ALEVİLİK

İmam Hüseyin'e Ağlamak...
Peygamber çiçeği, Zehra'nın gözünün nuru, cennetlilerin efendisi İmam Hüseyin'e ağlamak hakkında Ehli Beyt kaynaklarında geçen rivayetlerin kırk tanesi...

1- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a):

“Her kim benim gibi yaşamak, benim gibi ölmek ve Allah’ın bana vadettiği Adn cennetine girmek istiyorsa, benden sonra Ali ibn-i Ebu Talib’e (a.s) ve onun soyundan olan vasilere uysun, onları kendine imam ve veli edinsin. Onlar benim toprağımdan (ve nurumdan) yaratılmış benim hanedanımdırlar. Ümmetimden onlara düşman olanları, fazilet ve üstünlüklerini inkâr edenleri, akrabalık bağımı onlar hakkında gözetmeyip, onların ziyaretinden yüz çevirenleri, Allah’a şikayet ederim. Andolsun Allah’a ki oğlum Hüseyin, benden sonra öldürülecektir; Allah benim şefaatimi onun katillerine nasib etmesin.”

2- İbn-i Abbas (r.a), Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Hüseyin bendendir ve benim oğlum, kardeşinden (Hasan’dan) sonra halkın en üstünüdür. Hüseyin müslümanların imamı, mü’minlerin mevlası, Allah’ın halifesi, imdat çağıranların yardımcısı, sığınanların sığınağı ve Allah’ın tüm halkına hüccetidir. O, cennet ehli gençlerin efendisi ve ümmetin kurtuluş kapısıdır. Onun emri benim emrimdir, ona itaat bana itaattır. Her kim ona uyarsa bendendir ve her kim ona muhalefet ederse benden değildir. Ben onun yanıma ve haremime sığındığını, oradan da üzüntü ve bela, ölüm ve fena yeri olan ölüm yerine doğru göçtüğünü görür gibiyim. Ona müslümanlardan ancak az bir grubu yardımda bulunacak ki onlar, kıyamet günü benim ümmetimin şehitlerinin efendileridirler. Mızrakla atından düşürül-düğünü ve koyun kesilir gibi başının kesildiğini görür gibiyim.”

İbn-i Abbas devamında diyor ki:

“Daha sonra Resulullah (s.a.a) ağladı, onun ağlamasıyla yanında bulunan ashabı da ağlamaya başladı, öyle ki sesleri yükseldi. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) dua ederek şöyle buyurdu:

“Allah’ım, Ehl-i Beyt’imin benden sonra başlarına gelenleri ve karşılaşacakları musibetleri sana şikayet ediyorum.”

3- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a):

“Şüphesiz Hüseyin’in katlinden dolayı, mü’min-lerin kalbinde asla soğumayacak bir sıcaklık vardır.”

4- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a):

“Ümmetimden benim dinime mensup olduklarını sananlar olacak ki, benim evladımın faziletlilerini, soyumun temiz ve iyilerini öldürecek, dinimi ve sünnetimi değiştirecek, geçmişteki yahudilerin Yahya ve Zekeriya’yı öldürdüğü gibi, onlar da yavrularım olan Hasan ve Hüseyin’i öldüreceklerdir. Bilin ki Allah, yahudileri lanetlediği gibi, onlara da lanetini yağdıracaktır. Kıyamet gününden önce onların (yo-lunu takip eden) nesillerine ise, Mazlum Hüseyin’in soyundan, hidayet üzere olan Mehdi’yi musallat kılarak dostlarının kılıcıyla onları cehennem ateşine atıp yakacaktır. Allah’ın laneti, Hüseyin’in katillerine, katillerini sevenlere, onlara yardımda bulunanlara ve takiyye olmaksızın onlara lanet okumaktan çekinenlere olsun. Allah’ın salat ve rahmeti ise, şefkat ve merhametle Hüseyin’e ağlayanlara, düşmanlarına lanet okuyan, kin besleyen, kalbini onlara karşı gazap ve öfkeyle dolduranlara olsun. Bilin ki, Hüseyin’in katline razı olanlar, katillerinin (Hüseyin’i öldürdükleri suçta) ortağıdırlar. Hüseyin’in katiller, yardımcıları, dostları, onların yoluna uyan takipçileri Allah’ın dininden uzaktırlar...”     

5- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Allah’a hamdolsun ki insanlar içinde, bize yönelen, bizi metheden ve bizim için mersiye okuyan kimseleri var kılmıştır.”

6- İmam Ali (a.s):

“Allah-u Teâla, yeryüzüne nazar buyurdu (baktı) bizi seçti ve bizim için de şiilerimizi seçti. Şiilerimiz bize yardım eder, sevincimizle sevinir ve hüznümüzle de hüzünlenirler, mallarını ve canlarını bizim yolumuzda feda ederler. İşte onlar bizdendir ve bize dönerler.”

7- Mesme Kurdin şöyle rivayet etmiştir:

“İmam Cafer Sadık (a.s) bana “Ey Kurdin, acaba Hz. Hüseyin’in (a.s) başına gelen musibetleri hatırlıyor musun?” dedi. Ben de “Hatırlıyorum.” dedim. İmam “O zaman üzüntü duyup ağlıyor musun?” dediğinde “Evet vallahi ağlıyorum, bu halimden ailem bile haberdar oluyor. Ağlama yüzünden yemek bile yiyemiyorum; öyle ki bu durumum yüzümden anlaşılıyor.” dedim. İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurdu:

“Allah senin göz yaşlarını esirgesin. Bil ki, sen bizim sevincimizle sevinen, hüznümüzle hüzünlenen, bizim sevinç ve üzüntüde korku ve güvenimizi paylaşanlardansın. Sen ölüm zamanında babamın, başının ucuna gelip ölüm meleğine senin hususunda tavsiye etmesine, ölümünden önce seni sevince boğacak müjdeler vermesine şahit olacaksın. Göreceksin ki ölüm meleği sana karşı, şefkatli bir annenin çocuğuna olan şefkatinden daha merhametli davranacaktır.” Sonra İmam Sadık (a.s) ağladı ve ben de onunla birlikte ağladım. Sonra İmam dedi ki:

“Ey Mesme, Emir-ul Mü’minin Ali’nin (a.s) şehadetinden bu yana, yer ve gök bize ağlıyorlar. Bize ağlayan meleklerin sayısı ise daha fazladır. Bize ve bizlerin başına gelenlere acıyarak ağlayan herkesin henüz gözünden yaş çıkmadan Allah ona acır. Yanaklarının üzerine akan göz yaşı damlalarından bir damlası cehenneme düşecek olursa, onun ateşini söndürür, öyle ki artık sıcaklığı kalmaz. Kalbi bize acıyan insan, ölüm zamanı bizi görmekle öylesine sevinir ki bu sevinci, Kevser havuzunda bize kavuşuncaya kadar kalbinde sâbit kalır. Kevser havuzu, bizi sevenlerin gelmesiyle sevinir ve ondan içen dostumuz beklemediği tatları alır...”

8-  İmam Cafer Sadık (a.s):
“Bize yapılan zulme mahzun olan kimsenin her nefesi tesbihtir; üzüntüsü ibadettir ve bizim sırrımızı gizlemek, Allah yolunda cihattır.” Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bunu altınla yazmak gerek.”

9- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Bizim için ağlayan her göz, Kevser havuzuna bakmakla nimetlenir ve (sahibi) ondan sirab olur (susuzluğunu giderir).”

10- İmam Rıza (a.s):

“Bizim musibetimizi yâd eden ve mazlumiyetimize ağlayan kimse, kıyamet günü bizimle beraber bizim derecemizde olur. Kimin yanında musibetimiz anlatılır ve ağlar, diğerlerini de ağlatırsa, bütün gözlerin ağlayacağı günde, onun gözü ağlamaz. Bizim emrimizin (velayet ve imametimizin) ihya edildiği bir mecliste oturan kimsenin kalbi, kalplerin öleceği günde ölmez.”

11- İmam Muhammed Bakır (a.s):

“Her kim bizi hatırladığında veya onun yanında anıldığımızda, gözlerinden sinek kanadı miktarınca bile olsa göz yaşı akarsa, Allah ona cennette bir ev bina eder ve bu göz yaşını onunla cehennem arasında hicab ve  engel kılar.”

12- İmam Zeyn-ul Abidin (a.s):

“Bir mü’minin gözlerinden Hz. Hüseyin’in (a.s) şehadeti için göz yaşı yanaklarına doğru akarsa, Allah onu uzun süre boyunca yerleşip kalacağı cennet odalarına yerleştirir. Düşmanlarımız tarafından bizlere edilen zulüm ve eziyetlerden dolayı yanaklarına akacak şekilde ağlayan mü’mini Allah, cennetteki doğruluk yerine (makamına) yerleştirir. Allah, kıyamet günü bizim için  eziyete katlanan ve bir musibet sonucu yanaklarını ıslatacak şekilde gözlerinden yaş akıtan şahsın yüzünden, eziyetleri giderir, onu kendi gazab ve ateşinden uzaklaştırır.”

13- İmam Ali Rıza (a.s):

“Cahiliye devri araplarının bile savaşı haram bildiği Muharrem ayında bizim kanlarımız akıtılıp, Hürrmetimiz çiğnendi, çocuklarımızla kadınlarımız esir edildi. Çadırlarımız yıkılıp yakıldı, bütün mal varlığımız yağmalandı ve Resulullah’ın (s.a.a) hürmeti O’nun yakınları olan bizler hakkında gözetilmedi. Hz. Hüseyin’in başına gelen hadise (Aşura günü hadisesi), yüreklerimizi parçalamış, yaralarımızı kanatmış, göz yaşlarımızı akıtmış, azizimizin Kerb (üzüntü) ve Bela çölünde Hürrmetinin çiğnenmesine ve haşre dek keder ve belanın üzerimize çökmesine vesile olmuştur. Ağlayanlar, İmam Hüseyin (a.s) gibisine ağlasınlar ki O’na ağlamak, büyük günahları yokeder.” Sonra İmam Rıza (a.s) şöyle devam etti:

“Babam (İmam Musa Kazım)’ın Muharrem ayı girdiğinde, artık güldüğü görülmezdi ve üzüntü ona galebe ederdi. Muharrem’in onuncu gününe kadar durumu hep böyleydi. Onuncu gün (Aşura) olduğunda, o gün O’nun musibet ve ağlama günü olurdu ve ‘Bu, Hüseyin’in (a.s) şehid edildiği gündür’ derdi.”

14- Ebu İmare diyor ki:

“Hz. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yanında İmam Hüseyin’in (a.s) adı anıldığı gün, akşama kadar bir defa bile güldüğüne hiç bir zaman rastlanılmadı.” Ve buyururdu: “Hüseyin’i anmak, her mü’minin gözünün yaşını akıtır.”

15- İmam Cafer Sadık (a.s):

“İmam Hüseyin’i (a.s) şehit ettiklerinde, melekler ağlar oldular ve Allah-u Teâla’ya  arzettiler ki:  “İlahi, Hüseyin senin seçtiğin (imam ve hüccetin)dir, Resulünün kızının oğludur.”  Allah-u Teâla Hazret-i Gâim-i Al-i Muhammed’in  (Hz. Mehdi’nin) gölgesini onların gözleri önüne serdi ve buyurdu ki: “Bunun vesilesi ile onun katillerinden intikam alacağım.”

16- Hz. İmam Mehdi (a.f), Nahiye-i Mukaddese adlı Ziyaretnamede  İmam Hüseyin’e (a.s) hitabederek şöyle buyurmuştur:

“Sabahlar ve akşamlar (her zaman) sana (ve musibetine) göz yaşı dökerim. (Eğer göz yaşım kurursa) göz yaşı yerine kan ağlarım.”

17- Allame Meclisi “Bihar-ul Envar” adlı kitabında şöyle nakletmiştir:

“Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), kızı Hz. Fatıma’ya (s.a) oğlu Hz. Hüseyin’in (a.s) şehid edileceğini bildirince, Hz. Fatıma  (s.a) şiddetle ağlar ve der ki; “Babacığım, bu ne zaman gerçekleşecek?” Hz. Resulullah (s.a.a) “Benim, senin ve Ali’nin (hayatta) olmadığı bir zamanda.” buyurur. Hz. Fatıma’nın (s.a) ağlaması şiddetlenir ve der ki; “Peki kim O’na matem tutar?” Hz. Resulullah (s.a.a) buyurur ki:

“Ya Fatıma,  ümmetimin  kadınları Ehl-i Beyt’imin kadınlarına ve erkekleri de Ehl-i Beyt’imin erkeklerine ağlarlar. Nesiller boyu her sene ve her asırda matem tutarlar. Kıyamet olduğunda ise sen kadınlara, ben de erkeklere şefaat ederim. Onlardan herkim Hüseyin’in (a.s) musibetlerine ağlamışsa, elinden tutar ve onu cennete götürürüz.” Daha sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ya Fatıma, kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır; Hüseyin’in musibetlerine ağlayan göz hariç; o göz sevinçli olur ve cennet nimetleri ile müjdelenir.”     

18- Şeyh Keşşi “Rical” adlı kitabında Zeyd-i Şahham’dan şöyle rivayet etmiştir:

“Bir gün  biz Kufe’li olan bir cemaatle birlikte İmam Cafer Sadık’ın (a.s) huzurundaydık. O sırada İmam’ın ashabından olan Cafer ibn-i Affan içeriye girdi. İmam Cafer Sadık (a.s), onu saygı ile yanına oturttu ve sonra “Ey Cafer,” dedi. O “Evet, sana feda olayım.” diyerek karşılık verdi. İmam Sadık, “Ben senin İmam Hüseyin (a.s) hakkında şiir ve mersiyeler okuduğunu ve bu işte başarılı olduğunu duydum.” Cafer “Evet ey kurban olduğum, duyduğunuz doğrudur.” dedi. İmam Sadık (a.s): “Öyle ise oku.” dedi.  Cafer ibn-i Affan okumaya başladı; İmam Cafer Sadık (a.s) ve o mecliste bulunanlar ağlamağa başladılar. İmam Cafer Sadık (a.s) o kadar ağladı ki, mübarek göz yaşları yüzüne ve sakalına aktı. Daha sonra Cafer’e dönerek şöyle buyurdu:

“Ey Cafer, Allah’a and olsun ki, Mukarreb (Allah’a en yakın) melekler buradaydılar; bizim gibi onlar da senin  İmam Hüseyin (a.s) hakkında okuduğun sözleri (ağıtı) dinlediler ve bizden daha fazla ağladılar.

Ey Cafer, Allah-u Teâla, (mersiye okuduğun için) cenneti bütün nimetleri ile baştan başa sana farz kıldı ve senin günahlarını bağışladı.” Sonra İmam (a.s) “Ey Cafer,” dedi “daha da artırayım mı?” Cafer, “Evet efendim” dedi. İmam Sadık (a.s) buyurdu ki:

“Her kim İmam Hüseyin (a.s) hakkında şiir okur, ağlar ve başkalarını da ağlatırsa, Allah Teâla bundan dolayı cenneti ona hak kılar ve onu bağışlar.”

19- Davud Riggi diyor ki:

“İmam Cafer Sadık’ın (a.s) huzurunda idim. Su istedi, getirildiğinde, suyu içtikten sonra gözleri yaşardı ve ağladı. Sonra bana şöyle buyurdu:

“Ey Davud, Allah (c.c) Hüseyin’in (a.s) kâtiline lanet etsin. Her kim su içtiğinde İmam Hüseyin’i hatırlar ve O’nun kâtiline lanet okursa, Allah-u Teâla ona (mükâfat olarak) yüzbin sevap yazar, yüzbin günahını affeder, onun makamını yüzbin derece yükseltir ve o, gerçekten Allah yolunda yüzbin köle azad etmiş gibi olur; (her kalbin ateş içinde olduğu günde) Allah onun kalbini serinlikle dolu bir halde haşreder.”

20- Muaviyet-ibn-i Vaheb, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) namazdan sonra şöyle dua ettiğini naklediyor:

“Allah’ım, Eba Abdillah-il Hüseyin’in kabrine yönelen yüzlere (ve yüzlerini o kabre sürenlere) kendin rahmeyle. Bize acıyıp, gözlerinden yaş akıtan gözlere acı. Bizim için tutuşup yanan ve hüzünlenen kalpleri esirge. Bizim yolumuzda edilen feryat ve sızlamalara merhamet et.”

21- Hz. İmam Rıza (a.s), Muharrem ayının  ilk gününde yanına gelen Reyyan ibn-i Şebib’e şöyle buyurdu:

“Ey Şebib oğlu, cahiliye arapları bile Muharrem ayının Hürrmetini gözetir ve bu ayda savaş ve zulmü yasak bilirlerdi. Oysa bu ümmet, ne bu ayın ve ne de kendi peygamberlerinin Hürrmetini gözettiler. Onlar bu ayda Peygamber’in (s.a.a) soyundan olan birisini öldürdüler ve bu aileye mensup kadınları esir aldılar, varlıklarını yağmaladılar. Allah, bu günahlarını affetmesin!.

Ey Şebib oğlu, birine ağlayacak olursan Ali ibn-i Ebi Talib oğlu Hüseyin’e (a.s) ağla! Onun başını bir koçu keser gibi kestiler ve bunun yanısıra ailesinden dünyada benzerleri olmayan on sekiz yiğidi de öldürdüler. Yedi kat gök ve yer onun ölümüne ağladı. Dört bin melek gökten ona yardım etmek için izin istediler, ama yere inince (ilahî takdir gereği) Hz. Hüseyin’in şehit edildiğini gördüler. Bu melekler, Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamına kadar perişan, toz-toprak içinde mahzun bir halde Hz. Hüseyin’in türbesi etrafında bulunacaklar. Bunlar Hz. Mehdi (a.f) kıyam edince, onun ashabı arasında yer alırlar. Bunların şiarları  “Ya le sarat-il Hüseyin” (Hüseyin’in kanının dâvacıları) olacaktır.

Ey Şebib oğlu, babam babasından, o da büyük babasından rivayet etmiştir ki: “Hz. Hüseyin şehit olduğunda, gökten kan ve kırmızı toprak yağdı.”

Ey Şebib oğlu, Hz. Hüseyin’e (a.s) gözünün yaşı yanaklarına dökülecek şekilde ağlarsan, Allah senin ister büyük olsun ister küçük, ister az olsun ister çok bütün günahlarını bağışlar.

Ey Şebib oğlu, eğer Allah’ın huzuruna hiç bir günahın olmadan çıkmak istiyorsan, Hz. Hüseyin’in (a.s) kabrini ziyaret eyle.

Ey Şebib oğlu, Peygamber-i Ekrem’le (s.a.a) birlikte cennet odalarına yerleşmek istiyorsan, Hz. Hüseyin’in kâtillerine lanet oku.

Ey Şebib oğlu, İmam Hüseyin’le (a.s) birlikte şehit düşenlerin sevabı kadar sevab elde etmek istiyorsan, Hz. Hüseyin’i (a.s) hatırladığında “Keşke ben de onlarla birlikte olsaydım da yüce makama erişseydim.” de.

Ey Şebib oğlu, cennetin yüce derecelerinde bizimle birlikte olmak istiyorsan, bizim üzüntümüzle sen de mahzun ol, sevincimizle sen de sevin ve bizim velayetimize sarıl (bizi kendine veli ve imam bil). Zira birisi gönlünü bir taşa bile kaptırırsa, Allah-u Teâla onu kıyamet günü o taşla birlikte haşreder.”        

22- Hz. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) ashabından olan Abdullah ibn-i Fazl şöyle rivayet ediyor:

“İmam Cafer Sadık’a (a.s) dedim ki:

“Niçin Aşura günü; musibet, ağlama sızlama ve üzüntü günü oldu da Resulullah’ın (s.a.a) Allah’ın rahmetine kavuştuğu gün, Hz. Fatıma’nın (a.s) şehadete erdiği gün, Hz. Ali’nin (a.s) şehid edildiği gün ve Hz. Hasan’ın (a.s) şehadetiyle sonuçlanan zehirlendiği gün böyle olmadı?”

İmam Sadık (a.s) cevapta şöyle  buyurdu: “Hüseyin’in (a.s) şehid edildiği günün musibeti, (saydığın) diğer günlerden daha büyüktür. Çünkü Allah’ın en üstün kulları olan “Ashab-ı Kisâ” bu beş zattan ibaretti.

Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde, halkın acılarını paylaşıp teselli bulabilecekleri ve baş vurabilecekleri dört zat kalmıştı. Böylece birisi Allah’ın rahmetine kavuşsa dahi bir diğerinin hayatta olması herkes için teselli kaynağıydı. Fakat Hz. Hüseyin (a.s) katledildiğinde, halkın acılarını dindirecek ‘Ashab-ı Kisâ’dan hiç kimse kalmamıştı. Bu yüzden onun gitmesi hepsinin gitmesi, nitekim kalması da onların hepsinin kalması demekti. İşte bunun içindir ki Eba Abdillah-il Hüseyin’in (a.s) şehid edildiği günün musibeti, diğerlerinin musibetinden daha büyük ve daha ağırdır.” 

23- İmam Ali Rıza (a.s):

“Her kim Aşura gününü kendine musibet, hüzün ve ağlama günü edinirse, Allah (c.c) kıyamet gününü ona neşe ve sevinç günü kılar. Her kim Aşura günü (yas tutma amacıyla) kazancı (çalışmayı) terkederse, onun dünya ve ahiret hacetleri ile ilgili duaları kabul olur. Her kim Aşura gününü musibetle, hüzünle ve ağlamakla geçirirse, Allah-u Teâla kıyamet gününü onun için kurtuluş, sevinç günü kılar ve bizi cennetlerde görmekle gözü aydınlanır. Ve Her kim Aşura gününü bereket (bayram) günü bilir ve evinde herhangi birşey biriktirir ve evine bir şey alırsa, Allah biriktirdiği şeyi ona mübarek kılmaz ve kıyamet günü ise Yezid, Ubeydullah ibn-i Ziyad ve Ömer ibn-i Sa’d (Allah’ın laneti onlara olsun) ile mahşere getirir ve cehennemin en alt tabakasında ona yer verir.”

24- İbn-i Abbas rivayet etmiştir ki:

“Hz. Ali (a.s), Resulullah’a (s.a.a); “Ya Resulallah, sen Akil’i seviyor musun?” dedi. O da “Evet, ben onu iki açıdan seviyorum.” dedi “Biri onun kendisi için, biri de Ebu Talib’in onu sevdiği için. Onun oğlu, senin oğlunun muhabbeti üzere şehid olacaktır. Mü’minlerin gözleri onun (Hüseyin) için yaşaracak ve mukarreb melekler ona salat ve selam gönderecektir.” Sonra Resulullah (s.a.a), gözlerinin yaşı göğsüne dökülecek şekilde ağladı. Daha sonra “Yakınlarımın benden sonra uğrayacakları eziyet ve zulümleri Allah’a şikayet ederim.” dedi.”

25- Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s), Aşura günü Hz. Hüseyin’in (a.s) ziyaretine gidemeyenlere şöyle emir buyurdu:

“İmam Hüseyin (a.s) için yaslı olsunlar, ağlasınlar ve ev halkına da İmam’a ağlamalarını emretsinler. Evlerinde matem (yas) meclisi düzenleyip, O’nun musibetine duydukları üzüntüyü izhar etsinler. Ağlayarak birbirleriyle evlerde görüşsünler; İmam Hüseyin’in (a.s) musibetlerinden dolayı birbirlerine başsağlığı vererek şöyle desinler:

“Allah Teâla, Hüseyin’in musibetlerini anıp hüzünlendiğimizden dolayı bizlere büyük sevaplar versin. Bizi ve sizi, Al-i Muhammed’den olan İmam Mehdi’nin beraberliğinde, Hüseyin’in kanının intikam alıcılarından karar versin.” Aşura günü herhangi bir (maddî) ihtiyacı karşılamak amacıyla dışarı çıkmamaya çalışsınlar, çünkü o gün uğursuz bir gündür ve mü’min bir kimse o günde hâcetine nail olmaz. Eğer bir şey kazanırsa da onun için mübarek olmaz ve onda hiç bir hayır görmez. Zira Aşura günü (alış-veriş yoluyla) evi için bir şey biriktirenin biriktirdiği şey, kendisine ve ailesine mübarek ve bereketli olmaz.”       

26- Hz. İmam Cafer Sadık (a.s):

“Hz. İmam Zeyn-ul Abidin (a.s) kırk yıl babası (İmam Hüseyin’e) ağladı. Bu müddet içerisinde gündüzleri oruç tutar, geceleri de ibadetle geçirirdi. İftar vakti kendisine yemek getirildiğinde ve buyurun yeyin denildiğinde, ağlar ve şöyle buyururdu: “Resulullah’ın oğlu açken katledildi, Resulullah’ın oğlu susuzken şehid edildi.” Bu sözü tekrarlayıp ağlardı öyle ki, yemek ve içecekler gözyaşıyla karışırdı. O, Allah’ın rahmetine kavuşuncaya kadar hep böyle yaşadı.”

“...Bir defasında hizmetçilerinden biri İmam’ın haline dayanamayıp “Canım size feda olsun ey Resulullah’ın evladı, (ağlamayın) sağlığınızın tehlikeye girmesinden korkuyorum” dedi. İmam ona buyurdu ki:

“Hz. Yakub peygamber idi, on iki oğlundan birisi (Hz. Yusuf) kayboldu. Onun hayatta olduğunu bildiği halde hasretine dayanamayıp o kadar ağladı ki, gözlerine ak indi. Ben ise babamın, kardeşimin,  amcamın ve ailemden olan on yedi (bazı nakillere göre de on sekiz) kişinin etrafımda katledilmiş cesetlerini gördüm. Benim gamım, üzüntüm nasıl son bulabilir. (Onları kaybettiğim andan itibaren devamlı elimde olmaksızın göz yaşlarım akmaya başlar.)”

27- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Yahya ibn-i Zekeriyya’nın kâtili haramzade idi. İmam Hüseyin’in katili de haramzade idi. Gökyüzü yalnız Hz. Yahya ve Hz. Hüseyin’in şehadetine  ağladı.”

28- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a):

“Hz. Musa’nın Allah’tan irtihal eden kardeşi Harun’un bağışlanmasını istemesi üzerine,  vahiy geldi ki;

“Ey Musa, alemin yaratılışından sonuna kadar kimin bağışlanmasını istersen icabet ederim, Hüseyin’in katili hariç; ondan intikam alacağım.”

29- Durr-üs Semin adlı Tefsir kitabının sahibi “Bunun üzerine Adem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı...” (Bakara/37) ayetiyle ilgili olarak şöyle bir rivayet nakletmiştir:

“Hz. Adem (a.s) Arş’ın üzerine baktı, Resulullah ve Ehl-i Beyt’in mübarek isimlerinin orada yazılı olduğunu gördü. Cebrâil ona (o isimlerle Allah’a tövbe etmesini) telkin etti ve böyle demesini emretti:

“Ya Hamîd-u bi hagg-i Muhammed, Ya Aliyy-u bi hagg-i Ali, Ya Fatir-u bi hagg-i Fatıma, Ya Muhsin-u bi hagg-il Hasan-i ve’l Hüseyin ve minke’l ihsan.”

(Ey hamd ve senâya en çok layık olan ve çok övülen Hâmid, Muhammed hakkı için. Ey her şeyiyle yüce olan Aliyy, Ali hakkı için. Ey mahlukatı yokluk karanlıklarından varlık nuruna çıkaran Fâtır, Fatıma hakkı için. Ey yaratıklarına lütuf ve ihsanda bulunan Muhsin, Hasan ve Hüseyin hakkı için (sana yalvarıyor ve beni bağışlamanı istiyorum. Çünkü) ihsan ve lütuf kaynağı yalnızca sensin.)

Cebrâil Hüseyin (a.s) adını anınca, Hz. Adem’in gözlerinden yaşlar aktı, kalbi hüzünle doldu. Cebrâil’e “Ey kardeşim Cebrâil, beşincisinin adını anmakla kalbimin hüzünlenmesinin ve göz yaşımın akmasının sebebi nedir?” diye sorunca, Cebrâil “Senin bu oğlunun musibeti o kadar büyüktür ki, diğer musibetler onun yanında küçük kalır.” dedi. “O nasıl bir musibettir?” diye sorunca da, Cebrâil Hz. Adem’e şöyle dedi: “O, gurbette hiç bir yardımcısı olmadan yalnız başına kaldığında, susuz bir halde öldürülecektir... Koyun kesilir gibi başını ensesinden kesecek, onun ve ashabının başlarını şehir şehir dolandıracaklar. Allah’ın ilminde bu, böyle geçmiştir.”   Ardından her ikisi de Hz. Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin musibetlerine, çocuğu ölmüş anne gibi ağladılar.”

30- Hz. Musa Kelim (a.s) Tur dağında Allah’la münâ-caat ederken dedi ki:

“Allah’ım, niye son peygamberin ümmetini diğer ümmetlere üstün kıldın?” Ona şöyle cevap verildi: “Onlarda bulunan on hasletten dolayı.” Musa (a.s) dedi ki: “O on haslet hangileridir (bileyim de) İsrâiloğullarına onları yerine getirmeleri için hatırlatmada bulunayım?” Nida geldi: “O on haslet bunlardan ibarettir: Namaz, oruç, zekât, hacc, cihad, Cuma namazı, cemaat namazı, Kur’an-ı Kerim, ilim ve Aşura.” Hz. Musa "Ya Rabbi, Aşura nedir?” diye sorunca, Allah-u Teâla buyurdu ki:

“Aşura, son Peygamber Hz. Muhammed’in torunu için ağlama ve kendini ağlayanlara benzetme günüdür; Mustafa’nın oğlunun musibetleri için ağıt okuma ve yas tutma günüdür. Ey Musa, her kim bu günde göz yaşı döker, ağlayanlara katılır veya yas tutanlardan  olursa, onun için cenneti kesinleştiririm. Bu günde Peygamberin torununa olan sevgisinden dolayı herhangi bir harcamada bulunan kimsenin malını bereketlendirir, harcadığı bir dirheme karşılık yetmiş dirhem ona veririm, cenneti onun yeri kılar ve onu kendi (özel) affımla bağışlarım. İzzet ve celâlime andolsun ki, Aşura günü veya başka bir günde ihlasla bir damla göz yaşı döken bütün  kadın ve erkeğe, yüz şehidin sevabını veririm.”

31- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Allah bizim şiilerimizi esirgesin. Allah’a andolsun ki bizim şiamız gerçek müminlerdir.  Allah’a andolsun ki onlar, devamlı bizim musibetlerimizle kederlenip üzüntü duyduklarından, bizimle musibetlerimizde ortakdırlar.”

32- Halid-i Rib’î, Ka’b’ın şöyle dediğini nakletmiştir:

Hz. İbrahim Halil (a.s), Hz. İmam Hüseyin’in (a.s) kâtiline lanet okuyan ilk kimselerdendi. Bu ameli yapmayı kendi çocuklarına da emretti ve onlardan bu ameli yapacaklarına dair söz aldı. Ondan sonra Hz. Musa Kelim (a.s) de böyle yaptı ve kendi ümmetini buna davet etti. Sonra Hz. Davud (a.s) böyle yaptı ve İsrâiloğullarına (Yezid’e lanet etmelerini) emretti. Daha sonra Hz. İsa Mesih (a.s) böyle yaptı ve ümmetine şöyle buyurdu:

“Ey İsrâiloğulları, Hz. Hüseyin’in kâtiline lanet okuyun. Eğer Hüseyin’in (a.s) yaşadığı zamanda olursanız, ondan yardımınızı esirgemeyin. Zira onun yanında şehid düşen, peygamberlerin yanında şehid düşmüş gibidir. Ona gönül veren ve her türlü zorluğa katlanan şehitleri görür gibiyim.” Allah tarafından gönderilen bütün elçiler Kerbela’yı ziyaret etmiş, orada durmuş ve “Sen mukaddes bir mekânsın ve sende parlak bir ay defnedilecektir.” diye söylemişlerdir.

33- İmam Cafer Sadık (a.s):

“İmam Hüseyin’in (a.s) kabri, cennet bahçelerinden bir bahçedir; gönderilen her peygamber ve Allah’a yakın her melek, Allah’tan onun kabrini ziyaret etme dileğinde bulunur. (Melekler gök aleminden gruplar halinde Hz. Hüseyin’in (a.s) mezarını ziyaret etmek için yeryüzüne inerler) bir grup indi mi, diğer bir grup göğe çıkar.”

34- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Hz. Hüseyin’i (a.s) en azından yılda bir defa  ziyaret edin. Kim Hz. Hüseyin’in hakkına ârif olarak (onun imamet ve velayet makamını bilerek) ve hakkını inkar etmeden ziyaretine giderse, bunun cennetten başka bir karşılığı olmaz, ona bol rızık verilir ve hemen bir kurtuluş kapısı yüzüne açılır. Allah, dört bin meleği Hz. Hüseyin’in (a.s) kabri için görevlendirmiştir. Onlar Hz. Hüseyin’e ağlar ve onu ziyaretçilerini evlerine kadar uğurlarlar. Ziyaretçi hastaladığında, ziyaretine giderler, öldüğünde ise, yanında bulunup ona Allah’tan bağış ve rahmet dileğinde bulunurlar.”

35- Hz. İmam Cafer Sadık (a.s):

“Kıyamet günü, Hz. Hüseyin ibn-i Ali’nin (a.s) ziyaretçilerinden olmayı istemeyen bir kimse kalmaz. Zira herkes Hüseyin’in ziyaretçilerine verilen mükâfatları ve Allah katında olan üstünlüklerini görür.”

36- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Kerbela sahibi olan Hüseyin (a.s) mihnet, üzüntü ve kederle mazlum ve susuz bir şekilde öldürüldü. Hüseyin’in (a.s) kapısına gelip orada dua ederek Hüseyin’i (a.s) vesile kılmakla Allah’a yakınlaşan bir mihletlinin, kederlinin, günahkârın, susuzun ve dertlinin üzüntüsünü gidermek, isteğini vermek, günahını bağışlamak, ömrünü uzatmak ve rızkını bol kılmak Allah Teâla’ya daha layıktır. Öyleyse ibret alın ey basiret sahipleri. ”

37- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), bir gün Hz. İmam Hüseyin’i (a.s)  kucağına almış ve onu güldürüyordu. Resulullah’ın zevcesi olan Ayşe dedi ki: “Bu çocuğu ne kadar da seviyorsun, şaşıyorum doğrusu!” Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu : “Vay olsun sana, nasıl onu sevmem ve ona ilgi duymam? O benim kalbimin meyvesi ve gözümün nurudur. Bil ki, ümmetim onu öldürecektir. Her kim ölümünden sonra onu ziyaret ederse, Allah-u Teâla benim yapmış olduğum hac amellerimden bir hac sevabı ona yazar.”

Ayşe şaşkınlıkla, “Senin yapmış olduğun haclardan bir hac sevabı mı?” diye sorunca, Resulullah (s.a.a) “Yaptığım haclardan iki hac sevabı” buyurdu. Ayşe “İki hac mı?” diye sorunca, Resulullah “Evet, hatta dört hac” buyurdu. Böylece Ayşe hep şaşkınlığını dile getiriyor, Resulullah (s.a.a) da artırıyordu. Bu durum Resul-i Ekrem’in (s.a.a) hac ve ümrelerinden sayısı yetmişe varıncaya kadar devam etti.”

38- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Cennette Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s) ile komşu olmak isteyen, Hz. Hüseyin’in (a.s) ziyaretini terketmemelidir.”

39- İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir:

“Hz. Ali (a.s) Sıffin savaşına gittiğinde ben de onunla birlikteydim. Fırat nehri yanında bulunan Neyneva’ya vardığımızda durdu ve yüksek sesle “Ey İbn-i Abbas, burayı tanıyor musun?” diye buyurdu. Ben “Hayır tanımıyorum ey Emir-el Mü’minin” dediğimde, şöyle buyurdu: “Eğer burayı tanısaydın benim gibi ağlamadan geçmezdin.” Hz. Ali (a.s) bunu dedikten sonra ağlamaya başladı, öyle ki sakalı ıslandı ve göz yaşı göğsüne doğru akmaya başladı. Durumu böyle görünce, bizler de o hazretle birlikte ağladık. Daha sonra Hz. Ali (a.s) ağlar bir şekilde şu sözleri dile getirdi:

“Ah, ah! Benimle Ebu Süfyan oğullarının ne ilişiği vardır. Benimle küfür velilerinin ve Şeytan partisinin (grubunun) ne ilişiği vardır. Sabret ve sabırlı ol ey Eba Abdillah! Senin onlardan çektiklerinin aynısıyla baban da karşılaşmıştır.”

40- İmam Cafer Sadık (a.s):

“Bir gün Hz. Hüseyin (a.s), İmam Hasan’ı (a.s) ziyaret etmek amacıyla kardeşinin evine gitti. Kardeşine baktığında, ağlamaya başladı. Hz. Hasan (a.s) kardeşine “Ne oldu, niçin ağlıyorsun?” diye sorunca, İmam Hüseyin (a.s) şöyle dedi: “Sana yapılan zülme,  başına getirilenlere ağlıyorum.”

Hz. Hasan (a.s) ise “Bana yapılan ancak ölümüme sebep olan zehirin verilmesidir.” dedi “Ama (bunu bil ki) senin günün gibi hiçbir gün yoktur ey Eba Abdillah! Ceddimiz Hz. Muhammed’in (s.a.a) ümmetinden olup, İslam dinine mensup olduklarını sanan otuz bin kişinin seni öldürmek, Hürrmetini ayaklar altına almak, çocuklarınla kadınlarını esir almak ve malını yağmalmak için saldırdıkları gün daha da ağırdır. İşte bu zaman Beni Ümeyye lanetlenecek, yer, gök ve dünyada bulunan her şey sana ağlayacaktır.”

KAYNAKLAR

1- Bihar-ul Envar, c.44, s.257

2- Emaliy-i Şeyh Saduk, s.115

3- Cami-u Ehadis-iş Şia, c.12, s.556

4- Bihar-ul Envar, c.44, s.304

5- Vesail-uş Şia, c.1, s.469

6- Gurer-ül Hikem ve Durer-ül Kelim, c.1, s.235, Bihar-ul Envar, c.44, s.287

7- Bihar-ul Envar, c.44, s.290

8- Emaliy-i Şeyh Müfid, s.338

9- Cami-u Ehadis-iş Şia, c.12, s.554

10- Bihar-ul Envar, c.44, s.278

11- El Gadir, c.2, s.202

12- Sevab-ul A’mal. s.339, Kamil-uz Ziyaret, s.100

13- Emaliy-i Şeyh Saduk, s.111, Bihar-ul   Envar, c.44, s.283

14- Bihar-ul Envar, c.44, s.280

15- Usul-i Kafi, c.1, s.465

16- Bihar-ul Envar, c.45, s.65

17- Bihar-ul Envar, c.44, s.292

18- Rical-i Keşşi, c.2, s.574-575

19- Bihar-ul Envar, c.44, s.303, El Avalim, c.17, s.602

20- Bihar-ul Envar, c.101, s.8

21- Bihar-ul Envar, c.44, s.285-286, Emaliy-i Şeyh Saduk, s.112, Cami-u Ehadis-iş Şia, c.12, s.549

22- İlel-uş Şerayi’, c. 2, s.145, Bihar-ul Envar, c.44, s.269

23- Bihar-ul Envar, c.44, s.284, Emaliy-i Şeyh Saduk, s.112

24- Bihar-ul Envar, c.44, s.287, Emaliy-i Şeyh Saduk, s.128

25- Kamil-uz Ziyaret, s.175, Bihar-ul Envar, c.101, s.290

26- Bihar-ul Envar, c.46, s.108, Maktel-ul Mukarrem, s.477

27- Nefes-ul Mehmum, s.18, Kurb-ul İsnad-i Himyerî, Bihar-ul Envar, c.44, s.302

28- Uyun-u Ahbar-ır Rıza, c.2, s.51, Bihar-ul Envar, c.44, s.300

29- Durr-üs Semin, Bakara suresinin 37. ayetinin tefsiri, Bihar-ul Envar, c.44, s.245

30- Mecmau’l Bahreyn, c.3, s.405-406, Müstedrek-u Vesail-iş Şia, c.10, s.318

31- El Luhuf-u Ela Katle’t Tufuf, s.139

32- Bihar-ul Envar, c.44, s.301-302

33- Bihar-ul Envar, c.101, s.106

34- Sevab-ul A’mal, s.318-319, Menakıb-u İbn-i Şehr Aşub, c.4, s.128, Bihar-ul Envar, c.101, s.2

35- Sevab-ul A’mal, s.312

36- Sevab-ul A’mal, s.321

37- Menakıb-u İbn-i Şehr Aşub, c.4, s.128

38- Sevab-ul A’mal, s.313

39- Emaliy-i Şeyh Saduk, s.111

40- Emaliy-i Şeyh Tusî, Menakıb-u İbn-i Şehr Aşub, c.4, s.86, Bihar-ul Envar, c.45, s.218






------------------------------------------------------------------------






HER YER KERBELA..................




