprüsünden Afrika ile bitişik bulunduğu göz önüne getirilirse, İtalyan köprüsünden veya gene Afrika ile Avrupa'yı bitiştiren Cebelüttârık kesiminden beri Avrupa'ya geçmiş olabilirler. Haritada Grimaldi'nin İtalya kuzeyinde, Kromanyon'un İspanya kuzeyinde Fransa'da bulunmaları, hatta her iki ırkın veya tipin güneyden Afrika'dan Avrupa'ya geçtikleri, sonra orada onbinlerce yıllık yeni iklim şartları ile ırk değişimlerine uğradıkları akla gelebilir. Bu görüşümüzü destekleyen bir belge de; Sapiens-insanın yaptığı taş heykelciklerdeki anaşah tipinin tıpkı bugünkü Boshiman kadını olmalarıdır.

Grimaldi tipi zenci olunca: "Demek, son Buzulun bitiminde İtalya bir zenci istilâsında" (C.M.Y.) sayılır.

Cro-magnon insanın bulunduğu Dordogne bölgesi pek kuzey olmamakla birlikte, o zamanki Avrupa iklimi (Buzullar Avrupası) pekâlâ bugünkü kutup iklimi idi. Onun için Cro-magnon insan, zamanla ırk değişikliğine uğramış bir Grimaldi tipinin dalı mıdır? Yoksa, Grimal- di'den bağımsız olarak, başka bir tropikal olmayan kesimden mi gelmedir? Öyle olsa bile, ilk Pitekantropun Cava'da bulunması, insanın güneyden kuzeye geldiğine belgedir.

46

Ancak toplum seviyesi (ateşi tanımaya başlamaları) bakımından sinantrop tiple Heidelberg insanının birbirlerine yaklaşık bulunmaları, Buzullar çağında Baykal gölünden Akdenize dek tek bir iç deniz kuşağının uzanmakta bulunmuş olması, Kromanyonun doğrudan doğruya güneyden gelip Avrupa'da değişmiş bir zenci tip olmaktan ziyade, Cava'dan Çin'e doğru çıkmış ilk insanımsı tipin, Buzullar çağında Çin'den Avrupa'ya doğru yayılmış bulunacağını düşündürür. Grimaldi insanın coğrafya üzerindeki ayak izleri de, bu sonucu bir bakıma belgeliyor. Kromanyonlar, Akdeniz'in kuzeyinde Avrupa'ya Moravya yoluyla gelmiş görünüyorlar. Moravya, Kromanyonların "ideal geçidi" (C.M.Y.) olarak biliniyor. Çünkü o yol üstünde 1000 mamut belkemiği ve mamut iskeletleri, Kromanyonların eseridir. Mamutların kürek kemiklerinden yapılmış mezarlarda 20 insan iskeleti bulunur.

Bu bakımca, Kromanyonlar Orta Asya göçmenleridir. Paleolitik çağ sonundaki dünya haritası açıkça gösterir; Karadeniz-Akdeniz-Hazer denizi-Aral-Baykal göllerine dek, tek bir büyük içdeniz uzanır. Ayrıca, Baltık denizi-Güney Finlanda-Estonya-Leningrad bölgeleri ikinci bir büyük iç denizle kaplıdır. Sonra Baltık'tan Diyeperpetrovsk'a dek, bugün Dinyeper ırmağının kollarıyla geçtiği bütün Ukrayna - Litvanya -Letonya alanları da sular altındadır. Kuzeyde Baltık iç deniz sistemi ile güneyde Hazer içdeniz sistemi arasında, doğudan (Çin'den), batıya (Avrupa'ya) geçiş için tek coğrafya yolu, Kırım'ın kuzeyindeki dar bölge ile Moravya'dır. Demek, onbinlerce yıl sonra, Roma İmparatorluğu çökerken, doğudan batıya akacak olan Hün ve öteki barbar göçmen yığınlarına geçecekleri yolu ilk açanlar Kromanyonlar olabilir. Hatta, işaret ettiğimiz gibi, elmacık kemiklerinin çok geniş oluşu ve yassı yüzlülük, Kromanyonlarla Moğollar arasında aynı iklim şartlarının yarattığı 40-50 bin yıllık arayla bir akrabalık yakıştırılabilir.

Neticede bu, medeniyet için daha doğru olan: "Hepimizin anası Havva, babası Âdemdir!" geleneğinde adamcıl birliğe daha uygun düşebilir.

Burada olaylar, ikinci bir soruyu ortaya atıyor: Sapiens-insan Neanderthal insanla hiç karışmadan, olduğu gibi sönüp gitti mi?

Bir teze göre: "Yenilen tarafın kadınlarını ele geçirip onlarla birleşen vahşi fâtihlerin tersine, bu ilk insanlar (Sapienler) Neanderthal erkek ve kadınlarla her türlü münasebetleri reddettiler. Anlaşılan, modern anthropolojistlerimizle onlar, Neanderthal adamı kendilerinden farklı bir ırk saymakta kanı birliğinde idiler. Bu iki ırk arasında hiçbir tesalüp olmadı. (Neanderthal insan manzarasına dair hiçbir şey bilmiyoruz) ama, bu her türlü tesalüp yokluğu bize kabul ettirebilir ki, Neanderthal insan tüylü, çirkindir, ve basık alnı, sık kaşları, maymun boynu, alçak boyu ile acâyip ve iğrenç bir şeydir." (W. E.H., s. 43/2)

Bu görüş, biraz da bugünkü insanın duygu ve düşüncesi için sadece mantık gereğidir. Olayların böyle geçtiğini gösteren pek belge yoktur. Onun tersini gösteren izler ise eksik değildir. Brünn kampında bulunan birkaç iskelet, ilk küçük Buzul devrinden önce görülmüş ve kafatasları Neanderthal ile Cro-magnon karışımı sayılacak karakterde bulunmuştur. (C.M.Y.)

Nitekim, Sapiens'in Neanderthal'le hiç karışmadığı tezine uyanlar da, başka bir notunda, Neanderthal'in Sapiens'le münasebetini, dolayısı ile kabul ederken, doğrudan doğruya reddeder:

"Neanderthal ırkın (Homo-Neanderthalensis'in) hakiki insanlarla (Homo-Sapiens'le) tesalüp etmeyen sönmüş bir ırk olduğu Profesör Osborn'ca desteklenir, ve bu kitabın müellifi o bakıma eğgin olduğunu belirtmiştir. Ama şunu da belirtmek doğru olur ki, birçok bilgin bunun tersi olan kanıyı benimserler. Onlar muâsır ahali içinde "Neanderthalien"ler bulurlar. Birisi İrlanda'nın batı- sında, başka birisi Yunanistan'da Neanderthal insan keşfetti. Bu sözde "yaşayan Neanderthalien" lerden hiçbirisinde, insanın zuhurundan önceki Neanderthal ırkı ayırt eden boyun, başparmak veya dişlerin özellikleri yoktur... Şüphesiz, Homosapiens (Tasmanyalıları içine alan nevî') Homo-Neanderhalesis'e pek yakın bir yaratıktı. Ve biz, Neanderthal insana, doğrudan doğruya Neanderhal insana değil ama "Neanderthaloide!" (Neanderthalimsi)lere bağlı bütün tipleri bir yana atacak kadar bu atalardan uzak değiliz. O gibi tiplerin varoluşu ise, Şöleen ve Musteryen âletlerin müellifi olan Neanderhal nev'in Avrupa karakesimi üzerinde Homosapiens'le tesalüp ettiğini de ispat etmez. Nitekim, maymunumsu yüzlü insanların varlığı insanla maymun arasında tesalüp olduğunu, at yüzlü kişilerin bulunuşu nüfusumuz içinde at kanının bulunduğunu ispat etmez." (W. E.H., s. 41/2)

Bu iddia, Neanderthal'in bir çırpıda Sapiens'lerce yok edildiğini ispata yeter mi? Bir defa, o iddiayı yapanın kendisi Sepiens'lerin baskın göçü ile değil, yavaş sızmayla Avrupa'ya yayıldıklarını kabul eder:

"Bu yeni gelenler, kelimenin kesin anlamıyla Avrupa'ya göçmezler, fakat iklim düzeldikçe, gelişebilecekleri yeni bölgelerde alışık bulundukları hayvan ve bitkileri kovuştururlar. Buzul geriliyordu, bitkileşme her gün yer kazanıyordu, büyük av hayvanları daha bol-laşıyordu. Stepler ve otlaklar büyük yabani at sürülerini besliyordu." (W. E.H., s. 34/1)

47

Bu yavaş ilerleme kaç yüzyıllarca sürdü? İki tip arasında nasıl hiç, temas olmadı. Bilinemez. Bugün, kimsenin işkillenemeyeceği bir gerçek var:

"İnsanların ilk geliştiği yerler Avrupa'nın daha güneyinde ve daha doğusunda olduğunu, Avrupa'ya insanların buralardan göçtüklerini tahmin edebiliriz." (C.M.Y.) "Asya'dan batı Avrupa'ya giden yol." (C.M.Y., s. 23) üzerinde ise 352 fosil insan bulunmuştur. Bunlar Neanderthal tiptedirler. Demek Cro-Magnon'ardan önce gelen Neanderthal'ler, aynı geliş yolunu ilk açanlardır. Bu yol üstünde Sapiens insanın yayılması ile Neanderhal insanın Sapiensleşmesi yanyana da olsa gelişemez mi?

"Şurası kuşku götürmez ki, bu çağ (Homosapiens'ler zamanı) birbirine zıt, belki daha aşırı iki insan ırkı tanıdı. Bu ırklar, birbirlerinin üzerinden geçebildiler; belki Cromagnon insanlar Grimaldi ırkının torunlarıdır ve biz pekâlâ en sonuncu Neanderthal insanların kendi muâsırlarıyla da karşı karşıya bulunabiliriz. Bilginler bu noktada başka başka kanılar kabul ettiler. Ama bunlar ne de olsa kanıdırlar." (W. E.H., s. 43/2)

Bu çeşit "kanı" çatışmalarına metod ve mantık anlaşmazlığı sebeptir. Bu sebepler yüzün-den:1- İnsan nevinin kaynağı dışında, sırf Avrupa araştırmalarıyla hükme bağlanıyor; 2 - İnsanın, her varlık ve yaratık gibi geliştiği değişik biçimleri insan sayılmayıp, yalnız bugünkü biçimi insan sayılıyor.

Sapiens-insan dünyaya ne getirmiştir? Daha doğrusu, Us-insanı Tarih-öncesinin hangi toplum konağını temsil eder?

Sapiens insanlara sahici "Ren avcıları" (W. EH.) deniyor. Kendilerinde, evcil hayvan (ne davar, ne it), çömlek, ok-yay yoktur. Demek, Sapiensler henüz barbarlık çağına ermemiş vahşilerdir. Onlara "ilksel avcı" (C.M.Y.) deyimi de yeterli ad olamaz. Neanderthal de kendine göre ilksel avcıydı; Ren geyiği avlamadığı söylenemez. Sapienslere, toplumcul çağları bakımından VAHŞİ AVCI demek yerinde olur. Bu ad onları ok-yaylı barbar avcılardan ayırır. Ateşi Sapienslerden önce Neanderthaller kullandıkları için, Sapiensler orta vahşetten ilerideki, YUKARI VAHŞET konağı toplumuna girerler.

Yukarı Vahşet konağında insanın ekonomik temeli münasebetleri ile bu temele yaslanan üstyapı münasebetleri belirlice bölümlenebilir.

A: Sapiens-İnsanın Ekonomi =Yaşayışı: Şu özellikler görülür:

ÂLETLER: Taştan çok kemik'tendir. Kemikten bıçak, sopa, zıpkın, mızrak ucu, iğne ve düğmeler yapılır. Âletlerin maddesi gibi kullanımı da yeni bir metoda uyar. Kromanyonlar, tıpkı bugünkü Eskimolargibi uzağa atılan değnek ve zıpkın benzeri aygıtlarla avlanırlar. Bu durum, Us-insanının Neanderthal insana açık üstünlüğünü getirir.

Elbet, taş aygıtlar ortadan kalkmaz. Ama, taş aygıt yapımı ile eskisi kadar üzerine düşülerek uğraşılmaz. "Taş âletler, Neanderthal'ınkinden aşağı olmakla birlikte çok imal edilir." "Taş işleri zanaati geriler." (C.M.Y.)

Bu da şaşılacak şey değildir. Yeni ham madde ve yeni teknik eskileri ihmal ettirmiştir. Eski Şöleen ve Musteryen âletlerine yenileri katılmıştır. (Deri kazıyıcı lâm, mil (burin), hançer sapı, dikenli ok, zıpkın uçları gibi...)

GEÇİM: Sapiensler, görünüşe göre, Neanderthal'lerden boşalttıkları mağaralara yerleştiler. Ama, "hayatlarının epey kısmı açık havada geçiyordu." (W. E.H. s. 44/1)

Sapiens'ler, Neanderthal'ler gibi ot ve böcekle geçinmeye katlanmadılar. Avrupa kırlarını yeniden kaplayan, ve uzaktan vurabildikleri büyük av hayvanlarını yerler. Mamut, bizon, ren geyiği boldur. Yaban at sürüleri ortalıkta dolaşır. "Auroche" denilen ve Romalılar çağına dek Germanya ovalarında görülen yaban sığırları, omuz başlarında 3.5 metreye yükselirler.

Yüzleri ve belki kaynakları ile benzedikleri Moğollar gibi Sapiens'ler de at etine düşkündürler. Yüzyıllarca süre, her yılki toplantılarına alan olmuş Solütre kampında 100.000 at iskeleti sayısız ren, bizon mamut kemiği doludur. Yalnız, bu atlar, çok sonraki Moğol torunlarınki kadar olsun binek olamazlar. İnsanı taşıyamıyacak ufaklıkta sakallı midilliciklerdir.

B: Sapiens-İnsanın Toplum Münasebetleri: O zamana dek görülmedik gelişmeler yapar. Kemik kadar dayanıklı aygıtlarla, uzaktan vurma usulü ile büyük av hayvanından bol et yemeye başlamış insan topluluğu elbet kendi maddesi (uzviyeti) kadar ruhunda da (toplum münasebetlerinde de) umulmadık sentezlere ulaşır. Bu sentezleri monizme ulaştırmak istersek, diyebiliriz ki, ilk toplumcul düzen: İnsanı insan, topluluğunu toplum (cemiyet) yapan güç Cinsel yasak'la başladı. Âlet nasıl hiç bir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli uzuv olduysa insanı bir anda bütün öteki uzuvlu hayvanların üstüne çıkardıysa, tıpkı öyle, cinsel yasakta insanı hiçbir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli ruha kavuşturdu. Sürüyü toplum yapan madde âletse, ruh da cinsel yasaktır. Cinsel yasağın toplum içindeki etkisi, Totem teşkilâtı; kişi içindeki etkisi, bütün toplumcul heyecanların gergin yayı olarak pusuda yatan ŞUUR-ALTŞUUR tezaddıdır. İnsanda kişiyi haberi olmaksızın iteleyen o yaman dinamitli ve inanılmaz patlangıçlı Altşuur (inconsieent),

48

her hayvanda kişi ölçüsünde israf edilen nev'i yaran (döl yetiştirme) içgüdüsünü toplum yararına yöneltti. Cinsel yasak yüzünden,Totem teşkilâtı su sızdırmaz çelik birkap, altşuur o kabın içine hapsedilmiş barut oldu. Böylece hem hayvan cinsel içgüdüsünden, toplumcul TEŞKİLÂT ve ÜLKÜ sentezleri doğdu. İlk insanda, bugün toplumcul psikoz sanılacak kesinlikte aşırıca etkili bulunan TOTEM İNANÇLARI ancak cinsel yasakla izah edilebilir.