Yeryüzünün dört bucağında mazlum kanının oluk oluk aktığı bir zamanda Kerbela'yı hatırlamanın vaktidir: Ben Kerbela'yım, Ali'nin gözyaşıyım, etiyim, kanıyım, canıyım. Peygamber'in katında kim Ali'den daha değerli olabilir ki! Ben Ali'nin hüznüyüm, ben Hüseyin'im. Şehitlerin efendisi Hamza'yım ben.
Savaş alanına gönderilen Ali'nin kılıcıyım, Zülfikar'ım ben. Hangi söz benden daha keskin olabilir ki! Ben Zeynep'in gönül sırrıyım. Sakine'nin ruhuyum.
Cebrail'in kanadıyım, Muhammed'in yetimiyim. Beni O yetiştirmişti, kendisi de yetimdi, yetimlerin sığınağıydı. Ben onun eviyim, onun soyu, onun kanıyım, Kerbela'yım ben. Serden geçenlerin otağıyım, cesaret ve erdemin çadırıyım, bana gelin. Çok inanmışın yolunu kesmiş, kılıcına çok mazlum kanı bulaşmış biriydi Hürr. Düşman safından çekilip bana gelirken önce Eba Abdullah'la karşılaştı. Harem çadırının önünde bekliyordu. Ona selam vererek, 'ben günahkarım, yüzü karayım, yolunuzu kesen o suçlu kimseyim...' diyerek af diledi. Çocuklarım Hürr'ü görmüş, ürkmüşlerdi. Bağışlanmak için yalvarıyordu. Tövbe ediyor, dönüyordu. Bana, dönüşünün kabul edilip edilmediğini sordu. 'Neden olmasın' dedim, 'dönen, hiç işlememiş gibidir'. Dünyalar onun oldu, sevindi, gönlü şenlendi. 'Artık' dedi, 'kanımı sizinle, sizin yolunuzda akıtmam için bana izin verin. Bana fırsat verin, kılıcım size kastedenlerin kanını döksün.' Eba Abdullah, 'ey Hürr' diye seslendi, 'sen bizim konuğumuzsun, in atından, seni kabul edelim'.
Bir keresinde Muaviye'ye şöyle bir mektup yazmıştım: 'Seninle savaşmamam, görevimi hakkıyla yerine getirememe gibi bir kusurla karşı karşıya kalma kaygısındandır.' Herkes sanıyordu ki korkuyorum, zalimlerle savaşmanın gerekli olmadığına inanıyorum. Oysa Mekke'yi terk ederken bıraktığım yazılı notta şöyle demiştim: 'Bozgunculuk, azgınlık ve zulüm yapmak için Medine'den ayrılmamıştım ben. Dedemin ümmetini düzeltmek, babamın yolunu diriltmek için kıyam ediyorum.'
Zulme direnen kahramanlar nerede?
Müslim'in şehit olduğunu öğrendiğimde, 'acaba' dedim, 'adaletin yerle bir edildiğini görmüyor musunuz? Bütün bu bozgunculuğu ve onu yapanları görmüyor musunuz? Kimse zulme ve fesada karşı direnmiyor, görmüyor musunuz? Böylesi bir dünyada, müminlerin canını hiçe sayması gerekmiyor mu? Ben İmam Hüseyin'im, ödevim de budur, bu yüzden kıyam ediyorum. Dünyanın zulüm kılıcıyla doğrandığı bir zamanda ölümü sonsuz mutluluğun kapısı biliyorum. Zalimlerle ve zorbalarla birlikte yaşamaktansa ölmeyi seçiyorum.' Bin kişilik bir süvari birliğinin gözetiminde beni Kufe'ye götürürlerken, onlara şöyle dedim: 'Allah'ın ilkelerini değiştirmeye kalkışan, inanmışların ortak malını bir kişinin tasarrufuna veren, sınırları çiğneyip tersyüz eden, Müslümanların kanını değersiz gören zalim bir sultanın yaptıklarını görür de sessiz kalırsanız, yarın onun yerine siz ateşe atılırsınız. Bugün saltanat sürenler böyledirler. İlahi sınırları hiçe sayıp çiğniyorlar. Müslümanların beytü'l-malını yağmalıyorlar. O halde sessiz kalmayın, onlar gibi olmayın. Dedemin ilkelerini uygulamak öncelikle bana düşer.' Herkesi bir kan korkusu sarmıştı. Yüreği ateşteki tencereden daha kızgın olanların öfkesi üstün geldi. Şimr bunlardan biriydi, söz aldı, ayağa kalkıp şöyle dedi: 'Ey emir, o, kuşkusuz yanılıyor, Hüseyin artık senin avucundadır, şayet bu kargaşadan kurtulursa, seni asla yaşatmaz ve iş daha da zorlaşır. Görmüyor musun, onun ne kadar çok yandaşı, babasının ne kadar çok bağlısı ve izleyeni var, ne kadar çok seviliyor, yarın buraya akın edecek ve dünyayı başına yıkacaklar.' Ubeydullah'ın içinde uyuyan nefret ateşi harlandı, dalgınlıktan sıyrılır gibi toparlandı, kendine geldi ve, 'haklısın' dedi Şimr'e. Sa'd'ın oğluna hiddetlenerek, 'bu adam neredeyse aklımızı karıştırıp bizi yanıltacak ve gafilce avlanmamıza neden olacaktı.' Zaman yitirmeksizin bir mektup yazdı ona, 'seni oraya, bize öğüt veresin diye göndermedik, sen bir görevlisin, ne söyleniyorsa uyacak, ne emrediliyorsa yapacaksın. Sana neyi buyuruyorsam, sorgulamaksızın uygula, eğer buna uymayacaksan derhal görevini bırak ve kenara çekil.' Şimr, mektubu alıp, Tasua gününün ikindi vakti Kerbela'ya ulaştı. Hüseyin için en sıkıntılı gündü bu gün, kuşatma altındaydı. Şimr, Sa'd'ın oğlu Ömer'e mektubu verdi.
'Ben, Peygamber'in torunuyla savaşmayacağım, onun kanını dökmeyeceğim' diyeceğini sanıyordu, böylece boynunu vuracak ve yerine geçecekti. Umduğu gibi olmadı. Otuz bin kişilik ordu, Hüseyin'in çadırını çevreledi, taşkın bir sel gibi akmaya, kaynamaya başladı. Atların ve insanların çığlıkları karıştı, çölde yankılandı. Zeynep, çadırda, hasta olan Zeynelabidin'in başındaydı. Hemen dışarı fırladı. Düşman birlikleri çemberi daraltıyordu. Hüseyin'in çadırına koştu, 'kalk kardeşim kalk' dedi, 'olanları görmüyor musun? Bak neler oluyor?' Hüseyin, 'sakin ol' dedi, 'şimdi dedemle konuşuyorum. Bana, Hüseyin'im diyor, yakında bana geleceksin, cennette birlikte olacağız, ayrılık sona eriyor.' Zeynep çadırın perdesini araladı, gözü dönmüş düşmanın çığlıklarını dinledi, gökyüzüne baktı. Yıldızlar kayıyor, yanıp sönüyor, kızıl bir gökkuşağı beliriyordu. Hiçbir şey, Aşura gecesi kadar Zeynep'e zor gelmemişti. Çadırına döndü. Silahların hazırlanması gerekiyordu. Ebuzer'in azatlısı Cevn yan çadırda silah hazırlığı yapıyordu. Hüseyin, 'bu gece çadırlarınızı birbirine yaklaştırın' demişti. Zeynelabidin'in hasta yattığı, Zeynep'in başında iyileşmesini beklediği o gece, yan çadırda Hüseyin, Cevn'in yardımıyla kılıcını biliyor ve şöyle diyordu: 'Ey zaman! Ne kadar zalimsin! İnsandan dostlarını alırsın! Evet böylesin. Ama hiçbir şey senin elinde değildir. Biz, O'nun buyruğuna baş eğmişiz.' Zeynep hıçkırıklarını içine gömüyor, Zeynelabidin'le birlikte soluğunu tutmuş Hüseyin'i dinliyordu. Nihayet kendini tutamadı, yeğeniyle birlikte hıçkırıklarını bıraktı, 'n'olurdu böyle bir günü görmeseydim! Allah'ım, canımı alsaydın da böylesi bir acıya tanıklık etmeseydim!' diye yakararak Hüseyin'in çadırına gitti. Başını göğsüne yasladı.
Hüseyin, 'güzel kardeşim' diyordu, 'sakin ve sabırlı ol, şeytan şefkat ve merhametini senden gidermesin. Dedem Allah'ın habercisiydi, senden benden üstündü, babam, annem ve kardeşim benden öndeydi, değerliydi. Bak hepsi ahiret yurduna göçtü. Ben de onların yanına gidiyorum, gerçek yurduma kavuşuyorum.' Zeynep, 'canım kardeşim' dedi, 'doğru söylüyorsun, bizden öncekiler gitti. Dedem, babam, kardeşlerim dünyadan ayrıldı. Varlığıyla yüreğime huzur veren birkaç kişi vardı. Eğer seni de yitirirsem, bundan böyle, bu dünyanın ağırlığına nasıl dayanırım?' Hüseyin, hemen Abbas'ı çağırdı. 'Yanına birkaç kişi al, gidip bir yokla bakalım, bir haber var mı?' Abbas gitti ve onlara, 'kardeşim ne zaman çarpışacağımızı öğrenmek istiyor' dedi. Ömer, 'ona söyle' dedi, 'ya teslim olacak veya ölecek' Abbas döndü, sözünü iletti. Hüseyin, 'teslim olmayacağız' dedi, 'kanımızın son damlasına kadar savaşacağız. Şimdi git, onlara da hatırlat, bu, Hüseyin'in bir gece daha yaşamayı ganimet bilmesi demek değildir. Bu geceyi, Rabb'ime niyaz ve yakarışta bulunmak için geçirmek istiyorum.' Hüseyin, geceyi kulluk ve niyazla geçirdi. Gün ışırken dostlarına şöyle seslendi: 'Sizler benim göz aydınlığımsınız. Hepinizden memnunum ve size teşekkür borçluyum. Hiçbir kaygı ve korku yok içimde. Şunu iyi bilin, onların derdi benim. Eğer bana uyduysanız, hepinize izin veriyorum, özgürsünüz. En küçük bir gönül kırıklığı duymam, kendisi de rahat olsun.' Herkes, 'Senin yolunun kurbanıyız biz' diye seslendi. Kerbela günün ilk ışıklarıyla yıkanırken çarpışma başladı.
Onlar yanarken, ben nasıl serinlerim?
Kasım on üç yaşındaydı. Hasan'ın yadigarıydı. Boyuna uygun bir kılıç bulunamamıştı. Silahsız, sadece cesaretiyle sürmüştü atını. Başına aldığı bir kılıç darbesiyle attan düştü. Yuvarlandıktan sonra, kanlar ve acılar içinde, 'amca yardım et, amca beni bul, bana yetiş' diye inledi. Ömer'in askerlerinden gözü dönmüş onlarca kişi, boynunu vurmak için çevresinde toplanmıştı ki, Hüseyin'in avına doğru hareketlenen bir aslan gibi atını üzerlerine sürdüğünü gördüler. Tilkiler gibi kaçışmaya başladılar. Kasım'ın başını gövdesinden ayırmak için ilk yeltenen kişi, kendi atının ayakları altında parçalandı. Çevreyi öylesine bir toz duman kaplamıştı ki göz gözü görmüyordu. Kargaşa dindikten sonra, Hüseyin, başını dizine aldı Kasım'ın. Ağlıyordu. Kasım, başını Hüseyin'in göğsüne iyice gömüyor, acıyla kıvranıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Daha fazla dayanamadı ve çırpınarak ruhunu teslim etti. Hüseyin, cansız bedenini kucaklayarak çadırlara doğru yürüdü. Hüseyin, kana bulanmış bedenine baktı, onlarca hançer yarası, kılıç gölgesi gördü. Sonra bir serinlik yayıldı başına. Baktı, bir bulut gördü. 'Böylesi bir anda, güneşin yakıcı sıcağını örten de kim?' 'Seni' diye seslendi bulut, 'doğumunda babana müjdeleyen, kundağını annenle birlikte saran benim, ben bulut değil Cebrail'im, söyle ne yapayım senin için, canımı iste vereyim.' 'Niçin geldin' diye seslendi Hüseyin, 'gölge etmene razı değilim, kanatlarını çek, gökten beni seyreden dedeme engel oluyorsun. Bırak beni, git onların üzerine aç kanatlarını. Durma, Necef'e ulaştır haberimi, oğlun ölüyor ey Ali yetiş de, son bir kez basmak için onu bağrına koş, acele et... Gelsin, alsın başımı göğsüne, sarsın sarmalasın beni, Kufeliler de görsün, benim Ali gibi bir babam var.'
Gözü doymayan düşman, ah ki ne ah!
Cebrail kanatlarını yaydı çöl ateşinde yatan bütün şehitlerin üzerine. Bir yağmur gibi, herkesin üzerine eşit yağdı. Hüseyin seslendi, 'durma git annemi getir bana, beni bu ateş değil, annemin özlemi dağlıyor.' Cebrail eğildi, kanatlarını Hüseyin'in kanına sürdü. Hüseyin'in kalbinden bir çığlık yükseldi. Cebrail göklere doğru havalandı, gözden yitti. Düşmanın gözü doymuyordu. Malik çıkageldi bu kez. Kanla yıkanmış başına kılıcını bir kez daha indirdi. Başı parçalandı, dağıldı. Yetmedi, Ebulhuluk atıldı, yayını gerdi, oku yaralı başına fırlattı. Hasin çıktı öne, dişlerini kırdı Hüseyin'in. Ebu Eyyub ardındaki onlarca kana susamışla sökün etti. Yaralı bedenine kimisi ok attı kimisi mızrak sapladı, kimisi taşladı... Ebu Eyyub, hırsını alamayıp bir oku eliyle sapladı gırtlağına. Onlar vurdukça Hüseyin şükrediyordu. Kanla yıkanan ellerini kaldırıp sabrediyordu. Ansızın bir ses duyuldu, yerle göğün arasından bir ses geldi. Yer ve gökler titredi, Cebrail'di bu, Hüseyin'e usulca yaklaştı. Kanatlarıyla yaralarını sıvazladı, selamların en güzeliyle selamladı, müjdelerin en büyüğünü verdi. 'Çekilin, kenara çekilin, peygamberlerin sonuncusu geliyor, Hüseyin'in ziyaretine dedesi geliyor.' Hüseyin'in mutluluğuna diyecek yoktu. Bedenindeki yaralar bir anda iyileşti, kan durdu, acılar dindi, susuzluğu bitti. Cebrail, müjdeliyordu, 'çekilin, kenara çekilin, Allah'ın aslanı geliyor, ötelerin sultanı oğluyla özlem gidermeye geliyor. Ciğerleri zehirle parçalanmış olan Hasan geliyor, geceleri uykusunu feda eden annesi geliyor, gözlerini bağlamak, çekip yanına almak için kadınların en hayırlısı geliyor.' Hüseyin gözlerini açınca Peygamber'i gördü. Başını dizlerine almıştı, dedesini gördü. Acılarını unuttu, candan geçti, yüreğinde güller patlamaya başladı, kızıl bir gülşene dönüştü. Düşmana çevirdi bakışlarını, soluğu yetesiye bağırdı, 'Zeynep'in kan ağlama vakti geldi, öldürün beni! Can üzre bırakmayın beni, acele edin, bu zalim dünyadan kurtarın, öldürün beni. Dünya sizin olsun, beni asıl yurduma gönderin!' Gözü dönmüş bir başkası atıldı bu kez, hançeri kalbine sapladı. Ben Kerbela'yım, beni bir ağıt tuttu. Hüseyin görünmüyor, nurdan halelere sarılmış. Hüseyin'i Cebrail'ler örtüyor, gözlerden gizlendi. Ben Hüseyin'in yüreğiyim, sadece o görünüyor. Katiller korkuyla geri çekildiler. Başında Ali'yi gördüler.
Ali onlara da göründü. Kanat çırpan melekler göründü, Cebrail göründü. Ben Hüseyin'in kandan ve nurdan görünmeyen bedeniyim, yapayalnızım. Ondan başka ilah yoktur, çölden göklere yükseliyor sesim. Peygamber'in sakalına kan bulaştı, Hüseyin'in kanıyla yıkandı. Zalimleri kan tuttu, çöl kan denizine döndü. Hüseyin'in ağıdıyla yeri göğü doldurdu Fatma. Sakine çadırlarda kan ağladı, Zeynep bulutlara karıştı. Kıyamet Aşura günü için yas tuttu. Peygamberler ağladı, dünyanın çarkı çevrildi. Necef şahı başına vurup ağladı, figanı dünyayı yuttu. Peygamber imamesini alıp başını açtı. Gök ve yer titremeye başladı, Cebrail kanatlarını çekti. Diller tutuldu, gözler süzüldü, eller kırıldı, kollar düştü. Hüseyin'in yaralı sinesi cellat çizmesiyle ezildi. Nasıl kıydın ceylana kansız avcı? Sana bu söz yetmez, sana kıyamet gerekmez. Sana cennet gerekmez cehennem gerekmez. Nasıl kıydın Fatma'nın masumuna, Ali'nin canına, Muhammed'in gözbebeğine? Sana dünya gerekmez, ahiret gerekmez. Sana söz yetişmez, ateş yetişmez. Su vermeden hangi kurban kesilmiştir ey mel'un, dili dudağı kavruldu masumun, susuz kaldı, bir damla su verin. Boğazını hangi hançer keser ciğeri ateşle kavrulmuşun? Ben Kerbela'yım ey Muhammed. Gözlerimden yaş değil kan akar, çöl ateşinde zulüm hançeri yedim, zalime yakalandım ey Muhammed. Dağlanan yüreğimin hakkı için, günahsız dökülen kanların hakkı için ey Muhammed, yalvar O'na, güzel isimlerinin hatırı için yakar, kalkış günü yolundan gidenleri bağışlasın. Son sözü, tanıklık oldu Hüseyin'in. Gökler kara giyindi, yer sarsıldı ey Hüseyin. Saba rüzgarı esti, Cebrail tacını alıp ağladı ey Hüseyin. Kandiller söndü, Kerbela kanla yıkandı, ey Hüseyin. Sakine zalimlerin pençesine düştü, dostlarının evi talan edildi ey Hüseyin. Kerbela garibini susuz öldürdüler, Allah'ın gökleri yıkıldı ey Hüseyin!"


-------------------------------------------------------------------------------

















Müslim bin Akil'in İmam Hüseyin'e Mektupları




1371 yıl önce bu günlerde İmam Hüseyin'in elçisi Müslim bin Akil'in Kufe'den İmam'a mektup yazarak durumu bildirdi:
07/10/2011 - 11:49
Elçiler görüşmek için işte böyle peş peşe geliyor ve mektuplarını sunuyorlardı. Nitekim İmam Hüseyin (a.s) onlara cevap olarak şöyle yazdı:


                                                      DİLAN.HALO







İmam Hasan (as)'ın Mazlumiyeti






İmam Hasan (as), babasının şehit edilişinden sonra değişen siyasi dengelerin farkındaydı. Babasının beş yıllık savaşlarla geçen hilafeti döneminde, birçok çıkarcı ve dindar görünümlü fasıkların temizlenmiş olmasına karşın kendisini bekleyen tehlikeleri görebilmekteydi.

Masum babasının şehit edilmesini ümmetin büyük kaybı olarak nitelendiren İmam Hasan (as.) bunu bir hutbe ile dile getirmiş ve kendisinin de babası gibi sadece Peygamberin sünnetine amel edeceğine işaret eden sözler sarf etmişti. Hz. İmam Hasan babası Hz. Ali (as.)’ın şehit düştüğü ramazan ayının yirmi birinci gününde Kufe şehrinin camisinde hutbeye çıkarak şunları buyurmuştur:

“Ey insanlar..! Bu gecede, amelde önüne kimsenin geçemediği bir kimse bu fani dünyadan göç etmiştir. Gelecekteki kimseler de amelde ona yetişemezler. O, Allah’ın Resulü ile birlikte savaştı, onu canıyla savundu. Resulullah onu, kendi bayrağıyla savaşlara gönderiyordu. O muharebede bulunduğu zaman, Cebrail sağında; Mikail de solunda savaşıyordu. Ve o, Allah’ın istediği fethi gerçekleştirmeden geri dönmezdi.

O, Meryem oğlu İsa’nın  göğe çıktığı, Hz. Musa’nın vasisi olan Yuşa bin Nun’un öldürüldüğü gecede şehit düşmüştür. O, kendisinden sonra dünya malı olarak sadece yedi yüz dirhem bırakmıştır. Onu da Beyt-ül Mal’dan aldığı aidattan ailesine hizmetçi tutmak için artırmıştı.” [1]

Bu acıklı sözler adeta İmamın boğazına düğümlenmiş ve göz yaşlarını tutamamıştı. Bu arada İmam kendisini toplayarak hutbesine devam etse de; Kufe camisinden feryatlar yükselmiş, gaflet dolu bakışlar yerini göz yaşına, hüzne bırakmıştı. İmam babasının ümmet içerisindeki tartışılmaz yerini açıkladıktan sonra, zahiri hilafet makamının da ancak Allah tarafından seçilen masum imamlar olan Ehlibeyt imamlarının hakkı olduğunu sade ve bir o kadar da güçlü delillerle beyan ediyordu. İmam’ın konuşmasının devamı şöyledir:

“Ben, (cenneti) müjdeleyici ve (cehennemden) korkutucunun oğluyum. Ben, Allah’ın izniyle insanları O’na çağıranın oğluyum. Ben, parıldayan yıldızın oğluyum. Ve ben; Allah’ın bütün günah ve pisliklerden arındırdığı aileden (Ehlibeytten)im. Ben, Allah’ın kitabı Kuran’ı Kerim’de “De ki: Onun için yakınlarını (Ehlibeytini) sevmenizden başka ücret istemiyorum, kim iyilik yaparsa, iyiliğini fazlasıyla artırırız.” ayetiyle sevilmelerinin farz kılındığı ailedenim. Şüphesiz bu ayette geçen iyilik, biz Ehlibeyti sevmek, gönülden bağlanıp itaat etmektir.” [2]

İmam, bunları buyurup oturdu. İmamın bu konuşmasının ardından, Peygamberin amca oğlu Abdullah bin Abbas, yerinden kalkarak halka hitaben şöyle dedi:

“Ey insanlar; Bu peygamberinizin oğlu ve imamımızın çocuğudur. Ona biat ediniz.!”

Hak da onun bu sözlerini kabul ederek:

“Doğru söyledin, o bizim yanımızda pek saygındır, pek sevimlidir, boynumuzda çok hakkı vardır ve ona biat etmek vaciptir” diyerek kendisine halife olarak biat ettiler.

Böylece Abdullah bin Abbas’ın öncülüğünde Kufe halkından otuz yedi yaşındayken biat alan İmam Hasan (as.), zaman kaybetmeden kontrolü altında bulunan şehirlerin valilerini tayin ederek resmen hükümetini ilan etti. Abdullah bin Abbas’ı da o günlerde stratejik bir öneme sahip olan “Basra” şehrine vali olarak gönderdi. [3] Bu şehrin kontrolünü sağlamak ve halktan biat almak, yapılacak işlerin başında geliyordu.

Bu arada Hz. Emirelmümin’in şehit düştüğünü ve yerine büyük oğlu İmam Hasan (as.)’ın geçtiğini öğrenen Muaviye, bu gelişen olaylardan sonra, taktik ve stratejisini belirlemek amacıyla; “Himyer” ve “Ben-i El-kayn” kabilelerinden iki casusu Irak’a gönderdi. İmam Hasan Mücteba (as.) ise, casusluk ve iç karışıklığın olacağı ihtimalini en başından düşünmüş ve gereken tedbirleri zamanında almıştı. İmamın ön sezi ve basireti ile alınan tedbirler neticesinde casuslardan biri “Kufe’de”, diğeri de “Basra’da” yakalanarak, idam edildiler.

Bu arada İmam Muaviye’ye de bir mektup yazarak onu uyardı. İmamın Muaviye’ye yazmış olduğu mektubun can alıcı cümleleri şöyledir:

“Allah’a hamd-u sena ettikten sonra (derim ki); bir takım insanları gizlice gönderiyor, casusluk yaptırıyorsun. Bizi gafil avlamaya çalışıyorsun. Öyle sanıyorum ki; sen savaşmak istiyorsun. O halde bekle, pek yakında onu görürsün. Ayrıca senin hiçbir akıllının sevinemeyeceği bir kişinin ölümüne sevindiğin haberi de bana ulaştı…” [4]

Muaviye, Şam’da kurmuş olduğu saltanatı, tüm Arap yarımadası ve Kuzey Afrika’ya yaymak uğruna büyük bir savaş geçirmiş ve bunun neticesinde defalarca Azrail’in gölgesini görmüştü. O, bu koltuk sevdasına çok şeylerini feda etmişti. Artık kendisince geri dönüşü olmayan bir yoldaydı. Muaviye, İmam Hasan (as.)’ın hilafeti ele geçirmesinden sonra, artık elindeki kartlarının bir değeri olmadığını düşünüyor ve yeni taktikler geliştirmesi gereğini pek tabi ki biliyordu. Bunun nedeni de, Hz. Ali (as.)’ın her ne kadar Arapların büyüklerinden olsa da Bedir, Uhud ve diğer savaşlarda Arapların büyüklerini öldürmesiyle cahiliyet kinine maruz kalması idi. İmam Hasan (as.)’ın ise gerek çehre gerekse hal ve hareketleriyle Peygambere çok benzemesi, ümmetin en sevilen kişisi olmasına yetiyordu. Bunun yanı sıra İmam Hasan (as.)’ın, Peygamberin torunu olması ümmet tarafından kendisine ayrı bir ihtiramı da yanında getiriyordu. Muaviye hilafeti ele geçirme hırsı ile sinsi planları bu sefer de İmam Hasan (as.) için kuracak ve onu bu zahiri makamdan uzaklaştırmak için elinden ne geliyorsa yapacaktı.

İmam Hasan (as.), siyasi ve toplumsal sorun ve çıkmazların en üst düzeyde olduğu bir zamanda hilafete geçmişti. İmamın, bir taraftan Ehlibeytin azılı düşmanı Muaviye’ye, diğer taraftan Hz. Ali (as.)’a dinden çıkmış diyecek kadar cahil ve küstah olan Haricilere diğer bir de taraftan da taraf olmak istemeyen ve genelde arabozuculuk yapan cahillere karşı tedbir alması ve siyaset geliştirmesi gerekiyordu. Gerçekte İmam, adeta bir şeytan üçgeninde bulunuyor ve her biri için ayrı tedbirler alması gerekiyordu.

İmam Hasan (as.) hilafetinin sağlamlaşması ve nebevi sünnetin ümmete yeniden yerleştirilmesini, kendisine en büyük engel olan Muaviye’yi ve zihniyetini tamamen ortadan kaldırmakta görüyordu. Muaviye’nin Şam’da kurmuş olduğu güçlü sultası ve Hz. Ali (as.)’dan o güne dek Mısır üzerindeki faaliyetleri, İmamın güçlü bir yapıda  organize olmasını gerektiriyordu. İmam, bir taraftan Muaviye’ye hilafetin kendi hakkı olduğunu ispatlayarak, onun üzerinde ki hüccetini tamamlıyor, diğer taraftan da hem o güne hem de yarınlar için tarihi belgeler hazırlıyordu.

Zaman Muaviye’nin aleyhine işliyor ve bir an önce harekete geçmeyi planlıyordu. Muaviye, Arap yarımadasındaki bir çok kabilenin İmam Hasan (as.) ile biatlaştığı öğrenmesi ile şeytani siyasetini bu yöne çevirmiş ve kabile reisleriyle irtibata girişmişti.

Muaviye, Şam dışındaki kabileleri kendisine destek vermeleri yönünde kuvvetli bir neden arayışına girmişse de bunda başarısız olmuştu. Zira; İmam Hasan (as.)’ın, soy ve Kuran’da övülmüş faziletleri karşısında çaresiz ve yetersiz kalmıştı. Onun dedesi Peygamber, babası Hayber fatihi  ve annesi Hz. Fatıma (sa.) iken, kendisinin babası İslam’ın en azılı düşmanı Ebu Süfyan ve annesi Hz. Hamza’yı şehit ettirerek, ciğerlerini yiyen Hinde idi. Onun İmam Hasan (as.) karşısında, hilafete kendisinin daha layık olduğuna dair söyleyebileceği tek şey; Peygamberden sonra hilafeti almak istendiğinde Hz. Ali (as.)’a söyledikleri sözdü. Muaviye, İmamın yaş itibarıyla kendisinden daha küçük yaşta olduğunu ve hilafet konusunda tecrübesi olmadığını savunuyor ve Arap kabilelerini bu yönde ikna etmeye çalışıyordu.

Muaviye, iyi bir zamanda harekete geçmek, en azından İmama göz dağı vermek için büyük bir ordu teşkil etmiş ve Irak’a yürümüştür. Muaviye, Halep’e altmış kilometre uzaklıkta olan “Menbec” şehrine kadar ilerlemişti. İmam gelişen olaylardan haberdar olmuş ve daha önce hazırlıklı olmaları için uyardığı valilerinden ordu talep etmişti.

İmam Hasan (as.) halkın duyarsız ve savaş için pek de ihmalkar olduğunu bildiği halde savaşmaktan başka bir çaresi olmadığını biliyordu. Muaviye’nin söz dinleyen askerleri karşısında gerçekte, İmam Hasan (as.)’ın pek de fazlı şansı bulunmuyordu. Zira İmamın ordusu içerisinde, yalnız Allah ve kendileri için savaşacak aleviler azınlıktaydı. İmamın ordusu içerisinde, İmama ilgileri olmasa da sadece Muaviye’nin şahsı ile sorunu olan ve önceki kötü izlenimlerini kaldırma düşüncesiyle orduya katılıp, kuru bir kalabalık görüntüsü çizen Hariciler’de bulunmaktaydı. İmamın ordusu içerisinde bir diğer grupta, ganimet için bir araya gelen tamahkarlardan oluşuyordu.

Muaviye’nin hilafet başkenti olan Küfe’yi ele geçirmek için Irak’a doğru büyük bir ordu ile harekete geçtiğini haber alan İmam Hasan (as.), öncü bir kuvvet hazırlatmış ve kendisinin de en yakın zamanda birlikleriyle katılacağını bildirmişti. Öncü kuvvetin komutanlığına, iki oğlunu Muaviye ile savaşta kaybeden ve hesaplaşmayı güden amca oğlu Ubeydullah bin Abbas’ı getirmişti. İmam kendisine pek güvenmese de, Peygamberin amca oğlu olması hasebiyle, sözü dinlenir bir komutan olduğunu biliyordu. Ona mukayyet olması için, kendi has komutanlardan olan “Kays bin Saad”’i ve “Saad bin Kays”’ı getirmiş ve Ubeydullah bin Abbas’ın tek başına hareket etmesini engellemiş ve onlarla istişarede bulunmasını şart koşmuştu. Aynı zamanda her ikisine de Ubeydullah bin Abbas’ın, Muaviye tarafından kandırılmaması için bir takım taktikler ve nasihatler de bulunmuştu. İmam; öncü birliğine Fırat nehrine kadar ilerlemelerini, Muaviye kendileriyle savaşmadıkça onlarında saldırıya geçmemelerini ve gelişen her olaydan haberdar edilmesini emrederek hareket emrini vermişti.

İmamın öncü birliği “Heyuziye” adlı yerde, kendilerine karşı harekete geçen Muaviye ordusunu püskürtmüş ve zorlu bir savaş olacağı izlenimlerini ilk sıcak savaşta anlaşılmıştı. İmam Hasan (as.)’ın seçkin kişilerden oluşmuş bu öncü birliğine karşı bir varlık gösteremeyen Muaviye, Kufe’de hazır kıta bekleyen ve yakında meydanda yerini alacak asıl ordu ile hiç başa çıkamayacağını anlamıştı. O, yine her zamanki gibi kendisine şeytani hileleri veren veziri “Amr bin As” ın yardımıyla kandırılmaya müsait olan “Ubeydullah bin Abbas”ı yanına davet eder. Ubeydullah bin Abbas’ta, kendisiyle istişareyi şart koştuğu halis İmam dostlarından habersiz, Muaviye’nin davetine icabet eder ve bir gece ansızın Muaviye karargahına gider.

Muaviye, Ubeydullah bin Abbas’ı bin bir teşrifat ve hürmetle kabul ederek, kendisiyle savaşmasının bir yararı olmadığını söylemiş ve düşüncelerini değiştirmeye çalışmıştır. Muaviye diğer taraftan onun paraya düşkünlüğünden istifade ederek, kendisine bir takım vaatlerde bulunmuştur. Muaviye’nin Ubeydullah bin Abbas’la bu yönde konuşması şöyledir:

“Ey Ubeydullah bin Abbas, Hasan bin Ali, bana hilafeti devrederek benimle barışıp, sulh etmeyi önermiştir. Eğer şimdi benim safıma geçip, bana itaat edersen; seni komuta birliğine geçireceğim. Ve eğer bana karşı koymaya kalkarsan, nihayetinde benim emrime geçip, bana tabi olacaksın...! Eğer şu anda benim emirlerime uygularsan, sana beşyüz bini peşin, beşyüz bini de Kufe şehrini istila ettiğimde vermek kaydiyle bir milyon dirhem vereceğim. Ve …”[5]

Ubeydullah’ta Muaviye’nin bu sıcak önerisini maalesef kabul etmiş ve Muaviye’nin kendisine sunduğu bir takım maddi değerler uğruna masum İmamını satmıştır. İmamın öncü birliği ise, kendilerine sabah namazını kıldırması için bekledikleri Ubeydullah bin Abbas’ı çadırında bulamıyıncaya dek gelişen olaylardan haberleri yoktu. Ve Ubeydullah’ın Muaviye saflarında olduğu haberi “Kays bin Saad” a ulaştırıldığında, ordusunu toplayıp onların Muaviye’ye katılmalarına akıl dolu ve hemaseyi bir hitabeyle engel olmuştur.

Muaviye, İmam Hasan (as.)’ın ordusunun genelde çıkarcı ve cahil kesimden oluştuğu haberi kendisine iletildiğinde, savaşmadan hilafeti nasıl alabileceği üzerine yine şeytani kurgular kurmaya başlamıştı. İmam Hasan (as.)’ı Peygamberden sonra ikinci hak halife olarak tanımayan kabile reisleri ile görüşen Muaviye, onları biatlarını kaldırmak en azından kendisiyle savaşmaması için kendilerine zaaf noktalarından yaklaşıyor, kimilerini altın sikkelerle satın alıyor, kimilerine valilik sözü veriyor, kimilerini de tehdit ediyordu. Muaviye, tüm kabile bireyleri ile görüşmek yerine kabile reisleri ve önde gelenleri ile görüşmeyi yeğliyor, böylelikle hedefine daha rahat ve hızlı bir şekilde ulaşıyordu.

Artık zaman, İmam Hasan (as.) için de daralıyor bir an önce harekete geçmesi gerekiyordu. İmam kendi emrinde bulunduğu şehir valilerinden gelen takviyelerle ordusunu oluşturmuş ve harekete geçmişti. İmam Kaab manastırı güzergahından Sabat bölgesine vardığında konaklayarak, geceyi burada geçirmeyi yeğledi. İmam Muaviye’nin şeytani politikaları karşısında, ordusunu var gücüyle haklılığına dair hutbelerle bilinçlendiriyor, düşmanın oyunlarına gelmemelerini telkininde bulunuyordu. İmam, ordusu içerisinde de Muaviye casuslarının sızdığını öğrenmiş ve kendisine tabi olan iki gönüllülerin savaş meydanından kaçmalarına engel olmak ve nabızlarını yoklamak düşüncesiyle konakladığı bölgede minber yaptırarak hutbeye çıkmıştır. İmamın bu amaçla ordusunu toplayarak okudukları hutbe şöyledir:

“Allah’a hamd ve şükürler olsun. Tanıklık ederim ki; Ondan başka tapınacak kimse yoktur. Ve yine tanıklık ederim ki; Muhammed Onun Resulüdür. Onu Hak üzerine göndermiş ve vahyine emin kılmıştır. Allah’ın selamı Ona ve evladına olsun. Allah’a yemin ederim ki; Allah yarattıkları arasında kullarının hayrını en çok isteyen bir kişi olarak sabahlamayı ve hiç bir Müslümanın kinini kalbimde taşımadan akşam etmeyi isterim. Biliniz ki; sizi bir araya toplayıp bir yere getiren şey, siz hoşlanmasanız bile hayırlıdır. Sizin dağınıklığa parçalanmışlığa götüren şeyden, hoşlansanız bile, daha iyidir. (Savaşmak hoşunuza gitmese de, o sizin bir yazgıdır. Nice hoşunuza gitmeyen şeyler var ki, o sizin daha hayırlıdır. Bazen de bir şey seversiniz, o sizin için şerdir. Allah’ın ilmi sonsuzdur; sizinki ise sınırlıdır.)[6]

Biliniz ki, benim sizin için düşündüğüm sizin kendiniz için düşündüğünüzden çok daha iyidir. Binaenaleyh benim emrimden katiyen çıkmayın. Allah, rızası ve dostluğu olduğu şeye bizi hidayet buyursun.”[7]

Ordu içerisine sızan Muaviye casusları tarafından satın alınan, bazı sözü dinlenen kimselerle birlikte, sadece kuru bir kalabalık izlenimini veren ve gayesizce orduya katılan Haricilerin, İmamın hutbesi bitiminde birbirlerine bakınmışlar ve pervassızca birbirlerine soru yöneltmeye başlamışlardı:

“Bu sözlerin söylenme nedeni de nedir? Muaviye ile barışmak ve işini ona bırakmak istediğini sanıyoruz. Vallahi bu adam (haşa) kafir oldu.”

Muaviye’nin şeytani tebliğatını yapan satılmış kimseler, saf ve cahil grubu kandırmayı başarmıştı. Muaviye, Ubeydullah bin Abbas için kullandığı yanlış sözler, İmamın kurduğu düzenli orduda da çıkarcı kimseler tarafından kullanılır olmuştu. Maalesef, bu sözlerden etkilenen cahil kimseler, Peygamber torununun haşa dinden çıktı diyecek kadar bağnaz bir fikirle, İmamın çadırına hücum edecekler, yağmalamalar baş gösterecektir.

Kılıcı boynuna asılı bir şekilde çadırında oturan İmam Hasan (as.), Abdurrahman bin Abdullah Cual Ezdi adında ki terörist tarafından ilk saldırıya maruz kalır. İmamın saldırıya uğramasıyla, Ben-i haşim ve has yaranlarından oluşan bir grup tarafından korunma altına alınmış olsa da, Ben-i Esed kabilesinden Cerrah bin Sinan adında bir kişi “Allah’u Ekber, Babanın müşrik olduğu gibi sende mi müşrik oldun? Ey Hasan..!” diyerek elindeki ince bir kılıç görünümündeki kama ile imamın bacağını saplamıştır. Kılıç, İmamın etini kesip, kemiğine kadar dayanmıştı. Bu sırada, İmama ve babası Emirelmümin’e gönülden bağlı olarak bilenen Hatem Tai tarafından, aynı kılıçla karnı parçalanarak öldürülmüştür. Rabia ve Hamedan kabileleri, İmama yapılan bu amansız ve beklenmedik saldıralar karşısında, Onunla her zaman birlikte olma ve katiyen ayrılmama kararı ile huzuruna gelmişlerdi.[8]

Peygamberi ve Onun getirdiği kitabı unutan çıkarcı ve satılmış kabile reisleri, Muaviye’ye; istediği ortamın yaratıldığını, diğer emirlerini dinlemeye hazır olduklarını hatta isterse; ordusunun Kufe’ye yaklaştığıbir zamanda İmam Hasan (as.)’ı kendisine teslim edebileceklerini yada gafil bir anını yakalayıp öldürebileceklerine dair Muaviye’ye mektuplar yazıyorlardı. İmam Hasan (as.)’ın mübarek başına koyulan hediyeleri almak için yarışan kabile reisleri, Muaviye’nin direktiflerini sabırsızlıkla bekliyorlardı.