Cansız maddede proton-elektron tezatı ATOM tümünü yaratır. Canlı varlıklarda er-dişi biçim ile en yüksek tipine varan, tek canlı hücrede kromozomların iki zıt kutba bölünüp HAYAT birimlerini yarattı. İnsan topluluğunu bölünmez gelen atom gibi, canlı hücre gibi organik varlık haline getiren iç güç, toplumu iç teşkilâtına, kişiyi iç ruhuna kavuşturan güç, bu ilk cinsel yasak oldu, denilebilir. Hangi çağda hangi yasağın başladığını kestirmek için elimizde açık belgeler yok. Ama, daha ilk Aşağı Vahşet konağından beri insanın cinsel yasaklara başladığı söylenebilir.

Yukarı Vahşet konağında cinsel yasak gerçeği üç büyük insancıl sentezle sonuçlanmış görünüyor: 1- Kadıncıl düzen (Anaşahlık!); 2 -Güzel sanat; 3-Ölü gömme... Bu üç alanda da insanın tek kişi olarak iç ruhu gibi, toplumun tümüyle iç teşkilât ve münasebetleri de hep bir TOTEM damgasıyla damgalanmıştır.

KADINCIL DÜZEN: Buna yanlış olarak bugün "Anaşahlık" adı veriliyor. Erkek, kendisi topluma baş olunca, sahiden zorba "şah" kesildiği için, zamanımızın "erkek" ilmi, Yukarı Vahşetin Totemci kadıncıl düzenini "Anaşahlık" sayıyor.

Yukarı Vahşet konağında kadının güdücü rol oynadığını, ve bu rolünü barbarlık çağına dek geçirdiğini ilk Girit Medeniyetinde tanrıların hep kadın olması açıkça ispat eder. Yeri gelince göreceğiz.*; * Tarih-Devrim-Sosyalizm Kitabının ikinci kitap dördüncü bölümüne bakınız.

Burada kadıncıl üstün düzenine Cro-magnon'lar devrinden belgeler eksik sayılamaz. Kromanyonların, İspanya'da daha acemice çizdikleri, "Kadınlı erkekli harp sahneleri" (C.M.Y.), Sapiens kadınının savaş alanında erkekle boy ölçüştüğünü ispat eder. İnsanın ilk yazılı tarih tutabildiği çağlarda, bizzat Herodot kadıncıl düzenli pek çok toplumlar sayar. Amazonlar ve Syrüs'ü yenen Asya'lı müthiş kadın hikâyeleri, medeniyetten 3-4 bin yıl sonralara dek kadıncıl düzenli toplumun ayakta durabildiğini gösterir.

Sapiens insanların, kemikten, fildişinden, steatitten, bazen balçıktan yaptığı heykelciklerin hep kadın olması tesadüf değildir.

"Fildişinden, steatitten heykelciklerde imâl ediyorlardı. Bunlar arasında pek şişman kadın heykelcikleri vardı. Bu kadın heykelciklerini Cro-magnon'dan çok Grimaldi tipini düşündürüyor. Boschiman kadınlarını andırıyorlar." (W. E.H., s. 46/1). "Bir küçük fildişi baş bulunmuştur. Bu komplike (girift) kuvafürlü bir genç kız başıdır." (Keza).

Sapiens insanlarının yaptıkları bütün resim, heykel, desenler içinde hemen hemen hiç erkek bulunmayışı, o toplumda kadının baş rolü oynadığından başka bir şeyle izah edilemez.

Yukarıda söylediklerimiz totemle karışık mânevi belgelerdir. Kadıncıl düzenin ve o zamanki kadın üstünlüğünün maddi belgesi daha güçlüdür.

"Mağarada bulunan kadın kafa kutusunun hacmi, bugünkü erkek kafası hacminin ortalamasından üstündür. Bir vuruşla kafa çökertilmiş görünüyor." (W. EH., s. 43/1)

Bugünkü kadının tipini ele alıp, erkeğin "üstün cins" olduğunu ispata kalkışanlara, Us-insanı kadınının erkekten "kafalı" olduğunu, belki de erkekler dururken kırılmış bu kafatası aşırıca belgeler. Bugün, aynı çağ fosil insanlarından bir kadınla bir erkeğin kafa ölçüleri, aynı gerçeği belirtir. Redsmot erkeğinin Kalot yüksekliği 55.5 iken kadınının Kalot yüksekliği 58.3'dür. (W.M.A.). Demek, Tarihöncesi kadını erkekten 3 derece daha beyinlidir. Bugünkü kadında bir eksiklik varsa, bunu tabiatın gereği saymamalı, erkeğin 10 bin yıldır kadını içine düşürdüğü çıkmazda, baskıda ve ezgide aramalıdır. Sonradan, erkek kafasının ve gövdesinin de,daha iri olması nasıl erkeğin toplum düzeninde üstün Babaşah kesilmesiyle izah edilebilirse, Vahşet çağındaki kadın kafasının daha hacimli olması da, tıpkı öyle, o zaman toplumu güden kadın, "Anaşah" olduğunu gösterse gerektir.

GÜZEL SANAT: İnsan toplumunda güzel sanat emeği, püskürtümlü cinsel içgüdünün, kişi üstünde toplumcul aşka doğru yöneliş ve yüceliş sentezidir. Onun için, güzelsanat izlerinin başladığı toplumda, cinsel dizginsizliğin önüne geçilmeye başlandığı anlaşılabilir.

Yukarı Vahşet konağının Us-insanı, kıyı yarları, mağara duvarları üzerine desenler çizmekle kalmadı. Kemiği de, aygıt yaptıktan başka güzel sanat alanına soktu. Kemik, boynuz, fildişi üzerine oyma resimler gravürler, heykeller işledi. Ak, kara, al, sarı boyalarla resimler yaptı. İlk tasvirler çocuk resimlerini andırdı: Profilden ve görünen tek ayak alınıyordu. Sonra değme üstâdlara parmak ıstırtacak becerikliliğe dek çıktı.

(Homo-Sapiens'ler) "Ressamlar tiryakisi idiler". "Her iki ırkta (Kromanyon ve Grimaldi'ler) şaşırtıcı bir mükemmellikte resim çizer görünüyorlardı. Bunlar, her bakımdan vahşi idiler,

49

vahşi artisttiler... Tarih başlangıcımıza dek haletlerinin daha iyisini yapamayacakları resimler çizdiler... Falezlerin ve Anderthal insanlardan kopartıp aldıkları mağara duvarlarının üzerine desen çiziyorlardı, renkli resimler yapıyorlardı." (V. B.H., s. 44/1)

(Pirene dağlarının Comte de Berguen mağarasında) "hareket halinde 3 bizon öküzünü gösteren heykelcikler vardı ki, bugünün en iyi sanatkâr artistleri ancak bu kadar yapabilirlerdi" (C.M.Y., s. 25) Vahşi güzel sanatın, biri üzerinde durulan, ötekisi aldırılmayan iki özü karakteriliği vardır; 1- Biçimlerin gerçekçiliği (Realizm); 2- Hayvan resimleri.

Vahşi sanatın insanı en çok şaşırtan yanı aşırı gerçekçi ve tabiatçı oluşudur. "En sonra, hayvanların temsili, insanı hayretten donduracak (stupefiant) bir realizm gösterdi." (W. EH., s. 45/1)

Neden? Önce Yukarı Vahşet konağının realizmine biz Totemci gerçekçilik adını verebiliriz. Çünkü, ilk güzel sanat güdüsü ilk cinsel yasağı elle tutulur kanun ve sembol haline getiren Totem'den doğmuştur. Bütün paleolitik belgeler, nesnelerin susturulamaz diliyle hep kimsenin aldırmadığı bu gerçeği haykırırlar. Zamanımızdaki vahşi kabilelerden biliyoruz. Totem, gerçi bitki de olabilir. Ama, en çok görülen ve en ağır basan Totem, ata sembolü bir hayvandır.

Fransa araştırmalarına göre adlandırılmış Eskitaş çağının Solutrenne devri, Orta Vahşet sonu ile Yukarı Vahşet başlangıcına karşılık düşer. Solutre, Paris'in 441 kilometre doğu güneyindeki Sâon ilinin Mâon kasabasına yakın bir yerdir. İnsanlık Tarihöncesinde ilk "güzel sanat eseri" bu yerde rastlandı. Burada hiç insan yok, sadece hayvan, ren geyiği vardı:

"Bu çağın ren heykelcikleri ilk heykeltraşlık denemelerine işarettirler." (B. Pal., s. 81)

Demek ilk insan güzel sanat denemesi insanla değil, hayvanla ilgilidir.

Solutreenne devrinden sonra, Paleontolojinin "dördüncü devir" dediği Magdalenienne devri gelir. Fransa'nın güney batısındaki Perigord şehrine komşu La'Magdaleine mağarasındaki buluntulara bu ad verilir. Ancak Magdelenienne adlı devrin resim ve şekilleri arasına insan da girmiye başlar.

Taş veya fildişi üzerinde, ren boynuzları üzerinde temsil edilenler mamutlar, atlar, renler, insanın kendisi idi. İnsanın artistik ilerlemesi Paleolitik çağın sonuna doğru gittikçe daha net olarak kendini belirtir." (B. Pal., s. 81)

Ama gene de insan pek seyrek ve önemsiz kalır:

(Homo-sapiens'ler) "kendi benzerlerinin portrelerini pek seyrek yapıyorlardı. Desenlerinin büyük çoğunluğu hayvanları temsil ediyordu. İnsan heykelciği, karikatüre eğgindi, ve genel olarak insan şekli hayvan şeklinden çok daha az hakikate yakınlık gücüyle temsil e-diliyordu." "Sonraları insan vücudunun temsilinde daha çok zarafet ve daha az kabalık görüldü." (W. E.H., s. 46/1)

Buzullar eridikçe; "Solutreenne ve Magdalenienne ulusçuklar Ren vâdisi içine sızdılar. Nitekim orada çağın karakteristiği olan kumanda asâsı bulundu." (B. Pal., s. 82)

"Kumanda asâsı" adı verilen bud kemiği üstünde, arka arkaya dizilmiş tipik çıplak atlardan başka bir şey görülmez.

Yukarı Vahşet konağındaki güzel sanatta insana baskın çıkan bu hayvancıklar, ilk insanın boş vakit geçirmesi veya eğlenmesi için yapılamazdı. Vahşet toplumu için Totem, bütün kandaşlara eşitçe uygulanan en kesin, çiğneyeni ölümle cezalandıran bir kuraldı. Şüphesiz, bütün resimler, heykeller, gravürler, ancak Totemi temsil ettiklerinden o kadar önem kazanmışlardı. Yapıldıkları yerler, âletler ve asâlar ancak bunu ispat eder. Onlar, bugün sanıldığı gibi "estetik", "zevk" için değil, Totem teşkilâtının damgaları olarak toplumcul görevliydiler.

Vahşet çağı güzel sanatının bu Totem karakteristiği anlaşılınca, akılları durduracak sayılan "realizm" için çözüm bulmak kolaylaşır. Totem gibi, anaşahlıkta mutlak eşitlik düzeniydi. Totem bir kanun değildi. "Anaşah", kandaşlar üzerinde imtiyazla sivrilmiş bir zorbalık değil, tabii iş bölümünün gereğiydi. Böyle normal münasebetler içinde, insan insana işkence yapmadığı gibi, insan münasebetlerinin sembollerini de anormalleştirip korkunçlaştırmaya lüzum görmüyordu. Onun i-çin yapılan resim ve şekiller normal, gerçeğin tam karşılığı oluyordu. Fildişinden genç kız başı, şimdiki kadın berberinden çıkmış uzun saçlı bir köylü kızdı. Vücut yuvarlakları gülleleşmiş, taşan "Anaşah" heykelcikleri, bugünkü çırılçıplak Boschiman kadının tâ kendisidir. Hele hayvanlar, insana heyecan veren hareketlilikte canlı, gerçek birer veya bir çok at, ayı, geyik, fıldirler. Tahrifin zerresi yoktur. Çünkü Vahşi için Totem hayvanı, kutsal atadır. Kılına kimsenin dokunamayacağı en saygıdeğer varlıktır. Toplumun sembolü, canı, ruhudur. Temiz Totem münasebetinde insanın insan üzerine yalanı, ikiyüzlülüğü bulunmadığı için, güzel sanatta yalnız gerçekçidir.

Ancak sonraları, toplum barbarlık çağına girince, kandaşlığa kimse dokunamadı ise bile, insanın insan üzerine imtiyazcıkları başladı. Bu imtiyazları tutundurabilmenin tek yolu yalan ve hileydi. Tabu (dokunulmazlık) icat edilecek, babaşahlık totemin temiz gerçeğini kendi baskısı altına alarak, uydurma biçimlere sokacaktır. Barbarlığın varlık zorunu kullanan babaşahlık, tabu emrine

50

giren güzel sanatı gerçeği biçimsizleştirmekte âlet edecektir.

Vahşi güzel sanatının sırf Totem kutsallığından kaynak aldığını, ve ilk insan inançlarına yol açtığını, resimlerin bulundukları yerlerden de çıkarmak mümkündür:

"Bu pentürlerden çoğu karanlık mağaraların derinliklerinde bulunur. Çoğu, bunlara u-laşım güçtür. Artistler işlerini yapmak için lâmba kullanmış olsalar gerektir. Steatit içine oyulmuş lâmbalar keşfedildi. Bunların içlerinde içyağı yakılmış olmalıdır." (W. E.H., s. 46/1

)

Bay Cooper-Cole, vahşi resim ve heykellerinin sihir ve büyü için yapılmış olabileceklerini düşünür. Sihir ve büyü, Totem'in (vahşet çağının) değil, Tabu'nun (barbarlığın) işidir. İnsanın insanı aldatmaya başlayacağı barbarlıktır. Totem, vahşi toplumun açık teşkilât ve gelenek sembolüdür.

ÖLÜ GÖMME: Neanderthal mağaralarında öleni gömme âdeti başlamış idi. Sosyal anlamı gelişkin ölü gömme olayı Sapiens-insanında yepyeni bir biçime girer. Aşağı Vahşet çağında öleni kendi cinsleri başka yırtıcı hayvanlara bırakıyorlar mıydı? Yeryüzünde o çağdan kalma ne kadar az fosil insan bulunması düşündürücüdür.

İnsan topluluğunda öleni yırtıcı hayvanlara yem etmeyip gömmek, toplumda ölene karşı belirmiş özel bir saygı ile bağlanabilir. Moravya'da, mamut kürek kemikleri altına gömülen Kromanyonlar, o toplumda otoritenin doğduğunu andırır. Sâpiens'lerde daha ileri bir gelişme göze çarpar. Ölü basitçe gömülmez, âlet ve süsleri ile birlikte gömülür:

"Ölülerini çok defa süsler ile birlikte gömüyorlardı. Ve hiç şüphesiz cesetleri boyalarla sıvıyorlardı." (W. E.H., s. 45/I)

Ölenle birlikte gömülen şeyler yalnız süs eşyası değildi: Deniz kabuklusundan, taştan, kemikten yapılmış başlık, bilezik gibi ziynet eşyalarından başka kaba aygıtlar da vardı. Bu, ölene, öldükten sonra kullanabileceği şeyler vermek demekti. Öldükten sonra bir şey kullanmak, öbür dünyada yaşamak, ölümsüzleşmek demekti... Böylece, öldükten sonra dirilme, yahut, bedenden sonra ruhun yaşaması gibi inançlar 40-50 bin yıldan beri başlamış oluyordu.

TARİHÖNCESİ VE ANTİKA TARİH "ÖZETLER"

Tarihöncesi ve Antika Tarih bölümü: Tarihöncesi ile Antika Tarihin başlıca karakteristiklerini özetliyecektir. Bu statik özetleyiş dört ayrımda yapılacaktır.

1. - MEDENİYETTEN ÖNCEKİ GİDİŞ: ayrımında, tarihöncesi toplumunun tabiat içinden çıka geliş konakları özetle anlatılacaktır.

Konuları: Medeniyet ve Târif Güçlükleri - Vahşet=Paleolitik, Barbarlık - Neolitik - Avrupa Monomanisi yerine Bilim Tasnifi - Üç Vahşet Konağı - Üç Barbarlık Konağı - Tabiatı Sosyalleştirme Gidişi - Geçiş karakteristikleri - Vahşet Çağı (Eskitaş devri) - Barbarlık Çağı (Yenitaş devri).