İmam Hasan (as.), Kabile reislerinin gizli ihanetlerini ve haricilerin kendisine çekinmeden her yerde küfür edip (haşa) kafir olarak çağırmaları ve kanının dökülmesini helal bilerek, mallarının yağmalanmasına karşı yapabilecek bir şeyi yoktu. Saf ve gammaz bir millet karşısında, İmam her ne söylediyse yanlış anlıyor veya anlamak istemiyorlardı. Ümmet, babasını yalnız bıraktığı gibi kendisini de yalnız bırakmıştı. Güvenebileceği ancak kendisine ve babasına gönülden teslim olan sadık aleviler kalmıştı. İmam Hasan (as.), etrafında bulunan saf ve iki gönüllü topluluğa Muaviye’nin hilelerine kanmamalarını her fırsatta dile getiriyordu. İşte İmamın bu yönde beyan buyurduğu hutbelerden biri şöyledir:

“Eyvahlar olsun size ..! Allah’a and olsun ki; Muaviye sizin her birinize verdiği vaatleri hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir. Elimi onun elinin üstüne koyup (biat edip), sulh ettiğimde bile; ceddim Resulullah’ın sünnetine amel etmemi kabul etmeyecek, beni kendi halime bırakmayacaktır. Benim, Allah Azze ve Celle’ye tek başına ibadet etmeye kudretim var; lakin sizin ve evlatlarınızın geleceğini, onların evlatlarının kapısında Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden bir parça ekmek ve su için beklediğini görüyorum. Onlar ise size teveccüh etmeyecek ve bir parça ekmek ve su isteğinizi geri çevireceklerdir. Allah onlara ve yaptıkları işe lanet etsin. Çok yakında bu zulmü bana reva görenler; nereye doğru dönderildiklerini bileceklerdir ..!”[9]

Muaviye kurduğu tezgahla, İmam Hasan (as.)’ın kendisine tabi olanlara onca nasihat ve tavsiyelerine rağmen kumandanlarını teker-teker satın almaya devam ediyor, gelişen olayları keyifle, Kufe yakınlarında kurulu karargahından seyir ediyordu. Muaviye, İmam Hasan (as.)’a karşı savaşmadan, yine düzenbazlığıyla galip gelmişti. O, İmam Hasan (as.)’ı bulunduğu durumdan daha da çaresiz bir hale getirmek için bir başka şeytani düşünce ile yine sahne alıyordu. Muaviye kendisini “zalim” olarak gören İmam Hasan (as.), Dede ve babasının yolunu takip edeceğini çok iyi bilmekte ve Onu bu yönüyle vurarak elindeki tüm gücünü bitirmek gayetindeydi. Muaviye’ye göre zor durumda olan İmam Hasan (as.)’ı daha da çaresiz getirmenin yolu, Onu kendisiyle antlaşmaya zorlamak olacaktı. Çemberi gittikçe daralan ve kendisiyle savaşak gücü kalmayan İmam Hasan (as.)’a götüreceği antlaşmayı kabul etmeyecek ve yeni bir iç karışıklığa neden olacaktı. Eğer İmam Hasan (as.) antlaşmayı kabul ederse, istediğini zaten kolaylıkla elde edecekti. Ama ona göre, İmam Hasan (as.) antlaşmayı kabul etmeyecek, Dedesi Peygamberin ve Babası Hz. Ali (as.)’ın kendisine karşı aldığı tavırları sürdürmeye devam edecekti.

Gerçekte Muaviye için antlaşmanın hükümleri önemli değildi. Çünkü Muaviye, hükümleri kabul etmeyecek ve ileride bahsedileceği üzere ayaklarının altına aldığını ilan edecekti. Bu yüzden İmam Hasan (as.)’ın kendisiyle sulh edebilmesi için, antlaşma hükümlerini belirlemeyi Ona bırakmış ve her ne istiyorsa yazabileceğini bir mektupla iletmişti. İmam ile Muaviye arasında yapılan sulhun hükümleri beş maddeden oluşuyordu. İmam Hasan (as.)’ın Muaviye ile yaptığı antlaşmanın sır perdesini aralamamıza yardımcı olacak bu hükümler şöyledi:

1-Hükümet, Allah’ın kitabına, Peygamberin sünnetine ve hilafete layık olan halifelerin yöntemine amel etmek kaydı ve şartıyla Muaviye bin Süfyan’a bırakılacaktır.[10]

2-Hükümet, Muaviye bin Ebu Süfyan’dan sonra Hasan bin Ali’ye geçecektir. Muaviye bin Ebu Süfyan’ın kendi yerine bir başkasını halife olarak tayin etme hakkı yoktur. [11]

3-Muaviye bin Ebu Süfyan, namazlarda Ali bin Ebutalib’e lanet ve kötü söz söylemeyi bırakacak ve Onu ancak iyilikle yad edecektir.[12]

4-Allah’ın arzının her bir köşesinde siyah veya kırmızı tenli insanlar olsun, güvende ve emniyette olacaklar. Muaviye bin Ebu Süfyan, hiç kimsenin geçmişteki yaptığı hatalarından dolayı cezalandırmaya yetkisi olmayacaktır. Irak milletine karşı geçmişte duyduğu kinci davranışları sergilemeyecektir. Ali bin Ebutalib’in sahabeleri her nerede olurlarsa olsunlar güvende ve aman da olacaklar. Ali ben Ebutalib’in yakın takipçileri olan Alevilerine eziyet edilmeyecek, Onun yolunu takip edenleri can, namus, evlat ve mal gibi değerlerinin ellerinden alınarak korkutulmayacaklardır. Onlar takip edilmeyecek, hiçbir şekilde zarar verilmeyecektir. Hasan bin Ali ve kardeşi Hüseyin bin Ali’nin ve diğer Resulullah’ın Ehlibeytine yönelik gizli yahut aşikar sinsi tuzaklar kurulmayacaktır. Ve İslam topraklarının her bir yerinde, Onlara karşı bir tehdit oluşturulmayacak, saldırı düzenlenemeyecektir.[13]

5-Muaviye bin Ebu Süfyan, kendisini “Emirelmüminin” olarak çağırmayacaktır[14]

Muaviye, eline ulaşan şartları kabul ederek, her birini uygulayacağına dair söz verip, yemin ettiği haberini İmam Hasan (as.)’a ulaştırdı. Kabul edilen şartlar, hicri yılının cemadi’ul evvel ayının ortasında imzalanarak, tescil edildi. Muaviye zaman kaybetmeden, Kufe’ye doğru süvari ve ordu birlikleriyle harekete geçti. Kufe yakınlarında bulunan “Nahiliye” bölgesine geldiğinde; cuma günü olması hasebiyle cuma hutbesine okuyarak, namazını kıldırdı. Muaviye, bu bölgenin cuma namazında çıktığı hutbede şunları söyledi:

“Ey Müslümanlar..! Ben, siz namaz kılasanız, oruç tutasınız, zekat verip ve hacca gidesiniz diye savaşmadım. Bunları zaten yapacaksınız, yapıyorsunuz. Ben size hükümdar olup yönetiminizi ele almak için sizinle savaştım. Siz sevmeseniz de, Allah onu bana verdi.

Biliniz ki; ben Hasan bin Ali’ye bir takım sözler verip, vaatlerde bulundum. Ama şimdi hepsini ayaklar altına alıyorum. Bu hükümlerin hiç birisine uymayacağım…”[15]

Muaviye, cuma namazını “Nahiliye” camisinde kıldırdıktan sonra, Irak’ta ki sıcak ortamın bozulmadan biat almak için zamanın başkenti olan Kufe’ye doğru harekete geçer. Burada biat alma işi bir kaç gün sürdükten sonra, halkın Kufe camisinde toplanıp, kendisini dinlemesini emreder. Muaviye, Kufe’ye giren güçlü ordusu sayesinde tüm kontrolü eline geçirmiş ve kendisini bekleyen Iraklıların hiç beklemedikleri bir şekilde hutbeye başlamıştır. O, hutbesine başladığında Emir’el müminin ve oğlu İmam Hasan (as.)’ın ismini anarak, küfürler yağdırmış, iftira ederek aleyhlerinde sözler kullanmıştır. O anda Muaviye’nin hutbesini dinleyen İmam Hüseyin (as.) ayağa kalkıp itiraz etmek istediğinde, ağabey İmam Hasan (as.) kardeşine mani olarak kendisi cevap verir.

“Ey Ali’yi kötü kelimelerle anan kimse..! Ben Hasan’ım ve babam Ali’dir. Sen Muaviye’sin ve baban da Sahr (Ebu Süfyan)’dır. Benim annem Fatıma’dır senin ki  Hind. Benim dedem Resulullah’tır, senin ki Harb. Benim nenem Hatice’dir, senin ki Fetiyle. Aramızda (seninle benim soyumuzdan) kimin ismi kötü ise, soyu ve nesli alçaksa, ve kim küfür ile nifakı fazla ise Allah ona lanet etsin ..!”

Kufe camisinde bu tarihi olaya tanıklık edenler, İmam Hasan (as.)’ın sözlerinden sonra kısık bir sesle “amin” demekle yetinmişlerdir ..![16]

Muaviye, antlaşmayı daha ilk günden tanımadığını İslam hükümetinin başkentinde ilan etmiş ve sulh şartlarına uyulmadığından bozulmuştur. İmam Hasan (as.), ümmetin vefasızlığı karşısında öfkesini içine gömerek Kufe’den Medine’ye gider ve köşesine çekilerek, babasının yaptığı gibi insanların eğitimi ile uğraşır.

Muaviye hilafetinin onuncu yılında, İmam Hasan (as.)’ın varlığından iyice rahatsız olmuş ve şehit etme düşüncesine kapılmıştır. Bir taraftan da yaşlandığı hissine kapılarak, kendisinden sonra oğlu Yezid’i başa geçirme girişimlerinde bulunarak, ona biat almaya başlamıştır. Bu arada Muaviye, İmam Hasan (as.)’ın karısı Eş’as bin Kays kızı Cude’ye, masum kocasını zehirlediği takdirde yakında halife olacak oğlu Yezid’le evlendireceği haberiyle birlikte yüz bin dirhem göndermiştir. Cude kendisine sunulan bu vaat karşısında, babası Eş’as’ın da kendisini yönlendirmesiyle, İmam Hasan (as.)’ı zehirlemiştir. İmam Hasan (as.) bu zehirlemenin karşısında kırk gün ağır bir şekilde hasta yattı. İmam Hasan (as.), hicretten elli yıl sonra sefer ayında, kendisine verilen kuvvetli zehir karşısında ciğerleri parçalanmış ve şehit düşmüştür. İmameti on yıl süren İmam Hasan (as.), kardeşi ve vasisi İmam Hüseyin (as.) tarafından gusül verilip, kefenlenmiş ve vasiyeti üzere baba anesi Fatıma binte Esed’in yanına defnedilmiştir.

[1] Emali Saduk, s.192

[2] El-İrşad, c.2, s.44 Bihar’ul Envar, c. 43, s.391

[3] El-İrşad, Tercüme s.220

[4] El-İrşad, Tercüme s.221

[5] Tarih-i Yakubi, c.2 s.191

[6] Bakara-216

[7] El-İrşad Tercüme s.222

[8] Aynı eser.

[9] Tarih-i Taberi c.4, s.122, Tezkireh’ul İbn Cuzi s.112

[10] Tarih-I Hulefa s.194/ Suyuti, İbn Kesir c.8, s.41 / El-İsabe c.2, s.13…

[11] İbn El-menha, Umdet’ul Talib, s.52, İbn Ebi’l Hadid, Şerhu Nehc’ul Belağa, c.4, s.8,  Bihar’ul Envar c.10, s.115…

[12] A’yan’ul Şia, c.4, s.43

[13] Bihar’ul Envar, c.1, s.115, Nesayih’ul Kafiye, s.156

[14] Bihar’ul Envar, c.44, s.2

[15] El İrşad, Tercüme s.224

[16] El İrşad, Tercüme s.224





                                    DİLAN ..HALO










Hz. Fatımat'uz Zehra'nın (a.s.) Kısaca Hayatı


Hz. Fatıma (a.s.) 20 C. Ahır bisetin 5.yılı Mekke'de dünyaya gelmiştir.

Kimlik bilgisi
Adı : FATIMA
Künyesi:Ummu Ebiha
Lakabı: Zehra
Baba adı :Muhammed (s.a.a)
Anne adı: Hatice
Doğum yeri: Mekke
Doğum tarihi: 20 C. Ahır bisetin 5.yılı
Peygamber'e (s.a.a) olan yakınlığı: Kızı
Şehadet yılı :11 hk.Peygamber'in vefatından 75 gün veya 6 ay sonra
Şehadet yeri : Medine
Şehadet sebebi : Ashabtan bazılarının Peygamber'in vefatından sonra Hz. Fatıma'nın evine saldırmaları ve Onu yaralamaları.

   Çocukluk dönemi
  Ehl-i Sünnet alimleri çoğunlukla o Hazret'in Hz. Resulullah'ın bi'setinden beş yıl önce doğduğunu rivayet ederken, Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde daha çok Hz. Fatıma'nın (a.s) bi’setin beşinci yılının cemadiyülâhır ayının yirmisinde cuma günü doğduğu belirtilmiştir. Ebu Basir'in naklettiği bir hadiste Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Fatıma (a.s)  Hz. Resulullah (s.a.a) kırk beş yaşında iken cemadiyülâhır ayının yirmisinde dünyaya geldi. Ömrünün ilk sekiz senesini babasıyla birlikte Mekke'de geçirdi. On sene de Medine'de babasıyla beraber kaldı. Babasının vefatından sonra ise, sadece yetmiş beş gün hayatta kaldı ve hicretin on birinci yılında cemaziyülâhırın üçünde dünyadan göçtü.

      Hayr-ı Kesir Olması
   Allah Teala, Hz. Peygamberini (s.a.a): “Sana bol hayır vereceğiz” buyurarak müjdelemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a), Allah’ın va'dinin kesin olduğunu ve bütün hayırların kaynağı olacak pak ve bereketli neslin kendisinden vücuda geleceğine emindi. Ancak kalp gözleri körleşen düşmanlar Resulullah'ın erkek evladının vefat ettiğini görünce, “Artık Muhammed’in soyunu devam ettirecek erkek evladı kalmamıştır; kendisinden sonra yolu da sönüp gider” şeklindeki söylentiler yaparak Hazret'i incitiyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara  cevap olarak Kevser Suresini indirerek şöyle buyurdu: “Şüphesiz biz sana bol hayır (bereketli nesil) vermişiz. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır.”
    Evet Allah’ın bu vaadi, Hz. Fatıma’nın dünyaya gelmesiyle gerçekleşmiş, dünya ufukları onun veladet nuruyla aydınlanmış ve kadının ne kadar yüce bir makama ulaşabileceğini bütün âleme göstermek isteyen Allah Teala, Peygamberinin temiz soyunun, Hz. Fatıma’dan vücuda gelmesini takdir eylemişti.

    Peygamber'in Yardımcısı
   Hz. Fatıma çocukluk günlerinden itibaren Allah Resulü'nün hamisi olmaya çalışmış, o küçücük elleriyle düşmanların saldırıları karşısında babasına siper olmuş, babasının bütün hüzün ve kederlerinde onun en fedakâr ortağı olmuştur. Tarih o Hazret'in bu fedakârlıklarını iftiharla kaydetmiştir.

   Bir gün müşriklerden biri, Resulullah (s.a.a)'ı sokakta görünce, Hazret'i incitmek için başına bir miktar çer-çöp ve pislik döktü. Âlemlere rahmet olan Resulullah (s.a.a) ona karşılık vermedi ve bir şey söylemeden bu hâliyle eve döndü. Hz. Fatıma (a.s) babasının bu vaziyetini görünce koşup derhal su getirdi, ağlar gözle babasının başını ve yüzünü yıkamaya başladı. Kızının bu üzgün vaziyetini gören Hz. Resulullah (s.a.a), ona teskinlik vermek amacıyla şöyle buyurdu: “Kızım ağlama! Mutmain ol ki, Allah (c.c) babanı düşmanların şerrinden koruyacak ve onlara galip kılacaktır.”

    Yine bir gün Hz. Fatıma (a.s), Mescid-i Haram’da oturan bir grup kâfirin, babasının katli için komplo hazırladıklarını fark edince, ağlar bir gözle eve dönüp kâfirlerin aldığı kararı ve uygulamak istedikleri komployu babasına haber vermiş ve böylece babasını muhtemel tehlikeye karşı korumuştur.
   Bir gün de Peygamber-i Ekrem'in Mescid-i Haram’da namaz kıldığı sırada müşriklerden bir grup, Hazret'le dalga geçip alay etmeğe başladılar. Bu esnada onlardan biri o çevrede yeni kesilmiş bir devenin rahmini alıp kan ve pisliği ile birlikte, secde hâlinde olan o Hazret'in sırtına attı. Orada hazır bulunan ve bu manzaraya şahit olan Fatıma (a.s) bu duruma çok üzüldü; ağlayarak Resulullah’ın yanına koştu ve devenin rahmini Hazret'in sırtından alıp uzak bir yere atarak Hazret'i onların bu saygısızlığına karşı korumaya başladı. Bu arada bu büyük saygısızlığa maruz kalan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) namazını bitirdikten sonra o insanlara beddua ettiği rivayet edilmiştir.

    Fatıma (a.s) böylece küçük yaşlarından itibaren bu çeşit hadiseleri görüp babasının yardımına koşuyor, bir annenin yavrusunu savunduğu gibi Hazret'i savunuyor ve babası için adeta annelik yapıyordu. İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.a) ona, “Ümmü Ebîha” (Babasının annesi) lakabını vermişti.
      Hz. Fatıma (sa) hicretten sonra İmam Ali ile evlendi ve Hasan, Hüseyin ve Zeynep adında çocukları oldu O hazret babasının vefatına kadar Onun yanında ve yakınındaydı babası ile çeşitli savaşlara gitmiş,diğer müslümanlar gibi ve onlardan daha fazla islamın zaferi için çalılmıştır. Ama Resulullah (s.a.a)'ın vefatından sonra bazı sahabenin Ehlibeyt'e karşı tutumu deyişmiş kendi çıkarları uğruna O hazrete çeşitli sıkıntılar yaratmışlardır.
  
    Şehadet
   Peygamber'in kendinden sonra hayatta kalan tek çocuğu Hz. Fatıma kendisine vurulan cismi ve ruhi darbelerden ve altı aylık çocuğu Muhsini düşürdükten sonra hicri 11.yılda Peygamber'in vefatından bir rivayete göre 45 gün ve diğer bir rivayete göre 6 ay sonra şehid olmuştur.Allah'ın, nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin selamı O'nun üzerine olsun.

Mümin ve Müslümanlar topluluğuna: Ama sonra; anlattığınız ve belirttiğiniz şeyleri anladım. Çoğunuzun sözü şudur: "Bizim başımızda imam ve önderimiz yoktur; bize gel! Ola ki Allah, senin vesilenle bizi hak ve hidayet üzere birleştirsin."
Şimdi ben, ailem arasında güvendiğim kardeşim ve amcam oğlu Müslim b. Akil'i size gönderiyorum. Durum, vaziyet ve görüşlerinizi bana yazmasını emretmişim ona.
Eğer o, topluluğunuzun, aranızdaki akıl ve fazilet sahiplerinin görüşünün, elçilerinizin bana bildirdiğiyle ve mektuplarınızda okuduğumla aynı olduğunu yazarsa, ben de inşallah pek yakın bir zamanda size gelirim. Kendi canıma an-dolsun; Allah'ın Kitabına amel eden, adaleti uygulayan, hak ile dindar olan ve Allah yolunda sakınan kimsenin dışında imam yoktur! Vesselâm."
Sonra Müslim b. Akil'i Kûfe'ye gönderdi. Müslim hareket ederek Kûfe'ye vardı. Şiiler Müslim'in etrafında toplandı ve ağlayarak Hüseyin'in (a.s) mektubunu dinlediler. Sonunda on sekiz bin kişi "İmam Hüseyin" adına Müslim'e biat etti.
Müslim b. Akil Hüseyin'e (a.s) şu mektubu yazdı:
…"Elçi, dostlarına yalan söylemez." Kûfe halkından on sekiz bin kişi bana biat edip ahitleştiler. Bu mektup eline ulaştığında hemen Kûfe'ye gel! Bütün halk senin yanındadır ve Muaviyeoğulları'na tâbi olmamaktadır. Vesselâm.
Bir rivayette de şöyle geçiyor:
Kûfe halkından yirmi beş bin kişi Müslim b. Akil'e biat etmişti.
Diğer bir rivayete göre de bu sayı kırk bin kişiydi.
Yazar şöyle der: Müslim, yazmış olduğu mektubu İmam Hüseyin'e (a.s) gönderdikten sonra da biat etme işinin devam ettiği ve böylece biat edenlerin yirmi beş bin kişiye ve sonra da kırk bin kişiye ulaştığı söylenebilir. Taberî kendi tarihinde şöyle yazıyor:
Hüseyin'in, daha önce mektup yazarak yardım istediği Basra Şiilerinden bir grubu, konu hakkında görüştü ve sonuçta bazıları Hüseyin'e katıldı ve şehit düştüler.
Taberî daha sonra şöyle yazıyor:
Yezid, Numan b. Beşir'i Kûfe valiliğinden azletti ve Kûfe ile Basra valiliğini Ubeydullah b. Ziyad'a bıraktı ve ona bir mektup yazarak Müslim b. Akil'i yakalayıp öldürmesini emretti.
Müslim, Ubeydullah'ın Kûfe'ye gelerek Şiileri takip etmeye başlaması üzerine kıyam etti. Kûfe halkından Müslim'e biat edenler, onu yalnız bırakmıştı. Şimdi Müslim, İbn Ziyad'ın ordusuna karşı tek başına savaşıyordu. Müslim'e inen bir kılıç darbesi, onun üst dudağını parçalayıp ön dişlerini kırdı. Evlerin üstüne çıkan askerler, onu taş yağmuruna tuttu ve bir yandan da kamış bağlarını ateşle yakıp Müslim'in üstüne attılar.
Sonunda Muhammed b. Eş'as, "Ey Müslim, sen amandasın; kendini ölüme verme!" diye seslendi. Müslim atılan taşlarla yaralanmış ve savaş gücünü yitirmişti. Bir duvara yaslanmış güçlükle nefes alıyordu. Muhammed b. Eş'as, Müslim'e yaklaşarak, "Ey Müslim, sen amandasın." dedi. Müslim, "Ben amanda mıyım?" diye sordu. Eş'as, "Evet." dedi. Onun ardından askerler de, "Sen güvencedesin." diye bağırdılar. Müslim, "Eğer bana aman vermeseydiniz size teslim olmazdım." dedi. Müslim'in bu sözü üzerine İbn Ziyad'ın askerleri onun etrafını sararak hemen silahını aldılar. Müslim bunu görünce, "Bu sizin ilk ihanetinizdir; hani aman vermiştiniz?" dedi. Sonra ümitsizce İbn Eş'as'a dönerek şöyle dedi: "Vallahi, görüyorum ki bana verdiğin amandan acizsin! Bana bir iyilik yapar mısın? Hüseyin'e bir elçi gönder ve benden taraf ona bir mesaj ulaştır. Çünkü bugün-yarın Hüseyin çoluk-çocuğuyla size doğru hareket edecek; benim tüm endişem bu açıdandır. Göndereceğin elçin benden taraf Hüseyin'e şöyle desin:
"Akil'in oğlu (Müslim), beni sana gönderdi ve kendisi de Kûfe halkının elinde esirdir. Akşama sağ çıkacağı belli değil, her an öldürülebilir. Müslim diyor ki, Ehli Beytinle birlikte geri dön! Kûfe halkı seni aldatmasın. Baban, onların yüzünü görmemek için ölmeyi veya öldürülmeyi arzuluyordu. Bunlar, işte o insanlardır. Kûfeliler sana ve bana yalan söylediler ve yalancının sözüne güven olmaz!"
İbn Eş'as bunu yapacağına dair söz verip, "Vallahi bunu yapacak ve İbn Ziyad'a da, sana aman verdiğimi bildireceğim!" dedi.
Müslim bu hâlde İbn Ziyad'a götürüldü ve İbn Ziyad'la Müslim arasında bir tartışma geçti. İbn Ziyad, "Andolsun canıma seni öldüreceğim!" dedi. Müslim, "Öyle mi?" dedi. İbn Ziyad, "Evet; öyle." dedi. Müslim, "O hâlde müsaade et de akrabalarımdan birine vasiyette bulunayım." dedi. Sonra orada bulunanlara bakındı ve Ömer b. Saad'a hitap ederek dedi: "Ey Ömer! Seninle akrabayız. Benim senden bir isteğim var ve bu isteğimi yerine getirmelisin. Fakat bu bir sırdır."
Ömer, Müslim'in isteğini kabul etmeye yanaşmadı. Bunun üzerine İbn Ziyad, "Amcan oğlu Müslim'in isteğini geri çevirme!" dedi. Ömer kalkarak Müslim'le birlikte, İbn Zi-yad'ın gördüğü bir köşeye çekildiler. Müslim, Ömer b. Saad'a şöyle vasiyet etti:
"Kûfe'ye geldiğim günden bu yana yedi yüz dirhem borçlanmışım, benden taraf onu ödersin. Cenazemi İbn Ziyad'-dan alıp gömersin ve geri çevirmesi için birini Hüseyin'e (a.s) gönderirsin. Çünkü ona bir mektupta Kûfe halkının onunla olduğunu yazmışım ve o şimdi kesinlikle Kûfe'ye doğru yola koyulmuştur."
Ömer b. Saad, Müslim'in söylediklerini İbn Ziyad'a bildirdi. İbn Ziyad, Ömer b. Saad'a dönerek şöyle dedi: "Emin kişi ihanet etmez; fakat bazen hain olan kimse emin sanılır!" Sonra Müslim'in valilik konağı üstüne çıkarılarak boynunun vurulmasını emretti. Müslim, İbn Eş'as'a hitaben şöyle dedi:
"Vallahi, eğer bana aman vermeseydin, asla teslim olmazdım! Şimdi senin amanına önem vermiyorlarsa kalk da kılıcınla beni savun!"
Müslim, konağın merdivenlerinden çıkarılırken tekbir getirip Allah'tan bağışlanma diliyordu; Allah'ın meleklerine ve peygamberlerine selâm ediyor ve şöyle diyordu: "Allah'ım! Bizi aldatan, bize yalan söyleyen ve bize sırt çevirip yalnız bırakanlarla bizim aramızda sen hükmet!"
Müslim konağın üstüne çıkarılıp sokağa bakan bir yerde boynu vuruldu ve naaşı da başıyla birlikte yere atıldı.
İbn Ziyad'ın emriyle Hani b. Urve de pazara götürülüp orada boynu vuruldu. İbn Ziyad, daha sonra her ikisinin de başını bir mektupla birlikte Yezid'e gönderdi.
Yezid, Ubeydullah b. Ziyad'ın bu hizmeti karşısında ona şöyle yazdı:
"…Senden ancak bu beklenirdi. Akıllıca davrandın, yiğitçe ve cesur bir şekilde bu büyük işte ayak direttin; adımların sağlam ve sabit kaldı; yeterli ve doğru bir şekilde davrandın ve senin hakkındaki düşünce ve zannımı doğruladın…"