2. - MEDENİYET GİDİŞİNDE TİCARET: ayrımında, medeniyet toplumunun tarihöncesinden çıka gelip ticaret münasebetleri ve yolları üzerinde yönelişi anlatılacaktır.

Konuları: Medeniyet İbresi Ticaret- Kahramanlıktan Bezirgânlığa - Babahanlıktan Efendiliğe - Medeniyetin İpuçları - Ticaretin Olumlu Sonuçları - Ticaretin Olumsuz Sonuçları - Medeniyetin İç ve Dış Tezatları.

3. - BARBARLIK AKINLARINDA TİCARET: ayrımında, Barbar akınının nasıl medeniyetçe geliştirilmiş ticaret yolları üzerinde ve en sinik ticaret uğruna yönelişi özetle anlatılacaktır.

Konuları: Bezirgânlığın Üretime Baskın Çıkışı - Barbarın Medenîye Üstünlükleri - Tipik bir Barbar Akını - Barbarlık ve Bezirgânlık- Bezirgânlığı Barbarın Teşkilâtlandırdı - Barbarın Açmadığı yerle Kıyaslanış - Medenilerden Barbarlığa Övgü.

4. - TARİH ZİNCİRİNİN HALKALARI: ayrımında, Antika Tarih boyunca medeniyetlerle Barbarlıkların gecelerle gündüzler gibi birbirlerini kovalayışları özetle anlatılacaktır.

Konuları: Tarih Konakları - Kadîm çağda orta çağlar çoktur. Antika medeniyetler birbirlerinden çıkarlar- İki Zıt Tarih Anlayışı Zıt Anlayışların Çözümü - Medeniyetin Evrim Basamakları - O-rijinal Medeniyet Örneği - Medeniyet Rönesansı Örneği - Sonuç.

Birinci Ayrım

MEDENİYETTEN ÖNCEKİ GİDİŞ MEDENİYET VE TARİF GÜÇLÜKLERİ

İslâm tarihçiliği, İslâm medeniyetinin sınırlarını aşamazdı. Be zirgân ekonomi temeline dayanan antika medeniyetlerin önüne geçilmez bir fatalizmle doğup, zorlu ölümlerinden başka sonuç görmemişti. Antika tarih bitmemişti ki, onu bütünüyle kavrayıp izah etmek İslâm Tarihçilerinin ellerinden gelebilsin. İslâm Tarihçiliği, Tarihcil Devrimler çağının yazarları kaldılar.

Islâm Medeniyetinin bıraktığı yerden başlayıp gelişen Modern Batı Medeniyeti, Sosyal Devrimler çağını açmıştı. Tarihcil Maddecilik başlıca konu olarak "modern toplumun gidiş kanunlarını

51

örten peçeyi kaldırma"yı hedef tuttuğu için, ona göre antika tarih bitmişti. Yıldırım çabukluğuyla i-lerleyen Sosyal Devrim'lerin sürükleyici akımı içinde, o şimdilik kapanmış antika tarihe dönemezdi.

İslâm Tarih bilimi ile Tarihcil Maddecilik biliminin verilerine göre, Tarihcil Devrimlerin izahına götürecek kısa bir özet yaparken, ilk güçlük "medeniyet" sözcüğünün tarifinde çıkar. Özellikle tarih ve toplum bilimlerinde, çoğu bilginler, kimi sözleri diledikleri anlamda kullanırlar.

"M. Marcellin Boule, "fosil insanlar" eserinde yazıyordu: Uzun zamandan beridir, Fransa'da tarihçiler kampında olduğu gibi, natüralistler kampında da iyi niyetli zekâlar, Irk, ulus, millet, dil, medeniyet (buraya sınıf kelimesini de katmak gerekiyor) sözlerinin olağanüstü bir kargaşalık gösterdikleri üzerinde durdular. Bununla birlikte, bugün dahi en seçkin ve akademik yazarlar insan kümeleşmelerini incelerken, gelişi güzel ırk kelimesini tümü ile kalıplaşmış bir anlamda kullanıyorlar" (C.İ.S:, s.163).

Bu söz, term ve anlam kargaşalığı tarih ile "medeniyet" sözleri için büsbütün tehlikeli oluyor. Hiç değilse medeniyet terminin hangi toplum biçimi için kullanılabileceği bilinmedikçe, tarih ve tarihöncesinde aydınlığa varılamıyor. Bu yüzden, insanlığın başına gelmiş geçmişleri kısaca gözönünden geçirmek ayrı bir kitap tutacaktır. Burada, özetin özeti yapılarak, ilkin tarihöncesi çağ ve konaklarının karakteristiğini, sonra medeniyete geçişin târifini bir kaçar satırla olsun özetleme-liyiz.

VAHŞET = PALEOLİTİK,

BARBARLIK = NEOLİTİK

Bugüne dek toplum, yeryüzünde dört büyük ayırtlı çağ geçirdi:

1-Vahşet Çağı (Paleolitik) ............... 500.000 yıl

2 - Barbarlık Çağı (Neolitik) ............... 50.000 yıl

3 - Tarihcil Devrim Çağı ............... 5.000 yıl

4 - Toplumcul Devrim Çağı ............... 500 yıl

Bu dizi, rakamları biraz zorlasa bile, kolay bellemeye yarar.

Çoğu bilginler, yalnız bugünkü insan tipinin tıpkısı olan sonuncu fosil insanını, Homo-sapiens'i adam sayarlar; ondan önceki tiplere insan adı vermekten çekinirler. Cava'da bulunan Pitekantropus-Erektüs (Dik-maymun insan) bir "yürüyen maymun" sayılır: "Buna insanın doğrudan doğruya atası diyemeyiz" (W. E.H., s. 35) denir. Sinanthropus-Pekinensis (Pekinli-maymun insan), hatta "homo" (insan) sıfatı takılan Ecanthropus (şafak insan)lar, Homo-Heidelbergensis Piltdown insanı, hatta Homo Neanderthalensis (Neanderhal insanı) bile "soushemmes" (alt-insanlar) sayılır.

Oysa, bugünkü insan gökten zenbille inmemiştir. Her yaratık gibi, bir sıra değişiklikler geçirerek, Pitekanthrop'tan şimdiki biçimine ulaşmıştır. Bu sırada insanı bütün öteki hayvanlardan ayırteden şey, Uzuv'ları yerine aygıt'ları geçirmesi âlet kullanmasıyla başlar. Yalnız âlet kullanacak uzuv, EL haline gelince, insan iki ayağı üstünde, "EREKTÜS" (dikine) yürümüştür. Bu gelişme Cavalı Dik-Pitekanthropla başlar. Sonra, insan beyninin gelişmesi, insan elinin gelişmesiyle paralel gider, Elin başparmağı esnekleşip ideal aygıt kullanıcı güce eriştikçe insanın kafatası arkadan (beş duygu beyninden) öne (düşünce ve dil beynine) doğru genişler.

Onun için, Pitekanthroptan Sapiens-insana dek geçen çağ, insanlığın geçirdiği VAHŞET ÇAĞI sayılabilir. Ateşi hiç kullanmayan Pitekanthropla, pek az tanır görünen Sinanthrop, hatta Eonthrop, Aşağı Vahşet konağına girebilir. Buzullara karşı koyacak kertede ateşten faydalanmayı bilmiş Neanderthal insanı, Orta Vahşet; ilk realistçe güzelsanat yapan, Totem teşkilâtı sezdiren Sapiens insanı, Yukarı Vahşet konaklarında görüyonız.

Böylece Paleolitik çağ, sahici VAHŞET ÇAĞI, Neolitik çağ ise BARBARLIK ÇAĞI oluyor.

AVRUPA MONOMANİSİ YERİNE: BİLİM TASNİFİ

Toplum ve insan bilimi, doğuşundan beri Avrupa bilimi olduğu için, yerin karnını oyan sanayi de Avrupa'da geliştiği için, en çok yoklanan toprak ister istemez Avrupa bölgesidir. İlk Öntarih buluntularına verilen "Chelleanne", "Achelleenne", "Mousterienne", "Solutreenne", "Magdalenienne" devirleri, bütün Avrupa bile değil, yalnız Fransız semt adlarıdırlar; Canstadt-insanı, Heidelberg-insanı, Piltdovn, Neanderthal, Grimaldi, Cromagnon insanlan hep Avrupa semtlerine göre tanınırlar.

Avrupa'daki bu insan belirtileri ve sönüşleri, hep Avrupa dışından beriye taşmış dalgalardır. Avrupa'nın kendisinden çıkmış yerli bir "nevi" yahut "ırk" insan ve toplum biçimi yoktur. O birbiri ardından med ve cezirlerle gelip birbirlerini yok etmiş görünen insan dalgalarını Avrupa'ya gönderen insan denizi nerdedir?

Dik-Pitekanthrop Cava'da, Afrikanthrop Afrika'da bulunmuş en ilk insan tipleridir. Bulunduk-

52

ları yerler, yerkabuğunun, ilk zamanlardan beri deniz altına gömülmemiş en eski parçalarıdır. Sonraları batan Tethys kıtasının ve tropik çizisinin güneyindeki Afrika ve Endonezya'dır. İlk insanlık ister istemez, yerkabuğunun bu en istikrarlı, sürekli yaşama savaşına sahne olabilmiş semtlerinde gelişmiş görünüyor.

Beliren insan nevii, iklim etki ve tepkileri altında yarım ilâ bir milyon yıl oralardan kuzeye, doğu ve batı kuzeylere doğru itilip çekilmiştir. Besbelli, insan Cava'dan Çin'e, Afrika ve Ortaasya'dan son buzullara dek Avrupa'ya, son buzullardan sonra Amerika'ya doğru, tabiatın kara köprülerinden ve deniz yollarından aşa göçe, geçtiği her konakta değişe değişe gelmiştir.

Onun için, tarihöncesinin insanı gibi, devirlerini de Avrupa ülke ve semtçiliği (lokalizmi)nden daha anlaşılır tasnife uğratmak doğru olur. Şöleen, Aşöleen devri; Aşağı Vahşet konağı, Musteryen ve Solutreen devirleri Orta Vahşet, Madalenien devr Yukarı Vahşet konakları olabilir.

Medeniyet barbarlıktan, barbarlık vahşetten doğdu. Öntarih veya tarihöncesi dediğimiz Prehistorik, 3 vahşet ve 3 barbarlık olmak üzere, 6 konakta derleniyor (Morgan bölümleyişi).

ÜÇ VAHŞET KONAĞI

1-Aşağı Vahşet Konağı: Avrupa'da Şöleen ve Aşöleen devirleri. Dünyada Cava'lı Dik-Pitekanthrop, Afrikanthrop, Pekinli-Sinanthrop, Eoanthropus denilen Heidelberg ve Piltdown insanları.

İnsan cansız tabiattan NESNE alır (taş, ağaç, kabuklar gibi). Bu nesnelerin özleri değiştiril-meksizin, biçimleri yontulur. Taş yarılır aygıt yapılır. Bu nesnelerin biçimleri tabiatta görülmedik şey değildirler. Bugün Microlithe denilen Hint'de, Suriye'de, Afrika'da Avrupa'da bulunmuş Ufaktaş kalıntıları, eğer pek çoğu sistemli olarak bir arada bulunmasalar, insan eseri olup olmadıklarından şüphe edilir.

Cansız aygıt, doğrudan doğruya insan ELİ ve GÜCÜ ile kullanılır. Aygıtla insan uzvu arasında (yay, sapan, gibi) başka bir ara-mekanizma yoktur. Bu olay da, insandan başka hayvanlarda görülmedik işlem de ğildir. Goril kızınca, herhangi bir nesneyi yakalayıp tesadüfen kullanır.

Hiçbir hayvanda görülmedik olan şey, insan için aygıt kullanmanın başlıca geçim yordamı oluşu, aygıtın bir üretim aracı durumuna girmesidir.

2 - Orta Vahşet Konağı: Avrupa'da Mousterienne ve Solutreenne devir'leri. Belki Heidelberg insanını da kaplıyan Avrupalı Neanderthal insan.

İnsan, cansız tabiattan GÜÇ (tabiat kuvveti) alır. Bu güç ATEŞ'tir. Ateş, değiştirilmeksizin evcilleştirilip İKLİM'e karşı kullanılır. Bundan, barınak (mağara, kulübe) içinde yaşama âdeti çıkar. Barınak yaşayışının, belki ilk Aşağı Vahşet konağında beliren cinsel yasak tutumunu daha da genişleterek, cinsel gürenin bundan sonraki konakta olgunlaşacak cinsel işbölümü (kadın-erkek işbölümü), teşkilât bölümü (totem bölümleri) ve insanın ruh bölümü (şuur-altşuur bölümü) gelişmelerine yol açar.

Hiçbir hayvanda göıülmeyen işlem, cansız uzuv demek olan aygıt ve âlet sayesinde insanın ateşi elleyebilmesi, kullanabilmesidir.

3 - Yukarı Vahşet Konağı: Avrupa'da Magdalenienne devri. Avrupa'da kısa (Grimaldi) ve uzun (Cro-magnon) tipleriyle Sapiens- insan.

Aşağı ve Orta Vahşet aygıtları ile ateşin, barınağın kullanımı yanında, bu konağa ait KEMİK nesnesinden yeni aygıt yapma tekniği ile, büyük avı UZAKTAN vurma metodu keşfedilmiştir.

TOPLUM içinde YETKİ kişiden üstün güç olarak şekillesin Gelenekcil yetki TOTEM'dir, aktüel yetki ANACIL düzendir. Bu yetkililerin KİŞİ içinde cinsel yasakla doğmuş RUH tezatlarını her yönde, hele toplumun yararına zenberek gibi yaylandırılıp geliştirmesi, sağken güzel sanat ve ölünce gömülme gibi o zamana dek görülmemiş SÜS ve İNANÇ'ları yaratır.

Burda teknik bakımdan PALEOLİTİK (Eskitaş veya Yontmataş) çağı sonuna varır. İnsan kendisine (süs) ve topluma (totem teşkilâtı) yollu çeki düzen verdiği gibi, aygıtlarına da CİLA verecek duruma gelmiştir.

İnsan bakımından, artık FOSİL İNSAN dediğimiz, birbirini yeryüzünden kaldırmış ve yerka-buğu içine gömmüş olan insan NEVİ'leri sona ermek üzeredir.

Vahşet çağından barbarlık çağına geçiş için zemin hazırdır.

ÜÇ BARBARLIK KONAĞI

4 - Aşağı Barbarlık Konağı: Ateşin kullanımı cansız nesneler alanına görülmedik ürünler getirir. Balçık pişirilir. ÇÖMLEK tabiatta görülmüş nesne değildir. Tek tük mâdenler de metal olarak tabii filizlerinden çıkarılmaya başlanır. Bunlar, tabiatta görülmemiş madde'ler Barbarlık çağının yeni TEKNİK'ini açarlar.

Cansız tabiatın yeni bir GÜCÜ'ü, mekanik kuvvet keşfedilir. Ok artık elle değil, gerilen yay'la atılır. Taş kolla değil sapan manivelâsiyle atılır. Bu hiçbir hayvanda eşine rastlanmamış o-

53

lan, barbarlık çağının yeni üretim METOD'unu açar. Ok-yaylı Avcılık geçimi egemenlesin

Artık insan cansız tabiatı emrine almakla yetinmez, canlı varlıkları da toplumuna mal etmeye girişir. İlk bitki ve hayvan yetiştirme kullanımları belirir. Bundan sonraki iki konak bu ilk keşfin sistemleşmeleri olacaktır.

Aşağı Barbarlık konağına tarihte en ün salmış adıyla AVCILIK devri, teknik bakımdan ÇÖMLEKÇİLİK devri adları verilebilir.

Neolitik (YENİTAŞ) çağ, tekniği ve insanıyla bilinen düzene girmiştir.

5 - Orta Barbarlık Konağı: Kısaca geçim bakımından ÇOBANLIK, teknik bakımından TUNÇ DEVRİ adını alan toplum münasebetleri zamanıdır.

Burada evcil hayvan SÜRÜ üretimi biçiminde yepyeni bir yaşayış getirir.

Sürünün yarattığı yaman bolluk erkeğin mülkü gibi geliştiği için, "Anahanlık" denilen kadıncıl düzene karşı erkeğin seçkinleşmesi belirir. Kişi imtiyazları, bundan önce bütün Kandaşlar için eşitçe kabul edilmiş Totem teşkilât ve inançları zemini üstünde, dolambaçlı yoldan imtiyaz bekçisi olan TABU kurumunu kışkırtır. Toplum Totem (Türkçesi: TOS) ile tabu (Türkçesi: KÖRMOS) i-nançların mânevi güdüsü altında BABAHANLIK düzenine doğru yol alır.

Toplum içinde bir kısım oymaklar (kabileler) çobanlık gereği ile GÖÇEBELEŞİRKEN, onlara zıt durumda öteki oymaklar da OTURUKLAŞIR'lar.

6- Yukarı Barbarlık Konağı: Artık burada, özetlemeyi gerektirmiyecek denli herkesçe en çok bilinen ünlü TARIM ve KENT sistemlerinin doğduğu DEMİR devri başlar.

Evcil bitkiler sulamalı, sistemli tarla ZİRAATI biçiminde de üretim konusu olurlar. Toprak mülkiyeti başlıca toplumcul düzen durumunu ve KENT yerleşmelerini yaratır.

Demir balta ormanı tarla ederken, demir kılıç savaşı zanaat haline sokarak KAHRAMANLIK devrini bütün maddi ve mânevi ekler ile fışkırtır. Sanayi ile Ziraat gerek birbirlerinden, gerekse kendi içlerinde ayrı, bağımsız üretim kolları, dalları halinde ayrılıp bölünürler. Medeniyetin ve tarihin şafağı sökmek üzeredir.

TABİATI TOPLUMCULLAŞTIRMA GİDİŞİ

Bu 6 basamaklı tarihöncesinde, her konakta toplumca kazanılan şey, ondan sonraki konaklarda daha gelişkinleşerek devam eder. Maddî görevini zamanla yitiren aygıtlar, mânevi görevler kazanır. Kabuklular ilk insanın aygıtları iken, sonradan Orta Vahşette süs nesnesi olurlar; Ok-yay medeniyete dek yaman bir üretim ve savaş aygıtı iken, zamanla rübâb, saz biçiminde telli çalgı şeklini alır. Tersine, mânevi kullanımlarda, gittikçe maddi aygıtlara dönebilirler. İlkin totem örneği olan nesnelerin, sonra güzelsanat, ev eşyası durumuna girmeleri gibi.

Bütün bu, maddeden ruha (toplum maddesine) gidiş-gelişler, canlı bir hücrenin çevresinden yiyecek maddeleri alması tarzında, toplumun tabiattan madde alışverişidirler. Toplum gelişiminde geçirilen her basamağın kendine has bir tabiat NESNE veya GÜC'ünü toplumcullaştırdığını kısaca özetledik. Bu toplumcullaşma insan yaşayışında boyuna yeni TEKNİK ve METOD gelişmeleri yaratırken, zıtları bir arada tutan müspet-menfi sonuçlarıyla tarihöncesi GİDİŞ (Prose)sini geliştirir. Her sonuç, bir sınırlandırma ve sınırsızlandırıma

TOPLUM KONAĞI

Aşağı Vehşet

Orta Vahşet

Yukarı Vahşet

TOPLUMCULLAŞTIRILAN SINlRLANDIRMA (-)

Aşağı Barbarlık

Nesne (Taş, vs.)

Güç (Ateş) Cinsel güç

Metod: Uzaktan av Nesne: Balçık piser Metod: Ok yayla av

İnsan uzvile tabiat arasına âlet girer. (Toplumun sınırı)

Yırtıcı hayvanla insan arasına aşılmaz sed

Cinsel yasak: insanı hayvandan sınırlandırıp, Toplumu teşkilât çerçevesine sokar.

Av hayvan ile temas zaru- Avlanma tehlikesi kalkar, reti kalkar.

SINIRSIZLANDIRMA (+)

Cansız maddeyle canlı uzuv sınırı kalkar: âlet sentezi maddeye can verir.

İklimin yaşamayı sınıflandırması kalkar

Tek kişi aşkı yerine, sınırsız toplum ülküsü geçer.

Yiyecek tasarrufu. İnsan gücü tasarrufu

Sınırsız ev eşyası Totemik nesneler.

Av mesafesinin sınırlılığı azalır.

54

Orta Bar- Canlı Sürü (Çobanlık) Av peşinde koşma sınırla- Sınırsız davar yetiştirme,

barlık nır.

Yukarı Tarım Toprak sınırlanır. Üretim bolluğu sınırsızlasın

Barbarlık

GEÇİŞ KARAKTERİSTİKLERİ

1- Hayvanlıktan Vahşet Çağına Geçiş: Bir uzuvla bir nesneyi tutmak, hatta bir an için kullanmak, tabiatta olağan şeydir. Maymun sopaya sarılır, ayı kaya devirir, karga cevizi havadan kayaya atıp kırar. Vahşi insanın bütün üstünlüğü, bir an değil, bütün ömrünce aygıdı ve metodu üretim ve geçim tarzı olarak işletmesindedir. Bu göreve uygun olarak hiçbir hayvanda bulunmayan organik değişmelere uğrar. EI değişir, iki ayak üstü yürüme kurallaşır, Beyin, boyun kasları cende- resinden kurtulup büyür.

2 - Vahşetten Barbarlığa Geçiş: Vahşi insan, Yukarı Vahşet konağında kemik aygıdı uzaktan atıp avlanmayı öğrenir. Ama bu avcılıkta atış doğrudan doğruya insanın kendi uzvu ile yapılır. (Ok, harbi, zıpkın el gücüyle fırlatılır.)

Aşağı Barbarlıkta, Sapiens-insanı fosile ısmarlayan Neolitik insan, artık el ve kol gücü yerine yay veya sapan manivelâsını geçirir. Vahşette insan steatit içine kandil oyuğu gibi taştan ka-bımsı şeyler yapar. Aşağı Barbar balçığı alır: Tabiatta görülmemiş tuğla biçiminde pişirerek çömlek yapar.

3 - Barbarlıktan Medeniyete Geçiş: Yukarı Barbarlıkta köle müessesesi doğmuştu. Ama, bu ya evlât edinmeyi andıran yabancıyı himaye altına alma, yahut barbarın yalan söylemeyi bilmediği sözünden dönmediği için borcuna karşılık kendi kendisini alacaklıya teslim etmesi biçiminde oluyordu. Kimse kimseye karşı, dışarıdan istemediği bir zoru uygulamıyordu.

Medeniyet, karşılıklı dilek üzerine kurulmuş o tâbiiyet müessesesini, kesin ayırtlı (köle-efendi) sınıflarının,Toplum üstü devlet zoruyla kanunlaşmış münasebetlerine çevirdi.

6 tarihöncesi konağında toplumcullaşma gidişleri ile geçiş karakteristikleri, insanlığın tezatlı gelişimleri açısından, Ekonomi, işbölümü ve insan durumuna göre şöyle özetlenebılir.

VAHŞET ÇAĞI (ESKİTAŞ ÇAĞI)

Vahşet Çağı'nda: İnsan NEVİ'leri batar, çıkar.

a) EKONOMİ TİPİ.- Tabiat nesnesi (madde) ile tabiat gücü (kuvvet) özelliği değiştirilmeksi-zin, yani tabiatta nasılsalar öylece (taş, kemik, ateş, uzuv kullanımı, insan gücü oldukları gibi) TO PLUM CULL AŞTIRILIRLAR. Bu prose Aşağı Vahşette başlayıp Yukarı Vahşete dek ilerleyip gelişti.

b) İŞBÖLÜMÜ: İlk defa kadınla erkek arasında oldu. Kadın İçeride EV erkek dışarıda AV i-şine ayrıldı. Bu insanlık toplumunda BİRİNCİ BÜYÜK TOPLUMCUL İŞBÖLÜMÜ oldu. Bu prose Orta Vahşette başlamış olabilir.

c) İNSAN BÖLÜMÜ: Hayvanla insan, erkekle dişi arasında olan bölünüş, yakın akraba arasında cinsel yasakla birlikte insanın içine de girdi. Yasağı benimseyen ŞUUR, benimsemeyen ALTŞUUR! Böylece insan, kendisi de farkına varmaksızın kendi içinde AYDINLIK - KARANLIK, yahut BİLİNİR - BİLİNMEZ iki zıt kutba bölündü. Bu kutuplaşan benlik, ister istemez insanın bedeninden bambaşka birşeydi. Dışarıdan (TOP LUMDAN) gelmişti; daha doğrusu toplum ile organizma (uzviyet, hayat) arasındaki tezatın yücelmiş bir SENTEZİ olarak üremiş bir varlıktı. Ona artık materyalist olsun, spiritualist olsun herkesçe gerçekleştiği tartışılmaz kalan bir insancıl yahut toplumcul sentez anlamına gelmek üzere, RUH adı verilebilir.

Mutlak insan eşitliği kimsenin tartışmayı bile aklına getirmeyeceği kertede toplumun iç kuralı sayılıyordu. Onun için, kişi dışındaki toplum için aile ve oymak teşkilâtı senbolü TOTEM (Türkçesi: TOS) ne ise, kişi için de totemin tam karşılığı olan sembol RUH aynı şey idi, İnsan önce çevresini, Tabiat nesne ve gücünü toplumlaştırdı, sonra dolayısıyla kendini ruh ile toplumcullaştırdı. Ne olsa bu bir bağlılık, kişi içinde kişiden üstünlüktü.

Demek, ilkin vahşet çağında İNSANIN RUHU üzerine. EGEMENLİK başladı.

BARBARLIK ÇAĞI (YENİTAŞ ÇAĞI)

Barbarlık Çağı'nda, İnsan IRK'ları değişir.

a) EKONOMİ KARAKTERİSTİĞİ: - Vahşet çağında görülmeyen şey, barbarlıkta oldu. Tabiatın nesnesi ve gücü olduğu gibi değil, özelliği değiştirilerek toplumcullaştırıldı. Tabiatın balçığı, pişirilip tuğlaya çevrilerek çömlekleştirildi. Hemen bütün mâdenler tabiatta birbirleriyle ve yarı metallerle karışık filiz halindeydiler. İnsanın kullanabileceği saf metali ilkin barbarlık buldu. Hayvan ve bitki, "hüdayinâbit" olarak tabiattan derlenip avlanılarak benimsenirdi. İnsan tabiatta görülmemiş (karınca içgüdüsünden bambaşka) metodlarla bitki ekimini, hayvan yetiştirmeyi barbarlıkta

55

öğrendi. Vahşet çağında aygıt doğrudan doğruya uzuvla kullanılıyordu. Barbarlık, uzuvla aygıtın arasına mekanik güç ve araçlar sokabildi. Taşı sapanla, oku yayla atmayı becerdi. Bu prose daha Aşağı Barbarlık konağında başladı.

b) İŞ BÖLÜMÜ: - Orta Barbarlık konağında SÜRÜ üretimi ÇOBANLIK düzenini yaratınca, otlak ve mevsim gerekçeleri göçebeliği kaçınılmaz, nöbetleşmiş rakkas hareketi gibi işleyen bir düzen durumuna getirdi. O zaman sanki kendiliğindenmişçe, insan topluluklarından kimileri O-TURGAN ve kimileri GÖÇEBE oldular. Göçebelerle oturganlar arasında toplum ölçüsünde bir işbölümü doğdu.

Barbarlığın doğurduğu iş bölümüne, İKİNCİ BÜYÜK TOPLUMCUL İŞBÖLÜMÜ denir.

c) İNSAN BÖLÜMÜ: -Tabiat nesnesinin insanca başka özelliğe çevrilebilmesi, insan uzvu ile aygıt arasına başka mekanizmalar sokulması gibi başka başka toplumlar arasında işbölümü olması, insanlığı insan için de yeni değer ölçülerine götürdü. Vahşette monolit, yekpare olan toplumun içine yabancı insan tipi sokuldu. Sürü mülkiyetine egemen olan hür Babahan'ın yanında evlâtlık, müşteri (client), köle gibi insanlar yer buldu. Bu sonuncular ilk defa, insanın insan olarak başka bir insana tâbi olması demekti.

Totem her tek kişinin eşitçe ruhunu topluma ve bütün öteki kişilere ayrılmaz parça gibi bağlamıştı. Toplum içinde seçkin kişi mülk ve yetki'lerine, - Devlet ve Kanun bulunmadığı, toplum içi zor kullanılmadığı için,-dokunulmazlık sağlayan TABU (Könnüs), Totem'in tam zıddını yaptı. Eşit kandaşlar arasına ayrı seçi koydu. Bir yanda totem bağlarıyla birleşik olan kişileri Tabu imtiyazla-rıyla birbirinden ayırdı.

Totem, kişi (fert) üstüne RUH'u çıkarmıştı; tabu, kişinin ve dolayısı ile toplumun üstüne SEÇKİN KİŞİ'yi çıkardı. Yalnız, gerek Totem, gerekse Tabu kandaşlık temeli üzerine kurulmuş toplum kurallarıydılar. O toplumda KANDAŞ EŞİTLİGİ'ni inkâr etmek hiç kimsenin en zorba, en "barbar" babahanın bile aklından geçemiyordu. En seçkin kişi, ancak, Totem ve Tabu emrinde toplumun eşitçe yaşama savaşını gütme sorumluluğunu taşıyordu.

Bununla birlikte, insanın hem lehinde, hem aleyhinde iki gelenek yerleşmişti. Totem insanın Ruh'una hükmetme geleneğiydi; Tabu insanın tümü'ne (ruhuna-bedenine) hükmetme geleneği oldu. Sınıf bölümü yoktu. Ama, toplumda sınıf bölümüne zemin hazırlanmıştı.

Medeniyet gelecek, sanayi ile ziraat arasındaki işbölümünü genişletecek, mal değiş -tokuşunu kaçınılmaz egemen ekonomi düzeni yapacak, kandaşlık münasebeti yerine menfaat münasebetini geçirecek, aynı toplum içinde durumları ve yararları kutuplaşmış insan kümeleri, yani Toplumcul SINIF'ları yaratacaktır... ÜÇÜNCÜ BÜYÜK TOPLUMCUL İŞBÖLÜMÜ insanın geçim ve kader'ini MAL'ların değiş - tokuş kurallarına bağladığı için, kişinin yaşayışı gibi HÜRRİYET'ini de sonucu kimsece kestirilemez bir gidişe ısmarlar. Artık ne alt sınıf ne üst sınıf toplumun tarihi akışında GEREKENİ KAVRAMIŞ İNSAN ŞUURU'ndan, yani HÜRRİYET'ten bahsedemez. Tarih; onu yapan insana, insanüstü bir heyûlâ gibi görünür.

Tıpkı tarihöncesi gibi tarihte iki çağa ayrılır demiştik.

Tarihöncesinin VAHŞET çağına karşılık, tarihin TARİHCİL DEVRİM çağı var-dır.Tarihöncesinin BARBARLIK çağına karşılık , tarihin TOPLUMCUL DEVRİM çağı vardır. Vahşet çağında İNSAN NEVİLERİ batıp çıktılar. Tarihcil Devrim çağında MEDENİYET ÇEŞİTLERİ batıp çıkacaktır. Barbarlık çağında İNSAN IRKLARI değiştiler. Toplumcul Devrim çağında MEDENİYET DÜZENLERİ (REJİMLER) değişiyor.

AYRIM:II

MEDENİYET GİDİŞİNDE TİCARET MEDENİYET İBRESİ TİCARET

Medeniyet için, tarım (Ziraat) üretimi temelli şarttır. Ama, uygarlığın asıl sebebi tek başına tarım değildir. Tarım, daha geniş anlamı ile Yukarı Barbarlık konağında başlar. Medeniyetin karakteristiği tarım ile sanayi kolları arasındaki işbölümünün gelişmesine bağlı olan TİCARET'tir. Toplumda, alış - veriş aracıları olan tüccarlar toplumcul bir SINIF haline gel dikleri zamanda ve yerde MEDENİYET başlar.