HALO.HALO





Sekizinci İmamımız, Şah-ı Horasan İmam Ali Rıza (as)'ın hayatın çeşitli yönleri
Hilafet ve Vasiliği
İmam Rıza (a.s) da diğer masum İmamlar gibi Resulullah (s.a.a)’in tayini ve açıklaması ile ve babası İmam Musa Kazım (a.s)’ın O’nu halka tanıtması ile imamet makamına atanmıştır. Bu hususta bazı rivayetleri naklediyoruz:
Mahzumî şöyle diyor:
İmam Musa b. Cafer (a.s) bizi yanına çağırtıp; “Sizi ne için çağırdığımı biliyor musunuz?”  diye sordu. Biz de; “Hayır, bilmiyoruz” dedik. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdular:“Bu oğlum -İmam Rıza’ya işaret etti- benim vasim ve halifemdir...” [1]
Mansur b. Yunus diyor ki:
Bir gün Musa b. Cafer (a.s)’ın huzuruna gittim; İmam (a.s) bana; “Ya Mansur! Bugün ne yaptığımı biliyor musun?” diye sordu. Ben; “Hayır, bilmiyorum” dediğimde İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Ben bugün oğlum Ali’yi vasim ve kendimden sonra halifem kıldım; O’nun yanına git, bu makamından dolayı O’nu tebrik et ve bunu sana emrettiğimi O’na bildir.”
Mansur diyor ki, İmam Musa b. Cafer (a.s)’ın bu emri doğrultusunda İmam Rıza (a.s)’ın yanına gidip O’nu bu makamından dolayı tebrik ettim ve baban böyle yapmamı bana emretmiştir dedim.[2]
Davud-u Rıkkî şöyle diyor:
İbrahim’in babası İmam Musa Kazım’a; “Canım sana feda olsun, ben artık yaşlanmışım, senden sonra kimin İmam olacağını bana söyle” dediğimde, İmam (a.s), Ebu’l- Hasan’ir- Rıza (a.s)’a işaret ederek; “Bu benden sonra sizin sahibinizdir.” buyurdular.[3]
Süleyman-i Mervzî de şöyle diyor:
İmam Musa b. Cafer (a.s)’ın yanına vardım; kendisinden sonra Hüccetin (İmam’ın) kim olduğunu sormak istiyordum. Ama İmam (a.s) ben sorumu sormadan şöyle buyurdular: “Ey Süleyman! Oğlum Ali (Rıza) benim vasim ve benden sonra insanların hüccetidir; O, oğullarımın en üstünüdür. Eğer benden sonra yaşayacak olursan, Şiilerimin ve velayet ehli kimselerin yanında halifemi soracak olurlarsa buna tanıklık et.” [4]
Makam ve Mevkisi
İmam Musa Kazım (a.s) oğullarına şöyle buyuruyordu:
“Bu kardeşiniz (Ali b. Musa er-Rıza), Muhammed Ehl-i Beyt’inin alimidir. Öyleyse O’na dininizle ilgili sorular sorun, dediklerini alın. Babam Cafer b. Muhammed defalarca bana şöyle buyurdular: Şüphesiz Muhammed Ehl-i Beyti’nin alimi senin sulbündedir; keşke ben O’nu görebilseydim; O, Emir’ul Muminin Ali’nin adaşıdır.” [5]
Memun, İmam Rıza (a.s) hakkında şöyle diyordu:
“O, yeryüzü ehlinin en üstünü, en alimi ve en abididir (en çok ibadet edenidir .)”
İmam Musa Kazım (a.s) buyurdular ki:
“Oğlum Ali (İmam Rıza) benim en büyük oğlum, sözümü en çok dinleyen ve emrime en çok itaat edendir; O, benimle “Cefr” ve “Camia” kitabına bakıyor. Peygamber ve Peygamber’in vasisinden başkası o kitaba bakamaz.”[6]
İlim ve Bilgisi
İbrahim b. Abbas şöyle diyor:
“Ben İmam Rıza (a.s)’dan bir şey sorulup da O’nun bilmediğini ve o güne kadar da geçmiş tarihi O’ndan daha iyi bilen birini görmedim. Memun her şeyden soru sorarak İmam’ı imtihan ediyordu, ama İmam (a.s) hepsinin cevabını veriyordu. Bütün söz, cevap ve misalleri Kur’an’dan idi. Kur’an’ı üç günde bir hatmediyor ve şöyle buyuruyordu:
“İstesem üç günden daha çabuk Kur’an’ı hatmederim; ama okuduğum her ayet hakkında ve neyin hakkında nazil olduğunu düşünmeden geçmiyorum.” [7]
Ebu Salt-i Herevi şöyle diyor:
“Ali b. Musa er-Rıza (a.s)’dan daha alim birini görmedim. Onu gören her alim de benim dediğim gibi demiştir. Memun, bütün din ve mezhep alimlerini toplayarak İmam Rıza (a.s)’la tartışmaları için bir meclis düzenledi. İmam Rıza (a.s) onların hepsini mağlup etti; öyle ki onlar, İmam’ın üstünlüğünü ve kendi acizliklerini itiraf etmekten başka çareleri kalmadı.”[8]
Ebu Salt-ı Herevi şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu duydum:
“Ben Medine’de Ravza-i Mutahhara’da oturuyordum, birçok alimler de birbirleriyle tartışıyorlardı, birisi bir meselede aciz kaldığında hepsi bana yönelirlerdi, meseleyi bana sorurlardı, ben de o meselenin cevabını verirdim.”
Ebu Salt-ı Herevi yine şöyle naklediyor:
Muhammed b. İshak b. Musa b. Cafer babasından, Musa b. Cafer (a.s)’ın çocuklarına şöyle buyurduğunu nakletti:
“Bu kardeşiniz Ali b. Musa er-Rıza, Âl-i Muhammed’in alimidir; öyleyse dininiz hakkında O’ndan soru sorun, size dediği şeyi belleyin. Şüphesiz ben Ebu Cafer b. Muhammed (babam İmam Bakır -a.s-)’den defalarca bana şöyle buyurduğunu gördüm:
“Şüphesiz Âl-i Muhammed’in alimi senin sulbündedir; keşke ben onu görebilmiş olsaydım; O Emir’ul- Muminin Ali’nin adaşıdır.” [9]
Bütün Lisanları Bilmesi
Ebu Salt-i Herevi şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s), halkla kendi lisanlarıyla konuşuyordu. Allah’a and olsun ki insanların en fasihi idi; her lisan ve lügati herkesten daha iyi biliyordu. Bir gün İmam (a.s)’a; “Ey Resulullah’ın oğlu! Senin her dil ve lügati bunca ihtilaflı olmasına rağmen bilmene şaşırıyorum” dediğimde şöyle buyurdular:
“Ey Eba Salt! Ben Allah’ın yaratıklarına olan hüccetiyim, Allah Teala insanların lisan ve lügatlerini bilmeyen bir kimseyi insanlara hüccet kılmaz. Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın; “Allah Teala fasl’ul- hitap bize verilmiştir” diye buyurmuş olduğu sözü duymamış mısın? Fasl’ul-Hitap (Hitapları ayırt edebilme) lisan ve lügatleri bilmekten başka bir şey midir?” [10]
Cafer b. Ebu Talip evlatlarından olan Süleyman şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s)’la birlikte bir duvarın kenarında durmuştuk. Bu esnada bir serçe İmam (a.s)’ın önüne gelip ıstırapla ötmeğe başladı. İmam (a.s) bana; “Bu serçenin ne dediğini biliyor musun?” diye sordu.
Ben cevaben; “Allah, resulü ve resulünün oğlu daha iyi biliyorlar” dedim.
İmam (a.s) buyurdular ki: “O serçe şöyle diyor: Bir yılan yuvamdaki yavrumu yemek istiyor.” Öyleyse kalk, şu asayı al eve girerek yılanı öldür!”
Süleyman diyor ki; Asayı alıp eve girdim, bu esnada evde dolaşan bir yılan gördüm ve hemen onu öldürdüm.[11]
Alçakgönüllülüğü ve Tevazusu
Yasir-i Hadim şöyle diyor:
“İmam Rıza (a.s) yalnız kaldığında, küçük ve büyük bütün akrabalarını toplayarak onlarla konuşup sohbet ederdi, onlara şefkatli davranırdı. Sofraya oturduğunda, büyük küçük bütün aile fertlerini, hatta hayvana bakan ve hacamat yapanları bile sofrası başına oturtuyordu.”[12]
Bir gün İmam Rıza (a.s) hamama gitti, bir adam İmam’a; “Bana kese sür” dedi. İmam (a.s) da onu keselemeğe başladı. Bu arada başkaları İmam (a.s)’ı o adama tanıttılar; o adam özür dilemeğe başladı. Ama İmam (a.s) onun kalbini hoş ederek ona kese sürüyordu.”[13]
Abdullah b. Cafer, Belh ahalisinden olan bir adamdan şöyle dediğini naklediyor:
İmam Rıza (a.s)’ın Horasan yolculuğunda, O Hazretle birlikte idim. Bir gün sofrasını getirmelerini istedi; sofrayı açtıklarında, hizmetçi ve kölelerini kendisiyle yemek yemeleri için sofranın başına topladı. Bunun üzerine; “Canım sana feda olsun, bunların sofrasını ayırırsanız daha iyi olur” dedim.
İmam (a.s) benim bu sözümü duyunca şöyle buyurdular: Sus, herkesin Rabbi birdir, anne babası birdir; mükafat ve ceza da amellere göredir.” [14]
Muaşeret Adabı
İbrahim b. Abbas şöyle diyor:
Ben İmam Rıza (a.s)’ın, herhangi bir kelimeyle birisini incittiğini ve bir adamın sözünü yarıda kestiğini kesinlikle görmedim. İmam Rıza (a.s) hiçbir kimseyi, gücü dahilinde olduğu ihtiyaçları karşılamaksızın geri çevirmezdi, ayaklarını kimsenin önünde uzatmazdı, onun karşısında bir yastığa dayanmadı. Onun hizmetçi ve kölelerden birine sövdüğünü ve birisi yanında tükürdüğünü kesinlikle görmedim. Kahkahayla güldüğü görülmezdi, gülmesi tebessüm idi.”[15]
Nadir Hadim şöyle diyor:
“İmam Rıza (a.s), bizden herhangi birimiz yemek yediğinde, yemeğimizi bitirmedikçe bizi hizmete almazdı (bize bir iş yaptırmazdı).”[16]
Zikir ve İbadeti
Meşhur şair olan Di’bil’in kardeşi İsmail b. Ali şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s) Di’bil’e yünlü kumaştan bir gömlek hediye ederek şöyle buyurdu:
“Bu gömleği koru (onun kadrini bil); ben bin gece ve her gece bin rekat namaz onda kıldım ve Kur’ân’ı bin defa o gömlekte (onu giydiğim halde) hatmettim.”[17]
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) seferde ve vatanda gece namazını, şef’ namazını, vitr namazını ve iki rekat da sabah namazının nafilesini terk etmiyordu.”[18]
Reca b. Ebi Zahhak şöyle diyor:
“Allah’a and olsun ki, İmam Rıza (a.s)’dan daha takvalı, bütün vakitlerinde Allah’ı O’ndan daha çok anan ve Allah’dan O’nun kadar çok korkan bir kimseyi görmedim.”[19]
İbrahim b. Abbas şöyle diyor:
“İmam Rıza (a.s), geceleri az yatardı, çoğu geceleri sabaha kadar ibadet ve zikirle geçirirdi, çok oruç tutardı, her ay üç gün oruç tutmayı kaçırmazdı ve “Her Ay üç gün oruç tutmak, (sevap açısından) bütün günleri oruç tutmak gibidir” buyuruyordu.
İmam Rıza (a.s), gizlide çok iyilik yapar ve sadaka verirdi; bunların çoğunu karanlık gecelerde yapıyordu. Fazilette onun gibi birisini gördüğünü iddia eden kimsenin sözüne inanmayın.”[20]
Abdusselam b. Hirevi (el-Heratî) şöyle diyor:
“İmam Rıza (a.s)’ın Serahs’da hapsedildiği evin kapısına giderek hapishane bekçisinden İmam’la görüşmek için izin istedim. Bekçi cevaben: “Senin ona ulaşmana bir yol yoktur” dedi. “Neden?” dediğimde şöyle dedi: “Çünkü O birçok zaman, bir günde (gecesi de dahil olmak üzere) bin rekat namaz kılmaktadır...”[21]
İmam Rıza (a.s)’ı Medine’den Horasan’a götürmekle görevli olan Memun’un memurlarının komutanı Reca b. Ebî Zehhak, İmam Rıza (a.s)’ın yolculuk esnasındaki gece gündüz yaptığı ibadetlerini anlatırken şöyle diyor:
“İmam Rıza (a.s) geceyi sabahladığında sabah namazını kılıyordu ve namazın selamını verdikten sonra namaz kıldığı yerde oturup güneş doğuncaya dek tespih, hamd, tekbir ve tehlil zikirleri ve Peygamber (s.a.a)’e salavat göndermekle meşgul oluyordu...”[22]
Cömertlik ve Bağışı
Uzun boylu garip bir adam İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:
“Ey Resulullah’ın oğlu, selam’un aleykum. Ben sizi, babanızı ve ceddinizi sevenlerdenim, hacdan dönmüşüm, yol param tükenmiş, beni vatana ulaştıracak bir şeyim kalmamıştır. Eğer mümkünse beni vatana ulaştıracak bir şey lütfederseniz minnettar olurum. Şehrime ulaştığımda bana verdiğiniz malın karşılığını sizden taraf yoksullara sadaka veririm; çünkü ben fakir birisi değilim. İmam (a.s); “Allah sana rahmet etsin, otur.” buyurdu...
Daha sonra kalkıp bir odaya girdi, kapının üst tarafından elini uzatarak Horasanlı adama; “Bu iki yüz dinarı al, kendine yol azığı et, onunla teberrük et ve benden taraf da onun karşılığını sadaka vermen gerekmez...” diye buyurdular.
Horasanlı adam parayı alıp gittiğinde İmam (a.s) o odadan çıkıp geldi. İmam (a.s)’a; “Neden para alınca sizi görmemesi için böyle davrandınız? dediklerinde şöyle buyurdular; “Onun ihtiyacını karşıladığımdan dolayı, utanması ve eziklik hissetmesinden korktum...” [23]
İbn-i Şehraşub Menakıb kitabında şöyle nakletmiştir:
İmam Rıza (a.s), Horasan’da bir Arefe günü bütün malını yoksullara bağışladı. Fazl b. Sehl; “Bu garamet (büyük zarar) değil midir?” dediğinde şöyle buyurdular: “Hayır, bu ganimettir (bir yatırımdır); kendisiyle mükafat ve keramet aradığın bir şeyi sakın garamet sayma.” [24]
İmam Rıza (a.s) yemek istedi, yemek geldiğinde bir tepsi getirerek sofrasının yanına koyup yiyeceği yemeklerin en güzelini alıp onun içerisine bıraktı; sonra onun fakirlere verilmesini emretti. Daha sonra; “Fela iktehame’l- akabe” ayetini okuyup şöyle buyurdular: “Allah Teala biliyor ki, her insan bir köle azat etmeğe kadir değildir; işte bundan dolayı (yoksullara yemek vermekle) cennete ulaşabilmeleri için onlara bir yol karar kılmıştır.” [25]
İbrahim b. Abbas diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) gizlide çok ihsanda bulunur ve sadaka verirdi. Bu amelleri daha çok karanlık gecelerde yapardı. Kim, fazilette onun mislini gördüğünü zannederse, onu tasdik etmeyin.”[26]
Misafiri Ağırlaması
Abdullah-i Bağdadi bazılarından şöyle naklediyor:
Bir gün İmam Rıza (a.s)’a bir misafir geldi. İmam (a.s) bir gece onunla konuştuğu esnada lamba bozuldu, misafir olan adam elini uzatıp onu düzeltmek istedi, fakat İmam (a.s) onu bırakmayarak kendisi onu düzeltti. Daha sonra şöyle buyurdu:
“Biz, misafirlerimizi hizmete almayan bir kavimiz.” [27]
İşçinin Ücretine Dair Tavsiyesi
İmam Rıza (a.s)’ın dostlarından olan Süleyman-i Caferi şöyle diyor:
Bazı işler için İmam Rıza (a.s)’la birlikte idim, işim bittiğinde evime dönmek istedim. Ama İmam (a.s); “Bu gece bizim yanımızda kal” buyurdular.
Ben de İmam’la birlikte O’nun evine gittim. İmam (a.s), hizmetçileriyle birlikte yabancı birisinin de bina yapımında çalıştığını görünce; “Bu kimdir?” diye sordu.
Hizmetçileri; “Bize yardım ediyor, ona ücret olarak bir şey vereceğiz.” dediler.
İmam (a.s): “Ücretini tayin etmiş misiniz?” diye sordu.
Hizmetçiler: “Hayır, tayin etmemişiz; her ne verirsek kabul eder.” dediler.
İmam (a.s) bu durumdan çok rahatsız olup sinirlendi. Ben İmamın bu durumunu görünce; “Canım sana feda olsun, rahatsız olma.” dediğimde İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Ben defalarca onlara demişim ki, bir kimsenin ücretini tayin etmeden onu çalışması için getirmeyin. Şunu bil ki, bir kimse ücreti tayin edilmeden işlerse, ücretinden üç kat fazlasını da versen, yine ücretinin az verildiğini zanneder. Ama eğer anlaştığın ücretten fazla ona bir şey bağışlamış olur isen, her ne kadar az da olsa sana teşekkür eder.” [28]
İsrafa Karşı Çıkışı
İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Yasir şöyle diyor:
Bir gün İmam (a.s), çocukların elma yiyip onu iyice bitirmeden attıklarını görünce şöyle buyurdular: “Subhanellah! Eğer sizin ihtiyacınız yoksa, bazı kimselerin buna ihtiyacı vardır; öyleyse onu ihtiyacı olan kimselere verin.” [29]
Abdestte Yardımdan Sakınması
Hassan-ı Veşşa şöyle naklediyor:
Bir gün İmam Rıza (a.s)’ın yanına vardım, Hazretin önünde bir ibrik vardı, onunla abdest almak istiyordu, yanına yaklaşarak eline su dökmek istedim, fakat İmam bu işten sakınarak; “Ya Hasan! Bu işten vazgeç.” diye buyurdular.
Ben; “Neden eline su dökmekten beni nehy ediyorsun; benim sevap kazanmamdan mı hoşlanmıyorsun?” dediğimde İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Sen sevap kazanıyorsun, oysa ben günah işlemiş oluyorum.”
Neden böyle olur? dediğimde de şöyle buyurdular:
“Allah Teala’nın şu sözünü duymamış mısın?:
“Kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, iyi amel yapmalıdır ve Rabbinin ibadetine kimseyi ortak koşmamalıdır.” Ben şimdi namaz için abdest alıyorum, namaz da ibadettir; öyleyse onda bir kimsenin benimle ortak olmasını sevmem.” [30]
Zühdü
İbn-i Şehraşub diyor ki:
“Süfyan-i Sevrî İmam Rıza (a.s)’ın yünlü bir kumaş giydiğini görünce: “Ey Resulullah’ın evladı! Bundan daha düşük bir elbise giyseydiniz daha iyi olurdu” dediğinde İmam (a.s): “Elini getir” diye buyurdu.
Sonra onun elini, elbisesinin yenine (kol ağzına) sokarak iç elbisesinin nasıl olduğunu ona bildirmek istedi. Böylece Süfyan-i Sevri, İmam (a.s)’ın iç elbisesinin telisten (yumuşak olmayan sert bir elbiseden) olduğunu görüp anlamış oldu. Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Ey Süfyan! Yünlü kumaş, halk içindir; telis (bu sert elbise) ise, Hak (Allah) içindir.”[31]
Namaz Misvakı
İmam Rıza (a.s)’ın içerisinde beş misvak bulunan bir çantası vardı. Onlardan her birinin üzerine beş namazdan birinin ismi yazılmıştı. Her namaz vakti, o namaz için tahsis edilen misvakla dişlerini misvaklıyordu.”[32]
Misk ve Gül Suyu Kullanması
Sûlî diyor ki:
Büyük annemden İmam Rıza (a.s)’la ilgili soru sorduklarında şöyle diyordu:
“Ondan bir şey hatırlamıyorum. Sadece Hindistan uduyla (bir çeşit koku) tütsülendiğini ve daha sonra misk ve gül suyu kullandığını görüyordum.”[33]
Hacamat Ettirmesi
Ensarî diyor ki:
“İmam Rıza (a.s)’ın kanı bazen taşkınlık ettiğinde (tansiyonu yükseldiğinde) gece yarısı hacamat ettiriyordu (iki omuzu arasından kan aldırıyordu).”[34]
Yüzüğünün Nakşı
Yunus b. Abdurrahman diyor ki:
“İmam Rıza (a.s)’dan kendi yüzüğüyle babasının yüzünün nakşı hakkında sordum. Buyurdular ki:
“Yüzüğümün kaşının nakşı (yazısı) şudur:
“Mâşâallah, lâ kuvvete illa billah” (Allah’ın istediği olur; bütün güçler Allah’tandır.) Babamın yüzüğünün nakşı (yazısı) ise şu idi:
“Hasbiyellah” (Allah bana yeter.) O, (mektupları) onunla mühürlediğim yüzüktür.”[35]
Üzümü Sevmesi
Muhammed b. Cehm diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) (meyveler içerisinde) üzümü çok severdi.”[36]
Bir Şey Yazarken Allah’ın Adını Anması
Hasan b. Şu’be el-Harranî diyor ki:
“İmam Rıza (a.s), ihtiyaçlarını not etmek istediğinde şöyle yazıyordu: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; hatırlarım inşaAllah.”
Daha sonra istediği şeyi yazardı.”[37]
Oğluna Karşı Davranışı
İmam Rıza (a.s)’ın katibi Ebu’l- Hüseyin b. Muhammed diyor ki:
İmam Rıza (a.s), oğlu Muhammed Takî (a.s)’ı künyesiyle anar ve şöyle buyururdu:
“Ebu Muhammed bana yazdı.”
Oysa o Medine’de henüz çocuktu ama bununla birlikte saygıyla onu yad eder ve mektuplarının cevabını çok fasih ve güzel bir şekilde verirdi.”[38]
Namazı İlk Vakitte Kılması ve Halkın İşlerine Yetişmesi
Sûlî diyor ki:
(Bir müddet İmam Rıza (a.s)’a hizmet etme iftiharına nail olan) büyük annem bana şöyle dedi:
“İmam Rıza (a.s), sabah namazını ilk vaktinde kıldıktan sonra secdeye kapanıp güneş yükselinceye dek başını secdeden kaldırmazdı. Daha sonra kalkıp halk için oturuyordu (onların işleriyle ilgilenip ihtiyaçlarını gideriyordu) ve (daha sonra) bineğine binerek işinin peşine gidiyordu.”[39]
Memun’a Nasihat Etmesi
Şeyh Mufid (r.a) diyor ki:
“İmam Rıza (a.s), Memun’la baş başa kaldığında ona öğüt veriyor, onu Allah’tan sakındırıyor ve yaptığı çirkin işlerinden dolayı onu kınıyordu. Memun ise bu tavsiye ve nasihatleri İmamdan kabul ettiğini izhâr ediyor ama bu sözlerin kendisine ağır geldiğini ve bu çeşit nasihatlerden hoşlanmadığını açığa vurmuyordu.”[40]
Hizmetçisine Şefkati
İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Nadır şöyle diyor:
“Ebu’l- Hasan’ir- Rıza (a.s), cevizli helvayı dürüm yaparak bana veriyordu.”[41]
Sofra Başında Hizmetçiye Karşı Davranışı
İmam (a.s)’ın Hizmetçisi Nadır diyor ki:
“İmam Rıza (a.s), hizmetçilerden biri yemek yediğinde, yemekten kalkmadıkça ona bir iş yaptırmazdı.”[42]
Cenazeyi Teşyi Etmesi
Musa b. Seyyar şöyle diyor:
Ben İmam Rıza (a.s) ile birlikte idim, Tus şehrinin duvarlarına yaklaşmıştık, bir ağlama sesini duyduk, o sesin peşice gittik, derken bir cenazeyle karşılaştık, gözüm cenazeye iliştiğinde İmam (a.s)’ın atından indiğini gördüm. Sonra cenazeye doğru gelip onu kaldırdı, kuzu kendisini annesine yapıştırdığı gibi İmam (a.s) da kendisini ona yapıştırıyordu. Daha sonra bana yönelerek şöyle buyurdular:
“Ey Musa b. Seyyar! Kim bizim dostlarımızdan birini teşyi ederse, annesinden doğduğu gün gibi günahtan dışarı çıkmış olur; öyle ki asla bir günahı kalmaz.”
Musa b. Seyyar şöyle ekliyor:
Cenazeyi kabrin kenarına bıraktıklarında mevlam İmam Rıza’yı cenazenin tarafına gidip halkı bir kenara ittiğini, cenazeye yaklaşıp elini onun göğsüne bırakarak şöyle dediğini gördüm:
“Ey filan oğlu filan! Seni cennetle müjdeliyorum, bu saatten sonra artık sana bir korku yoktur.”
Ben İmam’a; “Canım sana feda oldun, sen bu adamı tanıyor musun? Halbuki sen, Allah’a and olsun ki bugüne kadar bu bölgeye asla gelmemişsin!”
İmam (a.s) cevaben buyurdular ki:
“Ey Musa b. Cafer! Şialarımızın amellerinin her gün sabah ve akşam biz İmamlara sunulduğunu bilmiyor musun? Eğer onların amellerinde bir kusur olursa, Allah Teala’dan onun affedilmesini isteriz; ama eğer onların işlerinde bir yücelik görürsek, Allah Teala’dan onlar için mükafat dileriz.” [43]
Din Alimleriyle Münazarası
Şia’nın büyük alimlerinden olup 1000 yıl önce yaşayan Şeyh Saduk (r.a), rivayetin metnindeki senetle Hasan b. Muhammed en- Nevfilî’den şöyle naklediyor:
Memun, Fazl b. Sehl’e; “Caslik”[44], “Re’s’ul- Calut”[45], “Rüus’us- Saibin”[46], “Horbuz’ul- Ekber”[47], “Nestas-i Rumi”[48] gibi çeşitli mezhep ve din alimlerini bir araya toplamasını emretti. Fazl b. Sehl de onları bir araya topladı. Sonra onların toplandığını Memun’a bildirdi. Memun da onları yanına getirmesini emretti. Onlar Memun’un yanına gelince, Memun onlara hoş geldiniz diyerek sözlerine şöyle başladı:
“Ben sizi hayır bir şey için toplamışım, amcam oğluyla münazara yapmanızı istiyorum. Sabah olunca hepiniz yanıma gelin, kimse gelmekten çekinmesin.”
Onlar da; “Ey müminlerin emiri! Başımız üstüne, yarın erken sizin yanınıza geleceğiz inşaallah.” dediler.
Hasan b. Muhammed en-Nevfilî şöyle ekliyor:
Biz İmam Rıza (a.s)’ın yanında oturup konuşuyorduk. İmam’ın işleriyle ilgilenen Yasir yanımıza gelerek şöyle dedi: “Ey efendim! Müminlerin Emiri size selam iletip şöyle dedi: ‘Kardeşin sana feda olsun, çeşitli din ve milletlerin büyükleri benim yanımda toplanmıştır, eğer onların sözlerini duymak istiyorsan, yarın erken bizim yanımıza gel; eğer gelmek istemiyorsan zorlanma, istediğin takdirde biz senin yanına geliriz.”
İmam Rıza (a.s) cevaben Yasir’e şöyle dedi: “Benim selamımı ona ilet ve ona de ki; maksadını anladım, ben yarın erken sizin yanınıza geleceğim inşaallah Teala.”
Nevfilî diyor ki; Yasir gittiğinde İmam Rıza (a.s) bana buyurdular ki:
“Ey Nevfilî! Sen Iraklısın, Iraklılar zeki olur, Memun’un çeşitli din ve akait alimlerini bir araya toplaması hakkında görüşün nedir?”
Ben cevaben; “Canım sana feda olsun, sizi imtihan etmek ve ilminizin seviyesini öğrenmek istiyor.” dedim...
İmam (a.s): “Acaba onların benim delilimi batıl etmelerinden mi korkuyorsun?”
Nevfilî: “Hayır, Allah’a and olsun ki asla bundan korkum yoktur, senin onlara galip olmanı ümit ediyorum.”
İmam (a.s): “Ey Nevfili! Memun’un ne zaman pişman olacağını bilmek istiyor musun?”
Nevfili: “Evet.”
İmam (a.s): “Ben Tevrat ehli ile Tevratlarıyla, İncil ehli ile İncilleriyle, Zebur ehli ile Zeburlarıyla, Saibiler ile kendi İbrani dilleriyle, Horbuzanla Farsça dili ile, Rumlularla kendi dilleri ile, Makalat Ashabıyla kendi lügatleriyle istidlal edip onları mahkum ederek delillerini çürüttüğümde ve kendi inançlarından vazgeçip benim sözüme uydukları zaman, Memun bu işinden pişman olup oturduğu makamın onun hakkı olmadığı anlayacaktır...”
Sabah olunca İmam (a.s) onların bulunduğu yere gitti... Memun İmam’a iltifat edip saygı gösterdi. Daha sonra Caslik’e dönerek onun İmamla tartışmasını istedi. Caslik şöyle dedi: Ey müminlerin Emiri! Benim kabul etmediğim bir kitap ve inanmadığım bir peygamberle ihticaç edecek olan bir kimseyle ben nasıl tartışabilirim?”
İmam Rıza (a.s); “Ey Hıristiyanlı! Eğer İncilinle senin aleyhinde delil getirsem, kabul edecek misin?” diye sordu.
Caslik; “Evet, istemesem de kabul edeceğim; İncil’in dediğini hiç inkar edebilir miyim?”
Sora İmam (a.s) onunla İncil ile, Res’ul-Calut’la Tevrat ile, Zebur ehli ile Zebur’la İslam Peygamberinin hak olduğunu geniş delillerle ispatladı, onlar da İmam’ın sözünü teyit ettiler. Başkalarıyla da tartıştı, onları da güçlü delillerle susturmaya mecbur kıldı. Daha sonra şöyle buyurdular:
“Ey cemaat! Eğer sizin aranızda muhalif olup da sorusu olan varsa, sorusunu utanmadan ve çekinmeden sorsun!”
Bu esnada Kelam ilminde eşi olmayan İmran-i Sabi şöyle dedi:
“Ey alimler! Eğer Onun kendisi beni sora sormaya davet etmeseydi soru sormayacaktım. Çünkü ben Kufe, Basra, Şam ve Cizre’ye gidip o bölgelerin alimleriyle konuşup tartışmışım; ama kimse Allah’ın vahdaniyetini bana ispatlayamamıştır...”
İmam (a.s), Allah’ın birliğini ispatlayıcı delilleri detaylı bir şekilde onun için beyan ettiğinde, İmran, İmam’ın delilleriyle ikna olup şöyle dedi:
“Ey efendim, dediklerini anlayıp kanaat getirdim, şehadet ederim ki Allah Teala, senin vasf ettiğin şekildedir; hidayet ve hak bir dinle peygamberliğe seçilmiş olan Muhammed de O’nun kuludur.”
İmran daha sonra kıbleye yönelerek secdeye kapandı ve müslüman oldu. Mütekellimler İmran-i Sabi’nin sözünü duyunca artık bir şey soramadılar. Bu tartışmadan sonra Memun kalkıp İmam (a.s)’la birlikte evin içine gittiler, halk da dağıldı.”[49]
Bayram Namazı Kıldırışı
Hicri 202 (M: 818.) yılının Ramazan veya kurban bayramlarının birinde Memun, İmam Rıza (a.s)’dan halka bayram namazını kıldırmasını istedi. İmam (a.s) özür dilemesine rağmen Memun isteğinden vazgeçmedi. Nihayet İmam (a.s) Memun’un ısrarını ve bu işten vazgeçmeyeceğini görünce şöyle buyurdular:
“Eğer ben bayram namazı kıldıracak olursam, ceddim Resulullah (s.a.a) ve Emir’ul- Muminin Ali (a.s) gibi namaz kıldırmak için dışarı çıkacağım.”
Memun İmam (a.s)’ın bu sözünü kabul edip; “İstediğin şekilde namaz için dışarı çıkabilirsin” dedi. Memun komutanlarına, hizmetçilerine ve diğer insanlara bayram günü İmam Rıza’nın evinin önünde hazır olmalarını emretti.
Bayram gününün sabahı, güneş doğmadan önce cadde ve sokaklar İmam Rıza’nın nasıl bayram kıldıracağını merak eden insanlarla dolup taşmıştı, hatta kadın ve çocuklar bile oraya gelmişlerdi. Hepsi İmam Rıza (a.s)’ın dışarı çıkmasını bekliyorlardı.
Komutanlar da ordularıyla birlikte, atlarına bindikleri bir halde İmam (a.s)’ın evinin önünde durmuşlardı.
İmam Rıza (a.s) bayram guslü yapıp beyaz bir gömlek giydiler, pamuktan örülen beyaz bir imameyi başına bırakıp imamenin bir ucunu göğüslerine, öbür ucunu ise arkalarına sarktılar; kendilerine bir miktar koku sürüp eline bir asa alarak yanındakilere; “Ben nasıl yaparsam siz de öyle yapın.” buyurdular. Daha sonra şalvar ve elbisesinin eteğini çemremiş bir halde ayak yalın yola çıkıp hareket etmeğe başladılar. Biraz yürüdükten sonra durup göğe bakarak; “Allah-u Ekber!” diye tekbir getirdiler. Tekbir sesini duyan herkes bir ağızdan tekbir getirdi...
Memun’un komutan ve adamları, İmam (a.s)’ı bu halde görünce, onlar da bineklerinden aşağı inerek ayakkabılarını ayaklarından çıkarıp yalın ayakla yürümeğe başladılar.
İmam (a.s) bir müddet namazgaha doğru yürüdükten sonra, tekrar tekbir getiriyorlardı. Her yandan gelip toplanan halk da bir ağızdan tekbir getiriyordu. Herkes ağlamaktaydı; heyecan içindeydi. Adeta bütün şehir İmam (a.s)’la beraber yürümekte ve tekbir getirmekteydi.
Fazl b. Sehl durumu böyle görünce, Memun’un yanına vararak halkın bu durumunu ona anlatarak şöyle dedi: “Eğer durum böyle devam ederse, ne olacağı bilinmez!”
Memun bir adamı İmam’ın yanına göndererek; “Size zahmet verdik, siz geri dönün” diye ricada bulundu. İmam (a.s) da ayakkabılarını isteyip onları giyerek evine döndü.[50]
Halk da böylece Memun’un, İmam (a.s) hakkındaki söylediği sözlerin yalan ve gösteriş için olduğunu ve kendi siyasi hedeflerine ulaşmaktan başka bir hedefi olmadığını anlamış oldu.
İleri Görüşlülüğü
Muhammed b. Sinan şöyle diyor:
Harun’nun hilafeti döneminde İmam Rıza (a.s)’a; “Siz kendinizi imametlik hususunda meşhur edip babanızın yerinde oturmuşsunuz; oysa Harun’nun kılıcından kan damlıyor!”
İmam (a.s) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular:
“Beni bu işe pervasız eden Resulullah (s.a.a)’in; “Eğer Ebu Cehl benim başımdan bir kıl azaltırsa ben peygamber değilim.” şeklindeki buyurmuş olduğu sözdür. Ben de şöyle diyorum: Eğer Harun benim başımdan bir kıl eksiltirse, şahit olun ki ben İmam değilim!” [51]
Durum İmam Rıza (a.s)’ın buyurmuş olduğu gibi oldu. Harun İmam’a bir tehlike yöneltmeğe kesinlikle fırsat bulamadı. Harun İran’ın doğusunda vuku bulan kargaşalardan dolayı, ordusuyla Horasan’a gitmeğe mecbur oldu, nihayet Hicri 193’te Tus’da ölerek, İslam ve müslümanlar onun meş’um vücudundan güvende kalmış oldular.
Safvan b. Yahya şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s) babasının vefatından sonra öyle sözler buyurdular ki, biz Hazretin canından korktuğumuzdan O’na şöyle dedik: “Büyük bir sözü aşikar ettiniz, biz bu tağuttan (Harun’dan) sizin canınız için korkuyoruz.”
İmam (a.s) bizim bu sözümüze karşılık şöyle buyurdular:
“O (Harun), her ne kadar çaba sarf etse de, bana ulaşacak bir yolu yoktur.” [52]
Rıza Adlandırılmasının Sebebi
Muhammed b. Nasr-i Bezenti şöyle diyor:
Ben İmam Muhammed Taki (a.s)’a; “Muhalifleriniz, babanız İmam Aliyy’ur- Rıza’ya, veliahtlığı kabul ettiğinden dolayı “Rıza” lakabını Memun ona verdi diyorlar” dedim.
İmam (a.s) şöyle buyurdular:
“Allah’a and olsun ki yalan söylüyorlar, gerçek yoldan sapıyorlar. O lakabı Allah Teala ona vermiştir; çünkü O, gökte Allah’ın sevdiği, yerde Resulullah’ın ve Ondan sonra da masum İmamların razı oldukları kişidir.”
Arz ettim: “Peki, geçmiş atalarınız Allah’ın sevgilileri, resulünün ve İmamların razı oldukları kişiler değil miydi; neden yalnız babanız “Rıza” diye anılıyor?
İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
“Dost ve taraftarları ondan razı oldukları gibi muhalif ve düşmanları da O’ndan razı oldular; bu rızalık, atalarından hiçbirine nasip olmadı. İşte bundan dolayı babam “Rıza” diye anılmış oldu.” [53]
Dualarının İcabete Erişmesi
Muhammed b. Fuzayl şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s) Arafat’ta durup dua ediyordu, daha sonra başını aşağı salıverdi. Neden böyle yaptınız? dediklerinde şöyle buyurdular:
“Ben, Bermek ailesi aleyhinde, babama yaptıkları zulümden dolayı beddua ettim, Allah Teala da işte bugün benim onların hakkındaki duamı kabul etti.”
İmam (a.s)’ın eve dönmesinden uzun bir zaman geçmeksizin Harun, Bermeki ailesinden olan Cafer ve Yahya’yı yakalatıp onları cezalandırdı ve ailelerinin durumu tamamıyla değişip zelil bir duruma düştüler.[54]
Müfessir olan Muhammed b. Kasım İmam Hasan Askeri (a.s)’dan şöyle naklediyor:
“Memun, Ali b. Musa er-Rıza (a.s)’ı kendine veliaht ettiğinde, bir müddet yağmur yağmadı. Bundan dolayı Memun’un etrafında bulunan ve İmam Rıza (a.s)’ın muhaliflerinden bazıları şöyle dediler: “Ali b. Musa er-Rıza bu bölgeye geldiğinden beri gökten yağmur yağmamıştır; Allah Teala yağmurunu esirgemiştir.”
Bu haber Memun’a yetişince rahatsız olup İmam Rıza (a.s)’dan istiska (yağmur isteme) namazını kıldırmasını rica etti. İmam (a.s) da Pazartesi günü kıldıracağını bildirdi...
İmam (a.s) Pazartesi günü toplu bir cemaatla çöle çıktı. Herkes İmama bakıyordu. İmam (a.s) minbere çıkarak Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ey Rabbim! Sen biz Ehl-i Beyt’in hakkını büyük kıldın ki, sen emrettiğin şekilde halk bize tevessül etsin, senin fazl, rahmet, ihsan ve nimetini umsun ve arasınlar. Öyleyse onlara kendi yararlı yağmurunu gönder; yağmurunun başlangıcı bu çölden evlerine döndükten sonra olsun.”
Allah’a and olsun ki, İmam’ın bu duasından hemen sonra rüzgar esmeğe başladı, bulutlar oluştu, gökte şimşek ve yıldırım çakmağa başladı, halk yağmurdan kaçmak için harekete geçti. Ama İmam (a.s); “Ey insanlar! Sakin olun, safları bozmayın, bu bulutlar filan şehre gidiyor” buyurdular. İmam (a.s)’ın buyurduğu gibi bulutlar gelip geçti yağmur da yağmadı.
Daha sonra şimşekli ve yıldırımlı bir bulut daha geldi, yine halk yerlerinden kalkıp hareket etmek istediler. Yine İmam (a.s); “Ey cemaat! Sakin olun, bu bulut da sizin için değildir, filan şehre gidiyor; o şehrin halkına yağacaktır.” buyurdular.
On bulut böylece ard arda gelip geçti. İmam (a.s) da her defasında; “Bu bulut sizin için değildir, filan şehirlere gidiyor, siz yerinizde durun, hareket etmeyin.” buyuruyordu. Nihayet, on birinci kez bir bulut daha aşikar oldu. İmam (a.s) bu defasında şöyle buyurdular:
“Allah Teala işte bu bulutu sizin için göndermiştir, öyleyse O’na bu lütfünden dolayı şükredin, şimdi kalkın evlerinize gidin; bu bulut evlerinize ulaşmadıkça yağmayacak, evlerinize yetiştikten sonra yağacaktır.”
İmam (a.s) bu sözleri buyurduktan sonra minberden aşağı indi, halk da evlerine doğru hareket etti. Bulut öylece durmuştu, oradaki halk evlerine yetişmedikçe yağmadı. Onlar evlerine yetiştikten sonra öyle şiddetli yağdı ki, havuzlar, çukurlar, nehirler dolup taştı. Halk Resulullah’ın oğlunu (İmam Rıza’yı), Allah’ın O’na bağışlamış olduğu bu kerametinden dolayı tebrik etmeğe başladılar.
Daha sonra İmam (a.s) toplanmış olan halkın arasına gelerek Allah’tan çekinmeği, O’nun nimetlerinin kadrini bilmeyi, bu nimetleri karşısında O’na şükretmeği, müminlerin birbirlerine yardımda bulunmalarını vs. şeyleri onlara hatırlatarak onlara öğüt ve nasihatte bulundu...[55]
Allah’ı Çok Anması
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
“Allah’a and olsun ki, İmam Rıza (a.s)’dan daha takvalı, bütün vakitlerinde Allah’ı daha çok anan ve onun kadar Allah’tan daha çok korkan bir kimse görmedim.”[56]
Kur’ân Okuması
İbrahim b. Abbas diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) her üç günde bir defa Kur’ân’ı hatmediyor ve buyuruyordu ki:
“Eğer üç günden daha kısa bir zamanda hatmetmek istesem edebilirim ama, her bir ayetin hangi şey hakkında ve ne zaman nazil olduğunu düşünmeden geçmiyorum. İşte bundan dolayı üç günde hatmediyorum.”[57]
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) geceleri yatmak istediğinde çok Kur’ân okuyordu. Cennet ve cehennemden bahseden bir ayete ulaştığında ağlayarak Allah’tan cenneti isteyip cehennem ateşinden de O’na sığınıyordu.”[58]
Salavât Getirmesi
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) dualarına Peygamber (s.a.a)’e ve Ehl-i Beyti’ne salavat getirmekle başlıyordu. Namazda ve diğer zamanlarda da çok salavat getiriyordu.”[59]
Peygamberlerin Silahınâ Sarılmayı Tavsiye Etmesi
Ravi diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) sürekli ashabına: “Peygamberlerin silahına sarılın” diye buyuruyordu. “Peygamberlerin silahı nedir?” diye sorduklarında: “Duadır” buyuruyorlardı.”[60]
Hz. Mehdi’ye Dua Etmeyi Emretmesi
Yunus b. Abdurrahman diyor ki:
“Ali b. Musa er-Rıza (a.s) bize sürekli olarak Allah’ın hücceti olan Sahib’uz- Zaman’a (Hz. Mehdi’ye) dua etmemizi emrediyordu.”[61]
Evden Çıktığında Okuduğu Dua
İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“İmam Bakır (a.s) evinden çıktığında şöyle diyordu: “Allah’ın adıyla çıktım; Allah’ın adıyla giriyorum, Allah’a tevekkül ettim; güç ve kudret ancak ulu ve yüce olan Allah’tandır.”
Muhammed b. Sinan diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) da evinden çıktığında aynı duayı okuyordu.”[62]
Kunutta Okuduğu Dua
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
İmam Rıza (a.s) bütün namazlarının kunutunda şu duayı okuyordu:
“Rebbiğfir ve’rham ve tecavez amma ta’lemu inneke ente’l- eazz’ul- ecell’ul- ekrem.”
“Rabbim, beni bağışla; bana merhamet et; bildiğin hatalarımdan geç; şüphesiz sen en aziz, en yüce ve en değerlisin.”[63]
İhlas Suresini Okuduğunda Söylediği Zikir
Reca b. Ebî Zehhak diyor ki:
“İmam Rıza (a.s) İhlas suresini okuduğunda yavaşça: “Allah’u ehad” (Allah tektir) buyuruyordu. İhlas suresini okuyup bitirdiğinde ise üç defa: “Kezalikellahu rebbuna” (Rabbimiz böyledir) buyuruyordu.”[64]
Veliahtlığının Hikmeti
Reyyan b. Salt şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s)’ın yanına varıp şöyle dedim: “Ey Resulullah’ın oğlu, halk diyor ki; Ali b. Musa er-Rıza dünyada zahit olmasını izhar etmesine rağmen veliahtlığı kabul etti.” İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
“Allah biliyor ki, ben veliahtlığı isteyerek kabul etmedim; onu kabul etmekle ölüm arasında muhtar kılınınca kabul etmeyi ölüme tercih ettim. Yazıklar olsun onlara, acaba onlar, Yusuf (a.s)’ın zaruretten dolayı peygamber ve resul olmasına rağmen Mısır padişahının hazinelerinin yöneticiliğini üstlenmek zorunda kaldığını ve bundan dolayı da onun; “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri (mali ve ekonomik kaynakları) üzerinde (bir yönetici) kıl.” diye buyurduğunu bilmiyorlar mı?” [65]
Ben de zaruretten dolayı, ölüme yönelmişken zor ve ikrah üzere veliahtlığı kabul etmek zorunda kaldım. Ben bu işe öyle bir şekilde girdim ki, girmemle çıkmam aynı idi. Öyleyse şikayet Allah’adır ve O, (en iyi) yardım dilenilecektir.” [66]
Ziyareti
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Bilin ki kim, Allah’ın farz kıldığı hakkımı ve itaatimi tanıdığı halde beni ziyaret ederse, ben ve babalarım kıyamet günü onun şefaatçileri oluruz.” [67]
İmam Rıza (a.s) buyurmuştur ki:
“Dostlarımdan her kim, hakkımı tanıdığı halde beni ziyaret ederse, kıyamet günü ona şefaatçi olurum.” [68]
İmam Cevad (a.s) da şöyle buyurmuştur:
“Kim babamın kabrini ziyaret ederse, cennet ehli olur.” [69]
Yine İmam Cevad (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kim babamın kabrini Tus’da (Meşhed), onun hakkını tanıdığı halde ziyaret ederse, cenneti ona garanti veririm.” [70]
Bir rivayette şöyle geçer:
“İmam Rıza (a.s)’ın hakkını tanımak; O’nun itaati farz olan bir İmam olduğunu bilmek ve O Hazretin garip ve şehit olduğuna yakin etmektir.”[71]
İmam Hadi (a.s) da şöyle buyurmuştur:
“Kimin Allah’a bir haceti olursa, gusül etmiş olduğu halde ceddim Rıza (a.s)’ın kabrini Tus’da ziyaret etsin, kabrinin başı ucunda iki rek’at namaz kılsın ve namazın kunutunda hacetini Allah’tan istesin. Allah Teala onun, günah ve akrabalarla ilişkiyi kesmek dışındaki dua ve isteklerini kabul eder. İmam Rıza (a.s)’ın kabrinin olduğu yer, cennet buk’alarından (mekanlarından) bir buk’adır; Allah Teala, o buk’ayı ziyaret eden her mümini, cehennem ateşinden kurtararak cennete götürür.” [72]
Duası
Reyyan b. Salt şöyle diyor:
Ben Ali b. Musa er-Rıza (a.s)’dan bazı kelimelerle dua ettiğini duydum, onların hepsini ezberledim; her zorluk ve sıkıntıda onu okuduğumda, Allah Teala bana kolaylık ve genişlik verdi; o dua şudur:
“Allahumme ente sikatî fi kulli kerbin ve ente recaî fi kulli şiddetin ve ente lî fi kulli emrin nezele bî sikatun ve uddetun. Kem min kerbin yez’ufu fiyh’il hiyletu ve to’yi fiyh’il umuru ve yahzulu fiyh’il kariybu ve’l beiydu ve’s sadiku ve yeşmetu fiyh’il eduvvu, enzeltuhu bike ve şekevtuhu ileyke, rağiben ileyke fiyh’i ammen sivake ve ferrectehu ve keşeftehu ve kefeyteniyhi, fe-ente veliyyo kulli ni’metin ve sahibu kulli hacetin ve münteha kulli rağbetin. Felek’el- hamdu kesîren ve lek’el- mennu fazilen. Bi-nimetike tetimm’us- salihatu. Ya ma’rufen bilma’rufi marufen veya men huve bilma’rufi mevsufun. Enilnî min ma’rufike ma’rufen tuğniynî bihi an ma’rufi men sivake; bi-rahmetike ya erham’er- rahimin.”
“Allah’ım! Her gam ve kederde güvencem, her sıkıntı ve zorlukta ümidim ve başıma gelen her musibette sığınağım ve hazırlığım sensin. Kalpleri taz’if eden, kurtuluş yollarını kapatan, işleri aciz bırakan (etkisiz hale getiren), yakını, uzağı ve arkadaşı kaçıran ve düşmanı sevindiren nice gam ve musibetler vardır ki, başkalarından ümidimi kesip sana yönelerek onları sana şikayet ettim. Bu gam ve üzüntüyü sen giderdin, onları sen izale ettin, onlara karşı sen bana yettin. Öyleyse sen, her nimetin velisi, her hacetin sahibi ve her dileğin nihayetisin. O halde bütün hamd ve övgüler sana mahsustur, büyük minnet ve ihsanlar senindir; senin nimetinle iyilik ve doğruluklar kamil olur. Ey ma’rufuyla ma’ruf (ihsanıyla ihsan sahibi) olan ve ey ma’rufla tavsif edilen! Ma’rufunla beni ma’rufuna ulaştır, onunla beni başkasının marufundan müstağni kıl; kendi rahmet ve merhametin hürmetine ey rahmedenlerin en merhametlisi!” [73]
Bu dua, az bir farkla “Bedir” savaşında Peygamber (s.a.a)’den[74] ve “Aşura” günü İmam Hüseyin (a.s)’dan da duyulmuştur.[75]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - A’lam’ul-Vera, s. 304.
[2] - Bihar’ul-Envar, c. 49, s. 14.
[3] - a.g.e, c. 49, s. 15.
[4] - a.g.e, c. 49, s. 15.
[5] - A’lam’ul-Vera, s. 315.
[6] - Cefr; Hz. Ali ve diğer İmamlar vasıtasıyla yazılan olay ve vakıaları içermektedir. Camia ise, bütün ilimlerin remzi olan Hz. Ali (a.s)’ın kitabıdır. Her iki kitap, imamet emanetlerindendir. (Bihar, c. 49, s. 20, h. 25.)
[7] - Keşf’ul-Ğumme, c. 3, s. 106. A’lam’ul-Vera, s. 314. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,s. 180. Emali-yi Saduk, s. 525.
[8] - Keşf’ul-Ğumme, c. 3, s. 107. A’lam’ul-Vera, s. 315.
[9] - Bihar’ul-Envar, c. 49, s. 100.
[10] - a.g.e, c. 49, s. 87.
[11] - a.g.e, c. 49, s. 88.
[12] - a.g.e, c. 49, s. 99. Menakıb-ı Şehraşub, c. 4, s. 362.
[13] - a.g.e, c. 49, s. 101. Menakıb, c. 8, s. 230.
[14] - Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 159.
[15] - a.g.e, s. 184. A’lam’ul-Vera, s. 314.
[16] - Kafi, c. 6, s. 298; Uyun, c. 2, s. 197, h. 7; Bihar, c. 49, s. 90, h. 4
[17] - Bihar, c. 83, s. 222, h. 7.
[18] - Bihar, c. 49, s. 94.
[19] - Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 180.
[20] - a.g.e, s. 184. A’lam’ul-Vera, s. 314.
[21] - Uyun, c. 2, s. 197, h. 6.
[22] - Bihar, C. 49, S. 92.
[23] - a.g.e, c. 49,s. 101.h.19. Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c. 4, s. 360.
[24]- İhkak’ul-Hak, c. 12,s. 356. Müntehe’l- A’ mal, c. 2, s. 467.
[25] - Bihar, c. 49, s. 97, h.11.
[26] - Bihar, c. 49, s. 91.
[27] - a.g.e, c. 49, s. 102. Kafi, c. 6, s. 283.
[28] - a.g.e, c. 49, s. 106. Kafi, c. 5, s. 288.
[29] - a.g.e, c. 49, s. 102, H.21.
[30] - a.g.e, c. 49, s. 104, H.30.
[31] - Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c. 4, s. 360.
[32] - Mekarim’ul-Ahlak, s. 50.
[33] - Mekarim’ul-Ahlak, s. 40.
[34] - Mekarim’ul-Ahlak, s. 73.
[35] - Vesail’uş- Şia, c. 3, s. 410, h. 3.
[36] - Bihar’ul-Envar, c. 49, s. 308.
[37] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 923, h. 12.
[38] - Uyun, c. 2, s.266, h. 1.
[39] - Bihar, c. 49, s. 90, h. 2.
[40] - Bihar, c. 49, s. 308, h. 18.
[41] - Mehasin-i Berkî, c. 2, s. 200, h. 1584.
[42] - Kâfî, c. 6, s. 298, h. 11.
[43] - a.g.e, c. 49, s. 98.
[44] - Hıristiyan oskofların reisi.
[45] - Yahudi alimlerin reisi.
[46] - Melek veya yıldıza tapanların, ya da Hz. Yahya’nın dinine mensup olanların büyükleri.
[47] - Ateşe tapanların kadısı.
[48] - Rumlu tabip) ve mütekellimler (akait ilminde üstat olanlar.
[49] - Bihar, c. 49, s. 173, h. 12. Bu rivayet çok uzun olduğundan dolayı biz onu özet olarak aktardık.
[50] - İrşad-ı Mufid, s. 213-214. Uyun, c. 2, s. 148-149.
[51] - Kafi, c. 8, s. 257.
[52] - a.g.e, c. 1, s. 487.
[53] - Uyun, c. 1, s. 24, H.1.
[54] - Uyun, c. 2, s. 54, H.1. Bihar, c. 49, s. 85, H.4.
[55] - Uyun, c. 2, s. 383. B.41. H.1. Bu rivayet çok uzun olduğundan dolayı onu özet olarak aktardık.
[56] - Mişkat’ul-Envar, s. 62.
[57] - Bihar, c. 92, s. 204, h. 1.
[58] - Uyun, c. 2, s. 196; Bihar, c. 49, s. 94.
[59] - Uyun, c. 2, s. 194, h. 5.
[60] - Mekarim’ul-Ahlak, s. 270.
[61] - Bihar, c. 95, s. 33, h. 4; s. 332, h. 5.
[62] - Mehasin-i Berkî, c. 2, s. 90, h. 1238.
[63] - Bihar, c. 85, s. 200, h. 10.
[64] - Bihar, c. 92, s. 347, h. 9.
[65] - Yusuf/55.
[66] - Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 139. Emali-yi Saduk, s. 68. İlel’uş- Şerayi, s. 239.
[67] - Men La Yahzuruh’ul-Fakih, c. 2, s. 584 ve 585. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 257. Emali-yi Saduk, s. 62.
[68] - Emali-yi Saduk, s. 104. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 258. Men La Yahzuruh’ul-Fakih, c. 2, s. 583.
[69] - Kamil’uz- Ziyarat, s. 303 ve 304.
[70] - Men La Yahzuruh’ul-Fakih, c. 2, s. 583. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 256.
[71] - Bkz. Men La Yahzuruh’ul-Fakih, c. 2, s. 584. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 259. Emali-yi Saduk, s. 105.
[72] - Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2, s. 262. Emali-yi Saduk, s. 471.
[73] - Emal-yi Şeyh Mufid, 273. Emali-yi Şeyh Tusi, c. 1, s. 33.
[74] - Muhec’ud- Da’vat, s. 69.
[75] - Tarih-i Taberi, c. 5, s. 423. İrşad, c. 2, s. 69.

