Medeniyete geçmek için; 1- Tropikalimsi ırmaklar'ın tarıma elverişli ve çok bereketli topraklarda, 2 - Yukarı Barbarlık konağına varmış bir toplumun bulunması gerekmiştir. Irak'ta Ur, Uruk uygarlığı, Mısır'da Buto medeniyeti, tabiatla toplumun sulamalı gelişkin ziraat ve geniş ticarete en elverişli bulundukları yerlerdi. Oralarda, kurak çöl iklimi toprakları tabiatın bereketli taşkınlar gücü ve toplumun büyük kanallaştırma kollektif emeği ile mil ve suya kavuşturmak gerekmiş, o çok verimli üretim temeli ilk sanayi ve ziraat iş bölümünü arttırarak, ticareti belli başlı bir ekonomi görevi durumuna getirmiştir. İlk medeniyet beşiklerinin hele gelişen toplumda artan hammadde ihtiyacını kendi topraklarındaki tabiat kaynaklarıyla karşılıyamamaları, ticareti en geniş dış ticaret biçimi ile büsbütün kışkırtmıştır. Onun için daha ilk günden, uygarlık ticaretsiz yaşayamaz durum-

56

da doğmuştur.

Ticaret: İş bölümü yüzünden ayrı ve birbirinden habersiz, bağımsız üretimlerle elde edilen ürünlerin, insanlar arasında değiş - tokuş edilmesidir. Ama, her iş bölümü birbirinden ayrı, bağımsız üretimi gerektirmediği gibi, her değiş - tokuş da ticaret değildir.

Nitekim ilk işbölümü vahşet çağında oldu. Kadın içeride ev işi, erkek dışarıda av işi ile uzmanlaşırken, hiçbir alışveriş yapılmadı. Vahşi ekonomisinin aile işbölümünde herkes gerekeni kavradığı için, üretim ve tüketim arasına, şuur ve hürriyet kısıtlayıcı bir değiş - tokuşa yer yoktu.

Bu cinsel işbölümünde, ev toplumun orta malı olmakla birlikte, bakım ve eşyaca kadının e-lindeydi. Eve hükmeden kadın, topluma egemen bir yetki kazandı. Buna "Anahanlık" deniyor. Paleulitik çağda bulunan ilk insan heykelcikleri hep kadındır. Fosil insanda kadın kafa kalot yüksekliği endeksi erkeğinkinden büyüktür. Bütün ilk dinlerde ilk tanrı ana tanrıçadır. İlk ana hukuku tarih çağlarına dek yaşamıştır.

Her işbölümü ticareti gerektirmediği gibi, her alışverişte ticaret olamaz. Evcil hayvanın sürü biçiminde üretimi ve çobanlık toplumu ile birinci büyük toplumcul iş bölümü meydana geldi. O zaman göçebe çoban uluslarla, göçebe olmayan oturuk uluslar arasında alış - veriş kendiliğinden başladı. Ama, bu toplum içinde sırf alış - verişle geçinecek bir sınıf insan yaratmadı.

Barbarlıkta değiş - tokuş, gerek kemmiyetçe, gerekse keyfiyetçe ticaret adını alacak değiş -tokuştan bambaşka, hattâ onun tam zıttıdır. Barbar alış - verişleri, bütün bir oymak (kabile) ile ö-tekiler arasında toptan yapıldı. Bu alış - veriş, oymak başlarının yetkisi ve aracılığı ile olsa bile, şefler sırf kendi kişilikleri için davranmazlardı. Bütünü ile toplumun yararını güderlerdi. Barbarlar, hattâ Mısır ve Bâbil gibi iki kurulmuş büyük medeniyet arasında göçebe gidip geldikleri zaman, kendiliğinden başardıkları alış - verişlerde bile, şefler, uluslarının tümü adına davrandılar. İsrail oğullarının tükenmez maceraları bunun belgeler ile doludur. Peygamberler, oymakların iç ve dış münasebetlerinde ve alış - verişlerinde hiç bir zaman sonra gözüken tüccar veya bezirgân kişi olmadılar. Kutsallıkları da buradan geldi.

Toplum içinde ticaret'in doğuşu ancak İKİNCİ BÜYÜK TOPLUMCUL İŞBÖLÜMÜ sonuçları içinde görüldü. O da uygarlık öncesinde egemen olan KANDAŞLIK düzeninin çökmesi ile zafer buldu. Çöküş, Kan'da ana yerine baba hukuku nun geçmesiyle başladı.

Yukarı barbarlıkta, mutlak insan eşitliğine dayanan kandaşlık kurallarını koruyacak hiçbir toplumcul savunma teşkilâtı ve zoru yoktu. Herşey hür kandaşların tutumlarına, görüşlerine, vicdanlarına bırakılmıştı. Toplumun güdümü, Totemi soysuzlaştırma TABU (Könnös: Görmez) cihazını tekellerinde tutan ve Sırat köprüsü inceliğinde ve keskinliğinde bir her yana işler Acem kılıcı gibi kullanan büyücülerin, sihirbazların eline geçmişti. Böyle bir düzende, sürü yerine geçen tarımın getirdiği ekonomi, çobanlıktan kat kat aşırı bir ihtilâl idi. Tarım düzeni kandaşlık bağlarını temellerinden uçuracak şartları yarattı. Eski kardeşlik toplumunu alt üst etti. Ortalığı kaplayan altüslüğü çekip çevirecek güç toplumda yoktu. Kişiler ise, külâhını kurtaran kaptandır durumunda bölündüler. Böyle bir ortamda, gücü gücüne yetene kendi kuralını kanun diye dayatırken karşısında hep tek tek kalmış kişileri buldu. Onlar da kimi ayartma, aldatma, kimi kandırıp satın alma kimi kalleşlik ve arkadan vurma yollarıyla teker teker avlayabildi. Kadim Yunan kentlerindeki Ti-ranlık hikâyeleri ve hegemonyaları, yüzyılları saran trajediler ile, hep eşit ve demokratik kandaşlık düzenine karşı oynanmış oyunlardır.

Kandaş eşitliğinin kardeş toplumundaki bu çöküşünün ticaretle uygarlığı getirişi, sırf ekonomi ve sosyoloji bakımından şöyle özetlenebilir.

KAHRAMANLIKTAN BEZİRGANLIĞA

Ekonomik Gelişim: Çobanlıkta: Süt, et, deri, yün, kıl, Aşağı Barbarlığa nispetle görülmedik ürün bolluğu sağlamıştı. Bu artan zenginlik, davarcılık dışındaki çabaları da besledi. Sürü üretimine paralel olarak, dokumacılık, madencilik zanaatleri ilerledi. Taş aygıtlar ve silâhlardan daha dayanıklı oldukları için daha ekonomik gelen maden aygıt ve silâh yapımı, maden işini demirin keşfine ve kullanım çeşitlerine dek yükseltti. Arkeloji buluntularına göre, insan demiri önce pek değerli süs eşyası yaptı. Demirin teknik ve sosyal kullanımlara elverişli araç özü olması için, Yukarı Barbarlık seviyesinde bir ekonomi gerekti.

Demirden yapılan aygıt ve silâhlar tarım ve sanayii büyük ırmak mili bulunmayan yerlere doğru götürmeyi sağladı. Demir BALTA, toprağı ağacın elinden kurtararak, her ülkede ormanı tarla yaptı. Demir SABAN en çetin, en sert toprakları kanırta kanırta sürdü. Demir KILIÇ, İslâm şiarıyla: "El Cennetü tahte-zzılâl-üssüyûf: Uçmak kılıçların gölgesi altındadır!" dedirterek, dünyayı, âhireti "gölgesi altına aldı" ve sağladığı çapulla, barbarları çileden çıkaran KAHRAMANLIK ÇAĞI'nın kanlı destanlarını yazdı.

İlk sübtropikal ırmak boylarının deniz kıyılarında doğmuş uygarlık ilkin demirsiz doğdu. Ama demir balta, demir saban, demir kılıç olmasa, ziraat Fırat ve Dicle ile Nil boylarından dışarıya

57

çıkmaz, belki orada gömülür kalır, ve dünyayı saramazdı.

Yeni, ziraat adını almaya elverişli olan tarım üretimi, toprağı gelişi güzel çapalayıp ekmek, verimsizleşince bırakıp gitmek değildir. Ziraat toprağı onarım ve sulayım gibi toplumcul emeğin en geniş biçimlerde teşkilâtlandırılması ve bir çeşit "sanayileştirilmesi" demektir. İlk medeniyet böyle bir ekincilik üzerinde doğdu. Yeni düzenin getirdiği bolluk, göçebe çobanlık ürünlerini gölgede bıraktı. Hububat, sebze, meyva, şarap ve başka her türlü yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, savunacak, tapılacak, dövüşecek nesneler aldı yürüdü. İçlerinde ülkü yüceliklerine çıkanlar oldu. Kur'ân-ı Kerim "Et-tiyri i vez-zeytun"u (hurmayı ve zeytini) bu dünyada kutsallaştırıyor, inananlara öbür dünyada "ahiret"te bile, "ağzı mühürlü" "kevser" şarapları ısmarlıyordu.

Bu yıldırım gidişi, her gün artan ve birbirinden gittikçe daha çok ayrılarak başkalaşan bir sürü üretim kolları, iş bölümleri yarattı. Her üretim dalında insanların birbirlerinden habersizce yaptıkları ve elde ettikleri mallar, ancak birbirleriyle değiş edilebildikleri için ve değiş edilebildikleri ölçüde çeşitlenip artabiliyorlardı. Demek bu malları, yalnız yapmak (üretim) yetmezdi, toplum içinde dağıtmak (TEVZİ), değiştirmek (MÜBADELE) önemli olduğu kadar kesintisiz bir ekonomi görevi olmuştu. Artık herkes, geçimine yetecekten üstün üretimini başkasıyla değişecekti. Bu değiş yerleri gelgeç panayır, sürekli pazar oldu. Alış - verişe en elverişli yerlerde, şu veya bu sebeple anlaşan birkaç kol insan veya oymak KENT adlı yerleşim kurulunu başardı. Kent, tapınağı ve hisarı ile ilk şehir taslağı oldu. Kentte sanayi kolları gelişti. Köyler daha ziyade ziraatla uğraştı. Sanayi ile ziraat iş bölümü, kentle köy işbölümü biçimine girdi.

Bütün bu çeşitli iş bölümleri ticareti kaçınılmaz, hayati bir hale getirdi.

BABAHANLIKTAN EFENDİLİĞE

Sosyal Gelişim: Ekonomi gelişimine paralel olan barbarlık çağının toplumcul gelişimleri başlıca iki sonuca vardı: 1) Anahanlık düzeni yerine Babahanlığın geçişi; 2) Aşiret teşkilâtı üzerinde kentleşme (Cite'nin kuruluşu). Kentleşme gidişini, bundan sonraki (barbarlık ve uygarlık) bölümünde özetliyeceğiz. Burada, babahanlığın gelişimine işaret edelim.

1- KADININ ALT EDİLMESİ (Alt-insan):

Eskiden (Aşağı Barbarlık konağında) bütün varı: "İpi ile kuşağı" anlamında oku ile yayından öteye geçmeyen erkek, dışarı işinde sürüsünü büyüttükçe önem kazandı. Kontrol ettiği zenginlikleri ve yetkileri arttı. Karşısında Orta Vahşet konağından beri kutsallaşmış anacıl hukuk vardı. Ana düzeni çoban erkeğin egemenliğine engeldi. Onun için, ekonomi gücü artan erkeğin ilk işi anacıl düzenin kayıtlama ve kısıntılarını aşındırmak oldu. Eski Yunan mitolojisi, anacıl Girit toplumuna karşı barbar sürülerinin babahan düzenini dayatışlarıyla doludur. Kahraman Thesee'lerin, Tanrı Zeus'ların başlıca sosyal ve tarihcil görevleri, Anahanlığı yıkmak ve kötülemektir.

Toplumda, saygıdeğer Ana-tanrılar yok edilemediği zaman alt edildiler. Kuşaklara masal biçimli eğitimle, hep "Devanası" gibi, "Meduz" gibi adlarla iğrenç ve korkunç gösterilen varlık, Orta Barbarlığa dek tapılan; ondan sonra da halk inancında bir türlü sökülüp atılmayan kadın-ana idi. Erkek, anacıl düzeni yıkmak için, yapmadık zorbalık, göstermedik kancıklık bırakmamış görünüyor. Tanrıların atası yıldırımlı Zeus Kadından tohumunu çalacak, kadın yerine kendisi gebe kalacak ve çocuk doğuracak kertelere dek, Anaşahı en tabiigörevlerinde bile ortadan kaldırmaya çabalar.

En sonunda, kadın aIt oldu. Fakat bu, kandaş eşitliğin içinde açılmış bir gedikti. Kadın sin-dirilirken, gelecek kuşaklara, toplum içinde bir insanın ikinci ve alt edilebileceği öğretilmiş ve sindirilmişti. Seçkin kişiler, kadına karşı kazandıkları zaferle, toplumda artık eskisi kadar hür ve eşit olmayan insanların bulunabileceğini, ezilebileceğini, sömürülebileceğini ahlâklaştırdılar.

Yeni üretim gelişmeleri, seçkinler çevresinde ve emrinde yanaşma, çeri, çoban güruhlarının beslenebilmesine elveriyordu. Artık köle edinilebilirdi.

2 - TOPLUMUN ALT EDİLMESİ (Üst-insan):

Yukarı Barbarlık konağına dek kabile eşit kişilerin hür toplumuydu. "Kahramanlık çağı" denilen düzen, açtığı sonsuz savaşlarla, oymak teşkilâtını bir savaş ve çapul teşkilâtına çevirdi. Kabile şefleri önce yalnız savaş zamanı seçilerek baş tutan kişiydi. Türkçe'de Başbuğ, Arapça'da Reis, Latince'de Rex Yunanca'da Basileus, sonradan onlara verilen anlamda mutlak kudretli, imtiyazlı üst değillerdi. İlk islâmlığın "Hülefâyi-râşidiyn" gibi kabile üyelerince "Biyat" edilerek, hür oy verilerek seçilirlerdi. Sonraki sömürücü ve zâlim krallarla veya halifelerle, o ilk barbar şef Peygamberler ve Halifeler arasında, gece ile gündüz arasındakinden çok fark vardır.

Çapullar ve fütuhat genişledikçe, mal ve yetkilerini arttıran başbuğlar, her türlü alçaklığı, ikiyüzlülüğü kullanarak, ilkin kendilerini "kayd'i hayatla" (ömür boyunca) şef yaptılar. Demokratik seçimle iktidara gelen şefin yerini zorba "değişmez şefler tuttu. Çevresinde peylediği azınlığın imtiyazlarını savundu. Bu azınlık kent (cite)lerde toprak sahibi (patrici, Kureyş), göçebe akınla-

58

rında, harplerde muzaffer veya galip "Gaazi", "İlb" şeflerdi. Zamanla, öteki kandaşlara veya kent halkına sürü gözüyle bakan bu azınlığa "Asâlet: Aristokrasi" denildi.

MEDENİYET İPUÇLARI

Yukarı barbarlık konağının sonlarına doğru, göze batan ekonomik ve sosyal gelişmeler, toplum içinde bütün kandaşlık münasebetlerini param parça ediyor idi. Her yeni üretim kolu, o parçalanmayı biraz daha arttırıyordu.

Parçalanmayı kim önliyebilirdi?

Kent içinde iki tip insan vardı:

1- Yerli asil tabaka: Bunlar, cenneti bile kılıçların gölgesinde bilen gözü dönmüş çapulcu babahanlardır. Toplumun demokrasi geleneklerini diriltmeleri, şuurlu insan düzeni kurmaları düşünülmezdi.

2 - Yabancı sığıntılar: Çok defa "ipten kazıktan kurtulma kişilerdi. Yeryüzünde toprakları bulunmadığı için, Ali'nin külâhını Veli'ye giydiren alış - verişten başka yapacakları yoktu. Ancak ticaret'le geçinebilirlerdi.

Toplum üretiminin aksamadan gelişmesi için kalan tek yol, kör "arz ve talep" kanunu ile, kendiliğinden, yani insan şuuru ve iradesi dışında işleyen mübadele, TİCARET idi.

Barbarlıkta değiş - tokuş, üretim yapan kişinin, kendi ihtiyacından fazla gelen malını, başka bir üretmenin fazla malı ile trampa etmekti.

Ticaret bunun tam tersidir

1- Tüccar hiçbir üretim yapmaz. (Başkalarının ürünlerini değiştirir).

2 - Tüccar, kendi ihtiyacı olan malı kullanmak üzere satın almaz; tekrar satmak için satın a-lır.

3 - Tüccar, bir malı üretenle tüketenin birbirlerinden habersiz oluşlarından faydalanarak, iki üretici zararına arada KÂR eder.

Medeniyet böyle bir tüccarlar sınıfının bulunduğu toplum biçimidir. ¦

Ticaret görevi, toplumun hemen bütün öteki organ ve görevlerinde kökten değişiklikler yaptı.

Zenginliğin en büyük kaynağı ticaret oldu. Toplumdaki canlı - cansız her varlık, ticaret yüzünden alınır- satılır mal, matah durumuna girdi. En sonunda insanın kendisi de matahlaştı. Yalnız kâr için alınıp satılan köle haline geldi. Medeniyetten önce de "köle" adlı kişiler görülmüştü. Ama bunlar, barbar toplumda henüz aile üyelerinden biri gibi karşılanırdı. Barbarların kölesi, ilkin yardımcı evlâtlık sayılırdı. Alış verişi ticaretleştiren sanayi ve ziraat gelişimi, köleyi aileden ayırdı. Bir çeşit sömürülür canlı ve akıllı âlet gibi alınıp satılır kıldı. Üretim köle işi haline geldi. Böylece, medeniyetin durumları ve yararları birbirine zıt iki sınıfı, KÖLELER ile EFENDİLERİ ortaya çıkardı..

Ticaret insanları ziraatle bağlandıkları toprak köklerinden de söktü. İlk kentlere yerleşik eski kandaş toprak sahiplerinin yanlarında, zamanla birçok topraksızlar türedi. Bunlar yabancı, köle, azatlı kalabalıklarıydılar. İlk "asil" kent yerlileri; Roma'da Patriçi'ler, Yunanistan'da (bizim "Ağa" sözümüze kaynak olan) "Agadoi"ler, Mekke Arapları içinde müslümanları, Hz. Muhammedi göçe zorlayan "Kureyşi"ler zamanla azınlığa düşen imtiyazlı toprak sahipleri idiler. Bu "asil"lerin gücü topraktan geliyordu. Medeniyet ilerledikçe, toprak gibi artıp eksilmesi pek insanın elinde olmayan bir nesnenin getirdiği zenginlik ikinci basamağa düştü. Ticaret, ucu bucağı bulunmayan bir kâr ve zenginleşme kaynağı idi. Nitekim, önceleri kent yerli asillerine sığıntı, kent varoşlarında döküntü gibi yaşayan topraksızlar, azatlı köleler Roma'da "Pleb", Yunanistan'da "Hahoy", Mekke'de "Müslim"ler arasında ticaretle zenginleşenler çıktı. Bunlar türedi zenginlerdi... Ama, eski toprak sahiplerini varlıkça gölgede bıraktılar.

Eski toprak asilleri karşısında, zıt bir para zenginleri kalabalığı dikildi. Topraklı züğürtleşmiş "asil"lerle, paralı "zıpçıktı"lar arasında çatışmalar başgösterdi. Bellibaşlı orjinal medeniyetlerin başlangıç tarihleri, paralılar ile topraklıların, karşılıklı etki ve egemenlik çekişmeleriyle sarsıldı. Ve ancak bu tezatları bir senteze vardırabilen kentler, tarihte orijinal medeniyet adını alabilecek ana uygarlıklar kurabildiler.

En çok bilinen iki örnek, Roma ve İslâm medeniyetleridir. Roma'da Patriçiler'le Plebler arasındaki dövüşler, birçok siyasi uzlaşma yollarından yürüyerek ünlü ROMA HUKUKU'nu yarattı, Roma medeniyeti bu "hukuk devleti" sentezinin ürünüdür. Mekke'de Kureyş eşrafı (Kent patricileri) ile Hz. Muhammed'in taraflıları (Mekke'nin tüccar Plebleri) arasında, kanlı gazvelere son veren "Hudeybiyye barış anlaşması" yapılabildiği için, Arabistan yığınları İslâm medeniyetinin Uzakdoğu ile Batı arasındaki ticaret köprüsü olmasına politik zemin buldular. Bunları, en çok bilinen iki klâsik örnek diye verdik.

Ticaret para üzerinde döner. Para, Değer ölçüsü, değiş tokuş aracı gibi görevleriyle işbölüm-lü toplumun candamarı olan arz ve talep kanununu elle tutulurlaştırır. Orta Barbarlığın sürü eko-

59

nomisinde para, davardı. Yukarı Barbarlıkta ziraat keşfedilince: Altın ve gümüş gibi değerli madenler para yerine geçtiler. Para madenler Sümer'de "sikke" (basılı para) değildiler. Külçe olarak tartılarıyla para işini görürlerdi. Ancak daha sonra, egemen devlet damgası yiyen maden külçeleri belirdi. "Sikke" denilen basılı, resmî ayarlı bildiğimiz para doğdu. Para, herşeyi satın alan, genel karşılık olma gücüyle dayanılmaz çekicilik kazandı. Mal ticareti yanında, başlı başına para ticareti de gelişti. Herkesin rızkı ona bağlandı. İhtiyacı olanlar, hattâ tüccarlar bile, ödünç para peşine düştüler. Ticarete yatırılan para kâr getirdiği için, ticarete yarayan ve ödünç verilen paranın da kâr getirmesi gerekti. Para ticaretinin getirdiği kâra, FAİZ denildi. Alış - veriş ilerledikçe, faizcilik "Tefecilik = Mürabahacılık, Kur'an-ı Kerim'de ateş püskürülen RIBA'cılık"alıp yürüdü. Çünkü zamanla, bütün küçük üretmenler borçlandılar. Borçlular fakirleştiler. Borcunu ödeyemeyen, - İlkel Komuna ahlâkında yalan bilinmediği için, - kendi kendisinin köle olarak satılmasına katlandı. Borçlular fakir düştükleri ölçüde, alacaklı tefeciler zenginleştiler. Böylece, hür olan yurttaşlar arasında dahi zengin - fakir ayırdı belirdi.

Gerek ayrı hür tüccarlar sınıfı, gerekse zengin - züğürt biçimindeki sosyal farklılaşmalar, Toplumun bütün öteki bağıntı ve kurumları, kuralları üzerinde yankılar yaptı. Orta Barbarlıkta ölenin malı doğrudan doğruya topluma kalırdı. Yukarı Barbarlıkta, Babahanlık düzeni serteldikçe, mülk babanın malı oldu. Ama genede ölen babanın malı bütün topluma değilse bile, ailenin bütününe ortaklaşa varlık (müşterek mülk) olarak kaldı. Medeniyet bu son âdeti kaldırdı. Atina kentinde Solon, Mekke-Medine kentlerinde Muhammed MİRAS usullerini kanunlaştırdı. Miras, toplum içinde zenginleşen kişinin, elde ettiği varı, öldükten sonra dahi topluma sormadan istediği gibi kullanması demektir.

Toplumla aile üyeleri arasına giren ayırt, ailenin kendi içine de işlemekten geri kalmadı. Babahanlıkta kuvvetlenen monogami (tek kocalılık), erkeğin kadın üzerinde mülk kertesine varan egemenliğini kesinleştirdi; erkeğin çıkarına, şu veya bu maske altında poligamiyi (çok karılılığı) getirdi.

Bay (efendi) ile kul (köle), patriçi (asil) ile pleb (sığıntı), zengin ile züğürt, toplum ile yuva (aile), yuva içinde kadınla erkek, baba ile çocuklar, yuva dışında tüccarlarla tüccar olmayanlar, ü-retmenlerle tüketmenler (müstahsillerle müstehlikler), kişilerle kişiler (fertle fertler) arasındaki uygarlık bağıntılarına (medenî münasebetlere) yakından bakılacak olursa, bunların bir kutuplaşma ve karşıtlaşma (TEZAT) yarattığı apaçıktır. Eski ilkel toplumun, birbiri için kendilerini hiç düşünmeksizin ateşe atmaya hazır (kan dâvası) içten gelme mutlak eşit KAN KARDEŞLERİ yerine, "bir kayanın üstünde oturdukları halde kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen 40 tilki" durumundaki kişiler (hür fertler) geçti. Bu ayırt ve karşıtlıkları, patlangıçsız ve sürekli toplum gelişimine elverişlice bir arada birlikte var olmaya zorlamak için, çok çeşitli moral bağların bekçiliğini yapacak genel bir siyasî güç gerekti. O güç medeniyetin tacı; DEVLET oldu.

İşte, tarihin herhangi bir basamağında uygarlık, medeniyet var mı, yok mu denince, orada, ticaretten devlete kadar uzanan ve birazını yukarıda saydığımız toplum kurul ve kuralları aranır. Nerede onlar varsa, medeniyette vardır, denir. Paleontolojide nasıl yalnız en dayanıklı taş âlet ve kemiklere bakarak bir çağa dair hüküm veriliyorsa, biz burada medeniyetin en temelli ve elle tutulur belirtilerini andık. Bütün bu belirtileri taş devrinin taş baltası gibi deyimlendiren ve medeniyetin büyük zaafına tanık olan büyük imtiyazlı YAZI'dır. Tarihöncesi toplumda söz, iki kişi arasında geçse bile, insanı sonraki kanunlardan daha kuvvetle bağlayıcı bir güçtü. Medeniyetle beraber yalan keşfedilince, sözün yerine inkâr edilemez maddi delil gerekti. Bu keyfiyet değişimini belirtecek elle tutulur söz: Yazı olabilirdi. Keza, medenî yalan dolanlar ortasında yaman çoğalış ve sonsuz karmaşa gösteren alış - verişin maddî mânevi her biçimi akılda tutulamayacak kadar birikmişti. Onları derleyip hazineleştirecek tek araç gene, Yazı oldu. PARA. Yazı idi. Onun için medeniyet üçüzü (teslisi): 1-Genel olarak sosyal SINIF'ların özel olarak başlıca geçimi TİCARET olan Tüccar sınıfının bulunması; 2-Toplum içinde doğup çetinleşen medenî tezatları son kerteye dek denetleyip dengeleştirecek silâhlı adamları ve cezaevleri bulunan DEVLET'in kurulması; 3 - Medeniyetin artı eksi bütün olaylarını kişi sözünden çok daha ömürlü ve bir çeşit sözün kemikleşmesi demek olan YAZI'nın sosyal araç durumuna girmesidir. Bu üçüz olan yerde TARİH ve MEDENİYET vardır. Ondan öncesi;TARİH ÖNCESİ, barbarlık veya vahşettir. Tarih öncesinin, Paleolitik, Neolitik, Heliolitik (Eski, Yeni, Işık taş) çağlarındaki insan olaylarını hâlâ en bilimcil çevrelerde medeniyetle karıştırıldığı için bu kısa kaydı yapmadan geçemedik.

BİRİNCİ SONUÇ: GENEL TEZ TARİHİN İPUÇLARI: TİCARET YOLLARI- SOSYAL TEZATLAR

Konumuz ne tarih öncesidir, ne modern tarihtir. Tarihöncesi ile modern tarih arasına giren, en çok 7 bin yıllık TARİH içindir, dedik.

Tarihi anlamak için medeniyeti anlamak gerekiyor. Ama bildiğimiz okuduğumuz tarihlerde

60

medeniyet bir tek değil, bir çok görünüyor. Bütün o medeniyetler, sıradağlar gibi, modern çağa gelinceye dek, uzun gelişimlerle bin bir tecelli gösteriyor. Gelişim, hiç değilse eski dünyamızda, birbirlerinden uçurumlar ile ayrı görünmelerine rağmen, hem birbirlerine sanıldığından çokbağlı olan, hem birbirlerinden netice, sebep bağıntılı mantıkî sonuçla, ister istemez çıkan uzun zincirleme gidiş basamakları gibi tek bir bütün olarak vardır. Tarih zincirini olduğu gibi kavramak için bir usul, bir yol, bir pusula gerekir. Tarih gidişini, detaylara boğulup sapıtmadan izlemek için elimizde bir "fil conducteur":(İp ucu) bulunmalıdır. O ne olabilir?

"İktisadî sebep!" demek yetmez. O, işin alfabesidir. Tarih denilen alın yazımızda bu alfabenin nasıl uygulandığı önemlidir. "Ekonomi" (iktisadiyat), Üretim (istihsal), üleşim (tevzi), değişim (mübadele), tüketim (istihlâk) diye belli bölüklere ayrılır. Bu bölükler için TEMEL, elbet ÜRETİM'dir. Ortada yapılmış bir ürün bulunmadıkça ne üleşilecek, değişilecek, ne de tüketilecek nesne kalır.

Tarihöncesinde üretim tüketimle yan yana idi. Üretimle tüketimin arasına ne üleşim, ne değişim kesin bir şart olarak girmemişti. Üretim KAPALI EKONOMİ içinde TABİİ yoldan yapılıyordu. Her oymak, kendi içinde her yuva (aile) kendi ihtiyaçları için tabii bir iş bölümü ile, kadın erkek a-rasındaki iş bölümü ile çalışıyordu. Genel olarak üretmenler, diledikleri tüketimleri için üretim yapıyorlardı. Ve üretim herşeydi. Üleşim diye bir problem yoktu. Herkes olduğu kadar ve dilediğince tüketiyordu. Ürünlerin değişimi, sonradan, ikinci, üçüncü kerte bir olaydı. Hele ticaret denilen şey, akıl ve hayale gelmiyordu. Osmanlı lügâtı son zamanlara kadar "tüccar" demez, "Hâşâ min huzur tüccar" derdi. Ticaret, doğduktan binlerce yıl sonra bile ilkel toplum insanına o kerte yabancı ve kötü geliyordu.

Öyle iken, hor görülen alçak gönüllü değişim durmadı. Ziraatle sanayinin, kentle köyün ü-retmenleri arasında yerleşen büyük sosyal işbölümleri üzerine, bayağı değiş - tokuş. Ticaret durumuna girdi. Me- deniyete gelinceye dek, zenginlik yalnız üretimle edinilirdi. Medeniyetle beraber tüketim ihtiyacı için değil, kâr etmek için değişim, üretmeden zenginlik edinme yolunu, yani ticaretle zenginlik kazanmayı açtı. Medeniyetten önce yok olan TİCARET başlı başına bir ekonomi görevi oldu. Olur olmaz da, gerek üretimin, gerekse toplumun yüzüne damgasını vurup, karakterini değiştirdi. Ve ondan sonra tarih neredeyse bir ticaret tarihi yönüne girdi. Yazılı tarihin "iktisadi sebepleri" arasında en göze batan, en yaygaralı, muhteşeminden kutsalına kadar bütün maddî manevî toplum olaylarında en inanılmaz rolü oynayan sebep ticaret oldu.

Ekonominin üretim münasebetleri gölgede mi kaldı? İstersek öyle diyelim. Yalnız unutmayalım ki, "gölgede kalmak" etkisini yitirmek değildir. Üretim, aslında, frenklerin "eminance grise" dedikleri gizli kuvvet olarak her zamankinden daha şiddetle etki yapar. Üretim münasebetlerinin tarihteki rolünü, ekonomi temeli ile sosyal ve kültürel üstyapı arasındaki münasebetlere benzeterek anlayabiliriz. Nasıl, temelle üstyapı karşılıklı münasebet halinde iseler ve nasıl bütün bin bir olaylar mahşer ile göze çarpan hep üstyapı iken, en son duruşmada üstyapıyı belli eden temelse; tıpkı öyle, tarihte rol oynayan ekonomi münasebetleri içinde en göze çarpan ticaret münasebetleri iken, en son duruşmada onları tayin eden gene üretim ve üleşim münasebetleridir. Nitekim, bunlardan üretim münasebetlerine TOPRAK ve MEDENİYET bölümünde, üleşim münasebetlerine ise BARBARLAR ve MEDENİYET bölümünde değineceğiz. Ticaret: Ekonomi münasebetlerinin üstyapısıdır. Tarihe en yakın ekonomi münasebeti ticarettir. O bakımdan tarihte en doğrudan doğruya etki yapan, yön çizen ekonomi faktörü ticaret oldu. Neden?