HALO.HALO
-------------------------------












İmam Cafer-i Sadık (as)'ın Şehadeti




İslam Fıkhının Babası, altıncı İmamımız Hz. Cafer-i Sadık (as)'ın şehadet yıldönümünde İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde anılıyor.

Adı: Cafer
Lakabı: Sadık
Künyesi: Ebu Abdullah
Babası: Hz.Muhammed Bâkır(a.s)
Doğum yılı: Hicri 80.yıl
İmamet süresi: 31 yıl
Ömrü: 68 yıl
Şehadeti: Hicri 148 yılında Abbasi halifesi Mansur eliyle zehirletilerek şehit edildi.
Defnedildiği yer: Medine'de Bâki Mezarlığı

İmam Cafer-i Sadık (as)'ın Ahlakı

İnsanların davranışlarının, onların insani ahlaklarının aynası olduğunu ve herkesin hareket ve davranışlarıyla tanınacağını biliyoruz. Kalbindekileri hareketleriyle dışarı yansıtmadan belli ettirmeyen kimseler çok azdır. İnsanın gönlündekiler tıpkı aynı anda dışarıdaki lambayı aydınlatan bir elektrik düğmesi gibidir. Imam Sadık (a.s) tıpkı öteki İmamlar gibi, hayatının tümü gerçek islamdan derslerle doludur. Ve onun kendisi, islami davranış ve ahlakın en açık örneği sayılırdı. Tüm beşeri toplumlar arasında, fikir, düşünce, ahlak, davranış ve diğer tüm açılardan birbirine çok benzeyen baba ve oğul olamaz ama, Resulullah ve o Hazretin vasilerinin hepsi bir çizgide, bir tek hedefe doğru, bir fikir ve bakış açısıyla kutsal görevlerini yerine getiriyorlardı. Onların ahlak, davranış ve sözlerinde ihtilaf görmek imkansızdı. Onun dörtbin öğrencisi arasında hatta birisinin bile onun ahlak ve tarzında bir eksiklik, ya da, zayıf bir nokta bulamaması İmam Sadık (a.s)'ın değeri ve fazileti hakkında yeterlidir. Yemesi, dinlenmesi, konuşması ve başkalarına davranışı ile müslümanlara tam bir örnek olan İmam ashabına karşı da tıpkı kendi evlatları gibi davranırdı.

"Kardeşinin bir isteğini yerine getirmeye çalışan her müslüman Allah yolunda cihad edenler gibidir."

"Namazlarına dikkat etmeyen kimse kıyamet günü şefaatimize nail olamayacaktır."

"Dünyaya bağlanarak onu sevmenin sonucu; rahatsızlık ve üzüntü, dünyada takva ve paklığın sonucu ise ruh ve bedenin huzurudur."

"Güçlülerin güçsüzlerden intikam alması ne kadar kötüdür."

"Çocuklarınızın size iyilik 'etmesi için, siz de ana babanıza iyilik edin."

"Allah'tan nzkınızın halkın elinde olmamasını isteyiniz"

"Halkın arasında kendinden daha alim biri olduğu halde halkı kendine doğru çağıran adam, sapıktır."

"Doğru olmayan şakalardan sakının. Çünkü o, düşmanlığa ve hasede sebep olur."

"Münafıkın belirtisi üç tanedir. Konuştuğu zaman yalan söyler; sözüne vefa etmez; başkalarının emanetine hiyanet eder."

"Başkalarından şüphelenmekten kaçının. Çünkü sizin Allah'tan uzaklaşmanıza neden olur."











HALO.DİLAN



















HALO.DİLAN


İmam Hüseyin'in Yiğit Oğlu Hz. Ali Ekber


Kerbela'nın genç yiğidi, İmam Hüseyin (as)'ın oğlu Hazreti Ali Ekber (as) doğum yıldönümünde İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde anılıyor.



Kerbela'da Hz. Ali Ekber (as)

İmam Hüseyin'in (a.s) vefalı ashabının mukaddes naaşları paramparça olmuş hâlde toprak üstünde yatmaktaydı. Şimdi Ehlibeyt'ten başka kimse kalmamıştı. İmam Hüseyin'in (a.s), cemal ve ahlak olarak herkesten daha güzel olan oğlu Ali, İmam"ın (a.s) huzuruna varıp savaşmak için izni istedi. İmam Hüseyin (a.s), duraksamaksızın izin verdikten sonra ümitsizce baktı durdu; iradesi dışında gözyaşları damla damla süzüldü ve şöyle dedi:

"Allah'ım! Şahit ol, bu orduya karşı öyle bir genç gidiyor ki boy, ahlak ve konuşma tarzıyla Peygamber"ine (s.a.a) çok benziyor. Biz Peygamber"i arzuladığımızda ona bakardık."

Sonra da Ömer b. Sad'a dönerek yüksek sesle şöyle buyurdu:

"Ey Sad'ın oğlu, benim soyumu kuruttuğun gibi Allah da senin soyunu kurutsun!"

Ali b. Hüseyin (a.s) düşmana yaklaşıp kanlı bir savaşa girişmişti. Düşman ordusundan bir grubu öldürdükten son-ra babasının yanına dönerek şöyle dedi:

Babacığım! Susuzluk beni öldürmek üzeredir ve bu demirlerin ağırlığı da bir yandan beni zorlamaktadır; bir içimlik su verebilir misin?

İmam Hüseyin (a.s) ağlayarak buyurdu:

Aziz oğlum, dön ve savaş! Çünkü artık ceddin Muhammed'in (s.a.a) huzuruna varmana ve onun elinden tas dolusu su içmene çok az bir zaman kaldı. Artık asla susamayacaksın.

Ali Ekber savaş meydanına döndü. Canından el çekip şehitliğe hazırlandı. Çok ağır bir saldırıya geçti. Ansızın Münkiz b. Mirra-i Abdî (Allah"ın laneti ona olsun) onu nişan alarak bir ok fırlattı. Ali Ekber aldığı ok yarasıyla savunma gücünü kaybedip yere düştü ve yüksek sesle şöyle dedi:

Canım babam! Benden selam olsun sana. Bu ceddim Muhammed'dir (s.a.a); sana selam yolluyor ve "Bize çabuk gel!" diyor.

Bir kez daha feryat etti ve can verdi. İmam Hüseyin (a.s), oğlunun cansız bedeninin yanına gelerek yüzünü onun yüzüne dayadı ve şöyle buyurdu:

Seni öldürenleri Allah öldürsün, ne kadar da Allah"a karşı küstahlık ve Resul'üne (s.a.a) de saygısızlık ettiler! Senden sonra dünyanın başına kül olsun!

Olayı aktaran şahıs şöyle der: Hz. Zeyneb (s.a) kadınların çadırından çıkıp, "Ey habibim, ey kardeşimin oğlu!" dedi ve meydana doğru koşmaya başladı. Ali Ekber"in yanına geldiğinde kendini, o pare pare naaşın üstüne attı.

İmam Hüseyin (a.s), Hz. Zeyneb'i (s.a) geri gönderdi. Bundan sonra Ehlibeyt gençleri birbiri ardınca meydana çıkıp savaştılar. Onlardan bir grubu şehit olunca, İmam Hüseyin (a.s) yüksek sesle dedi:

Amca oğullarım ve ehlibeytim, sabırlı olun! Andolsun Allah'a, bu günden sonra artık asla horlanmayacaksınız.


















HALO.DİLAN









Kerbela'nın yiğit sancaktarı Ebulfazl'il Abbas (as),
Hz. Abbas (as)

Hicri Kameri 4 Şaban 26. senesinde Hz. Ali (as) evladının doğum haberi ile oğlunu kucaklamak için büyük sevinçle ona gitti. Bebeği kucaklayınca yüzünün ay parçası gibi parladığını fark etti. Hz. Ali'nin (as) melekuti Allahu Ekber diyen sesi bebeğin kulağında çınladı ve Abbas adını bebeğe uygun gördü. Emir'ul Müminin eşine baktı, Hz. Zehra (sa)'ın vefatı ardından kardeşi Akil'den, kendisi için soylu ve cesur ailelerden bir eş önermesini istediği günleri hatırladı.  Akil Arap kabilelerini iyi tanıyordu, bu yüzden Golabiye  kabilesinden Fatıma'yı Ali için uygun gördü.

Saygın ve soylu aileden ve dindar olan bu hanım  daha sonra Ummul Benin olarak lakaplandırıldı. Hz. Ali (as) ve Ummul Benin'in evlatlarının her biri kemal ve cesaret örneği olarak tanınıyorlardı, fakat Hz. Abbas (as) onların en öne çıkanıydı.

Nakledilen rivayetlerde Hz. Abbas'ın (as) güzel siması o hazreti ' Beni Haşim Kameri ' ( Beni Haşim kabilesinin ayı ) olarak çağrılamasına sebep oldu. Uzun selvi boyulu olması her kes tarafından biliniyordu. Çehresinden ihlas, Allah'a kulluk ve faziletin yüceliği okunuyordu. Hz. Abbas'ın (as) değerli babsı  Hz. Ali (as) ile beraber geçirdiği 14 yıl, kendisine hayatın çeşitli kademelerinde ve şartlarında o hazretin yüce marifet ve bilgisinden yararlanma imkanını sağladı. Ayrıca büyük kardeşleri imam Hasan (as) ve imam Hüseyin (as) ile hayatın engebeli ve zor yıllarında birlikte hareket etmesi Abbas'ın (as) manevi şahsiyet ve faziletlerinin gelişmesinde son derece etkili oldu.

Hz. Ali'nin (as) , ' Babaların oğullarına bırakacakları en değerli miras kemal ve edeptir.' Diyen nağmeli sesi her zaman Hz. Abbas'ın kulaklarında çınlıyordu. Bu yüzden baba mektebinde en yüce değerleri öğrenerek kemale erdi. Abbas (as) hayatında her zaman büyük ve yüce değerlere ulaşmayı hedefledi ve sadece Allah'ın rızasını sağlamak için yaşadı. Hz. Ali'nin, '"Senin en iyi sahaben seni ahirete gönül bağlamanı sağlayan, dünyada takvaya zorlayan ve Allah'ın emrini yerine getirmende sana yardım edendir." sözünü hep dikkate alır ve kendine hayat dersi olarak kabul ederdi.

Hz. Abbas (as) İslam peygamberi Hz. Muhammed (sav)in değerli Ehl-i Beytinin kemalatından ilham alarak ilmin en yüksek seviyelerine ulaşmayı başardı. Nitekim İmam Cafer Sadık (as) bu hususa temasla şöyle buyuruyor: "Amcamız Abbas güçlü iman ve derin bakış açısına sahipti." Tarihin de tanıklık ettiği gibi Müslümanlar ilmi sorunlarını çözmek için çoğu kez o hazrete başvuruyorlardı.

Hz. Abbas, Ebulfazl olarak da tanınıyor. O hazretin en bariz özelliği fedkarlığı ve vefakarlığıydı. Vefakarlık ve vefadar olmak insan ruhunun gelişmesi ve tealaya ulaşmasının göstergesidir. O hazret bu özellikte her kesten daha üstündü. Hz. Ebulfazl'ın (as) İslam'a olan bağlılığı ve vefadarlığı, İslamın Emevi hanedanı tarafından tahrif edilme ve yok olma tehlikesine düştüğünde, İslam'ı bu durumdan kurtarmak ve kendi dini vazifesini yerine getirmek için kıyam eden değerli kardeşi ve Cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin (as) ile birlikte kanlı Kerbela savaş meydanında İslam yolunda yiğitçe savaşarak kendi hayatını bu uğurda feda etmek pahasına Allah dini ve hükümlerinin yok olmasını engellemeyi başardı.

Hz. Ebulfazl'ın (as) yaşamındaki bariz özelliklerinden belki de en önemlisi, Hz. İmam Hüseyin'e (as) olan aşırı sevgi ve bağlılığıydı. İmam Hüseyin'de (as) karşılıklı olarak kardeşini sever, saygı duyardı. Bu duygunun en bariz şekilde tecelli ettiği yer Kerbela savaş meydanıydı. Hz Abbas (as) İmam Hüseyin'in (as) bayraktarıydı. O hazret iman, sabır ve cesareti sayesinde zorluklara göğüs gererdi. Düşmanları onun heybeti karşısında titrerken, savunmasız kadın ve çocuklar onun varlığından huzur bulurdu. Hakikat, adalet ve Allah'ın dinini savunmaktan başka hedefi olmayan bu yüce şahsiyet gönlünü Allah'a sevgi ile süslerken güç ve iktidar olma sevdasını kalbinden tamamen silip attı.

Hz. Abbas, tepeden tırnağa silahlarla kuşanmış düşman ordusuna hitaben kendi hedef ve ülküleri hakkında şöyle diyordu:

"Allah'ı arayan kalbim ölüm korkusuyla sarsılmaz. Ne yazık; biraz düşünüp benim soyuma dikkat etseydiniz, teslim olmamı beklemezdiniz. Ben Ali'nin oğluyum ve bilin ki Allah'a tevekkül eden yürek ölümden korkmaz."

Hz. Abbas'ın (as) Kerbela'da sergilediği cesaret ve yiğitlik tarih belleğinden asla silinmez. Kasvetli düşman acımasızca suyu İmam Hüseyin (as) ve Ehl-i Beyt'inden kesince, Ebulfazl tek başına düşman ordusuna saldırıp onların saflarını yararak yiğitçe Fırat nehrine ulaşmayı başarmıştı. Susuzluktan takati kesilen Ebulfazl (as), İmam Hüseyin (as) ve Ehl-i Beyt'ini susuzluktan acı çekerken tek bir yudum su bile içmeden, su testisini suyla doldurdu. Fakat doldurduğu suyu düşman askerlerinin kasaveti ve acımasızlığı sonucu İmam Hüseyin (as) ve Ehl-i Beyt'ine ulaştıramadı. Ebulfazl bu yolda şehit olarak cesaret ve fedakarlığın en güzel örneklerini sergiledi.  İmam Seccad (as) Hz. Ebulfazl'ın (as) konumu hakkında şöyle buyurmaktadır: "Amcam Abbas'ın ahretteki konumu tüm şehitlerin gıbta edeceği kadar yüce ve yüksektir."





























                                                                     DİLAN.HALO





Dördüncü imamımız, İmam Zeynelabidin (as)
İmam Zeynelabidin (as)'ın Kısaca Hayatı

İmam Seccad ve Zeynelabidin lakaplarıyla tanınan Ali, İmam Hüseyin'in oğludur. Annesi de İran şahı Yezdgird'in kızıdır. İmam Hüseyin'in (a.s) dünyada kalan bir tek oğludur. Çünkü üç kardeşi Kerbela vakıasında şehit olmuştu.[1] Bu da, ağır hastalığı nedeniyle savaşa kadir olmadığı için Kerbela'da bulunmasına rağmen canlı kaldı ve harem esirleriyle birlikte Şam'a gönderildi.

Esaret zamanı bittikten sonra Yezid kamuoyunu kendi lehine çevirmek için onu ihtiramla Medine'ye gönderdi. İkinci defa Emevi halifesi Abdulmelik'in emriyle yakalanıp zincirle Şam'a getirildi. Daha sonra yine Medine'ye gönderildi. [2]

Dördüncü İmam Medine'ye döndükten sonra evinin köşesine çekilip ibadetle meşgul oldu. Ebu Hamza-i Sümali ve Ebu Halid-i Kabuli gibi Şia'nın özel kişilerinden başka bir kimseyle görüşmezdi. Bunlar da o hazretten öğrendikleri eğitileri diğer Şiilere aktarıyorlardı. Böylelikle Şiilik çok genişledi, etkisi de beşinci imamın zamanında ortaya çıktı.

Bu imamın eserlerinden olan "Sahife-i Seccadiye" elli yedi dua içermektedir. Bu dualar en üstün ve dakik ilahi öğretileri içermiştir. Hatta "Al-i Muhammed'in Zeburu" adını almıştır.

İmam Seccad 37 yıl imamet ettikten sonra Şia rivayetlerine göre Emevi halifesi Hişam'ın emriyle ve Velid b. Abd-ül Melik'in vasıtasıyla zehirlenip[3] Hicret'in 95. yılında şehit edildi.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Mekatil-ut Talibiyyin, s.52 ve 59.

[2]- Tezkiret-ul Havas, s.324. İsbat-ül Hüdat, c.5, s.242.

[3]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.176. Delail-ul İmame, s.80. Fusul-ul Mühimme, s.190.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


                   halo..dilan





HZ. Ali a.s sevmekse alevilik en büyük alevi biziz'' Aldatmacası 


Ne zaman Alevilik konusu açılsa birilerinin kasıla kasıla "Alevilik, Ali'yi sevmekse en büyük Alevi benim." sözünü duyar dururuz. Bu öylesine sıradanlaştı ki tartışma programlarında olsun, seçim meydanlarında yahut dost sohbetlerinde olsun sürekli karşımıza çıkmakla beraber maalesef bunun duygu sömürüsünden öteye geçmediğine üzülerek şahit olmaktayız. Çünkü sevgi evrenseldir. Belki sevginin ne olduğu tam olarak tarif edilemez ama sevginin ne olmadığı herkesin malumudur. Birini kötülüklere karşı korumak, onu savunmak, onun uğrunda ölmek belki sevginin değişik ifade şekilleridir. Ama birinin hakkının gasp edilmesini görmezden gelmek, onun katillerini dost bilip onları hak etmedikleri mertebelere yükseltmek kesinlikle sevgi değildir ve bunda herkes hemfikirdir. Çünkü sevginin göstergesi laf değil, ameldir. Sevgi yürekten olmazsa amel mutlaka yavan kalır. Bu her alanda böyledir. Sevgide sahtecilik olmaz, sevgi ikiyüzlülüğü kabul etmez. Bu yüzden 'Ali'yi seviyorum' diyenlerin Ali'ye karşı tavırları incelendiğinde gerçek duygu rahatlıkla anlaşılır. Ve işte bu yüzden diyoruz ki, Ali sevgisi amel ve bedel ister, laf değil.Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ona camilerde lanet ve sövgü geleneğini başlatan, onun evladını öldüren Muaviye'ye 'Allah ondan razı olsun' diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onunla savaşan ve on binlerce Müslümanın ölmesine neden olan Muaviye'ye 'Haksız değil, ictihadda bulundu.' diyecek, yetmedi bir de hadis uyduracak ve kendince bir formül bulup "Ali haklı; ama Muaviye haksız değil." iddiasında bulunacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem tek suçları Ali'yi sevmek ve camilerde Ali'ye edilen sövgü ve lanetlemeleri dinlemeyi reddetmek olan sahabelerin seçkini Hucr Bin Adiy ve arkadaşlarını türlü hile ve iftiralarla öldüren Muaviye'yi suçsuz ve bağışlanmış göstermek için (güya) vahiy kâtibi olarak göstereceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Hüseyin'i ve Peygamber'in soyunu çoluk çocuk demeden işkencelerle öldüren Yezit'i mazur göstermek için bin dereden su getireceksin ve ona lanet okumayı caiz görmeyeceksin. Bu bin dereden getirilen suyun, bu çaba içinde olanları Allah indinde boğmaktan başka bir işe yaramayacağının farkına varmayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ve Peygamber'in vasiyetine rağmen halifelik hakkını bin bir oyunla elinden alanları fazilette ondan üstün sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun eşini yani Peygamberimizin sevgili kızını dövüp evini yakmaya çalışanları ve çocuğunu düşürtenleri, Peygamberden sonraki en üst makama taşıyacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun evlatları Ehlibeyt imamlarını şehit eden sapık halifeleri -ki aralarında cinsî sapık olan, kendi öz kızına tecavüz eden, Kur'an-ı Kerim'i okla parçalatan, Kâbe'yi ateşe verenler de vardır- Ehlibeyt imamlarına tercih edecek ve onları İslamın halifesi sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an'ı ilk defa Ali kitap hâline getirdiği hâlde bunu Ebubekir yaptı diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem onun ilk Müslüman oluşunu hazmetmeyip ona bu konuda bir ortak bulacak ve "İlk Müslümanlar; kadınlardan Hz. Hatice, hür erkeklerden Hz. Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris, kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu." diyerek hakkı gizleme yolunda manevra yapacaksın. Hatta bazı kaynaklarında "Bu sayılanlar arasında en önce Ebubekir Müslüman oldu." diyerek Ali'nin bu konudaki tartışmasız önceliğini inkâr edeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem Peygamber'in 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim diğeri Ehlibeytim' hadisini 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim, diğeri sünnetim' olarak değiştirmeye çalışacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in onun için söylediği hadisleri, Ali'ye verdiği unvanları başkalarına yamayacaksın. Hz. Muhammed'in Ali için söylediği "En büyük sıddık sensin, faruk-ı azam da sensin." hadisini görmezden geleceksin, öbür yandan da en büyük Alevi benim diyeceksin. Bu en basitinden bir çelişkidir.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Muhammed'in "Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin." hadisine ve iki defa düzenlediği kardeş kılma törenlerinin her ikisinde de Hz. Ali'yi kendisine kardeş ilan etmesine rağmen -ki bu törenlerin ilki Mekke' de, diğeri ve daha büyüğü Medine'de yapılmıştır- "Hz. Muhammed, Osman'ı kendisine kardeş yapmıştır. Peygamber, vefat edeceği sırada 'Bana kardeşimi çağırın.' diye buyurmuş oradakiler de kardeşiniz kim diye sorunca Peygamberimiz de güya 'Osman' demiştir." iddiasını insafsızca atacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de yaşadığı müddetçe Peygamber'in en büyük koruyucusu olan Ebu Talip'i (hâşâ) kâfir göstereceksin. Ki Ebu Talip, Ali'nin babasıdır ve imanını Peygamberi korumakla, yazdığı şiirlerle, çocuklarını Peygamber'in emrine vermekle ve örnek yaşantısıyla ispatlamıştır. İki yüzlülükleri nedeniyle Müslüman olarak görünen ama Allah katında imanını hiçbir ameliyle kanıtlayamayacak olan ve ömrü boyunca İslama muhalefet eden Ebu Süfyan ve ailesini mümin, Ebu Talip' i kâfir kabul edeceksin. Ebu Talip'ten çok sonraları başka kişiler için inen ayetleri, Ebu Talip için inmiş göstereceksin, yalan yanlış hadisler uyduracaksın ve bunlarla özbeöz mümin olan birisini kâfir göstermek için sıralayacaksın. Sonra kasıla kasıla en büyük Alevi benim diyeceksin. İşte bu olmaz. Ebu Talip'in şefaatçisi Hz. Muhammed olacaktır, Peygamber bunu çok yerde söylemiştir. Peki ya diğerlerinin şefaatçisi kim olacak? Yapılan bütün bu zulümlerden sonra sakın kimse 'peygamber şefaatçi olacak' demesin. Peygamber, bu kadar hadisi boşuna söylemedi, Kur'an boşuna inmedi, Ehlibeyt boşuna imam olmadı. Yapılanlar konusunda hiç kimse için sığınacak bahane bırakılmadı, hüccet herkes için Ehlibeyt tarafından tamamlandı. Ebu Talip'in tek suçu vardır, o da Aliyel Mürteza'nın, Haydar El Kerrar'ın babası olmasıdır. Bu kadar saldırıya uğraması da bundandır.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in emrine rağmen salâvatı eksik söyleyeceksin. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: "Benim için şöyle selam söyleyin: Allah'ım, selamın Muhammed ve Ehlibeytine olsun; İbrahim ve İbrahim'in Ehlibeytine olduğu gibi." (Buhari, Sahih c:8 s:245)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) altını çize çize "Bana selam göndereceğiniz zaman Ehlibeytime de selam gönderin; yoksa bu salâvat eksik olur." buyurmasına rağmen yazılan kitaplarda, Peygamberimizin adı zikredildiğinde 's.a.v.' yani 'sallallahü aleyhi ve sellem' ifadesinin geçtiğini, 'va âlihi' ifadesinin yer almadığını görüyoruz. Eğer 'va âlihi' ifadesi geçecekse bu sefer 'va eshabihi ecmain' yani 've tüm sahabelerine' ifadesini de eklenmiş buluruz. Yani salâvat ya eksik ya da fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle yapmakla Ehlibeytin özel konumunun içi boşaltılmaktadır. Sadece Peygamber ve Ehlibeyte has olan şeye herkesin ortak edilmesi masum bir davranış veya iyi niyetle açıklanamaz. Bunda Ehlibeyti inkâr ve yok sayma vardır. Oysa Hz. Muhammed (s.a.a.v.), kendisine selam gönderileceği zaman Ehlibeyti ekleyin demiştir, tüm sahabeleri değil. Çünkü Kur'an'da da açıkça görüldüğü gibi övülen sahabeler de vardır eleştirilenler de. Hatta bazılarından açıkça münafık olarak söz edildiği çokça ayet vardır. Bu sahabeleri Peygamberin yanında zikretmek ve selamda onları Peygamberle eş tutmak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunda ısrarcı olanlara Allah'ı ve Peygamberi hatırlatarak tekrar ediyoruz ki bu hak, Ehlibeytin hakkıdır. Ve şurası unutulmamalıdır ki Ehlibeytin hakkı inkâr edilerek Alevi olunmaz.
Evet, bütün bunlardan sonra hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ayet ve hadislere rağmen onun velayetini inkâr edeceksin. Tekrar etmekte fayda vardır, böyle Alevi olunmaz. Alevi olmak daha önce de belirttik; bedel ister, amel ister, laf değil. Sövgü ve lanetleme karşısında Hucr bin Adiy gibi olabilmek ve Ali'nin yolunda onun gibi can vermektir Alevilik. Muaviye'nin yardakçıları "Ali'ye (hâşâ) lanet et" dediklerinde "Vallahi beni parça parça kesseniz de bunu yapmam" diyen ve asla Ali'ye ihanet etmeyen Sayfi (Sayfi b. Fasil eş- Şeybanî) olabilmektir Alevilik. Hayatının bağışlanması karşılığında Ali'ye küfretmesi teklif edildiğinde 'Ne dilerseniz onu yapın; ama bunu benden asla duyamayacaksınız' diyen ve bunun üzerine Muaviye hazretlerinin valisi Ziyad tarafından diri diri toprağa gömülen Abdurrahman bin Hassan El Anezî'nin imanıdır Alevilik. (Yakubî'nin, İbn-i Kesir'in, İbn-i Esir'in tarih kitaplarında bütün bunlar kayıtlıdır. Ama daha kolay ulaşılabilirliği açısından Doçent Doktor Ahmet AĞIRAKÇA'nın Emeviler Döneminde Kıyamlar' adlı eserine bakılabilir. Bu eserin 32-40 arası sayfalarını okuyan hangi insanın yüreği dağlanmaz ve hangi Alevi, önderleriyle gurur duymaz ve Hz. Ali'ye layık olma konusunda kendini sorgulamaz?) Peygamber'in sünneti terk ediliyor diye Muaviye'ye karşı çıktığı için Halife Osman'ın hışmına uğrayıp ailesiyle birlikte Rebeze Çölüne mahkûm edilen ve sürgünde can veren Ebuzer gibi olabilmektir Alevilik. Cemel'de, Sıffıyn'de, Nehrevan'da Ali'nin yolunda ölmektir Alevilik. Ali adının yasaklandığı ve Ali adındaki çocukların yakalanıp öldürüldüğü zamanlarda inadına Ali adını koymaktır Alevilik. Diri diri toprağa gömülmek pahasına Emevilerin ve Abbasilerin sapık halifelerine biat etmemektir Alevilik. Bu biat etmeme yüzünden hem kalemin hem kılıcın hedefi olmak ve en aşağılık insanın bile atmaya utanacağı iftiralara hedef olmaktır Alevilik. Dinin yozlaştırıldığı, Allah'ın nurunun söndürülmeye çalışıldığı dönemlerde İmam Cafer-i Sadık ve diğer Ehlibeyt imamları gibi canla başla buna karşı koymaktır Alevilik. Alevilik, bedel ister, laf değil. Hem Ali'yi seveceksin hem düşmanlarını. Olmaz öyle. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır bir kere. Bu, ayet ve hadislere ters bir kere.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) buyuruyor: "...Ben Ali'denim, Ali bendendir. Ali'yi bilen ve seven beni de bilmiş ve sevmiş olur. Ali'ye eziyet eden Fatıma'ya eziyet etmiş olur. Fatıma'ya eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah'a eziyet etmiş olur." (Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) başka bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Ey Ali! Sen dünyada da ulusun, ahirette de. Seni seven beni sevmiş olur, sana düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur. Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır. Sana düşmanlık edene yazıklar olsun." (Hakim, Müstedrek c:3 s:128 / Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde s:205 / Seyyid Mümin, Nuru'l Ebsar s:73)
Mücadele suresinin 22. ayetinde bakın ne buyruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah'a ve Resulüne başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsa dahi." Şimdi yine sormak gerekiyor, acaba Ehlibeyte yani Peygamber'in tertemiz soyuna bunca zulmü yapanlar, onları katledenler, camilerde onlara küfredenler Peygamber'i üzmüş olmuyor mu? Acaba Peygamber, bu yapılanlardan hoşnut mu kalmıştır? Acaba Peygamber, bütün bunları yapanlara sevgi duyuyor mudur? Aklı başında olan bir insanın evet diyeceğine hiç kimse ihtimal vermez. Yukarıda ayet ve hadislerle bunların açıkça Allah ve Peygamberine başkaldırı niteliği taşıdığı belirtilmiş. Bu davranışlarla Ali'ye, Fatıma'ya, Ehlibeyte eziyet ve zulüm edildiği, dolayısıyla Allah ve Resulüne de eziyet edildiği açıktır. Allah'a ve Resulüne eziyet edenlerin durumu Kur'an'da açıkça belirtilmiş: "Allah ve Resulüne eziyet edenler dünyada lanete, ahrette ise cezaya müstahaktır." (Ahzab: 55. ayet)
Peki, bu kadar açık ve net olan uyarılara rağmen bunları yapanlara neden sevgi duyuluyor? Neden onlara 'radiyallahü anhüm' yani 'Allah onlardan razı olsun' deniyor? Yukarıdaki ayet bir daha okunsun. 'İman eden insanlar, Allah'a ve Resule başkaldıranlara sevgi duymaz.' deniyor. Başkaldırıyı geçelim, Peygamber'in tertemiz soyuna camilerde 1001 ay boyunca sövgüler yapılıyor, Peygamber'in torunları katlediliyor; buna rağmen bunları yapanlara sevgi beslendiği gibi 'Allah onlardan razı olsun' deniyor. Yoksa hep söylenildiği gibi biz mi yanlış anlıyoruz(!)
Mümtehine suresinin birinci ayetinde yüce Allah, şöyle buyurur: "Ey inananlar! Benim düşmanım, sizin de düşmanınızdır. İşte onları sevip dost edinmeyin." Hz. Muhammed (s.a.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkça buyurmamış mı "Ey Ali! Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır." diye. İşte bu yüzden Alevilikte Tevella ve Teberra vardır. Tevella Ehlibeytin velayetine girmek ve onların sevenlerini sevmektir. Teberra ise onların düşmanlarından uzaklaşmak ve onlardan beri yani münezzeh olmak, uzaklaşmak demektir.
Bunca ayet ve hadise rağmen Ehlibeyte bu yapılanlar Allah'a ve Allah'ın Resulüne bir baş kaldırı değil mi? Eğer göz kör değilse ve kalplere mühür vurulmamışsa herkesin buna 'Evet, başkaldırıdır.' demesi gerekir. O hâlde yine soruyoruz. Bazı Müslüman kardeşlerimiz, Ehlibeyte zulüm etmekle Allah'a ve Allah'ın Resulüne başkaldırmış olanlara ayet ve hadislere rağmen neden sevgi duyuyor ve onlara 'Allah onlardan razı olsun' diyor?
Birisi Hz. Ali'ye gelip "Ben hem seni hem de falancaları seviyorum." deyince Hz. Ali şöyle buyurur: "Sen şaşısın. Ya gözün açılacak ya da kör olacaksın sonunda." Ehlibeyti dolayısıyla Ali'yi seviyoruz deyip de onlara düşmanlık edenlerden uzaklaşmayanlar şaşıdır. Hz. Ali'nin dediği gibi böyle durumda olanlar, ya gözleri açılıp aydınlanacak ya da kör olup karanlığa gömülecekler.
Son sözümüz de Alevi toplumunun içinde yer alan ama yaşantısıyla, davranışıyla, giyimi ve kuşamıyla Ehlibeyte süs değil de utanç kaynağı olanlara ve uzaktan yakından alakası olmadığı hâlde kendilerine Alevi diyenlere olacaktır. Alevi olan, yaşamında Ehlibeyti örnek alır. Ehlibeyt niçin dünyaya gelmiştir, niçin bu kadar eziyet ve sıkıntıya katlanmıştır? İnsanlara örnek olmak için değil midir? Ehlibeyt imamları; insanlara ihtiyaç duyacakları her şeyi açıklamış, göstermişlerdir. En iyi ve en doğru şekliyle beş vakit namaz kılmış, Ramazan orucunu tutmuş, hac farizasını eda etmiş ve bu konuda insanlara örnek olmuşlardır. O hâlde bize düşen, Ehlibeyte utanç kaynağı olmak değil; onlara ibadetimizle, yaşantımızla, amellerimizle süs olmaktır. İbadetteki eksikliğin ibadetin kendisi inkâr edilmediği sürece belli bir telafisi ve af yolu vardır. Ama farz olan ibadetleri inkâr etmek, insanı helak eder. Bakınız İmam Cafer-i Sadık (a.s.) gerçek Alevileri nasıl tanımlıyor:
"Adamın biri, İmam Sadık'ın (a.s) huzuruna gelir. İmam, ona hangi kabileden olduğunu sorar. Adam: "Sizin sevenleriniz ve dostlarınızdanım." der. İmam, "Allah Teâlâ ancak kendisine veli (dost) olanı sever. Dostu olana da cenneti vacip kılar. İmam: "Hangi sevenlerimizdensin?" diye sorar. Adam susar ve cevap vermez. O sırada Sudeyr Essayrafi, İmam'a: "Sizin sevenleriniz kaç kısımdır?" diye sorar. İmam: "Üç kısımdır" diye buyurur. "Bir kısmı bizi görünüşte sever; ancak gerçekte bizi sevmezler." İkinci grup ise kalpte gizli olarak bizi sever ama açıkta sevmezler. Üçüncü grup bizi gizlide ve açıkta sever. İşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından onlara daha çabuk ulaşır. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teâlâ, onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların sayısı çok azdır. Ama Allah Teâlâ'nın yanında değerleri çok fazladır. Bir kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler.
En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize karşıdır.
Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler. Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur. Onlar barış ve itaat ehlidirler. "
İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. İmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle tanınırlar" buyurdu.
Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, İmam şöyle buyurdu:
"O belirtiler can dostlarımızın sıfatlardır. İlki, onlar tevhit bilgilerini gerektiği gibi bilenlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir." (Tuhafül ukul Bin Şabet El Harrani)
____________________________________________
NOT: AKAD (Alevi Kültürünü Araştırma Derneği) Dergisi, Nisan 2009, Sayı 5'ten alıntı yapılmıştır._________________

Ne zaman Alevilik konusu açılsa birilerinin kasıla kasıla "Alevilik, Ali'yi sevmekse en büyük Alevi benim." sözünü duyar dururuz. Bu öylesine sıradanlaştı ki tartışma programlarında olsun, seçim meydanlarında yahut dost sohbetlerinde olsun sürekli karşımıza çıkmakla beraber maalesef bunun duygu sömürüsünden öteye geçmediğine üzülerek şahit olmaktayız. Çünkü sevgi evrenseldir. Belki sevginin ne olduğu tam olarak tarif edilemez ama sevginin ne olmadığı herkesin malumudur. Birini kötülüklere karşı korumak, onu savunmak, onun uğrunda ölmek belki sevginin değişik ifade şekilleridir. Ama birinin hakkının gasp edilmesini görmezden gelmek, onun katillerini dost bilip onları hak etmedikleri mertebelere yükseltmek kesinlikle sevgi değildir ve bunda herkes hemfikirdir. Çünkü sevginin göstergesi laf değil, ameldir. Sevgi yürekten olmazsa amel mutlaka yavan kalır. Bu her alanda böyledir. Sevgide sahtecilik olmaz, sevgi ikiyüzlülüğü kabul etmez. Bu yüzden 'Ali'yi seviyorum' diyenlerin Ali'ye karşı tavırları incelendiğinde gerçek duygu rahatlıkla anlaşılır. Ve işte bu yüzden diyoruz ki, Ali sevgisi amel ve bedel ister, laf değil.Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ona camilerde lanet ve sövgü geleneğini başlatan, onun evladını öldüren Muaviye'ye 'Allah ondan razı olsun' diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onunla savaşan ve on binlerce Müslümanın ölmesine neden olan Muaviye'ye 'Haksız değil, ictihadda bulundu.' diyecek, yetmedi bir de hadis uyduracak ve kendince bir formül bulup "Ali haklı; ama Muaviye haksız değil." iddiasında bulunacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem tek suçları Ali'yi sevmek ve camilerde Ali'ye edilen sövgü ve lanetlemeleri dinlemeyi reddetmek olan sahabelerin seçkini Hucr Bin Adiy ve arkadaşlarını türlü hile ve iftiralarla öldüren Muaviye'yi suçsuz ve bağışlanmış göstermek için (güya) vahiy kâtibi olarak göstereceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Hüseyin'i ve Peygamber'in soyunu çoluk çocuk demeden işkencelerle öldüren Yezit'i mazur göstermek için bin dereden su getireceksin ve ona lanet okumayı caiz görmeyeceksin. Bu bin dereden getirilen suyun, bu çaba içinde olanları Allah indinde boğmaktan başka bir işe yaramayacağının farkına varmayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ve Peygamber'in vasiyetine rağmen halifelik hakkını bin bir oyunla elinden alanları fazilette ondan üstün sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun eşini yani Peygamberimizin sevgili kızını dövüp evini yakmaya çalışanları ve çocuğunu düşürtenleri, Peygamberden sonraki en üst makama taşıyacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun evlatları Ehlibeyt imamlarını şehit eden sapık halifeleri -ki aralarında cinsî sapık olan, kendi öz kızına tecavüz eden, Kur'an-ı Kerim'i okla parçalatan, Kâbe'yi ateşe verenler de vardır- Ehlibeyt imamlarına tercih edecek ve onları İslamın halifesi sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an'ı ilk defa Ali kitap hâline getirdiği hâlde bunu Ebubekir yaptı diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem onun ilk Müslüman oluşunu hazmetmeyip ona bu konuda bir ortak bulacak ve "İlk Müslümanlar; kadınlardan Hz. Hatice, hür erkeklerden Hz. Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris, kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu." diyerek hakkı gizleme yolunda manevra yapacaksın. Hatta bazı kaynaklarında "Bu sayılanlar arasında en önce Ebubekir Müslüman oldu." diyerek Ali'nin bu konudaki tartışmasız önceliğini inkâr edeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem Peygamber'in 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim diğeri Ehlibeytim' hadisini 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim, diğeri sünnetim' olarak değiştirmeye çalışacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in onun için söylediği hadisleri, Ali'ye verdiği unvanları başkalarına yamayacaksın. Hz. Muhammed'in Ali için söylediği "En büyük sıddık sensin, faruk-ı azam da sensin." hadisini görmezden geleceksin, öbür yandan da en büyük Alevi benim diyeceksin. Bu en basitinden bir çelişkidir.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Muhammed'in "Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin." hadisine ve iki defa düzenlediği kardeş kılma törenlerinin her ikisinde de Hz. Ali'yi kendisine kardeş ilan etmesine rağmen -ki bu törenlerin ilki Mekke' de, diğeri ve daha büyüğü Medine'de yapılmıştır- "Hz. Muhammed, Osman'ı kendisine kardeş yapmıştır. Peygamber, vefat edeceği sırada 'Bana kardeşimi çağırın.' diye buyurmuş oradakiler de kardeşiniz kim diye sorunca Peygamberimiz de güya 'Osman' demiştir." iddiasını insafsızca atacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de yaşadığı müddetçe Peygamber'in en büyük koruyucusu olan Ebu Talip'i (hâşâ) kâfir göstereceksin. Ki Ebu Talip, Ali'nin babasıdır ve imanını Peygamberi korumakla, yazdığı şiirlerle, çocuklarını Peygamber'in emrine vermekle ve örnek yaşantısıyla ispatlamıştır. İki yüzlülükleri nedeniyle Müslüman olarak görünen ama Allah katında imanını hiçbir ameliyle kanıtlayamayacak olan ve ömrü boyunca İslama muhalefet eden Ebu Süfyan ve ailesini mümin, Ebu Talip' i kâfir kabul edeceksin. Ebu Talip'ten çok sonraları başka kişiler için inen ayetleri, Ebu Talip için inmiş göstereceksin, yalan yanlış hadisler uyduracaksın ve bunlarla özbeöz mümin olan birisini kâfir göstermek için sıralayacaksın. Sonra kasıla kasıla en büyük Alevi benim diyeceksin. İşte bu olmaz. Ebu Talip'in şefaatçisi Hz. Muhammed olacaktır, Peygamber bunu çok yerde söylemiştir. Peki ya diğerlerinin şefaatçisi kim olacak? Yapılan bütün bu zulümlerden sonra sakın kimse 'peygamber şefaatçi olacak' demesin. Peygamber, bu kadar hadisi boşuna söylemedi, Kur'an boşuna inmedi, Ehlibeyt boşuna imam olmadı. Yapılanlar konusunda hiç kimse için sığınacak bahane bırakılmadı, hüccet herkes için Ehlibeyt tarafından tamamlandı. Ebu Talip'in tek suçu vardır, o da Aliyel Mürteza'nın, Haydar El Kerrar'ın babası olmasıdır. Bu kadar saldırıya uğraması da bundandır.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in emrine rağmen salâvatı eksik söyleyeceksin. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: "Benim için şöyle selam söyleyin: Allah'ım, selamın Muhammed ve Ehlibeytine olsun; İbrahim ve İbrahim'in Ehlibeytine olduğu gibi." (Buhari, Sahih c:8 s:245)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) altını çize çize "Bana selam göndereceğiniz zaman Ehlibeytime de selam gönderin; yoksa bu salâvat eksik olur." buyurmasına rağmen yazılan kitaplarda, Peygamberimizin adı zikredildiğinde 's.a.v.' yani 'sallallahü aleyhi ve sellem' ifadesinin geçtiğini, 'va âlihi' ifadesinin yer almadığını görüyoruz. Eğer 'va âlihi' ifadesi geçecekse bu sefer 'va eshabihi ecmain' yani 've tüm sahabelerine' ifadesini de eklenmiş buluruz. Yani salâvat ya eksik ya da fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle yapmakla Ehlibeytin özel konumunun içi boşaltılmaktadır. Sadece Peygamber ve Ehlibeyte has olan şeye herkesin ortak edilmesi masum bir davranış veya iyi niyetle açıklanamaz. Bunda Ehlibeyti inkâr ve yok sayma vardır. Oysa Hz. Muhammed (s.a.a.v.), kendisine selam gönderileceği zaman Ehlibeyti ekleyin demiştir, tüm sahabeleri değil. Çünkü Kur'an'da da açıkça görüldüğü gibi övülen sahabeler de vardır eleştirilenler de. Hatta bazılarından açıkça münafık olarak söz edildiği çokça ayet vardır. Bu sahabeleri Peygamberin yanında zikretmek ve selamda onları Peygamberle eş tutmak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunda ısrarcı olanlara Allah'ı ve Peygamberi hatırlatarak tekrar ediyoruz ki bu hak, Ehlibeytin hakkıdır. Ve şurası unutulmamalıdır ki Ehlibeytin hakkı inkâr edilerek Alevi olunmaz.
Evet, bütün bunlardan sonra hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ayet ve hadislere rağmen onun velayetini inkâr edeceksin. Tekrar etmekte fayda vardır, böyle Alevi olunmaz. Alevi olmak daha önce de belirttik; bedel ister, amel ister, laf değil. Sövgü ve lanetleme karşısında Hucr bin Adiy gibi olabilmek ve Ali'nin yolunda onun gibi can vermektir Alevilik. Muaviye'nin yardakçıları "Ali'ye (hâşâ) lanet et" dediklerinde "Vallahi beni parça parça kesseniz de bunu yapmam" diyen ve asla Ali'ye ihanet etmeyen Sayfi (Sayfi b. Fasil eş- Şeybanî) olabilmektir Alevilik. Hayatının bağışlanması karşılığında Ali'ye küfretmesi teklif edildiğinde 'Ne dilerseniz onu yapın; ama bunu benden asla duyamayacaksınız' diyen ve bunun üzerine Muaviye hazretlerinin valisi Ziyad tarafından diri diri toprağa gömülen Abdurrahman bin Hassan El Anezî'nin imanıdır Alevilik. (Yakubî'nin, İbn-i Kesir'in, İbn-i Esir'in tarih kitaplarında bütün bunlar kayıtlıdır. Ama daha kolay ulaşılabilirliği açısından Doçent Doktor Ahmet AĞIRAKÇA'nın Emeviler Döneminde Kıyamlar' adlı eserine bakılabilir. Bu eserin 32-40 arası sayfalarını okuyan hangi insanın yüreği dağlanmaz ve hangi Alevi, önderleriyle gurur duymaz ve Hz. Ali'ye layık olma konusunda kendini sorgulamaz?) Peygamber'in sünneti terk ediliyor diye Muaviye'ye karşı çıktığı için Halife Osman'ın hışmına uğrayıp ailesiyle birlikte Rebeze Çölüne mahkûm edilen ve sürgünde can veren Ebuzer gibi olabilmektir Alevilik. Cemel'de, Sıffıyn'de, Nehrevan'da Ali'nin yolunda ölmektir Alevilik. Ali adının yasaklandığı ve Ali adındaki çocukların yakalanıp öldürüldüğü zamanlarda inadına Ali adını koymaktır Alevilik. Diri diri toprağa gömülmek pahasına Emevilerin ve Abbasilerin sapık halifelerine biat etmemektir Alevilik. Bu biat etmeme yüzünden hem kalemin hem kılıcın hedefi olmak ve en aşağılık insanın bile atmaya utanacağı iftiralara hedef olmaktır Alevilik. Dinin yozlaştırıldığı, Allah'ın nurunun söndürülmeye çalışıldığı dönemlerde İmam Cafer-i Sadık ve diğer Ehlibeyt imamları gibi canla başla buna karşı koymaktır Alevilik. Alevilik, bedel ister, laf değil. Hem Ali'yi seveceksin hem düşmanlarını. Olmaz öyle. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır bir kere. Bu, ayet ve hadislere ters bir kere.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) buyuruyor: "...Ben Ali'denim, Ali bendendir. Ali'yi bilen ve seven beni de bilmiş ve sevmiş olur. Ali'ye eziyet eden Fatıma'ya eziyet etmiş olur. Fatıma'ya eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah'a eziyet etmiş olur." (Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) başka bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Ey Ali! Sen dünyada da ulusun, ahirette de. Seni seven beni sevmiş olur, sana düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur. Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır. Sana düşmanlık edene yazıklar olsun." (Hakim, Müstedrek c:3 s:128 / Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde s:205 / Seyyid Mümin, Nuru'l Ebsar s:73)
Mücadele suresinin 22. ayetinde bakın ne buyruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah'a ve Resulüne başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsa dahi." Şimdi yine sormak gerekiyor, acaba Ehlibeyte yani Peygamber'in tertemiz soyuna bunca zulmü yapanlar, onları katledenler, camilerde onlara küfredenler Peygamber'i üzmüş olmuyor mu? Acaba Peygamber, bu yapılanlardan hoşnut mu kalmıştır? Acaba Peygamber, bütün bunları yapanlara sevgi duyuyor mudur? Aklı başında olan bir insanın evet diyeceğine hiç kimse ihtimal vermez. Yukarıda ayet ve hadislerle bunların açıkça Allah ve Peygamberine başkaldırı niteliği taşıdığı belirtilmiş. Bu davranışlarla Ali'ye, Fatıma'ya, Ehlibeyte eziyet ve zulüm edildiği, dolayısıyla Allah ve Resulüne de eziyet edildiği açıktır. Allah'a ve Resulüne eziyet edenlerin durumu Kur'an'da açıkça belirtilmiş: "Allah ve Resulüne eziyet edenler dünyada lanete, ahrette ise cezaya müstahaktır." (Ahzab: 55. ayet)
Peki, bu kadar açık ve net olan uyarılara rağmen bunları yapanlara neden sevgi duyuluyor? Neden onlara 'radiyallahü anhüm' yani 'Allah onlardan razı olsun' deniyor? Yukarıdaki ayet bir daha okunsun. 'İman eden insanlar, Allah'a ve Resule başkaldıranlara sevgi duymaz.' deniyor. Başkaldırıyı geçelim, Peygamber'in tertemiz soyuna camilerde 1001 ay boyunca sövgüler yapılıyor, Peygamber'in torunları katlediliyor; buna rağmen bunları yapanlara sevgi beslendiği gibi 'Allah onlardan razı olsun' deniyor. Yoksa hep söylenildiği gibi biz mi yanlış anlıyoruz(!)
Mümtehine suresinin birinci ayetinde yüce Allah, şöyle buyurur: "Ey inananlar! Benim düşmanım, sizin de düşmanınızdır. İşte onları sevip dost edinmeyin." Hz. Muhammed (s.a.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkça buyurmamış mı "Ey Ali! Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır." diye. İşte bu yüzden Alevilikte Tevella ve Teberra vardır. Tevella Ehlibeytin velayetine girmek ve onların sevenlerini sevmektir. Teberra ise onların düşmanlarından uzaklaşmak ve onlardan beri yani münezzeh olmak, uzaklaşmak demektir.
Bunca ayet ve hadise rağmen Ehlibeyte bu yapılanlar Allah'a ve Allah'ın Resulüne bir baş kaldırı değil mi? Eğer göz kör değilse ve kalplere mühür vurulmamışsa herkesin buna 'Evet, başkaldırıdır.' demesi gerekir. O hâlde yine soruyoruz. Bazı Müslüman kardeşlerimiz, Ehlibeyte zulüm etmekle Allah'a ve Allah'ın Resulüne başkaldırmış olanlara ayet ve hadislere rağmen neden sevgi duyuyor ve onlara 'Allah onlardan razı olsun' diyor?
Birisi Hz. Ali'ye gelip "Ben hem seni hem de falancaları seviyorum." deyince Hz. Ali şöyle buyurur: "Sen şaşısın. Ya gözün açılacak ya da kör olacaksın sonunda." Ehlibeyti dolayısıyla Ali'yi seviyoruz deyip de onlara düşmanlık edenlerden uzaklaşmayanlar şaşıdır. Hz. Ali'nin dediği gibi böyle durumda olanlar, ya gözleri açılıp aydınlanacak ya da kör olup karanlığa gömülecekler.
Son sözümüz de Alevi toplumunun içinde yer alan ama yaşantısıyla, davranışıyla, giyimi ve kuşamıyla Ehlibeyte süs değil de utanç kaynağı olanlara ve uzaktan yakından alakası olmadığı hâlde kendilerine Alevi diyenlere olacaktır. Alevi olan, yaşamında Ehlibeyti örnek alır. Ehlibeyt niçin dünyaya gelmiştir, niçin bu kadar eziyet ve sıkıntıya katlanmıştır? İnsanlara örnek olmak için değil midir? Ehlibeyt imamları; insanlara ihtiyaç duyacakları her şeyi açıklamış, göstermişlerdir. En iyi ve en doğru şekliyle beş vakit namaz kılmış, Ramazan orucunu tutmuş, hac farizasını eda etmiş ve bu konuda insanlara örnek olmuşlardır. O hâlde bize düşen, Ehlibeyte utanç kaynağı olmak değil; onlara ibadetimizle, yaşantımızla, amellerimizle süs olmaktır. İbadetteki eksikliğin ibadetin kendisi inkâr edilmediği sürece belli bir telafisi ve af yolu vardır. Ama farz olan ibadetleri inkâr etmek, insanı helak eder. Bakınız İmam Cafer-i Sadık (a.s.) gerçek Alevileri nasıl tanımlıyor:
"Adamın biri, İmam Sadık'ın (a.s) huzuruna gelir. İmam, ona hangi kabileden olduğunu sorar. Adam: "Sizin sevenleriniz ve dostlarınızdanım." der. İmam, "Allah Teâlâ ancak kendisine veli (dost) olanı sever. Dostu olana da cenneti vacip kılar. İmam: "Hangi sevenlerimizdensin?" diye sorar. Adam susar ve cevap vermez. O sırada Sudeyr Essayrafi, İmam'a: "Sizin sevenleriniz kaç kısımdır?" diye sorar. İmam: "Üç kısımdır" diye buyurur. "Bir kısmı bizi görünüşte sever; ancak gerçekte bizi sevmezler." İkinci grup ise kalpte gizli olarak bizi sever ama açıkta sevmezler. Üçüncü grup bizi gizlide ve açıkta sever. İşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından onlara daha çabuk ulaşır. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teâlâ, onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların sayısı çok azdır. Ama Allah Teâlâ'nın yanında değerleri çok fazladır. Bir kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler.
En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize karşıdır.
Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler. Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur. Onlar barış ve itaat ehlidirler. "
İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. İmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle tanınırlar" buyurdu.
Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, İmam şöyle buyurdu:
"O belirtiler can dostlarımızın sıfatlardır. İlki, onlar tevhit bilgilerini gerektiği gibi bilenlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir." (Tuhafül ukul Bin Şabet El Harrani)
____________________________________________
NOT: AKAD (Alevi Kültürünü Araştırma Derneği) Dergisi, Nisan 2009, Sayı 5'ten alıntı yapılmıştır._________________

Ne zaman Alevilik konusu açılsa birilerinin kasıla kasıla "Alevilik, Ali'yi sevmekse en büyük Alevi benim." sözünü duyar dururuz. Bu öylesine sıradanlaştı ki tartışma programlarında olsun, seçim meydanlarında yahut dost sohbetlerinde olsun sürekli karşımıza çıkmakla beraber maalesef bunun duygu sömürüsünden öteye geçmediğine üzülerek şahit olmaktayız. Çünkü sevgi evrenseldir. Belki sevginin ne olduğu tam olarak tarif edilemez ama sevginin ne olmadığı herkesin malumudur. Birini kötülüklere karşı korumak, onu savunmak, onun uğrunda ölmek belki sevginin değişik ifade şekilleridir. Ama birinin hakkının gasp edilmesini görmezden gelmek, onun katillerini dost bilip onları hak etmedikleri mertebelere yükseltmek kesinlikle sevgi değildir ve bunda herkes hemfikirdir. Çünkü sevginin göstergesi laf değil, ameldir. Sevgi yürekten olmazsa amel mutlaka yavan kalır. Bu her alanda böyledir. Sevgide sahtecilik olmaz, sevgi ikiyüzlülüğü kabul etmez. Bu yüzden 'Ali'yi seviyorum' diyenlerin Ali'ye karşı tavırları incelendiğinde gerçek duygu rahatlıkla anlaşılır. Ve işte bu yüzden diyoruz ki, Ali sevgisi amel ve bedel ister, laf değil.Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ona camilerde lanet ve sövgü geleneğini başlatan, onun evladını öldüren Muaviye'ye 'Allah ondan razı olsun' diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onunla savaşan ve on binlerce Müslümanın ölmesine neden olan Muaviye'ye 'Haksız değil, ictihadda bulundu.' diyecek, yetmedi bir de hadis uyduracak ve kendince bir formül bulup "Ali haklı; ama Muaviye haksız değil." iddiasında bulunacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem tek suçları Ali'yi sevmek ve camilerde Ali'ye edilen sövgü ve lanetlemeleri dinlemeyi reddetmek olan sahabelerin seçkini Hucr Bin Adiy ve arkadaşlarını türlü hile ve iftiralarla öldüren Muaviye'yi suçsuz ve bağışlanmış göstermek için (güya) vahiy kâtibi olarak göstereceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Hüseyin'i ve Peygamber'in soyunu çoluk çocuk demeden işkencelerle öldüren Yezit'i mazur göstermek için bin dereden su getireceksin ve ona lanet okumayı caiz görmeyeceksin. Bu bin dereden getirilen suyun, bu çaba içinde olanları Allah indinde boğmaktan başka bir işe yaramayacağının farkına varmayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ve Peygamber'in vasiyetine rağmen halifelik hakkını bin bir oyunla elinden alanları fazilette ondan üstün sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun eşini yani Peygamberimizin sevgili kızını dövüp evini yakmaya çalışanları ve çocuğunu düşürtenleri, Peygamberden sonraki en üst makama taşıyacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de onun evlatları Ehlibeyt imamlarını şehit eden sapık halifeleri -ki aralarında cinsî sapık olan, kendi öz kızına tecavüz eden, Kur'an-ı Kerim'i okla parçalatan, Kâbe'yi ateşe verenler de vardır- Ehlibeyt imamlarına tercih edecek ve onları İslamın halifesi sayacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Kur'an'ı ilk defa Ali kitap hâline getirdiği hâlde bunu Ebubekir yaptı diyeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem onun ilk Müslüman oluşunu hazmetmeyip ona bu konuda bir ortak bulacak ve "İlk Müslümanlar; kadınlardan Hz. Hatice, hür erkeklerden Hz. Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris, kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu." diyerek hakkı gizleme yolunda manevra yapacaksın. Hatta bazı kaynaklarında "Bu sayılanlar arasında en önce Ebubekir Müslüman oldu." diyerek Ali'nin bu konudaki tartışmasız önceliğini inkâr edeceksin.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem Peygamber'in 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim diğeri Ehlibeytim' hadisini 'Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur'an-ı Kerim, diğeri sünnetim' olarak değiştirmeye çalışacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in onun için söylediği hadisleri, Ali'ye verdiği unvanları başkalarına yamayacaksın. Hz. Muhammed'in Ali için söylediği "En büyük sıddık sensin, faruk-ı azam da sensin." hadisini görmezden geleceksin, öbür yandan da en büyük Alevi benim diyeceksin. Bu en basitinden bir çelişkidir.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Muhammed'in "Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin." hadisine ve iki defa düzenlediği kardeş kılma törenlerinin her ikisinde de Hz. Ali'yi kendisine kardeş ilan etmesine rağmen -ki bu törenlerin ilki Mekke' de, diğeri ve daha büyüğü Medine'de yapılmıştır- "Hz. Muhammed, Osman'ı kendisine kardeş yapmıştır. Peygamber, vefat edeceği sırada 'Bana kardeşimi çağırın.' diye buyurmuş oradakiler de kardeşiniz kim diye sorunca Peygamberimiz de güya 'Osman' demiştir." iddiasını insafsızca atacaksın.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de yaşadığı müddetçe Peygamber'in en büyük koruyucusu olan Ebu Talip'i (hâşâ) kâfir göstereceksin. Ki Ebu Talip, Ali'nin babasıdır ve imanını Peygamberi korumakla, yazdığı şiirlerle, çocuklarını Peygamber'in emrine vermekle ve örnek yaşantısıyla ispatlamıştır. İki yüzlülükleri nedeniyle Müslüman olarak görünen ama Allah katında imanını hiçbir ameliyle kanıtlayamayacak olan ve ömrü boyunca İslama muhalefet eden Ebu Süfyan ve ailesini mümin, Ebu Talip' i kâfir kabul edeceksin. Ebu Talip'ten çok sonraları başka kişiler için inen ayetleri, Ebu Talip için inmiş göstereceksin, yalan yanlış hadisler uyduracaksın ve bunlarla özbeöz mümin olan birisini kâfir göstermek için sıralayacaksın. Sonra kasıla kasıla en büyük Alevi benim diyeceksin. İşte bu olmaz. Ebu Talip'in şefaatçisi Hz. Muhammed olacaktır, Peygamber bunu çok yerde söylemiştir. Peki ya diğerlerinin şefaatçisi kim olacak? Yapılan bütün bu zulümlerden sonra sakın kimse 'peygamber şefaatçi olacak' demesin. Peygamber, bu kadar hadisi boşuna söylemedi, Kur'an boşuna inmedi, Ehlibeyt boşuna imam olmadı. Yapılanlar konusunda hiç kimse için sığınacak bahane bırakılmadı, hüccet herkes için Ehlibeyt tarafından tamamlandı. Ebu Talip'in tek suçu vardır, o da Aliyel Mürteza'nın, Haydar El Kerrar'ın babası olmasıdır. Bu kadar saldırıya uğraması da bundandır.
Hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber'in emrine rağmen salâvatı eksik söyleyeceksin. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: "Benim için şöyle selam söyleyin: Allah'ım, selamın Muhammed ve Ehlibeytine olsun; İbrahim ve İbrahim'in Ehlibeytine olduğu gibi." (Buhari, Sahih c:8 s:245)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) altını çize çize "Bana selam göndereceğiniz zaman Ehlibeytime de selam gönderin; yoksa bu salâvat eksik olur." buyurmasına rağmen yazılan kitaplarda, Peygamberimizin adı zikredildiğinde 's.a.v.' yani 'sallallahü aleyhi ve sellem' ifadesinin geçtiğini, 'va âlihi' ifadesinin yer almadığını görüyoruz. Eğer 'va âlihi' ifadesi geçecekse bu sefer 'va eshabihi ecmain' yani 've tüm sahabelerine' ifadesini de eklenmiş buluruz. Yani salâvat ya eksik ya da fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle yapmakla Ehlibeytin özel konumunun içi boşaltılmaktadır. Sadece Peygamber ve Ehlibeyte has olan şeye herkesin ortak edilmesi masum bir davranış veya iyi niyetle açıklanamaz. Bunda Ehlibeyti inkâr ve yok sayma vardır. Oysa Hz. Muhammed (s.a.a.v.), kendisine selam gönderileceği zaman Ehlibeyti ekleyin demiştir, tüm sahabeleri değil. Çünkü Kur'an'da da açıkça görüldüğü gibi övülen sahabeler de vardır eleştirilenler de. Hatta bazılarından açıkça münafık olarak söz edildiği çokça ayet vardır. Bu sahabeleri Peygamberin yanında zikretmek ve selamda onları Peygamberle eş tutmak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunda ısrarcı olanlara Allah'ı ve Peygamberi hatırlatarak tekrar ediyoruz ki bu hak, Ehlibeytin hakkıdır. Ve şurası unutulmamalıdır ki Ehlibeytin hakkı inkâr edilerek Alevi olunmaz.
Evet, bütün bunlardan sonra hem Ali'yi seviyorum diyeceksin hem de ayet ve hadislere rağmen onun velayetini inkâr edeceksin. Tekrar etmekte fayda vardır, böyle Alevi olunmaz. Alevi olmak daha önce de belirttik; bedel ister, amel ister, laf değil. Sövgü ve lanetleme karşısında Hucr bin Adiy gibi olabilmek ve Ali'nin yolunda onun gibi can vermektir Alevilik. Muaviye'nin yardakçıları "Ali'ye (hâşâ) lanet et" dediklerinde "Vallahi beni parça parça kesseniz de bunu yapmam" diyen ve asla Ali'ye ihanet etmeyen Sayfi (Sayfi b. Fasil eş- Şeybanî) olabilmektir Alevilik. Hayatının bağışlanması karşılığında Ali'ye küfretmesi teklif edildiğinde 'Ne dilerseniz onu yapın; ama bunu benden asla duyamayacaksınız' diyen ve bunun üzerine Muaviye hazretlerinin valisi Ziyad tarafından diri diri toprağa gömülen Abdurrahman bin Hassan El Anezî'nin imanıdır Alevilik. (Yakubî'nin, İbn-i Kesir'in, İbn-i Esir'in tarih kitaplarında bütün bunlar kayıtlıdır. Ama daha kolay ulaşılabilirliği açısından Doçent Doktor Ahmet AĞIRAKÇA'nın Emeviler Döneminde Kıyamlar' adlı eserine bakılabilir. Bu eserin 32-40 arası sayfalarını okuyan hangi insanın yüreği dağlanmaz ve hangi Alevi, önderleriyle gurur duymaz ve Hz. Ali'ye layık olma konusunda kendini sorgulamaz?) Peygamber'in sünneti terk ediliyor diye Muaviye'ye karşı çıktığı için Halife Osman'ın hışmına uğrayıp ailesiyle birlikte Rebeze Çölüne mahkûm edilen ve sürgünde can veren Ebuzer gibi olabilmektir Alevilik. Cemel'de, Sıffıyn'de, Nehrevan'da Ali'nin yolunda ölmektir Alevilik. Ali adının yasaklandığı ve Ali adındaki çocukların yakalanıp öldürüldüğü zamanlarda inadına Ali adını koymaktır Alevilik. Diri diri toprağa gömülmek pahasına Emevilerin ve Abbasilerin sapık halifelerine biat etmemektir Alevilik. Bu biat etmeme yüzünden hem kalemin hem kılıcın hedefi olmak ve en aşağılık insanın bile atmaya utanacağı iftiralara hedef olmaktır Alevilik. Dinin yozlaştırıldığı, Allah'ın nurunun söndürülmeye çalışıldığı dönemlerde İmam Cafer-i Sadık ve diğer Ehlibeyt imamları gibi canla başla buna karşı koymaktır Alevilik. Alevilik, bedel ister, laf değil. Hem Ali'yi seveceksin hem düşmanlarını. Olmaz öyle. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır bir kere. Bu, ayet ve hadislere ters bir kere.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) buyuruyor: "...Ben Ali'denim, Ali bendendir. Ali'yi bilen ve seven beni de bilmiş ve sevmiş olur. Ali'ye eziyet eden Fatıma'ya eziyet etmiş olur. Fatıma'ya eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah'a eziyet etmiş olur." (Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) başka bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Ey Ali! Sen dünyada da ulusun, ahirette de. Seni seven beni sevmiş olur, sana düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur. Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır. Sana düşmanlık edene yazıklar olsun." (Hakim, Müstedrek c:3 s:128 / Kunduzî, Yenabiü'l Mevedde s:205 / Seyyid Mümin, Nuru'l Ebsar s:73)
Mücadele suresinin 22. ayetinde bakın ne buyruluyor: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah'a ve Resulüne başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsa dahi." Şimdi yine sormak gerekiyor, acaba Ehlibeyte yani Peygamber'in tertemiz soyuna bunca zulmü yapanlar, onları katledenler, camilerde onlara küfredenler Peygamber'i üzmüş olmuyor mu? Acaba Peygamber, bu yapılanlardan hoşnut mu kalmıştır? Acaba Peygamber, bütün bunları yapanlara sevgi duyuyor mudur? Aklı başında olan bir insanın evet diyeceğine hiç kimse ihtimal vermez. Yukarıda ayet ve hadislerle bunların açıkça Allah ve Peygamberine başkaldırı niteliği taşıdığı belirtilmiş. Bu davranışlarla Ali'ye, Fatıma'ya, Ehlibeyte eziyet ve zulüm edildiği, dolayısıyla Allah ve Resulüne de eziyet edildiği açıktır. Allah'a ve Resulüne eziyet edenlerin durumu Kur'an'da açıkça belirtilmiş: "Allah ve Resulüne eziyet edenler dünyada lanete, ahrette ise cezaya müstahaktır." (Ahzab: 55. ayet)
Peki, bu kadar açık ve net olan uyarılara rağmen bunları yapanlara neden sevgi duyuluyor? Neden onlara 'radiyallahü anhüm' yani 'Allah onlardan razı olsun' deniyor? Yukarıdaki ayet bir daha okunsun. 'İman eden insanlar, Allah'a ve Resule başkaldıranlara sevgi duymaz.' deniyor. Başkaldırıyı geçelim, Peygamber'in tertemiz soyuna camilerde 1001 ay boyunca sövgüler yapılıyor, Peygamber'in torunları katlediliyor; buna rağmen bunları yapanlara sevgi beslendiği gibi 'Allah onlardan razı olsun' deniyor. Yoksa hep söylenildiği gibi biz mi yanlış anlıyoruz(!)
Mümtehine suresinin birinci ayetinde yüce Allah, şöyle buyurur: "Ey inananlar! Benim düşmanım, sizin de düşmanınızdır. İşte onları sevip dost edinmeyin." Hz. Muhammed (s.a.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkça buyurmamış mı "Ey Ali! Senin dostun Allah'ın dostu, düşmanın da Allah'ın düşmanıdır." diye. İşte bu yüzden Alevilikte Tevella ve Teberra vardır. Tevella Ehlibeytin velayetine girmek ve onların sevenlerini sevmektir. Teberra ise onların düşmanlarından uzaklaşmak ve onlardan beri yani münezzeh olmak, uzaklaşmak demektir.
Bunca ayet ve hadise rağmen Ehlibeyte bu yapılanlar Allah'a ve Allah'ın Resulüne bir baş kaldırı değil mi? Eğer göz kör değilse ve kalplere mühür vurulmamışsa herkesin buna 'Evet, başkaldırıdır.' demesi gerekir. O hâlde yine soruyoruz. Bazı Müslüman kardeşlerimiz, Ehlibeyte zulüm etmekle Allah'a ve Allah'ın Resulüne başkaldırmış olanlara ayet ve hadislere rağmen neden sevgi duyuyor ve onlara 'Allah onlardan razı olsun' diyor?
Birisi Hz. Ali'ye gelip "Ben hem seni hem de falancaları seviyorum." deyince Hz. Ali şöyle buyurur: "Sen şaşısın. Ya gözün açılacak ya da kör olacaksın sonunda." Ehlibeyti dolayısıyla Ali'yi seviyoruz deyip de onlara düşmanlık edenlerden uzaklaşmayanlar şaşıdır. Hz. Ali'nin dediği gibi böyle durumda olanlar, ya gözleri açılıp aydınlanacak ya da kör olup karanlığa gömülecekler.
Son sözümüz de Alevi toplumunun içinde yer alan ama yaşantısıyla, davranışıyla, giyimi ve kuşamıyla Ehlibeyte süs değil de utanç kaynağı olanlara ve uzaktan yakından alakası olmadığı hâlde kendilerine Alevi diyenlere olacaktır. Alevi olan, yaşamında Ehlibeyti örnek alır. Ehlibeyt niçin dünyaya gelmiştir, niçin bu kadar eziyet ve sıkıntıya katlanmıştır? İnsanlara örnek olmak için değil midir? Ehlibeyt imamları; insanlara ihtiyaç duyacakları her şeyi açıklamış, göstermişlerdir. En iyi ve en doğru şekliyle beş vakit namaz kılmış, Ramazan orucunu tutmuş, hac farizasını eda etmiş ve bu konuda insanlara örnek olmuşlardır. O hâlde bize düşen, Ehlibeyte utanç kaynağı olmak değil; onlara ibadetimizle, yaşantımızla, amellerimizle süs olmaktır. İbadetteki eksikliğin ibadetin kendisi inkâr edilmediği sürece belli bir telafisi ve af yolu vardır. Ama farz olan ibadetleri inkâr etmek, insanı helak eder. Bakınız İmam Cafer-i Sadık (a.s.) gerçek Alevileri nasıl tanımlıyor:
"Adamın biri, İmam Sadık'ın (a.s) huzuruna gelir. İmam, ona hangi kabileden olduğunu sorar. Adam: "Sizin sevenleriniz ve dostlarınızdanım." der. İmam, "Allah Teâlâ ancak kendisine veli (dost) olanı sever. Dostu olana da cenneti vacip kılar. İmam: "Hangi sevenlerimizdensin?" diye sorar. Adam susar ve cevap vermez. O sırada Sudeyr Essayrafi, İmam'a: "Sizin sevenleriniz kaç kısımdır?" diye sorar. İmam: "Üç kısımdır" diye buyurur. "Bir kısmı bizi görünüşte sever; ancak gerçekte bizi sevmezler." İkinci grup ise kalpte gizli olarak bizi sever ama açıkta sevmezler. Üçüncü grup bizi gizlide ve açıkta sever. İşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından onlara daha çabuk ulaşır. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teâlâ, onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların sayısı çok azdır. Ama Allah Teâlâ'nın yanında değerleri çok fazladır. Bir kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler.
En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize karşıdır.DİLAN-HALO
Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler. Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur. Onlar barış ve itaat ehlidirler. "
İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. İmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle tanınırlar" buyurdu.
Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, İmam şöyle buyurdu:
"O belirtiler can dostlarımızın sıfatlardır. İlki, onlar tevhit bilgilerini gerektiği gibi bilenlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir." (Tuhafül ukul Bin Şabet El Harrani)
____________________________________________
NOT: AKAD (Alevi Kültürünü Araştırma Derneği) Dergisi, Nisan 2009, Sayı 5'ten alıntı yapılmıştır
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

                                                                                   halo.dilan





                                                                            DİLAN-HALO
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kuran'da Ehl-i Beyt (a.s)

Kur’an-ı Kerim düşünce, kanun ve değerler kaynağıdır... Kur’an, hayat programını düzenlemek ve hayat kanunlarını belirlemek üzere inen ilahî vahiy ve sözlerdir... Her Müslüman, Kur’an’ın belirlediği hayat çizgisinde hareket etmesi, Kur’an’ın getirdiği kanunlarla amel etmesi ve Kur’an’ın gösterdiği yolda yürümesi gerektiğini bilmektedir... Buradan yola çıkarak, bakalım Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt (a.s) hakkında ne demiştir, Ehl-i Beyt (a.s)’dan nasıl söz etmiştir?
Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt (a.s)’dan bahsederken iki üslup kullanmıştır:
1- Onlara özel bir unvan vererek onlardan bahsetmiştir. Tathir Ayeti’nde “Ehl-i Beyt” olarak, Meveddet Ayeti’nde de “Kurba­” (Peygamber’in yakınları) olarak onlardan söz edilmesini buna örnek olarak verebiliriz. Bu konuda birçok ayet nazil olmuş ve Sünnet-i Nebevî o ayetleri açıklamıştır; müfessirler ve raviler de, onları kendi hadis ve tefsir kitaplarında nakletmişlerdir.
2- Onlarla ilgili olaylar ve vakıaları kaydetmiş, onların fazilet ve makamlarını anlatmış, onları övmüş ve ümmeti onlara yöneltmek istemiştir. Bu konularda birçok ayet inmiştir. Bu ayetlerin bazılarında, Mübahele Ayeti (Âl-i İmran, 61) ve İt'am Ayeti'nde (İnsan, 8) olduğu gibi, Ehl-i Beyt (a.s)’den toplu olarak söz edilmiş, bazılarında ise Ehl-i Beyt (a.s)’ın bazı fertlerinden bahsedilmiştir. Örneğin; Maide Sûresi'nin 55. ayeti olan ve “Velâyet Ayeti” diye adlandırılan, “Sizin veliniz, yalnız Allah, O'nun Peygamberi ve iman eden, namaz kılan ve rükû halinde zekât verenlerdir.” ayetinde Hz. Emir'ül-Müminin Ali (a.s)’dan bahsedilmektedir.
Biz burada, bu ayetlerden bir kısmı hakkında biraz durmaya çalışacağız:

Genel Olarak Ehl-i Beyt (a.s) Hakkında Nazil Olan Ayetler

1- Tathir Ayeti

“Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”
(Ahzab Sûresi: 33)
Birçok tefsir ve hadis kitaplarında bu ayet-i kerimedeki “Ehl-i Beyt”ten maksadın, Peygamber’in Ehl-i Byeti ve onların da, “Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s)" olduğu açıklanmıştır.
Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur adlı tefsirinde, Taberanî'nin, Ümmü Seleme'den şöyle tahriç ettiğini bildiriyor: "Peygamber (s.a.a), kızı Fatıma (a.s)'a şöyle buyurdu: “Kocanı ve çocuklarını benim yanıma getir.” O da gidip onları getirdiğinde, Peygamber (s.a.a) Fedek’ten getirilmiş olan abasını onların üzerine attı ve mübarek ellerini onların üzerine koyup şöyle buyurdu: “Allah'ım, bunlar Muhammed’in ailesi ve soyudur, kendi rahmet ve bereketlerini Muhammed’in ehli ve soyunun üzerine indir; nasıl ki İbrahim'in soyuna indirdin. Şüphesiz ki sen, övülensin, yücesin.”
Ümmü Seleme diyor: “Ben de abanın altına girmek ve onlara katılmak istedim ve bunun için abanın bir ucunu kaldırdım. Peygamber (s.a.a) abayı benim elimden çekti ve abanın altına girmeme müsaade etmedi ve şöyle buyurdu: “Sen hayır ve saadet üzeresin.”[1]
Peygamber (s.a.a)'in zevcesi Ümmü Seleme'den nakledilen diğer bir hadiste de şöyle geçer: “Peygamber (s.a.a) Ümmü Seleme’nin evinde bir yatakta yatmıştı ve üzerine de bir Hayber abası örtmüştü. O sırada Fatıma (a.s) biraz yemek getirdi. Peygamber (s.a.a) buyurdu: “(Ey Fatıma!) Kocanı ve çocukların Hasan ve Hüseyin’i benim yanıma çağır.” O da onları çağırdı. Yemeği yedikleri sırada Peygamber (s.a.a)’e şu ayet nazil oldu:
“Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”
Peygamber (s.a.a) üzerindeki abanın fazlasını onların (Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in) üzerine örttü, daha sonra elini abadan çıkarıp göğe kaldırarak şöyle dua etti:
“Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beytim ve bana ait olan kimselerdir; öyleyse her türlü pisliği ve kötülüğü onlardan gider ve onları tertemiz kıl.”
Hz. Peygamber (s.a.a), bu sözü üç defa tekrarladı. Ümmü Seleme diyor: “Bende başımı o örtünün altına soktum ve dedim: “Ya Resulullah! Ben de sizinle miyim?” Peygamber (s.a.a) iki defa buyurdu: “Sen hayır ve saadet üzeresin.”[2]
Hz. Peygamber (s.a.a), devamlı olarak bu ayetin manasını ümmetine açıklıyor ve bu ayette açıklanan nur ve hidayetten ayrı düşmemeleri için sürekli olarak onların dikkatini bu ayete çekiyordu. Örnek olarak şu hadis-i şerifi zikredebiliriz:
Peygamber Ekrem buyuruyor ki:
“Bu ayet (Tathir Ayeti) beş kişinin hakkında nazil olmuştur: Ben, Ali, Fatıma, Hasan, ve Hüseyin...”[3]
Bu ayetin tefsirinde, Ehl-i Beyt (a.s)'dan maksadın kimler olduğu hakkında Aişe'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir:
“Bir gün Peygamber (s.a.a) üzerinde siyah yünden dokunmuş nakışlı bir kumaş olduğu halde dışarı çıktı. O sırada Hasan b. Ali geldi, Peygamber onu o kumaşın altına aldı; sonra Hüseyin geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı; sonra Fatıma geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı; daha sonra da Ali geldi, geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı ve şu ayeti okudu: “Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”
Başka bir rivayette şöyle nakledilmiştir: “Peygamber (s.a.a) sabah namazına giderken Fatıma’nın evinin önünden geçer ve şöyle buyururdu:
“Namaz vaktidir, ey Ehl-i Beyt! Namaz vaktidir... Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister."[4]
Evet, Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt (a.s)'dan bu şekilde bahsetmekte ve onların her çeşit pislikten, günahtan, heva ve hevesten pâk ve temiz olduklarını belirtmektedir. Bunun için, onların amelleri ve şahsiyetleri bütün Müslümanlara örnektir. Kur’an-ı Kerim’in onları bu şekilde tanıtmasından maksat, ümmete onların yüce makam ve değerlerini açıklayarak, ümmetin onlara tabi olmasını, şeriatı kavrayıp, ilahî hükümleri anlmakta onlara başvurmasını sağlamak, görüş farklılıklarında, anlayış ve inanç çelişkilerinde onlara amelî bir ölçü tayin etmektir. Kur’an-ı Kerim'in, birçok ayette bu manayı tekit etmesi, Ehl-i Beyt (a.s)’ın Hz. Peygamber’den sonra Müslümanların rehberi olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in, aylarca devamlı olarak sabah namazlarında Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s)’ın kapısına gelerek onları “Ehl-i Beyt” diye çağırmasının, bu ailenin şahsiyetini tanıtmak, “Tathir Ayeti”ni tefsir etmek, Ehl-i Beyt (a.s)’ın makamını ümmete anlatarak ümmetin dikkatini onlara çekmek ve Ehl-i Beyt'in sevgi, itaat ve velâyetlerini ümmete farz kılmaktan başka bir amacı olamazdı.
Taberanî, Ebu’l-Hamra’dan şöyle rivayet ediyor: “Altı ay Peygamber (s.a.a)’ın, Ali (a.s) ve Fatıma (a.s)’ın kapısına gelip şöyle dediğine şahit oldum:
“Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”[5]
Fahr-i Razî de bu hadisi şöyle naklediyor:
“Ey Peygamber kendi ehlini (aileni) namaza emret ve onun üzerinde sebatla dur.” ayeti nazil olduktan sonra Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s)’ın evine gelip; “Namaz vaktidir, Ey Ehl-i Beyt! “Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.” derdi."
Aynı kitapta, Hammad b. Seleme’nin Ali b. Zeyd’den, onun da Enes’ten rivayet ettiği hadise de yer veriliyor. O hadiste de şöyle deniyor: “Hz. Peygamber (s.a.a), altı ay boyunca namaza gittiği zaman Fatıma (a.s)’ın evinin önünden geçip şöyle buyuruyordu: “Namaz vaktidir, ey Ehl-i Beyt! Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”[6]
Allah-u Teala’nın Hz. Resulullah’a: “(Ey Peygamber!) Ehlini namaza emret...” hitabında bulunduktan sonra, Peygamber’in namaz vakitlerinde bu şekilde davranması, Müslümanlara, Allah’ın kendilerinden her türlü kötülüğü gidererek tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt’in kimler olduğunu ve Hz. Resulullah’ın onlara verdiği has önemi göstermektedir.
Bundan başka, Tathir Ayeti'nin hem manası ve hem de onda kullanılan lafızlar, Ehl-i Beyt'ten maksadın bu beş kişi olduğunu göstermektedir. Zira, tefsir kitaplarında da açıklandığı gibi, eğer Ehl-i Beyt’ten maksat, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hanımları olsaydı, onlara, erkeklerde kullanılan “ankum” ve “yutahhirekum” kelimelerindeki "kum" zamirleri yerine, kadınlarda kullanılan "ankunne" ve "yutahhirekunne" zamirleriyle hitap edilirdi; yani, müennes (kadın) zamiriyle hitap edilirdi. Oysa onlara “ankum” ve “yutahhirekum” kelimelerinde olduğu gibi, müzekker (erkek) zamirleri ile hitap edildiğini görüyoruz. Bu ise, maksadın, Peygamber'in hanımları olmadığını göstermektedir.
Bu ayet-i kerime, gerçeği anlamakta şüpheye düşmemek ve Kur’an-ı Kerim'in hedeflerinden uzaklaşmamak için bize çok geniş ve derin içerikli bir yolu çizerek İslâmî yaşantıda temel gerçeklere dikkatimizi çekiyor ve ümmeti, Ehl-i Beyt temeli ve ekseni etrafında temizlik ve bütün günah ve pisliklerden arınma esası üzerine toplamak istiyor.
Müslümanlar arasında, Ehl-i Beyt’ten başka, Kur’an-ı Kerim'in “mutlak taharet” ve “günah ve kötülüklerden uzak olma” sıfatlarının kendilerinde olduğuna tanıklık ettiği hiç kimse yoktur.