Medeniyet çağının büyük sosyal iş bölümleri üzerine üretmenin durumu bambaşkalaştı. Ü-retmenler, kendi ihtiyaçları için değil ihtiyaçlarından aşırı, ihtiyaç duymadıkları nesneleri, başkalarının ihtiyacı için üretmeye giriştiler. Ayrıca, üretmenler, birbirlerinden uzak ve habersiz, kimin neyi, ne kadar istediğini kestiremeden, götürüye çalışır oldular. Bu yüzden ticaret, çarçabuk aracılıktan, üstünlüğe geçti. Üretmenler, kullanamayacakları kendi aşırı ürünlerini, kullanacakları başka ürünlerle değişmek için tüccarın eline bakar kaldılar. Ticaret olmasa, yapılan mallar elden çıkmaz, üretim dururdu. Ticaret, toplum için HAYATİ ZARURET idi. Medeniyetle birlikte, üretimin yürümesi, hayatın durmaması için, ticaret şarttı.

Hele kadim çağda, bezirgânlığı ve ticareti üretime, topluma ve tarihe üstün kılan karakterler şöyle sıralanabilir:

1- Üretimin kendisi de bir tüccar malı idi. Üretimi yapan köle'ler, bezirgânlarca pazardan pazara gezdirilip, alınır, satılırlardı. Böyle bir toplumda üretimle uğraşmak köle işi, üretmenlik aşağı, kötü çaba demekti. Fiilce üretim yapan, kazanmıyor, sömürülüyordu. Sonunda bu hâl üretimi kö-tülüyordu.

2 - Makine sanayine gelinceye dek, üretim büyük ölçüde bir merkezde derlenemedi. Ziraat bile, küçük üretim biçimiyle daha verimli kaldı. Onun için, antik çağda ve hattâ modern Ortaçağda kazancı ölçüsünde, - söz yerindeyse: SOSYALİZE; TOPLUMSALLAŞMIŞ, - en büyük "İŞ" ticaretti. Ticaret zenginliğinin ucu bucağı yoktu. Para zenginliği, "her yerde hâzır, nâzır" ve "her derde

61

deva", her zenginlik biçimine kolayca geçebilirdi.

3 - Gene antika çağda, rejim ne olursa olsun, acunun sonu nereye varırsa varsın ticaret hep ticaretti. Üretim, ister ilkel komuna, ister köle, ister küçük köylü, ister küçük burjuva (esnaf) üretimi olsun, tüccarın: "İktidarı daima paranın iktidarı olarak mevcuttur. "Demek, üretim ne kadar gelişimsizse, paranın iktidarı (Geldvermögen) o kadar daha aşırıca tüccarın elinde santrallaşır, yahut tüccar, gücünün özel biçimi gibi görünür." (K. Marks: Das Kapital, Tom III s. 357, 358)

Bütün bu sebeplerle, antika zamanın ekonomi şartları içinde, ticaretin her şeye ve bir dereceye kadar (sonuna kadar değil) üretime bile hakim olması tarihî bir kanundu. Ancak, belli bir dereceden, bir hadden sonra ve "son duruşmada" üretimin o görünmeyen yaman temel gücüyle nasıl herşeyi bir anda alt üst ederek durumu oldu bitti haline getirdiğini ileriki bölümlerde göreceğiz. (Özellikle toprak ve medeniyet bölümünde daha iyi anlayacağız.)*

Ancak, buraya dek gelen izlere göre, eski tarihin GİDİŞİ'ni anlamak medeniyetlerin biçim değiştirmelerini anlamak demekse, medeniyeti anlamak da, bir sözle özetlenirse, - biraz çokca soyutlamayı göze alarak, anlamayı ve araştırmayı kolaylaştırmak için, - ticareti anlamak sayılabilir. Çünkü, üretim yordamı tabiî ekonomi sınırlarını ve surlarını parçaladığı günden beri, eski sosyal yordamlı üretimin yerine endividüel yordamlı üretim geçmiş ve ekonomi maldeğişimi ana-karakterini taşıdığından, BEZİRGAN EKONOMİSİ adını almıştır. Gerçi, modern kapitalizm üretimide bir çeşit bezirgân ekonomisidir. Ama, burada, kapitalizm öncesinin görmediği bir SOS-YALLEŞMİŞ üretim yordamı başladı. EI imalâthanelerinin (manifaktürlerin) içlerinde beliren işbölümü, makineleşme ilerledikçe üretim bağıntılarının (istihsal münasebetlerinin) tekcil (ferdî) karakterine zıt olarak üretim yordamını (istihsal tarzını) inanılmaz ölçüde sosyalleştirdi. Antika medeniyetler tarihi ile modern tarih arasındaki temelli ayırd; her ikisi de bezirgân ekonomisi oldukları halde, üretim yordamları temelinde görülen bu zıt karakterle aydınlatılabilir. Modern tarih, Sosyal üretim yordamlı bezirgân ekonomisine dayanır; antika tarih, Tekcil (endividüel) üretim yordamlı bezirgân ekonomisine dayanır.

Onun için, kapitalizm öncesindeki antika tarihte medeniyetlerin niçin şu veya bu yolu tuttukları, neden beriki veya öteki biçime girdikleri, hepsinde az çok aynı kalan üretim yordamı ile üretim münasebetlerinden ziyade, ancak o medeniyetlerde ticaretin coğrafya ekonomisince tutturduğu GİDİŞ yönüne ve doğurduğu sosyal sonuçlara göre belli olur.

1- Ticaretin ARTI (müspet) sonucu: Medeniyetin gitgide kem miyet ve keyfiyetçe genişliyerek yeryüzünü her gün biraz daha kaplamasıdır.

2 - Ticaretin EKSİ (menfi) sonucu: Medeniyetin gitgide kem miyet ve keyfiyetçe büyüyen ve toplumu her gün daha yaman altüstlüklere uğratan tezatlar yaratmasıdır.

Ticaret mekanizması ile gelişen bu iki zıt, fakat birbirinden hiç ayrılmaz prose (gidiş), bize tarihin nasıl önceden çizilmiş mantıkî yönlere uyarca doğuya, batıya dalbudak salaraktan, niçin gördüğümüz basamakları aşa çıka ilerlediğini oldukça anlatır. * Tarih-Devrim-Sosyalizm Kitabının VIII. bölümüne bakınız.

TİCARETİN OLUMLU SONUÇLARI

Bezirgânlığın müspet gidişi ve sonucu boyuna yayılmaktır. Bu yayılmanın yönünü kendiliğindenmişçe, ticaret yolları çizer. Ticaret bir yerden başka bir yere, bir ülkeden ötekisine mal götürüp getirirken, farkına varmaksızın, canlıların yeryüzünde doğup ölürken kendilerinden sonraki daha ileri gelişkinliklere ümüs tabakasını hazırladıkları gibi, ister istemez ve bilmeyerek, medeniyet tarlasını sürer. Her insan kurumunda olduğu gibi, ticaretin de bir madde temeli, bir de sosyal mânâsı vardır. Ticaretin sosyal anlamı, İnsanla insan arasında münasebet (değişim bağıntısı) olmaktır. Ticaretin madde temeli, taşıtlarla yollardır. Eğer ticareti sanayiye benzetirsek; madde temeli sanayi sermayesinin değişmez (invariable) bölümüne karşılık düşer. Taşıt-lar.değişmez sermayenin elden ele geçer (mütedavil) parçası, yollar da durur (fixe: Sabit) parçası demek olabilir... Bu benzetişten şöyle bir sonuca varabiliriz; Sermayenin gücünü gösteren (uzvî terkip) nasıl durur sermaye parçasının önemi ile ölçülürse, ticaretin gücünü gösteren şey de, ticaret yollarının önemi ile ölçülür. Hele geniş kazançlar getiren büyük ticaret, ancak uzun ve emin yollarla gerçekleşebilir.

Yol, medeniyetin tabiattan koparıp aldığı en tipik sosyalleştirilmiş coğrafya parçasıdır. Medeniyetler, güttükleri ticaret yollarını tabiatın coğrafya iktisadı elverişliliklerine göre açarlar. Ticaret yolları, hangi tabiat ve coğrafya şartları içinde en ekonomik, en verimli iseler medeniyetle oralarda en ekonomik ve en verimli gösterilerini yapar. Böylece, uygarlıkların genişleme ve gelişme yönleri ticaret yollarını kovuşturur. Ticaret deyince, Antika zamanda, - son duruşmaya değin, - üretime de karşılık etki yapmak üzere bütün zenginlik imkânlarına hâkim olan mekanizmayı anlıyoruz. Sosyal zenginliklerin birikişi ve gelişimi o bakımdan ticaret yolları üzerinde araştırılma-

62

lıdır. Ticaret yolu ise, Yeni üretici güçler ve üretim alanları yönünde belirlenir.

Antika uygarlıklar, bilerek bilmeyerek, hep antika ticaret yolları çevresinde doğdular, dövüştüler, öldüler. Antika uygarlıklardan her biri, bir canlının iç güdüsüyle, boyuna ticaret bağıntılarını yeryüzünün dört bucağına ulaştıracak yollarla uğraştılar. Antika uygarlıkların neden falan veya filân yönde açıldıklarını anlamak istedik mi, ticaret yollarına bakmamız gerekir. Ticaret yolları, ne gibi coğrafya çevrelerinden, hangi ülkelere doğru eğiliyorsa, uygarlıkta o yönde yol almıştır. Bu bakımdan, medeniyetlerin gidişinde yön belirtimine yarayacak pusula ticaret yoludur. Tarihte ticaret yollarını arayıp bulmak, ekonomik ve sosyal uygarlık gelişiminin yeıyüzünü dolaşma rotasını çizmeye yarar. Ticaretin rotasını ise. Üretici güçler (tabiat) çizdi.

Örnek: Irak medeniyeti, yanıbaşındaki Arabistan, hatta Suriye'ye, yani hemen yanıbaşında bulunan güney ve batıya uzanacak yerde, daha önce kuzeye Akkad, Asur medeniyetlerini; doğuya Elâm, Med medeniyetlerini ekti; oralardan Eti ve Fars medeniyetlerine tohum attı. Neden? Çünkü, elbet ilkin o bölgelerde uygarlığa yeni ve ilerici üretici güçleri bulunuyordu; ondan sonra bu elemanlara doğru en elverişli ticaret yolları uzanıyordu. Bâbil, (şimdiki Bağdat'a yakın) Aksak, Assur, Niniv kentleri, güneyden kuzey batıya doğru çizi üzerinde çıkan Fırat Dicle'nin tabiî, kolay ve emniyetli ticaret yolunu tuttular. Fırat - Dicleye paralel olarak kuzeyden güneye inen Zağros dağ zincirleri iki sıra duvar gibiydi. Ama iki sıra Zağros dağları arasındaki dalgalı yayla, mâden, meyva ve orman doluydu. Elbniz tepelerinin baktığı Rumiye gölünden, Elamlıların Suz bölgelerine değin uzanan yerlerde eskilerin işledikleri bakır, demir, kurşun, mermer, lâcivert taşı gibi, arslan, kaplan, leopar yanında hemen bütün sürü hayvanları Keçi, deve, at, eşek, manda, hecin devesi ve ilh. bulunuyordu. Irak'ın hemen batısı ve güneyi ise Arabistan ve Suriye çölleriyle kesilmişti. Fenike ve Mısır kıyılarına Fırat yukarısından inildi.

Mısır medeniyeti başka türlü davranamadı. Sağında ve solundaki geniş Sina ve Libya ülkeleri dururken, ancak Nil vâdisi boyunca Orta ve Yukarı Mısır'a doğru güneye indi; fakat en verimli gelişmelerini Akdeniz doğusu kıyılarında verdi. Kuzey karşısında Girit adasına atladı.

Gemicilikte pek değerli kerestelik ormanlara sahip Lübnan kıyılarında, tarihçilerin yuvarlak bir sözle "finike" adını taktıkları Laodicle'den Yafa'ya kadar 25 kıyı kenti çiçeklendi. Umman denizi kıyılarında Sind, Main, Hadramavt, Katban, Seba kolonikçikleri hemen hemen aynı zaruretlerle belirdiler. Yakın çöllerde ne Umman kıyılarının baharatı, kokuları, inci, mercanı, ne Zagros ve Toros dağlarının zengin mâdenleri, ne Lübnan'ın seçkin kerestesi vardı, ne de ırmak ve deniz yollarına geçit veren vâdiler kervanlara elverişliydi. Çölde ticaret yolu hem güç, hem faydasız ve hedefsizdi. Onun için medeniyet, kendisine en kolay ve en faydalı ticaret yolları aradı ve bunları önce kuzeyde buldu. Irak'ta doğan uygarlık neden önce boyuna daha çok kuzeye doğru yol aldı? Çünkü, Fıratla Diclenin kendileri gibi, aralarındaki düz yerler de, ta şimdiki Türkiye sınırlarına dek hep karadan kervan, ırmaktan su yollarıyla ticaret için biçilmiş kaftandı.

Ve tarihte en büyük şahdamarı görevini yapan Irak anaticaret yolları tıkandığı zaman, cihan ticareti kendisine yeni yollar aradığı vakit bile, gene çöl ortasında değil, Cidde - Mekke - Medine -Şam çizisi üzerinden kıyı kervan yollarında islâm medeniyetini yarattı. Lâkin, İslâmlık ana yolu açar açmaz, medeniyet merkezleri Irak - Suriye - Mısır bölgelerine taşındı. O kadar ki, islâmlığın beşiği Mekke - Medine unutulmak, çölün tozu altında bunaltılmakla kalmadı; Şam, Bağdat, Kahire saltanatlarınca taşa tutuldu, zaman zaman yakılıp yıkıldı. Çünkü çöl ortasındaki o kutsal kentlerin ticaret yolları bakımından önemi kalmamış, üretimce ise rolleri hiç olmamıştı.

Bu örnekleri bütün tarih boyunca aramaktan geri kalmayalım. Bulacağımız sonuç hep aynıdır. Medeniyet ilk doğduğu eski yerinden, daha ileri ve gelişkin üretici güçlere ulaşabileceği yeni ülkelere doğru uzanıp yayıldı. Yayılış sırasındaki batıp çıkmalar bizi aldatmasın. Hepsinde aynı insanlık, iki adım geri, üç adım ileri atan zikzaklarla, yoklamalar yapa yapa yürüdü. Bu gidişin hiçbir basamağı ve konağı gelişi güzel, kör tesadüfle olmadı. İnsanın o çağdaki madde ve mâna imkânlarıyla sınırlı bir ister istemezlik, bir determinizmin içinde gelişti. Bu gelişmenin, tarihte medeniyet sıradağları bakımından gidiş yönü, genel olarak ticaret yolları üzerinde tutundu. Tarihin, neden şu veya bu noktada başlayıp, falan yerlere doğru ilerlediğini kavramak ve izlemek için, e-limizden hiç kaçırmıyacağımız BİRİNCİ İP UCU, Ticaret yolu'dur.

TİCARETİN OLUMSUZ SONUÇLARI

Bezirgânlığın menfî gidişi ve sonucu, boyuna tezatları büyültmek'tir. Tabiî burada sosyal tezatlar bahis konusudur. Bu tezatlar, TARİHCİL DEVRİMLER (tarihî İnkilâplar) diye ayırt edip adlandıracağımız medeniyetlerin batıp çıkma prosesini aydınlatır. Cemiyetin üretici güçleri her defasında velev arpa boyu arttığı halde, üretim bağıntıları hemen hemen aynı kalırken, tezatların artması ve çıkmaza girmesi altüstlüklerin kaynağı olur.