2- Meveddet Ayeti

“(Ey Peygamber! Müslümanlara) De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beytime) sevgidir.”
(Şûra Sûresi: 23)
Hz. Peygamber (s.a.a), bu ayetten kimlerin kastedildiğini ve sevgileri ve itaatleri farz olanların kimler olduğunu Müslümanlara beyan etmiştir.
Tefsir, hadis ve tarih yazarları bu ayetteki “Kurba” (Peygamber'in yakınları) kelimesinden maksadın, “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s)" olduğunu nakletmişlerdir.
Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle yazıyor: “Nakledilmiştir ki, müşrikler bir gün toplanıp kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Acaba Muhammed, yaptıklarından dolayı karşılık olarak bir şey isteyecek mi?” O zaman; "De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beytime) sevgidir.” ayeti nazil oldu.”
Zemahşerî daha sonra sözüne şöyle devam ediyor: “Bu ayet nazil olduğu zaman Peygamber'e: “Ya Resulullah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.a): “Onlar Ali, Fatıma ve iki evlatları Hasan ve Hüseyin'dir." diye buyurdular."[7]
Ahmed b. Hanbel de, Müsned’inde kendi senedi ile Said b. Cübeyr’den, o da İbn-i Abbas’tan (r.a) şöyle naklediyor:
"Meveddet ayeti nazil olduğunuda Peygamber'e: “Ya Resulullah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah: “Onlar Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” diye buyurdu."[8]
Fahr-i Razî, kendi tefsirinde, Keşşaf tefsirinin sahibi Zemahşerî’den “Âl-i Muhammed” hakkındaki görüşünü naklettikten sonra aynen şöyle yazıyor:
“Benim görüşüme göre, “Âl-i Muhammed” Muhammed’in Ehl-i Beyti, Hz. Muhammed ile irtibatı çok yakın olan kimselerdir. Bu irtibat daha kuvvetli ve daha kâmil oldukça yakınlığın ölçüsü de artacaktır. Hiç şüphesiz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in Hz. Peygamber'e olan yakınlıkları, onunla olan irtibatları herkesten daha fazla ve daha kuvvetli idi. Bu, mütevatir olarak nakledilmiş ve ispat olunmuştur. O halde, onların “Âl-i Muhammed” olduğu ortaya çıkıyor.
“Âl” kelimesinin açıklamasında değişik görüşler ortaya atılmıştır. “Âl”dan maksadın “akrabalar” olduğu görüşünü kabul etsek, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in “Âl-i Muhemmed” olduğu açıktır. Bazıları, “Âl”dan maksadın bütün ümmet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüş batıl bir görüştür. Çünkü bu görüş, “Âl” kelimesinin sözcük anlamına tamamen ters düşmenin yanı sıra, ümmetin tümünün “Âl” sayıldıkları için zekat yemelerinin haram olmasını da gerektirir. Oysa bunun doğru olmadığı ortadadır. Dolayısıyla Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in “Âl” kelimesinin kapsamına girdikleri kesindir; oysa onlardan başkalarının bu kelimenin kapsamına girmesinde ihtilaf vardır. Başkalarının “Âl” kelimesinin kapsamına girmesi, gerçekte akılın ve naklin hilafınadır.”
Daha önce de söylediğimiz gibi, Zemahşerî nakletmiştir ki: "Bu ayet (Meveddet Ayeti) nazil olduğunda Peygamber’e: “Ya Resulullah! Muhabbet ve sevgileri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye soruldu. Bunun üzerine Hz. Resulullah: “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” dediler. Dolayısıyla buradan da onları sevmenin farz olduğu ortaya çıkar.
Şunu da eklemek gerekir ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma (a.s)’ı çok seviyor ve şöyle buyuruyordu:
“Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır; onu inciten, rahatsız eden beni incitip rahatsız etmiştir.”
Yine mütevatir olarak Hz. Muhammed (s.a.a)’in Ali, Hasan ve Hüsyin'i çok sevdiği rivayet edilmiştir. Bu sabit olunca Peygamber’in ümmetine de onları sevmek farz olur. Zira Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
“(Ey Peygamber! Müslümanlara) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da siz sevsin...” (Âl-i İmran Sûresi: 31)
"... Ve ona (Peygamber’e) uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’raf Sûresi: 158)
“Onun (Peygamber'in) emrine aykırı hareket edenler, Allah’ın azabından sakınsınlar.” (Nur Sûresi: 63)
“(Ey Müslümanlar!) Andolsun ki, Allah’ın Resulü’nde sizin için uyulacak güzel bir örnek var. (O, sizin için en güzel örnektir.) ...” (Ahzab Sûresi: 21)
Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i sevdiği ve onlara önem verdiği için, Müslümanların da Hz. Peygamber (s.a.a)’e uyarak onları sevmesinin, onlara önem vermesinin farz olduğu anlaşılır.
Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne dua edip salâvat göndermek de, Ehl-i Beyt’in büyük bir makama sahip olduklarını gösterir. Hatta namaz kılarken bile “Teşehhüd”ün sonunda; "Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in Âline salâvat ve rahmet gönder.” şeklinde onlara dua ederek salâvat göndermek farzdır.
Bu büyük tazim ve saygı Ehl-i Beyt’ten başka hiç kimsenin hakkında bulunmamaktadır. Bütün bu zikredilenler, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ni sevmenin farz olduğunu göstermektedir.
İmam Şafiî bir şiirinde şöyle diyor:
“Ey yolcu! Mina kumluğunda biraz dur; seher vakti hacılar Mina’ya akın yaptıklarında, büyük bir ırmak gibi coşup gittiklerinde, Hif’in[9] sakinlerine ve ayaktakilere seslen; onlara de ki: Eğer Muhemmed’in Ehl-i Beyti’ni sevmek rafizilik ise (dini terketmkse), öyleyse bütün insanlar ve cinler tanık olsunlar, ben rafiziyim."[10]
Taberî, İbn-i Abbas’tan naklettiği bir hadiste şöyle diyor:
“Meveddet Ayeti nazil olduğunda Müslümanlar Resulullah’a: “Muhabbeti ve sevgisi bize farz olan akrabaların kimlerdir ya Resulullah?” diye sordular. Resulullah (s.a.a): “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır." diye buyurdular."
Bu hadisi, Ahmd b. Hanbel de, Menakıb adlı kitabında nakletmiştir.[11]
İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Merdeveyh ve Taberanî (Mu’cem-i Kebir’de) İbn-i Abbas'tan şöyle naklediyorlar:
"Meveddet Ayeti nazil olunca Müslümanlar: “Ya Resulullah! Muhabbet ve sevgileri bizlere farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah (s.a.a): “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” diye buyurdular."[12]
Yine Mu’cem-i Kebir adlı kitapta sahih olarak İmam Hasan b. Ali (a.s)'dan nakledilmiştir ki: "Hz. Ali (a.s), bir gün halka hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
“Ben, Allah’ın: “De ki: Tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir.” buyurarak sevgi ve muhabbetlerini taşımayı Müslümanlara farz kıldığı Ehl-i Beyt’tenim.”
Kur’an-ı Kerim, Tathir Ayeti'nde, Ehl-i Beyt’in bütün pislik, kötülük ve günahlardan pak ve temiz olduğunu ispat etmiş, böylece onların ne kadar değerli olduklarını ve İslâm ümmetinin hayatında ne kadar büyük bir role sahip olduklarını açıklamıştır. Bundan dolayı da muhabbet ve sevgileri farz kılınmıştır. Kur’an’ın, onlara sevgi ve muhabbet beslemeyi farz kılmasından maksadı, yalnızca duygusal bir irtibat ve kalbî bir muhabbet değildir. Zira, insanın sadece içinde bulunup, vicdanında yaşayan, ama amellerinde herhangi bir etkisi olmayan muhabbet ve sevginin bir faydası yoktur. Hz. Peygamber (s.a.a)’in yakınlarına gerçek sevgi ve muhabbet, ancak onlara tabi olmak, onların yolunda hareket etmek, onların söz ve amellerine uymak ve onları ümmetin hakikî önderleri ve imamları olarak kabul etmekle olur.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.a)’in, ümmetine: “Ben sizden peygamberlik ve Allah’ın ahkâmını tebliğ etme yolunda çektiğim zhametler ve zorluklara karşılık Ehl-i Beytimi ve yakınlarımı sevmekten başka hiçbir ücret istemiyorum.” demesini emrederken, gerçekte, ümmetin takip edeceği doğru yolu, inançlarını ve şeriatın hükümlerini öğrenmekte kime başvuracaklarını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, bu vesileyle ümmeti Ehl-i Beyt’in yoluna sevk etmek istemiştir.
Eğer Ehl-i Beyt’in yolu, doğru yol olmasaydı ve onlar ümmeti hidayet etmek için yetersiz olsalardı, hiçbir zaman böyle bir ayet nazil olmaz ve Peygamber (s.a.a), zahmetlerinin karşısında, Ehl-i Beytini sevmeyi ümmetinden istemezdi.
Bütün bunlardan şu neticeyi elde ediyoruz: Kur’an’ın bu ayeti, bizim Ehl-i Beyt’in yolunda gidip her şeyde onlara uymamızın gerekli olduğunu bildirmektedir. Zira o büyük insanların pak, tertemiz ve her yönden doğru bir şahsiyete sahip oldukları herkesçe bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim, bu ve bunun gibi ayetlerle, Ehl-i Beyt’in yolunu tutmak ve İslâm’ı onlardan öğrenmek için ümmete güvence vermektedir.
Bu ayet-i kerime ve Hz. Peygamber (s.a.a)’den bu mübarek ayetle ilgili olarak nakledilen hadisler, Ehl-i Beyt’in muhabbetini her Müslümanın kalbine yerleştirmekte ve Müslümanların Ehl-i Beyt hakkında ne şekilde düşünmeleri gerektiğini, onların düşmanlarına ve dostlarına nasıl davranmaları gerektiğini, Ehl-i Beyt’in fıkıh, tefsir, düşünce ve inanç alanındaki açıklamaları, onların dinî ve siyasî önderlikleri karşısında vazifelerinin ne olduğunu açıklamaktadır.

3- Mübahele Ayeti

“(Ey Peygamber!) Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”
(Âl-i İmran Sûresi: 61)
Tarihçiler ve müfessirler, İslâm tarihinde meydana gelen çok önemli bir olayı nakletmişlerdir ki, bu olay, Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyti’nin (Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin) Allah (c.c) katında olan değerlerini ve Müslümanların arasında olan makamlarını açıkça ortaya koymuştur.
“Mübahele” olarak anılan bu olayı tarihçiler, müfessirler ve raviler şöyle nakletmişlerdir:
“Hıristiyan olan Necran kabilesinden bir heyet,[13] Hz. Muhammed (s.a.a)’in yanına gelip onun peygamberliği hakkında bahsedip delil isteyince, Allah-u Teala bu ayet-i kerimeyi nazil ederek Hz. Peygamber'e; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i -Allah’ın selâmı onların üzerine olsun- yanına alıp çöle çıkmasını, Hıristiyanlara da kendi hanım ve çocuklarıyla birlikte çöle çıkmalarını, sonra da Allah’tan yalancıların üzerine lânet ve cezasını indirmesi için dua etmelerini emretti."
Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle yazıyor:
“Hz. Peygamber (s.a.a), Necran Hıristiyanlarını mübahele[14] etmeye çağırdığı zaman dediler ki: “Müsaade edin, dönüp bu konuda biraz düşünelim. Kendi aralarında toplanıp konuştukları zaman, fikir sahipleri olan Akıb'e dönerek: “Ey Mesih'in kulu! Senin görüşün nedir?" diye sordular. O da şöyle dedi: “Ey Hıristiyan Cemaati! Andolsun Allah’a ki, siz Muhammed’in Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ve O'ndan hak bir kitap getirmiş olduğunu biliyorsunuz. Allah’a andolsun ki, peygamberi ile mübahele eden hiçbir ümmetin büyükleri diri kalmamış ve küçükleri de büyümemiştir. Eğer onunla mübahele ederseniz, gerçekten hepimiz helâk oluruz. Bununla beraber yine de kendi dininizin üzerinde kalmak isterseniz, bu şahısla (Muhammed’le) vedalaşın ve kendi diyarınıza dönün." Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ın elinden tutmuş, peşi sıra Hz. Fatıma ve onun peşi sıra da Hz. Ali olduğu halde geldi ve: “Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin.” diye buyurdular.
Necran papazı bu manzarayı görünce, Hıristiyanlara dönerek şöyle dedi:
“Ey Hıristiyan topluluğu! Ben öyle simalar görüyorum ki, Allah bir dağı onların hürmetine yerinden koparmak istese, koparır. Onlarla mübahele etmeyin. Eğer mübahele ederseniz, helâk olursunuz ve kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir Hıristiyan kalmaz. Bunun üzerine Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.a.a)'e dediler ki: “Ey Ebe’l-Kasım! Biz seninle mübahele etmemeye karar verdik; sen kendi dininde kal, biz de kendi dinimizde.”
Hz. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Eğer mübahele etmiyorsanız, öyleyse İslâm dinini kabul edin ve Müslüman olun ki, Müslümanların menfaat ve zararlarına ortak olasınız.” Hıristiyanlar bunu kabul etmeyince, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Öyleyse sizinle savaşacağım.” Onlar şöyle dediler: “Bizim Arap milleti ile savaşmaya gücümüz yoktur. Fakat seninle bir anlaşma yapmaya hazırız. Eğer bizimle savaşmaz, bizi korkutmaz ve bizi kendi dinimizden döndürmezseniz, her yıl size iki bin tane elbise veririz. Bunların yarısını safer ayında ve yarısını da recep ayında veririz. Bundan başka, bir de demirden dokunan otuz adet zırh veririz.” Peygamber (s.a.a) de buna razı oldu ve daha sonra şöyle buyurdu:
“Canım elinde olan Allah’a andolsun ki, Necran ehlinin helâk olma vakti gelip çatmıştı. Eğer onlar mübahele etmiş olsalardı, şüphesiz ki suret değişip maymun ve domuz olacaklardı ve bu sahra onlar için ateşten bir cehenneme dönecekti. Hatta ağaçların üstündeki kuşlar da dahil olmak üzere Necran ehlinin hepsi helâk olacaktı ve bir yıl bile geçmeden bütün Hıristiyanlar yok olup gideceklerdi.”
Zemahşerî, bu olayı naklettikten sonra, Mübahele Ayeti'nin tefsiriyle ilgili olarak Ehl-i Beyt’in büyüklüğü hakkında Aişe’den rivayet ettiği bir hadis ile Ehl-i Beyt’in makamını açıklıyor ve şöyle diyor:
“Allah-u Teala bu ayette, onları 'kendimiz' diye tabir edilen kimseden de önce zikretmiştir ki, onların Allah katındaki özel makamlarını ve yakınlık derecelerini açıkça bildirsin. Bu ayet, 'Ashab-ı Kisa'nın[15] fazilet ve üstünlüğüne en büyük ve en güçlü bir delildir.
Aynı zamanda bu olay, Hz. Resulullah'ın nübüvvetinin doğruluğuna da güzel bir delildir. Zira ister dost olsun, ister düşman, hiçbir şahıs, Hıristiyanların, Hz. Peygamber (s.a.a)'in mübahele isteğini kabul ettiklerini nakletmemiştir."[16]
İman ordusuyla şirk ordusunun karşı karşıya geldiği bu olayda sadece bunların öne çıkması, onların hidayet önderleri, ümmetin seçkinleri, ileri gelenleri ve ümmet içinde duları geri dönmeyen, sözleri yalanlanmayan en temiz ve en kutsal kişiler olduklarını göstermektedir.
İşte buradan şunu anlıyoruz: Ehl-i Beyt’ten gelen fikirler, hükümler, hadisler, tefsirler ve hidayetler, tertemiz bir kaynaktan sadır olduğu için hak ve güvenilirdir; sözleri, amelleri ve yollarının doğruluğunda hiçbir kuşku bulunmayan şahıslar, onlardır.
Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt ile İslâm düşmanlarına meydan okuyup, lânet ve azabın, onlardan yüz çeviren düşmanların üzerine kılınmasını istemiştir. Eğer Ehl-i Beyt (a.s)'ın sözleri, amelleri ve yollarının doğruluğu kesin olmasaydı, hiçbir zaman Allah-u Teala böyle bir şeref ve makamı onlara vermezdi ve Kur’an-ı Kerim onlardan bu şekilde söz etmezdi.
Ehl-i Sünnet'in büyük müfessirlerinden Fahr-i Razî de, Tefsir-i Kebir adlı eserinde Zemahşerî'nin naklettiği rivayeti aynen nakletmiş ve söz konusu ayetin tefsirinde Zemahşerî’nin sözlerine katılarak şunu da eklemiştir: “Bil ki, bu hadisin doğru olduğuna tefsir ve hadis ehli ittifak ve icma etmişlerdir.”[17]
Merhum Allame Tabatabaî, Tefsir'ul-Mizan'da, Peygamber (s.a.a)’in, Allah Teala’nın emriyle Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına alarak düşmanlarla mübahele etmek istediğini söyledikten sonra aynen şunları yazıyor:
“Hadis alimlerinin hepsi, bu rivayeti nakletmiş ve kabul etmişlerdir. Sahih-i Müslim, Sahih-i Tirmizî ve diğer meşhur hadis yazarları da, onu kendi kitaplarında kaydetmişlerdir. Tarihçiler de, bu olayı onaylamışlardır. Mufessirler de, bu olayı hiçbir şüphe ve itiraz etmeden kendi tefsirlerinde anlatmışlardır. Bunlar arasında Taberî, Ebu'l-Fida, İbn-i Kesir, Suyutî ve diğerleri gibi hadis ve tarih alanında meşhur olan alimler de yer alırlar."
Görüldüğü üzere, müfessirler bu şekilde Ehl-i Beyt'in kimler olduğu ve onları sevmenin ümmete farz olduğu hakkında icma etmişlerdir.
Böylece, daha önce zikredilen iki ayette Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den ibaret olan Ehl-i Beyt’in pak ve tertemiz olduklarını ve bundan dolayı da sevgilerinin herkese farz olduğunu bildiriliyor; bu ayette de Hz. Resulullah (s.a.a)'a, onlar vasıtasıyla düşmanlarla mübahele etmesi emredilerek onların yüce ve mukaddes makamları beyan ediliyor. Eğer Ehl-i Beyt’in Allah yanında seçkin ve özel bir yeri olmasaydı, Yüce Allah asla Peygamber’ine, onlarla Allah’ın düşmanlarıyla mübahele etmesini ve onları vasıta kılarak azap ve lânetin yalancıların üzerine nazil olmasını istemesini emretmezdi.
Bu ayette dakik edebî incelikler de vardır ki, onlara da dikkat etmek gerekir. Mesela; ayet-i kerimede “çocuklarımız, kadınlarımız ve kendilerimiz” denilerek Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) Hz. Peygamber'e izafe edilmiştir.
Eğer bu olay pratikte gerçekleşmez ve Hz. Peygamber (s.a.a) amelî olarak isimlerini zikrettiğimiz o mukaddes zatlarla mübaheleye çıkmasaydı, bu sözlerle başka şahısların akla gelmesi mümkündü. Mesela; “kadınlarımız” kelimesiyle Hz. Fatıma (a.s) ve Peygamber (s.a.a)'in diğer kızları ve “kendilerimiz” kelimesiyle de yalnızca Peygamber (s.a.a)’in kendisi anlaşılabilirdi. Ancak Peygamber-i Ekrem’in başkalarını değil de bu dört şahsiyeti mübahele için kendisiyle götürmesi, bize şunu bildirmektedir: Bu ümmetin kadınlarının en seçkini ve onların örneği, Hz. Fatıma (a.s)’dır ve ümmetin evlatlarının en seçkini, Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin (a.s)'dir ve Kur’an-ı Kerim onları Peygamber’in evlatları olarak kabul etmiştir. “Kendilerimiz” kelimesiyle de Kur’an-ı Kerim, Hz. Ali'yi Peygamber'in kendi canı sayılacak bir makama sahip olduğunu açıklamıştır.

4- Salâvat (Salât) Ayeti

“Şüphe yok ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât (rahmet) ederler. Ey inananlar, siz de ona salât edin ve tam teslimiyetle ona selâm verin.”
(Ahzap Sûresi: 56)
Daha önce zikrettiğimiz ayetler, Ehl-i Beyt (a.s)’ın pak ve tertemiz olduğunu, onları sevmenin farz olduğunu ve onların Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti olduğunu açıklamıştır. Kur’an müfessirleri de, Hz. Peygamber'in hadislerinden faydalanarak Ehl-i Beyt (a.s)'ın kimler olduğunu isimleriyle belirlemiş, onların “Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hasan (a.s), Hz. Hüseyin (a.s)" olduklarını açıklığa kavuşturmuşlardır.
Bu ayet ise, Hz. Peygamber (s.a.a)'e ve Ehl-i Beyti (a.s)'a salât ve selâm göndermeyi emrediyor ve bunu yalnızca onlara mahsus kılıyor, onlardan başkalarına değil. Böylece ümmetin, onların rehberlik liyakatlerini kavrayabilmeleri için, onların makam ve değerlerini çok ince ve zarif bir şekilde ortaya koyuyor.
Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir'inde bu mübarek ayetin tefsiriyle ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.a)’den şu hadisi nakeldiyor: “Hz. Peygamber (s.a.a)'den: “Ya Resulallah! Sana ne şekilde salâvat getirelim?” diye soruldu. Hazret, bana şöyle salâvat getirin buyurdu: “Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne salât (rahmet) et, nasıl ki İbrahim’e ve İbrahim’in Ehl-i Beyt’ine salât ettin; Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine bereket ver, nasıl ki İbrahim’e ve İbrahim’in Ehl-i Beyt’ine bereket verdin. Şüphesiz, sen beğenilmişsin, yücesin.”
Fahr-i Razî, bu hadisi nakletmeden önce söz konusu ayeti tefsir ederken şunları söylüyor:
“Bu ayet, Şafiî’nin sözüne delildir; zira emir farza delalet eder. O halde Hz. Peygamber (s.a.a)’e salâvat getirmek farzdır. Teşehhüdün dışında salâvat getirmenin farz olmadığına göre, Şafiî’nin de dediği gibi teşehhütte salâvat getirmek farzdır."[18]
Daha sonra şöyle devam ediyor:
“Eğer "Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlarsa, artık bizim salâvat getirmemize ne gerek var?” diye sorulursa, deriz ki: “Hz. Peygamber'e salâvat getirmek, onun salâvata ihtiyacı olduğu için değildir. Yoksa Allah’ın salâtından sonra meleklerin salâvatına da ihtiyacı kalmazdı. Salâvat, Peygamber'e karşı bizden taraf bir tazim ve saygıdır. Bu vesile ile sevap kazanabiliyoruz. İşte bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.a) buyuruyor: “Kim bana bir defa salâvat getirirse, Allah da ona on defa salât eder.”
Suyutî de, ed-Dürü’ül-Mensur adlı tefsirinde şöyle yazıyor:
“Abdurrezzak, İbn-i Ebî Şeybe, Ahmed, Abd b. Hamid, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-i Mace ve İbn-i Merdeveyh, Ka’b bin Umre’den şöyle nakletmişlerdir: “Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber'e: “Ya Resulallah! Sana selâm vermenin usulünü öğrendik, bize sana salâvat getirmenin şeklini de öğretir misin?” diye arzetti. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “De ki: Allah’ım, Muhammed'e ve Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne salât (rahmet) et, nasıl ki İbrahim'e ve İbrahim'in soyuna salât ettin. Gerçekten sen övgü ve izzet sahibisin.”
Suyutî, bu rivayetten başka on sekiz hadis daha nakletmiştir ki hepsi, Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin de salâvatlarda o Hazretle birlikte zikredilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu hadisleri, muhaddisler, İbn-i Abbas, Talha, Ebu Said Hudrî, Ebu Hureyre, Ebu Mes’ud Ensarî, İbn-i Mes’ud, Ka’b bin Umre ve Ali (a.s) gibi sahabilerden nakletmişlerdir.
Aynı kaynakta yine şöyle deniliyor:
“Ahmed ve Tirmizî, Hasan b. Ali (a.s)’dan nakletmişler ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Cimri, benim ismim yanında anıldığı zaman, bana salâvat getirmeyen kimsedir.”[19]
Bunlardan başka İslâm fakihleri, namazın teşehhüdünde Muhammed’e ve onun Âli’ne (Ehl-i Beyti’ne) salâvat getirmeyi ve Peygamber'in isminin yanında Ehl-i Beyti’nin de isminin anılmasını farz bilmişlerdir.[20]
Bu ayetin mana ve tefsiri üzerinde düşünen herkes, bu hükmün, yani salâtın farz edilmesinin, Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti’ne ta’zim ve saygıyı ifade ettiğini anlar. O Ehl-i Beyt ki, Allah onlardan bütün kötülükleri uzaklaştırarak onları tertemiz kılmıştır ki, ümmet onlara uyup, onların yolundan hareket ederek fitne ve ihtilaflardan korunabilsin.
Evet; kendilerine salâvat getirmeden namazın sahih olmayacağı bu yüce zatlar, ümmetin imamlarıdırlar. Eğer onların yolu doğru yol olmasaydı, onlara uymak hata olsaydı, söz ve amelleri sağlam olmasaydı, Allah-u Tebarek ve Teala, asla Müslümanlara, onları sevmeyi ve her namazda onlara salâvat getirmeyi emretmezdi. Her gün beş vakit farz namazlarda, Peygamber (s.a.a.)'in yanında Ehl-i Beyt (a.s)'a da salâvat getirmenin farz olması, kıyamet gününe kadar Müslümanların dikkatini Ehl-i Beyt (a.s)’ın Allah'ın indindeki yüce makamlarına çekmek ve onlara uymanın, onların yolunda hareket etmenin gerekliliğini anlatmak için değil de ne içindir?!

5- İnsan (Dehr) Sûresi

"Şüphesiz ki iyiler, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler. Bir kaynak ki, Allah’ın kulları ondan içerler ve onu fışkırtarak akıtırlar. Onlar, adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendi canları çektiği halde, yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah rızası için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür. Biz, asık suratlı, sert bir günden dolayı Rabbimizden korkuyoruz.” Böylece Allah, onları o günün şerrinden korumuş ve onları bir parlaklığa ve bir sevince kavuşturmuştur. Sabretmelerine karşılık da, onları cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerine yaslanmış olarak bulunurlar. Ne yakıcı bir sıcak görürler orada, ne de dondurucu bir soğuk. (Cennet ağaçlarının) Gölgeleri üzerlerine sarkmış ve (meyvelerinin) devşirilmesi kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış. Çevrelerinde gümüşten kaplar ve billûr kupalar dolaştırılır. Gümüşten billûrlar ki, belli bir ölçüde belirlemişlerdir onları. Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir. Oradaki bir pınardan ki, "Selsebil" olarak adlandırılır. Çevrelerinde ölümsüz gençler dolaşır durur. Onları gördüğünde, saçılmış inciler sanırsın. Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Üzerlerinde ipekten ince ve kalın yeşil elbiseler vardır; gümüşten bileziklerle de bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir içki içirmiştir. Bu, sizin için bir mükâfattır ve gayretiniz karşılığını bulmuştur."
(İnsan Sûresi: 5-22)
Hiç kuşkusuz, bu ayetlerde cennet ile müjdelenen Ehl-i Beyt’tir. Onlara uyan ve onların yolunda hareket eden kimseler de onlarla birlikte mahşur olur.
Zemahşerî, bu ayetlerin tefsirinde şöyle diyor:
“İbn-i Abbas (r.a) nakletmiştir: “Bir gün Hasan ve Hüseyin hasta olmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) ashaptan bir grup ile birlikte onları görmeye gittiler. Bu ziyaret esnasında: “Ey Ebe'l-Hasan, çocuklarının şifası için bir adak ada." buyurdular. Ali (a.s), Fatıma (a.s) ve hizmetçileri Fizze, her üçü, "Hasan ve Hüseyin (a.s) şifa bulurlarsa, üç gün oruç tutacağız." diye nezrettiler. Hasan ve Hüseyin (a.s) şifa buldular. Fakat o günlerde evlerinde yiyecek herhangi bir şey yoktu. Ali (a.s), Şem’un isimli bir Yahudiden üç sa' miktarında arpa borç aldı. Hz. Fatıma (a.s) onun bir sa'ını öğütüp kendi sayılarınca beş adet ekmek pişirdi. Onları iftar vakti yemek için önlerine koydukları sırada, bir dilenci kapının önünde durup şöyle seslendi: “Selâm olsun size Ey Muhammed’in Ehl-i Beyt'i! Ben bir fakirim; bana yiyecek verin, Allah size cennet sofralarından yedirsin." Bunun üzerine, hepsi fedakârlık edip ekmeklerini dilenciye verdiler ve kendileri suyla iftar edip o geceyi öylece sabahladılar. Ertesi gün yine oruç tuttular. Akşam vakti sofra başına oturup iftar edecekleri sırada, bu sefer bir yetim kapıya gelip yiyecek istedi. Onlar da ekmeklerini ona verdiler ve o gün de aç kaldılar. Üçüncü gün iftar vakti bir esir  gelip yiyecek istedi. Onlar da iftarlıklarını ona verdiler. Ertesi gün Hz. Ali (a.s), Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın ellerinden tutup Hz. Peygamber (s.a.a)'in huzuruna geldiler. Hz. Peygamber, onları açlıktan titrer halde görünce şöyle buyurdu: “Sizi bu halde görmek bana çok ağır geliyor.” Daha sonra onlarla beraber Fatıma (a.s)'ın evine geldiler. Hz. Peygamber kızı Fatıma (a.s)'ı mihrabında açlıktan karnı vücuduna yapışmış ve gözleri çukurlaşmış bir halde gördü. Bu manzara, Peygamber'i çok üzdü. Bu sırada Cebrail (a.s) nazil oldu ve: “Ey Muhammed! Allah böyle Ehl-i Beyt'ten dolayı seni müjdeliyor.” dedi ve İnsan Sûresini Peygamber (s.a.a)’e okudu."[21]
Bu husustaki hadislerin ifadelerinde biraz değişiklik olmasına rağmen hepsi, bu ayetlerin, Ali (a.s), Fatıma (a.s) Hasan (a.s) ve Hüseyin (a.s)'ın hakkında nazil olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Ehl-i Beyt İmamlarından da bu hususta birçok hadis nakledilmiştir.
Bu ayetler, Ehl-i Beyt (a.s)'ın, Allah’ın “ebrar=iyiler" olarak nitelendirdiği kulları olduğunu bildirmekte ve onları cennetle müjdelemektedir.

Özel Olarak Hz. Ali (a.s) Hakkında İnen Ayetler

Çocukluk zamanından Hz. Peygamber (s.a.a)'in evinde ve onun gözetimi ve eğitimi altında büyüyüp gelişen, onun ahlakıyla ahlaklanan, daha on yaşındayken Peygamber'e iman ederek onu tasdik eden, ona uyan, daha sonralar da Bedir, Uhud, Huneyn, Ahzap, Hayber, Zat'us-Selasil ve İslâm ordusunun zafere ulaştığı bütün savaşlarda onun kahraman askeri ve yiğit kumandanı olan Hz. İmam Ali (a.s) hakkında Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet nazil olmuştur.
Kur’an ayetlerinin nazil olma sebepleriyle iligili bir araştırma yaparsak, tüm Ehl-i Beyt (a.s) hakkında inen ayetlerin dışında, özel olarak Müminlerin Emiri Hz. İmam Ali (a.s) hakkında, kendisinin faziletlerinden bahseden birçok ayetin inmiş olduğunu göreceğiz. Bu ayetleri şöyle tasnif etmek mümkündür:
a) Cesareti, kahramanlığı ve Allah yolunda fedakârlığıyla ilgili ayetler.
b) Düşmanların zulüm ve alaylarına karşı sabrını, direncini anlatan ayetler.
c) Takvası, ameli, başkalarına iyilik ve ihsanı ve müminler üzerindeki velâyetinden söz eden ayetler.
Biz bu ayetlerden bazılarını örnek olarak zikredeceğiz:

1- Velâyet Ayeti

“Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılarken rüku halinde zekat veren müminlerdir. Kim Allah’ı, O'nun Resulü'nü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, hiç şüphesiz, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır."
(Maide Sûresi: 55-56)
Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle diyor:
“Bu ayet Ali -kerremellahu vecheh- hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali namazda, rüku halindeyken bir dilenci ondan yardım istemiş, o da küçük parmağında olan yüzüğünü ona vermiştir. Açıktır ki, namaz halinde yüzüğü parmağından çıkarıp vermesi, namazına zarar verecek derecede çok bir işi gerektirmemektedir. Eğer birisi; "Bu ayette zamir çoğul olarak kullanılmıştır. O halde, bu ayet nasıl yalnızca Hz. Ali’ye mahsus olabilir?" derse, cevabında deriz ki: “Bu ayetin tek bir kişinin hakkında nazil olmasına rağmen ondaki zamirin çoğul olarak kullanılması, başkalarını da bu gibi amellere teşvik etmek, fakirlere yardım etme ve ihsanda bulunma konusunda müminlerde rağbet oluşturmak içindir.”[22]
Vahidî de, Esbab'ün-Nüzul adlı kitabında, bu ayetin nazil olma sebebini şöyle açıklıyor: “Bu ayetin sonu, Ali b. Ebî Talip (a.s) hakkındadır. Zira o, namazının rükuunda yüzüğünü fakire bağışlamıştır.”[23]
Bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğu, diğer birçok tefsir ve hadis kitabında da zikredilmiştir. Biz, sözün çok fazla uzamaması için onların hepsini nakletmekten vazgeçtik.

2- Tebliğ Ayeti

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirilen emri insanlara ilet. Eğer yapmazsan, O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur..."[24]
(Maide Sûresi: 67)
"Tebliğ Ayeti" diye bilinen bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.a), son haccı olan Veda Haccı'ndan  Medine’ye döndüğü zaman, zilhicce ayının on sekizinci günü Gadir-i Hum'da nazil oldu.[25] Peygamber (s.a.a),  Cuhfe'ye[26] vardıklarında “Gadir-i Hum” denilen yerde durdular[27] ve geride kalanlar kendilerine ulaşıncaya, önde gidenler de geriye dönünceye kadar orada beklediler.[28] Ashabını oradaki ağaçların altında dağınık bir şekilde oturmaktan nehyettiler ve bazılarını da o ağaçların altındaki dikenleri temizlemeye gönderdiler.[29] Daha sonra halkı namaz kılmaya davet ederek şiddetli sıcağın altında öğle namazını kıldılar. Sonra ayağa kalkıp hutbe okuyarak Allah’a hamd ve sena ettikten ve halka vaaz ve nasihatte bulunduktan sonra şöyle buyurdular:
“Benim Allah tarafından davet edilip de icabet etme zamanın yaklaşmıştır. Şüphesiz ki, ben de sorumluyum, siz de sorumlusunuzdur. Öyleyse şimdi siz ne diyorsunuz?”
Müslümanlar şöyle dediler: “Biz şahadet ediyoruz ki, sen Allah’ın emirlerini ve İslâm’ın hükümlerini insanlara tebliğ ettin; nasihat ve öğütte bulundun. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.”
Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Siz, Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şahadet ediyor musunuz?"
“Bütün bunlara şahadet ediyoruz." dediler.
Hz. Peygamber (s.a.a.): “Allah'ım, sen şahit ol.” buyurdular ve: “Acaba (benim söylediklerimi) iştiyor musunuz?” diye sordular.
“Evet işitiyoruz.” dediler.
O zaman şöyle buyurdular:
“Ey insanlar! Ben sizden önce (Kevser Havuzu başında) hazır olacağım ve siz havuz başında benim yanıma geleceksiniz. O havuzun genişliği, Busra[30] ile San’a arası kadardır. O havuzda, gökteki yıldızlar kadar gümüş kadehler vardır. Orada, ben iki değerli ve kıymetli emanetim hakkında sizi sorguya çekeceğim. O halde onlara karşı benden sonra nasıl davranacağınıza dikkat edin."
Birisi: “Ya Resulullah! O iki değerli emanetin nedir?” diye sordu.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Onlardan biri, Allah’ın kitabı Kur’an’dır ki, onun bir ucu Allah’ın elinde, bir ucu da sizin elinizdedir; ona sarılın ve ondan asla ayrılmayın. Diğeri de, benim öz akrabalarımdan olan Ehl-i Beytimdir. Latif ve Habir olan Allah bana bildirmiştir ki, o ikisi havuzun başında bana ulaşıncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklar. Ben de Rabbimden onlar için bunu istedim. Öyleyse ey insanlar, onlardan öne geçmeyin, yoksa helâk olursunuz; onlardan geri de kalmayın, yoksa yine helâk olursunuz; onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın; çünkü onlar sizden çok daha bilgilidirler."[31]
Sonra şöyle buyurdular:
“Acaba benim müminlere karşı onların kendilerinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?”
“Evet, biliyoruz ya Resulullah!” dediler.
Daha sonra şöyle buyurdular:
“Acaba benim her mümine karşı kendisinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz veya buna tanıklık etmiyor musunuz?”
“Evet, buna tanıklık ediyoruz ya Resulullah!”[32]
Sonra Ali b. Ebî Talib'in (a.s) elinden tutup yukarıya kaldırdı. Öyle ki her ikisinin koltuk altlarının beyazlığı göründü.[33] Sonra şöyle buyurdular:
“Ey insanlar! Allah benim mevlâmdır, ben de sizin mevlânızım[34] ve ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol,[35] ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak,[36] onu seveni sev, ona buğzedene buğzet."[37]
Sonra şöyle buyurdular: "Allah'ım, şahit ol!"[38]
Hz. Peygamber (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s) henüz birbirlerinden ayrılmamışlardı ki, Allah (c.c) tarafından şu ayet nazil oldu:
“Bugün dininizi size kâmil ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım ve İslâm’ı size din olarak beğendim."
(Maide Suersi: 3)
Bunun [RS1] üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:
"Allahu Ekber! Dini kâmil ettiği, nimeti tamamladığı, benim peygamberliğime ve Ali’nin velâyet ve imametine razı olduğu için Allah'ı ulularım.”[39]
Yüce Allah'ın kendilerinden her türlü pisliği giderdiği bu temiz soyun yüceliği, büyüklüğü ve üstün makamlarından bahseden birçok ayet daha vardır ki, onların hepsine değinmek sözün uzamasına yol açar. Bu yüzden bu ayetleri geniş bir şekilde incelemek isteyenler tefsir, menakıb, hadis ve tarih kitaplarına müracaat edebilirler.
Biz burada, yine özel olarak Hz. Ali (a.s)'ın hakkında inen ayetlerden birkaçına daha işaret etmekle yetiniyoruz:
1- “(Ey Peygamber!) Sen ancak bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderi vardır.”
(Ra’d Sûresi: 7)
Şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) elini göğsüne koyup şöyle buyurdu: “Benim vazifem uyarıp korkutmaktır, ve her kavmin bir hidayet önderi vardır.” Sora Hz. Ali (a.s)’a işaret ederek şöyle buyurdu: “Hidayet önderi sensin ya Ali! Benden sonra hidayet arayanlar seninle hidayeti bulacaklar.”[40]
Bu hadisi Taberî, Fahr-i Razî  ve Suyutî kendi tefsirlerinde nakletmişlerdir.
2- “İman etmiş olan (mümin) kimse, yoldan çıkmış olan (fasık) kimse gibi olur mu hiç? Elbette bir olmazlar.”
(Secde Sûresi: 18)
Bu ayeti tefsir edenler, “mümin"den maksat, Hz. Ali (a.s); “fasık”tan maksat ise Velid b. Ukbe’dir, demişlerdir. [41]
3- "Acaba Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan, onu yine ondan bir şahit izleyen (...) kimse mi (yalanlanacak)?"
(Hûd Sûresi: 17)
Ayette zikredilen “Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan" kimse, Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a); "onu izleyen şahit" ise Hz. Ali (a.s)'dır.[42]
4- “... şüphesiz ki Allah onun (Peygamber'in) dostudur, Cebrail ve müminlerin salihi de...”
(Tahrim Sûresi: 4)
Müfessirler ve hadis alimlerine göre bu ayyetteki “müminlerin salihi” olarak zikredilen kimse, Hz. Ali b. Ebî Talip (a.s)'dır.[43]
5- “Belleyip kavrayan kulak da onu bellesin.”
(Hakka Sûresi: 12)
Hz. Peygamber (s.a.a), bu ayeti okuduğunda Hz. Ali (a.s)’a bakarak şöyle buyurdu: “Allah’tan istedim ki bu belleyip kavrayan kulak senin kulağın olsun.” Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: "(Ondan sonra) Hz. Peygamber (s.a.a)'den duyduğum hiçbir şeyi unutmadım.”
Bu hadisi Taberî kendi tefsirinde, Zemahşerî Keşşaf’ta, Suyutî ed-Dürr'ül-Mensur’da bu ayetin tefsirinde zikretmişlerdir. Hadis aşağıdaki kitaplarda da nakledilmiştir.[44]
Vahidî, Esbab'ün-Nüzul adlı kitabında Bureyd’den şöyle bir hadis naklediyor:
“Hz. Resulullah, Hz. Ali’ye hitap ederek şöyle dedi: “Allah-u Teala, seni kendime yaklaştırıp asla uzaklaştırmamamı ve sana öğretmemi emretmiştir. Senin de belleyip kavraman gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, Allah senin  belleyip kavramanı sağlayacaktır.” İşte o zaman “Belleyip kavrayan kulak da onu bellesin.” ayeti nazil oldu.”
6- “Şüphe yok ki Rahman, iman edenler ve iyi işlerde bulunanlara karşı (gönüllerde) bir sevgi bırakacaktır.”
(Meryem Sûresi: 96)
Hz. Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)'a buyurdu: “Ya Ali, de ki: Allah'ım, benim için kendi katında bir ahit kıl ve müminlerin kalbinde bana karşı bir sevgi bırak.”
Bu hadis Zemahşerî Keşşaf'ta, Suyutî ed-Dürr'ül-Mensur'da mezkur ayetin tefsirinde nakletmişlerdir. Aynı hadis aşağıdaki kitaplarda da nakledilmiştir.[45]
7- “İman edenler ve iyi işlerde bulunanlarsa, işte onlardır yaratılmışların en hayırlıları.” (Beyyine Sûresi: 7)
Hz. Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a şöyle buyurdu: “Ya Ali! Ayette sözü edilen kişiler, sen ve senin Şiilerindir."
Hadis, Taberî Tefsiri’nde nakledilmiştir. Suyutî de bu hadisi ed-Dürr'ül-Mensur'da çeşitli senetlerle naklettikten sonra şunları ekliyor: “Ne zaman Ali (a.s) gelse, Hz. Peygamber (s.a.a)’in ashabı; “İnsanların en hayırlısı geldi.” diyorlardı."
Aynı hadis, es-Savaik'ul-Muhrika, s. 96 ve Nur'ul-Ebsar, s. 70 ve 101’de de nakledilmiştir.
8- “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden gibi mi saydınız?...”
(Tevbe Sûresi: 19)
Hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı onarma işiyle uğraşanlardan maksat, Abbas ve Talha’dır. İman edenden maksat ise, Hz. Ali (a.s)'dır.[46]
Bu konuda başka ayetler de vardır. Ama biz sözün uzamaması için bu kadarıyla yetiniyoruz.




[1]- Tirmizî, "Menakıb-ı Ehl-i Beyt" adlı eserinde (c. 2, s. 308) Ömer b. Ebî Seleme'den şöyle naklediyor: “Tathir Ayeti, Ümmü Seleme’nin evinde nazil olduğunda Peygamber (s.a.a); Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Ali'yi çağırarak onların üzerine bir aba örttü ve şöyle buyurdu: “Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beytimdir; onlardan her çeşit pisliği ve kötülüğü gider ve onları tertemiz kıl.” O sırada Ümmü Seleme; “Ya Resulallah! Ben de onlarla birlikte miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen kendi mevkine sahipsin ve hayır üzeresin.”
[2]- Bu hadis, Gayet'ül-Meram'da Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'den üç senet ile Ümmü Seleme’den nakledilmiştir. Aynı hadis, Salebî Tefsiri'nden de nakledilmiştir. Salebî Tefsiri'nde, İbn-i Merdeveyh ve Hatib’in de, aynı hadisi az bir ifade değişikliğiyle, Ebu Said-i Hudrî'den naklettikleri geçer. Bkz. Allame Tabatabaî, el-Mizan Tefsiri, Tathir Ayetinin tefsiri.
[3]- Bu hadisi İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatem ve Taberanî, Ebu Said-i Hudrî’den nakletmişlerdir. Aynı hadisi “Gayet'ul-Meram” Salebî Tefsiri'nden naklederek şöyle diyor: “Bu hadisi Tirmizî kendi “Sünen”inde nakletmiş ve onun sahih bir hadis olduğunu vurgulamıştır. Yine bu hadisi İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Hakim de doğrulamış, İbn-i Merdeveyh ve Beyhakî de kendi "Sünen"lerinde bu hadisi Ümmü Seleme’den nakletmişlerdir. Bkz. el-Mizan Tefsiri.
[4]- Bu hadisi İbn-i Merdeveyh, İbn-i Ebî Şeybe’den, Ahmed b. Hanbel’den ve Tirmizî’den nakletmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. Taberanî’den ve Hakim’den de naklederek onların bu hadisi sahih saydıklarını kaydetmiştir. İbn-i Merdeveyh, aynı hadisi Enes’ten de nakletmiştir. Bkz. Allame Tabatabaî, el-Mizan Tefsiri, Tathir Ayetinin tefsiri.
[5]- Cami’ul-Usul, c. 9, s. 156. Bu hadisi Sahih-i Tirmizî ve Enes b. Malik’ten şöyle naklediyor: “Tathir Ayeti nazil olduğunda, Peygamber (s.a.a) ne zaman namaza gitmek isteseydi, Fatıma (a.s)’ın kapısının önünde durur ve şöyle seslenirdi: “Namaz vaktidir, ey Ehl-i Beyt! Allah yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülüğü ve pisliği gidermek istiyor.”
[6]- Fazl-u Âl’ül-Beyt, s. 21, Takıyyuddin Ahmed b. Ali Mukrizî.
[7]- Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri.
[8]- Gayet’ul-Meram, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri.
[9]- Hîf, Mekke’de Ebu Kubeys dağının arkasında yer alan Cebel-i Esved’deki bir beyaz noktanın adıdır. Mukaddes Hîf Mescidi’nin ismi de buradan alınmıştır.
[10]- Tefsiri-i Kebir, Fahr-i Razî, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri.
[11]- Muhibbuddin Taberî, Zehair’ul-Ukba Fî Menakıb-ı Zevi’l-Kurba, s. 25.
[12]- Bu hadis aşağıdaki kaynaklarda biraz farkla nakledilmiştir: Suyutî, İhya’ül-Meyt Bi Fezail-i Ehl’il-Beyt, s. 8; Suyutî, ed-Dürr’ül-Mensur, c. 6, s. 7; Taberanî, el-Mu’cem’ül-Kebir, Müsned-i İmam Hasan, c. 1, s. 125; Heysemî, Mecma’üz-Zevaid, c. 9, s. 168; Taberî, Zehair’ul-Ukba, s. 25; İbn-i Sabbağ Malikî, el-Füsul’ül-Mühimme, s. 29; Kurtubî, el-Camiu Li Ahkam’il-Kur’an, c. 16, s. 21-22.
[13]- Necran Hıristiyanlarının heyeti üç kişiden oluşmuştu. Bunlardan biri, “Âkıb” lakabını taşıyan “Abdulmesih” idi ki bu zat heyetin başkanı idi. Diğeri, “Seyyid” vasfını taşıyan “Eyhem”; üçüncüsü ise “Ebu Hatem b. Alkame” isimli papazdı. İbn-i Sabbağ Malikî, el-Füsul’ül-Mühimme, Mukaddime.
[14] - Zemahşerî, Tefsirinde şöyle diyor: “Mübahele” kelimesi “Behele” maddesinden olup lügatta “lânet etmek” manasına gelmektedir. Daha sonra bu kelimeyi “her çeşit dua etmek” manasında da kullanmışlardır; lânet ve beddua olmasa bile.
[15]- “Ashab-ı Kisa” Hz. Peygamberin (s.a.a) abasının altında bir araya gelen ve haklarında Tathir Ayeti nazil olan kimselere denmektedir ve onlar, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Bu ayetin açıklaması daha önce geçmişti.
[16]- Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, Al-i İmran Sûresi, 61. ayet.
[17]- Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir, Al-i İmran Sûresi, 61. ayet (Mübahele Ayeti).
[18]- Ayet-i kerimedeki “Peygamber’e salâvat getirin” emrine işaret ediliyor. “Usul-ü Fıkıh” bilginleri, emrin farza delâlet edip etmediği hususunda şunları söylüyorlar: “Kur’an’da ve hadislerde kullanılan emirler, müstehabba delâlet ettiğine dair bir delil olmadığı takdirde, emrolunan şeyin farz olduğunu ifade ederler.”
[19]- Allame Tabatabaî, el-Mizan Tefsiri.
[20]- Şia’nın büyük fakihlerinden ve Hicrî 7. yüzyılın büyük şahsiyetlerinden olan Muhakkık Hillî (r.a), “Şerail’ul-İslâm” adlı kitabında, namazın farzlarını saydığında şöyle diyor: “Namazın farzlarından yedincisi, “Teşehhüd”dür. Teşehhüd okumak iki rekatlı namazlarda bir defa, üç ve dört rekatlı namazlarda ise iki defa farzdır. Eğer bile bile teşehhüdü okumazsa, namazı batıl olur. Teşehhüdde de beş şey farzdır: Teşehhüdü okuyacak kadar oturmak, Allah’ın birliğine ve Peygamber’in risaletine tanıklık etmek ve Peygamber’e ve Peygamber’in Ehl-i Betine salâvat getirmek.” Bkz. Şerail’ul-İslâm, c. 1, kitab-ı salât.
[21]- Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, İnsan Sûresi’nin tefsiri. Aynı hadisi Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir’inde Keşşaf’tan ve Vahidî’den nakletmiştir. Tabersî de bu hadisi “Mecma’ul-Beyan” adlı tefsirinde nakletmiştir.
[22]- Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, Maide Sûresi, 55 ve 56. ayetlerin tefsiri.
[23]- Vahidî, Esbab-ı Nüzul, Maide Sûresi, 55. ayet.
[24]- Hakim Heskani “Şevahid-üt Tenzil” adlı kitabında (c.1,s.190 Beyrut baskısı, Hicri – Kamir 1393) Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle rivayet edilmiştir. “Ben Gadir-i Hum günü, kendi kulağımla duydum ki Hz. Peygamber (s.a.a) (Ya eyyüherresul belliğ...) ayetinin okuduktan sonra iki elini koltuklarının altının beyazlığı görünecek şekilde yukarı kaldırdı ve şöyle buyurdu: ayetinin okuduktan sonra iki elini koltuklarının altının beyazlığı görünecek
“(Ey halk) bilin ki, ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun Mevlâsıdır...” Yine Vahidi, Esbab-ı Nüzul” kitabına; (s.135) ve Suyuti “Ed Dürr-ul Mensur” adlı kitabında, (c.2, s.198) Ebi Said-el Hudri’den şöyle nakletmişlerdir:
“Ya Eyyüherresul b o elliğ ma unzile...” ayeti Ali b. Ebu Talip (a.s) hakkında nazil luştur.)
[25] -Mecma-üz Zevaid c.9, s.163-165;  (Şevahid-üt Tenzil, Hakim Haskani c.1, s.192-193)
[26] bu bölge Medine, Mısır. Ve Şam yollarının bir birinden ayrıldığı yerdi (Mecma-ül Büldan kitabı “Cuhfe” maddesi).
[27] -Mecma-üz Zevaid c.9, s.163- 165, ibn-i kesir, s.5, s.109-713
[28] - İbn-i kesir tarihi, c.5, s.213
[29] (Mecma-üz- Zevaid, İbn-i Kesir tarihinin de ibaresi bu ibareye yakındır. (c.5, s.209)
[30] (Şam veya Bağdat yakınlarında bir kasaba)
[31] -(Mecma-üz Zevaid. Bu hadisin bazı ölümleri Hakim’in Müstedrek’inde (c.3, s.109-110) ve İbn-i Kesir’in tarihinde (c.5, s.209) nakledilmiştir.) 
[32] (Musned-i Ahmed c.4, s.281-368-370), İbn-i Kesir (c.5, s.204-212).
[33] (Meusned-i Ahmed c.1, s.118-119, Sünen-i İbn-i Mace c.1, s.43 hadis 116, İbn-i Kesir, c.5, s.109.
[34] (Şevahid-ut Tenzil, Hakim Haskani, c.1, s.191, İbn-i Kesir, c.5, s.209)
[35] (Musned-i Ahmed c.1, s.118-119, c.4, s.281, 370, 372, 373, c.5, s.347, İbn-i Kesir tarihi c.5, s.204, 201, 213) İbn-i Kesir, Tarih'inde şunu da eklemiştir: “Ben Zeyd’e dedim ki, acaba sen kendin bunu Peygamberden işittin mi? “Zeyd” cevabında dedi ki: “O ağaçların altında olan herkes, Peygamberi o halde gördü ve o sözleri kendi kulağı ile işitti. “Sonra İb-ni Kesir sözlerine şöyle devam ediyor: “Şeyhimiz Ebu Abdullah Zehebi “Bu sahih bir hadistir” dedi.
[36] (Musned-i Ahmed c.1, s.118-119, Mecma-üz Zevaid, c.1, s.193, İbn-i Kesir tarihi, c.5, s.210-211).
[37]- Şevahid-üt Tenzil, c.1, s.210-211.
[39]-Hakim Haskani Şevahid-ut Tenzil de, c.1, s.157-158. Bunu Ebu Said Hudri’den nakletmiştir. Ve s. 158’de Ebu Hreyre’den rivayet etmiştir. Aynı rivayet İbn-i Kesir, c.5, s.214 de özet bir şekilde nakletmiştir.
[40] -Müstedrek-i Sahihayn c.3, s.129, Kenz-ül Ummal c.6, s.157.
[41]-Bunu ibn-i Cerir Taber tefsirinde; Suyuti, Ed Durr-ül Mensur’da Keşşaf’ta Zemahşerî, Vahidi Esbab-ı Nuzul s.263’de, nakletmiş ve yine bu hadis Tarih-i Bağdad ve Erriyaz-un Nezire’de zikredilmiştir.
[42] (Kenz’ül- Ummal c.1, s.251, Suyuti “Ed Dur’ül Mensur” da, Fahri Razi “tefsir-i Kebirinde bu ayeti yukarıdaki şekilde tefsir etmişlerdir.)
[43]- Suyuti “Ed Durrül- Mensur’da bu ayetin tefsirinde, Kenz-ül Ummal c.1, s.237, Feth-ul Bari c.13, s.27, Mecmeuz- Zevaid c.9, s.18-94 de bu konuyla ilgili hadis mevcuttur.)
[44]- Mecma-uz Zevaid, c.9, s.131, Kenz-ül Ummal, c.6, s.408,
[45] - Mecma-uz Zevaid c.9, s.125, Er Riyazun Nezire, c.2, s.207, Es Sevaik-ul Muhrika, s.102.
[46]- Esbab-ı Nüzul, Vahidi, s.182, Taberi, Fahr-i Razi ve Suyuti’de bunu kendi tefsirlerin de keydetmişlerdir.


------------------------
-------------------dilane halo---------------------------------------------------------------------




Şeyh Safi (I.Safi)

Dünyada büyük bir Kızılbaş devletinin kurulmasına neden olan değil Tekkesi’nin kurucu pirlerinden olan Şeyh Safi Sah İsmail’in atasıdır. Kısa adı Şeyh Safi olarak güncelleşen ve uzun adıyla Ebul Safıyyıiddin İshakı Erdebili olarak Türk toplumunda izleri silinmeyen bu Horasan Ereni. Anadolu’nun dışında Iran’ın Erdebil kentinde tekkesini kurmuş ve bu tekke Erdebil Tekkesi adıyla Türk ve Alevi düşüncesinin yayılmasına gelişmesine katkı sağlamıştır. Kuşaklar değiştikçe gelişen ilerleyen toplumlara öncülük yapan ve büyük bir devlete dönüşen. bu tekkenin kurucusu Şeyh Safi 1252’dedoğmuştur.
Bakımlıyız.Com - Şeyh Safi (I.Safi) Çoğu kaynak Şeyh Safı’nin Sünni olduğunu öne sürmekte olsa daasil Alevi düşüncesinin büyük bir kaynağını oluşturan bu ocağın Halvetiye ve Kalenderiye tarikatlarını birleştirerek Safaviye veya Erdebiliye adlarıyla bilinen büyük tekkenin ortaya çıkmasında ve evlatlarını da da bu doğrultuda yetiştirmiştir. Onu Sünni birisi olarak göstermek için bu ocağın geçmişinde ve yaşamında herhangi bir ipucu bulmak olası değildir. Bu tür değerlendirmeler her pir için yapılmaktadır.
Erdebil Tekkesi’ni kuran Şeyh Safayeddin ceddini ondokuzuncu göbekten yedinci İmam Kazım Musa’ya ulaştırır bu soyu soylu biçimde devam ettirmiştir. Hatta kendisine şerif soyundan diyenlere büyük Şeyh şu yanıtı vermiştir: “Bizde Seyitlik var fakat Alevi yahut şerif olduğumuzu (yani İmam Hüseyin yahut Hasan soyuna mensup bulunduğumuzu) sormadım” demektedir.
Çeşitli araştırmacılar Şeyh Safi’nin kimliği konusunda kendi taraflarına çekmek için büyük umar harcamaktadır. Özellikle İranlı araştırmacılar bu büyük dedeyi Fars kökenli göstermekte olup bazı araştırmacılar ise onun Kürt kökenli olduğunu söylemekteler.Şeyh Safi’nin Firuz Şah torunlarından olduğunu ardından Güney Arabistan’dan Azerbaycan’a göçtüğü ve Kürt kökenli olduğu yönünde bilgileri de verilmektedir. Biz bu Alevi büyüğünün kimliğini Kürt Türk Fars ya da Arap olmasını değil pirin doğup büyüdüğü Erdebil kentinde kurduğu büyük üniversitesinin (tekkenin) yetiştirdiği öğrencilerinin (dervişlerin) Anadolu ve Türk topraklarında devamlı faaliyet gösterdikleri Alevi kültürünün oluşumunda katkı sağladığı yanıyla ilgilenmekteyiz.
Şeyh Safiyiddin Erdebili Moğollar’ın bulunduğu bölgede kendisine inananlar gün geçtikçe çoğalmaya ve ünü ise uzak bölgelere yayılmaya başladıkça Moğol yönetiminden gerekli ilgiyi de görmüştür. 1334 tarihinde Şeyhin ölümüyle birlikte Erdebil’i1 postuna oğullarından sırasıyla Şadraldin (posta oturma süresi 1334-1393 torunu Hoca Ali (posta oturma süresi 1392-1429) Hoca Ali’nin Erdebil postunda oturmasıyla bu tekken in yaşamında okulunun bilimsel olarak Aleviliğin’ bütünlüğüne ve Alevi felsefesinin Anadolu Aleviliği ile aynı paralelde gitmesine neden olmuştur. Çünkü Hoca Ali Hacı Bektaş Veli dergahıyla ilişkilerine önem vermiş sürekli iletişim kurarak Hacı Bektaş felsefesini Erdebil’e taşımıştır. Hatta Timur’un Anadolu’da Osmanlı Devleti’ne yaptığı o büyük saldırı sonucunda Yıldırım Beyazıt’ı yenmesiyle birlikte Anadolu’da yaşayan Tekke Hamit ve Karaman Türkmenlerinden Alevileri tutsak yaparak yanında götürmesi ve Hoca Ali’nin bu Türkmenleri bağışlatıp yanında bırakması sonucu Türkmen nüfusunun ve Anadolu Alevi bilincinin de buralara Anadolu dışına taşınmasına neden olmuş ve bu sonuç gelecekte Şah İsmail’in büyük bir devlet kurmasının temellerini oluşturmuştur. Hacı Bektaş öğrencilerinin Erdebil Tekkesi’nin çehresini değiştiren bu topluluğu daha doğrusu bu dervişler birer Alevi misyoneri olarak Erdebil Tekkesi’nde bir Kızılbaş devletinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Hoca Ali’den sonra Erdebil Tekkesi’ne oğlu İbrahim oturmuştur. (Süresi : 1429-1447)
Bu dönemler içerisinde Erdebil’in adı Orta Asya içlerine ve Anadolu’ya kadar yayılmış Osmanlı padişahlarına her yıl buradan değerli hediyeler gönderilmiştir. Osmanlı padişahlarının payitahtı bu dönemlerde Bursa idi. Ve Osmanlı devlet yapısı Alevi- Kızılbaş bilincine ters olmayıp halen kuruluşunda büyük emeği geçen Alevi Horasan Erenleri nin izleri silinmemişti.
Poştnişinliğin babadan oğula geçme geleneği Erdebil’de kurumlaşması Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyd’le birlikte tekke siyasi bir hüviyete bürünerek gelecekteki devletin temellerini sağlamlaştırdı. Şeyh Cüneyd’in posta oturma süresi 1449-1456 gibi yedi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Şeyh Cüneyd Aleviliği tamamıyla kurumlaştırma yolunda Anadolu’dan büyük destek görmüş Hacı Bektaş düşüncelerine büyü önem vermiştir. Anadolu ile ilişkilerini sıkı bir biçimde geliştirmiş buradaki tekkeler ile sürekli iletişim halinde bulunarak okullar arası birliğin fikir birliğinin gelişmesine neden olmuş kopukluğu gidermiştir.
Şeyh Cüneyt taraftarlığının günden güne çoğalmasıyla ve gelecekte siyasi bir çizgi izlemesi sonucu bu ülkeden sürgün edilmiş ve yedi yıllık sürede Anadolu‘da Karamanoğulları ile Osmanlı topraklarında bulunmuş faaliyetlerini buralarda sürdürmüştür. Anadolu’da kendi görüşleri doğrultusunda bir beylik oluşturmak istemesi bunu başaramaması hatta Trabzon’da Rum devletini ortadan kaldırarak kendine bir devlet yaratmak isteme düşüncesi de gerçekleşememiştir.
Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlenerek bu ülkede serbestçe dolaşma ve siyasi örgütlenmeyi geleceğe yönelik oluşturmuştur. 1460 tarihinde Gürcülere karşı 12.000 kişilik müridiyle büyük bir baskın düzenlemiş olmasına karşın başarılı olamamış ve bu tarihte ölmüştür. Daha sonra Uzun Hasan’ın kız kardeşinden doğan oğlu Şeyh Haydar Erdebil postunun sahibi olmuştur. Şeyh Haydar da babası gibi yine bir devlet kurma ve gücünü artırmak amacıyla dayısı Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek arkasına büyük bir siyasi güç katmıştır.
Şeyh Haydar müritlerine 12 dilimli kızıl bir taç giydirerek onların her yerde belli olmalarını sağlamış ve taraftarlarına da Kızılbaş adını vermiştir. Babasının öcünü almak için askerlerini toplamasıyla birlikte Şirvan hükümdarına savaş açmış ve bu savaşta başarılı olmadan ölmüştür. 9 Temmuz 1488 ve ardından 17 Temmuz 1488 tarihinde ise Safavi Kızılbaş Devleti’ni kuracak olan Şeyh Haydar’ın oğlu Şah İsmail dünyaya gelmiştir. ‘Şeyh Haydar’ın müritleri onun yeni doğan oğlu İsmail’i kaçırmış onun öldürülmesini engelleyerek tam bir Anadolu Türk Kızılbaşı gibi yetiştirmişler ve babası Şeyh Haydar’ın ideallerini gerçekleştirecek durumda bir devlet kurma gücünü elde etmişlerdir.
Şah İsmail de bütün dedeleri gibi aynı davayı takip etmiş çok genç yaşta Erdebil postunun sahibi olmuştur. Babasının müritleri İsmail’i en güzel biçimde yetiştirmişler gözünü budaktan esirgemez yaptığı her şeyi bilinciyle yapar durumdadır İsmail. 12 yaşlarındadır. Bu yaşta bütün müritlerine hükmetmesini sözünü dinletmesini onları yönlendirmesini kısa sürede kavramıştır.
Bu yaşta Glan’dan ayrılıp dedelerinin kurmuş olduğu Erdebil Tekkesine hareket etti. Buranın valisi İsmail ve adamlarını Erdebil’e sokmak istemedi. İsmail Hazar kıyısında Ercuvan denilen yerde adamlarıyla birlikte kışı geçirdi. Yıl 1500. Amacı Anadolu’ya geçmekti. Adamlarına haber göndererek Erzincan’da buluşmalarını söyledi. Bütün Anadolu kısa sürede Erzincan’a akın etmişti adeta.
Şeyh Safi tekkesinin Anadolu üzerindeki etkisi böyleydi. Burada toplanan çeşitli boydan Türkmenler doğru Şirvan’a hareket ettiler. Şirvan Şahı’nı bu inançlı topluluk kısa sürede ortadan’ kaldırdı. Dur durmak bilmeyen İsmail taraftarları kısa sürede önlerine gelen orduları yenerek Erdebil topraklarına hakim oldular. Bu 12 dilimli Kızılbaş ordusu 1501 tarihinde yeni bir devletin oluşumunu tamamlayarak bu Kızılbaş devletine atasının adı olan Safi’den dolayı Safavi Devleti adını koydu İsmail. Kendisi de Şeyhlikten Şahlık koltuğuna oturdu.
Erdebil postunun sahibi olan Şah İsmail küçük bir tekkeden büyük bir devlet çıkmasının noktasını koyarken kendisi Aleviliğin adet erkanının gelenek ve göreneklerini Hacı Bektaş ve tüm Horasan Erenlerinin felsefesine sadık kalarak yerine getiriyor ve yeni kurallar koyuyordu. Aynı zamanda da bir hükümdardı. Bu hükümdarlığın başkenti Tebriz’di. Kızılbaşlık bu tarihten sonra toplumsal bilinçten siyasal bilince ulaşarak kocaman bir devlet oluyordu. hem de Oşmanlı Türk devleti Farsça ve Arapça’yı resmi dil olarak yürütürken ‘Şeyh Safi’den gelip Şah İsmail’le noktalanan Safavi Türk-Kızılbaş devletinin resmi dili ve konuşma dili tümüyle arı Terkçeydi.
Biz konumuz gereği yeniden Şeyh Safi’nin yaşamına dönelim.1252’de Erdebil’de ölen Şeyh Safiyiddin ailenin yedi çocuğundan beşincisidir. İlk eğitimini Erdebil’de görmüş küçük yaşlarda eğitime büyük ilgi duymuştur. Erdebil’de bilgilerinin yetersizliğini görünce Şiraz’a gitti. Orada bulunan en büyük tasavvuf hocalarından ders aldı. Şeyh Rüknettin Beyzavi ve Amr Abdullah gibi dervişlerden ders alma fırsatını buldu. Ardından Hazar kıyısında yerleşik olan Şeyh Zahid’e gitti. Bu şeyhin adını ve ününü bildiği için oralarda dört yıl kadar Şeyhi aradı. Bulunca da bu şeyhle birlikte 25 yılını geçirdi. Şeyh ölünce onun postuna oturdu. Bu yaşa gelinceye kadar tasavvuf bilgisini geliştirdi Bilgi ve ‘yetenekleri kısa sürede çevresine yayıldı. Yayıldıkça da müritleri çevresinde büyü kalabalıklar oluşturmaya başladı. Gerek İlhanlı (Moğol) hanı Olcaytu gerek bölgenin diğer hükümdarları onun ünü karşısında bu büyük ilgi duymaya başlamışlardı. Moğol veziri Reşidüddin’in kendi Şeyh Safiyittin’in yakın müritlerindendi. Zaman zaman Şeyhinin tekkesine bol armağan1ar ve şarap gönderiyordu. Tekkenin gelirlerinin büyük bir bölümünü bu vezir sağlıyordu. Erdebil Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Safi zamanının büyük bir bölümünü kendi müritleri arasında geçirmekteydi. 1335 tarihinde ölümü sonucu yerine Erdebil postuna oğlu Sadreddin Musa babasının büyük bir türbesinin yapımını on yıl gibi bir sürede tamamlayarak bugüne ulaşan görkemli bir şaheser yaratmıştır.
“Baba ordularının dağılışından sonra Anadolu ‘da tutunan Türkmen oymaklarından ve şeyhlerinden başta Şah İsmail’in büyük ceddi Şeyh Safi dahi bir takım şeyhler ve dervişlerle Kıpçak ve çevresine irşat için gitmişlerdir.”2
Şeyh Safıyittin Erdebili çalışmaları ile tasavvuf düşüncesi ve Aleviliğinin gelişmesinde büyük katkılar sağlamıştır. Bu katkıları sağlarken de kendisi gibi büyük ün yapan bir çoğu Anadolu topraklarında bulunan çağdaşı Horasan Erenleri’yle de iletişimi kesmemiş o birlikte hareket ederek bilgi alışverişinde bulunmuştur. Onun yarattığı bir küçük tekke Aleviliğin bir mabeti olarak ününü günümüze taşımıştır. Ancak gerek Osmanlı devlet yapısı gerekse Cumhuriyet tarih anlayışı ne yazık ki bu kocaman Türk’ devletini görmezlikten gelmektedir.
Aleviliğin kaynaklarından bir kısmını oluşturan şüphesiz ki Şeyh Safi Buyruğu adıyla bulunan bu yapıttır. Şeyh Safi tarafından hazırlanan Aleviliğin inançsal sistemlerine ilişkin bu görüşler 13. yüzyıla aittir.
Anadolu Erenleri adıyla bilinen pirlerin birçok eserlerinin olduğu r gerçektir. Ancak bugün gün yüzüne çıkartılabilenler çok azdır. Aleviliğin yazılı kaynakları ortadan kaldırılmıştır. Bu eserlerin uzun araştırmalar sonucu gün yüzüne çıkartılarak Alevilik tarihine ışık tutacağını umuyorum.
ŞEYH SAFİ BUYRUĞU’NDAN*
Bir talib bir kimse ile musahip olsalar gerektir ki mürşitlerin buyruğunca yola gidip birbirleri arasında baş ve canlarını esirgemeyeler.Eğer esirgerlerse musahipliğe layık değildirler. Musahip şudur ki yola gide Erenlerin izini izleye mürşidin razılığını gözleye. Ve de bir kişinin musahibi yoldan çıksa onu bırakıp yolda olanla yola gitmesi uygundur üstat nutkundan böyle buyurmuştur.Musahip olanlar birbirinin derdiyle dertlenmeli ilgilenmelidir.
Musahip olanlar hem -dert gerektir.
Garimin görünce kalmaya cana.”
Musahibin musahibden dalda (gizli) yeri olsa musahip değildir; mürşitlerin kavli böyledir. Böyle olan musahibin yolu murtad (yoldan erkandan çıkmıştır. Böyleleri ne pir ne murebbi ne de musahib olurlar talibi eğitemezler yolsuz ve erkansızdırlar. Şurası iyi bilinmelidir ki:
Eğer bir kimse MUHAMMED-ALİ kavliyle özünü bir kamil mürebbiye ve musahibe bağlayıp yola gitmese o kişinin yediği ve içtiği tümüyle haramdır.
Mürşid-i kamil şudur ki:
Talibin ayinesini (gönlünü) silip temizleye ve pırıl pırıl eyleye; her ne sorunu varsa yol içinde (Buyruğa erkana uygun olarak) çözümleye terbiye (eğitim) ile onu Hakk’a (ve gerçeğe) eriştire; talibe matlubunu (dilediğini gerçekler yolunda istediği şeyleri (bilgileri) göstere; yeteneği varsa talibi dostuna eriştire; gönlündeki muradını ve dileğini hasıl ede...
Ve eğer bu dediğimiz gibi olmazsa Hakk’a talib olup yola gelmezse dünyada ve Ahrette yüzü karadır Erenler zümresinden değildir mahşer gününde On iki imam efendilerimizin huzurunda mahcup (utanmış hacil) olur ve hakkın cidarını görmekten. mahrum kalır.
Hazret-i Emir-el-Mü’mümin ve İmam-ül-Müttektn Esedtullah-ül Galib Ali b. Ebü Talib Kerrem-Allahü veche buyurur ki:
“Her bir kişide yedi kal’a vardır. Her bir kal’a dört kat hisar burcuyla çevrilidir ve
on iki burcu vardır hepsi EDEB üzerinedir. Eğer o burçlara iblis (şeytan) girerse elbette gönül tahtında oturursa o kişi cehennem ateşine müstahak ölür. Çok sakınmak gerek bu edepiere sahip çıkmalı iblise uymamalıdır.”
Bunun için erenlerin edeb ve erknını biz bu kitabın (Buyruğun) içinde yazdık ki erenler muhib olan talibler okuyup gereğince amel edeler ve her okudukça bu zaifi hayır duadan unutmayalar. Bir kişinin ömrü Nuh Peygamberin ömrü kadar olsa bu menakıbı Şerif’i yazıp tamam edemezler. Çünkü Evliya Menakıbı’nın sonu ve batın ilmini nihayeti yoktur. Bu denli olduğu da taliblere ancak bir irşad içindir. Her şeyhe ve halifeye ve Pir’e lazım olan şudur ki:
Cuma geceleri geldikte çırağını uyarıp gücü yettiği kadar Allah rızası için ve Muahammet Ali ve On iki imam ve On dört masum paklar ve geçmiş pirler ve beş kademler ruhu için atası ve anasının canı için yemek yedire ve yemekten sonra cemaat dağılmadan bu evliya’nın buyruğu okuna talibler ve muhibler dinleyeler güçleri yettiğince edebinden ve erknından öğrenip amel edeler. Kişi bilmediğini öğrenmek gerektir. Fakat erkan erenleri bu kutsal Buyruk Kitabı’nı her önüne gelenin yanında okumayalar ve rastgele kişilere vermeyeler göstermeyeler yalnızca Erenlere muhib olanların yanında okuyalar.
Hz. İmam Hasan efendimiz buyurur ki;
Dört şey kişiyi saklar dört türlü şeyden korur:
Birincisi evli olmak yani şeriat evine girmektir ki fesat işlerden (ahlak bozukluğundan) saklar; ikincisi cömertlik yapmak ki iki cihanın iffetlerinden saklar; üçüncüsü güvenilirlik ki hıyanetten saklar; dördüncüsü haram (günah) olan şeylerden sakınma ki bütün belalardan saklar.
Ve İmam Hüseyin efendimiz buyurur ki;
Dört şeyi terk etmek insani güvenli kılar:
Birincisi hışım (kızgınlık hiddet); ikincisi gazap; üçüncüsü ucüb (kibir kendini beğenmişlik); dördüncüsü tembellik.
Ve mam Zeynel-Abidin efendimiz buyurur ki;
Dört şey insanı çeşitli hastalıklardan korur:
Birincisi az yemek; ikincisi az konuşmak; üçüncüsü az uyumak; dördüncüsü kimsenin gönlünü yıkmamak.
Ve İmam Muhammed Bakır efendimiz buyurmuştur ki;
Dört şey insanı dünyada ve Ahrette aşağılık (hor) eder