Medeniyet doğdu demek, ticaret doğdu demekse; medeniyet gelişmeleri ticaret yolları üzerinde yeni üretici güçler yönünde ilerliyorsa; bu gidiş neden dümdüz çiziyi gütmemiştir? Medeni-

63

yet pekâlâ zaman ve mekân içinde arasız ve kopuksuz akabilirdi. Ve tarihte birbirinden ayrı, sanki birbirinden habersizmişce sıra MEDENİYETLER var da, neden insanlık gibi tek bir tip uygarlık yokmuşa benziyor?

Medeniyet Irak'ta başladı. Niye oradan çevrelerine doğru, gittikçe büyüyerek, isterse ticaret yolları yönünde, bir düzeye uzayan bir tek bütün "MEDENİYET" olarak yaşamadı? Yalın mantığa göre bu daha doğru idi. Irak uygarlığı, kendisi ölmeksizin, Fırat boylarından Anadolu'ya, İran yaylâsına, Hindistan'a, Akdeniz'e, Uzakdoğu'ya, Batı Avrupa'ya ve ilh., dosdoğru, batıp çıkmasız, kopuşmasız, aralıksız bir büyüme ve genişleme yordamı tutturabilirdi. Oysa, ne görüyoruz? Tarih, hiç te bizim antika "mantık"ımıza uyup, bir teviye büyüme ve çoğalma biçiminde gelişmiyor. Tersine, yeryüzünün batıp çıkma katastroflarıyla, medeniyetlerden biri ölürken ötekisi doğuyor; medeniyetler birbirlerini çekiştirip yiyor. Neden?

Genel görüş bakımından, ne tabiatta, ne tarihte formel mantıkça "doğru" sayılabilecek bir gidiş aramanın yersizliğini biliyoruz. Tabiatın zaman içinde değişimi gibi, toplumun tarih içindeki gelişimi de, genel diyalektik kanunlar ile: Şuursuz altüstlükler, "katastrof:(Yıkılış)"larla birbirinden ayrılmış belli sürede düz - gidişler gösterir. Bu genel kuralı tarih alanında gerçekleştiren özel sebepler hangileridir? Bu sebeplerin üretim temelindekilerini TOPRAK bölümünde, üleşim bağıntı-larındakileri BARBARLAR bölümünde göreceğiz, demiştik. Burada, problemin yüzeyde de olsa en gürültücü görünüşünü açıklayan değişim bakımından TİCARET ekonomisinin eksi (menfi) sonuçlarında arayabiliriz. Bu sonuçlar, medeniyetlerin içlerindeki ve dışlarındaki sosyal tezatlardır.

Sürünün bulunuşu ile birlikte avcı oymaklarla çoban oymaklar arasındaki tezatlar az çok tabiî sonuçlar verebilirdi. Çoban ekonomisi, mutlak avcı ekonomisinden üstündü. Bu üstünlük herkesçe benimseninceye kadar, çobanlıkla avcılık bir arada yaşayabilirdi.Yahut, Avrupa'da paleolitik avcı Kromanyonların (daha parlak bir ırk görünmelerine rağmen) daha ileri ekonomiye dayanan neolitik uluslarca yeryüzünden kaldırışları gibi, çobanlık erişebildiği yerlerde avcılığı temizlerdi. Son duruşmada, çobanlık avcılığın yerini kesin olarak, bir daha geri dönmemecesine aldı; ondan sonra, (her gerçek fonksiyonunu yitiren ekonomi aracının güzel sanat âleti durumuna girdiği gibi) avcılıkta toplumda bir spor veya eğlence işi olurdu.

Medeniyet gelince, yeni ve üstün ekonomi ile eski alt ekonomi sistemlerine dayanan toplulukların karşılıklı münasebetleri ve ulaştıkları sonuçlar TABİİ olmaktan çıktı, altüstlüğe uğradı. Medeniyetten önceleri insan toplulukları, kaos bulutu içindeki atom zerreleri, veya kolloit cisimler içindeki miseller gibi, hep birden, birbirleriyle çatışma ve bir oluşa doğru toptan gidiş halinde idiler. Medeniyetin ticaret münasebetleri, insan münasebetlerinde o zamana dek görülmemiş bir keyfiyet ve kemmiyet değişmesi yarattı. Tarihöncesinde insan toplumu içerisinde yalnız tabiî tezatlar var idi. Kadın - erkek, büyük - küçük gibi. Toplumların birbirleriyle olan dış tezatları da tabiî, yaşama savaşı kanunlarına uyardı. Ticaret, az çok tabiata bağlı bulunan üretimden kopmuş, yapma geçim tarzı ile insan münasebetlerindeki tabiîliği sanki kökünden kazıdı. Ve birdenbire, insan tezatları şu üç karakterde olağanüstü yamanlaştı:

1- Tabiî tezatlar, keyfiyet değişmesiyle SOSYAL tezatlar biçimine girdi.

2 - İnsanla insan arasında toplum dışı tezatlar TOPLUM İÇİ'ne de girdi.

3 - Gerek iç, gerek dış tezatlar pek geniş ve belli bölgeler ölçüsünde KUTUPLAŞTI.

Toplumun içini dışını sarmış bulunan bu (SOSYALLEŞMİŞ + KUTUPLAŞMIŞ) tezatlar medeniyetin hem doğup büyümesini, hem hastalanıp ölmesini gerektiren sebepler arasına girdi. İnsanlık artık kendi kendisi için dahi anlaşılır şey olmaktan çıktı. Tarihöncesinde istenecek şey kıttı. Medeniyette insan ne istediğini bilemez oldu. Akıl için doğru dürüst ileri gitmek varken, ne oluyordu da ters yüzü dönülüyor, gerisin geriye tekerlendikten sonra, gene davranılıp eski yokuşlara tırmanılmaya çalışılıyordu.

MEDENİYETİN İÇ ve DIŞ TEZATLARI

Düşünce alanındaki bütün sembolizmlere, idealizmlere, spiritualizmlere ve mistisizmlere kapı açan derin sebep, hep medeniyetin ticaret bağıntıları dolayısıyla azdırdığı o sosyalleşip kutuplaşmış iç ve dış tezatlardı.

1- Medeniyetin İç Tezatları: Bunlara "uygarlığın doğuşunu" belirtirken kısaca işaret etmiştik. Eşraf - Avâm, Fakir - Zengin, Efendi - Köle, Büyük - Küçük, Kadın - Erkek, Kişi - Toplum (Cemiyet - Fert) ve ilh. diye sıralıyabileceğimiz bütün medenî sınıf, zümre ve sair bölümleri arasındaki sosyal bağıntılar birer kutup haline gelirler. Sosyal kutuplaşmaların en genişi ve bütün tezatların özeti SINIF zıddiyetlerinde toplanır. İlk sosyal sınıf tüccarlardır. Sınıf tezatları, toplumda ticaret bağıntıları ile birlikte yayılıp artar. Eski kanbağları silindikçe, yerini - şuurlu veya şuursuz:( Modern çağa dek daha ziyade şuursuz) - sınıf bağlarına bıraktı. Tarihöncesinin en ilkel tabiî ekonomisindeki kadar olsun insanların şeylere hükmetmesi yerine, şeylerin, kör arz ve talep kanunu

64

kadar (elle tutulup gözle görülemez, fakat her yerde hâzır ve nâzır, mutlak ve kadir) bir güçle insanlara hükmetmesi geçti. Artık insan, sözde şuurunun hayırını görsündü. İnsanlığın alın yazısı, insan - üstü, sanki tabiat üstü kanunlarla yediliyordu.

2-Medeniyetin Dış Tezatları: Genel olarak medeniyet düzeyine çıkmış toplumlarla, uygarlık dışı kalmış yığınlar arasındaki bağıntılar, ticaretin büyülü değneği ile çarçabuk kutuplaştı. Medeniyet teknik bakımdan dışındaki barbar yığınlara üstün olduğu halde, işaret ettiğimiz iç tezatların, Zamanla çözülemez kör düğümleşmesi, bezirgân mekanizmalı uygarlığın sosyal, moral değerlerini çıkmaza, soysuzlaşmaya götürdü. İnsan medeniyetten ne kadar uzakta ise o kadar daha az ambale, daha az dejenere oluyor, iç tezatların irade ve şuurunu felç etmesinden daha u-zak bulunuyordu. Kollektif aksiyon üretici gücü o ölçüde üstün oluyordu.

Böylece, tarihöncesinde, bin bir aşiret, kabile, kan gibi toplumların hep birden birbirlerile boyuna dış çatışmaları biçiminde geçen dış tezat ve bağıntılar değişti. Ticaretin top ateşi nerelere kadar varıyorsa oraya ulaşan SINIR'larıyla bir anamedeniyet KUTBU'na karşı ona zıt (barbar sosyal düzenli toplum veya yeni bir medeniyet toplumu) biçimlerinden geri kalan kutup meydana geldi. Fakat biz bu ikinci kutba basitçe BARBARLAR diyeceğiz. Çünkü esas zıddiyet kutuplaşmasının sosyal kökleri, Barbarlıkla medeniyet arasındaki kollektif aksiyon farkından ileri gelir. Eski anamedeniyetin, -tıpkı bittesir elektrikte olduğu gibi, - kendi tohumunu atana zıt (düşman) kesilen yeni, taze, genç medeniyet barbarlıktan yeni çıkmıştır. Yekpâre tarihöncesi toplumundan uzaklaşması, soysuzlaşması eski ana - medeniyete nispetle henüz pek azdır. Kollektif aksiyon kabiliyeti daha yüksektir.

İşte medeniyet yolu üzerinde ticaret manivelâsının büyülterek çizdiği o tarih zikzaklarını; içeride SOSYAL SINIF ve dışarıda MEDENİYET - BARBARLIK tezatlarının oluşu aydınlatır. Barbarlık problemi sınıf probleminin ikinci derece ürünüdür. Ama antika tarihte (yani modern çağa gelinceye kadar geçen zamanda) satıhta en çok gözüken ve insan serüvenini ikide bir kalıptan kalıba döken barbarlık problemidir. Onun için sosyolojide sınıf problemi doğrudan doğruya izaha, tarihte ise (kadîm medeniyetler tarihinde) barbarlar dolayısı ile izaha yarar. İlimde SINIF probleminin, Batı Avrupa modern burjuva inkılâpları ile birlikte doğmuş olması bundandır. Modern çağdan önce siyaset temeli sınıf problemine dayandığı halde bu temel o kadar derinde, karanlık ve kargaşalıkta kalıyordu ki, hiç kimse çıkıp, açıkça tarihte sınıfların rolünü belirtemedi.

Tarihte sınıf tezatlarına "vekâleten" o kadar yaman rol oynayan barbarlar problemini unutmak bu bakımdan kadîm tarihi anlamamak olur. Kadim bezirgân medeniyetinin yarattığı yukarıdaki içli dışlı tezatlar hep birden karşılıklı bağımlılık halinde kavranılamadıkça, tarihte bir medeniyetin durup dururken niçin ve nasıl battığını, yerine başka bir medeniyetin niçin ve nasıl geçtiğini anlamamıza imkân yoktur. Doğan, gelişen, yeryüzüne bambaşka bolluk, güzellik, zenginlikler getiren medeniyet gitgide niçin duralayıp, ihtiyarlar, hastalanıp, yatalaklaşır? Bunu o medeniyet i-çinde bezirgân münasebetlerin alabildiğine şuursuzca arttırdığı iç tezatlar kurdu, mikrobu izah eder. İç tezatlar kabına sığmayacak gerginliğe erdi mi, sosyal patlamalar başlar. Bunlar tarihin uçsuz bucaksız isyan ayaklanma tedip, katliamlarına yol açar. İnsan bağlılıkları, "âsâyiş" bozulur. Toplumun yapısı sarsılır. Eski medeniyet ölüm döşeğindedir. Onu bütün iç tezatlarıyla sıhhate kavuşturmanın, yaşatmanın imkânı yoktur. Eski tezatları bir ân için de olsa temizleyip kaldıracak iç güçler de medeniyette yoktur. Ancak dışarıda nöbet ve sıra bekleyen barbarlar, dış tezat mümessili olarak sahneye çıkarlar. Kızılca kıyamet kopar. Kan gövdeyi götürür. Eski medeniyet yıkılır. Yerine, ama çok defa tam eski yerinde değil, biraz ötesinde, ticaret münasebetlerinin açtığı üretici güçleri taze ve ileri olan ülkede başka, yeni bir medeniyet kurulur. Eskisi neredeyse unutulur.

Kadîm medeniyet düpedüz yürümez, bata çıka ilerler. Bir medeniyet ölürken bir başka çıkar. Her yeni medeniyet kendinden öncekini yıkarak kurulur. Bu tarih prosesinin olduğu gibi tezatlı, gelişmeli, didişmeli akışını kavuşturmak için elimizden kaçırmayacağımız İKİNCİ İP UCU; Ticaretin toplumda yarattığı o İÇ ve DIŞ tezatlardır. Ticaret yolları uygarlık gelişiminin iktisat temelindeki yönelişlere ibre ise, medeniyetin sınıfî, siyasî, hukukî kültürel bütün üstyapı yönelişlerine ibre olan da bu iç ve dış tezatlardır. Tarihte, BÜTÜN medeniyetlerin genel GELİŞİM YÖNLERI'ni ticaret -yolları çizer; BEHER medeniyetin tek başına DOĞUP ÖLÜŞÜ'nü iç dış tezatlar gerektirir. Tezatlar, ticaret yollarını geliştirir. Gelişen ticaret, iç dış tezatları arttırır. Onun için her iki ip ucunu, her iki pusulayı aynı zamanda göz önünde tutarsak, tarih gemisinin, insanlığı nereden alıp nereye doğru, niçin ve nasıl götürdüğü anlaşılır.

Basitten mürekkebe gidiyoruz. Onun için, kadim çağda üretimin temeli olan toprak münasebetleri'nden, tarihin özünü belirten iç tezatlardan önce dış tezatların dinamiğini, Barbarlarla Medeniyetler arasındaki etki - tepkileri gözden geçireceğiz. Notlar

65

(a) Batı dilinde bir:"ANCIEN" sözcüğü vardır; onun halkımızca kullanılan karşılığı "KADİM"dir. Bir de "ANTIQUE" sözcüğü vardır: Halk ona "ANTİKA" der. Değiştirmeye aklımız özense de hakkımız yoktur.

(b)Bugün Batılılar, beğenmedikleri uluslara sövmek için "barbar" diyorlar. Bu kitapta öyle pejoratif (kötüleyici) anlama gelecek "barbar" sözcüğü de akıldan geçemez.

"Barbar" sırf bilimsel sosyal anlamda kullanılabilir. Amerikalı Morgan, medeniyetten önceki toplumda iki sosyal çağ ayırır: Birincisi VAHŞET, ikincisi BARBARLIK çağıdır. Yeryüzünde, ilk medeniyet doğarken vahşet çağını yaşayan toplum kalmamıştır. Bütün dünyayı kaplayan insanlar: (Aşağı - Orta - Yukarı) olmak üzere üç konağa ayrılan BARBAR toplumlardır. Bizim bu kitapta söylediğimiz barbarlık, medeniyetten önceki insanlığın geçirdiği o hayat biçimidir. İnsan olarak barbar medeniden çok üstündür: Çünkü yalan, korku ve eşitsizlik bilmez. Medeni: Birbirinden ödü kopan, eşitlik bilmeyen, yalansız konuşmayan insandır. Bu bakımdan tarihte bir ulusa barbar derken, insan olarak onu, medenilerden çok üstün karakterli buluyoruz. Ve, göreceğiz, gerçekte de: Medeniler her zaman barbarlardan çok daha gaddar, zalim, müstebit, alçak, yırtıcı, yıkıcı insanlardır. İlkel de olsa, sosyalist bir toplum olan barbarlığın insanı ise yiğit, cömert, toleranslı, Frenklerin Şövalye, Arapların Gaazi, Türklerin Alp, dedikleri temiz ülkücü kişilerdendir. Bunu böyle bilelim. Yanlış anlaşılmasın.

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı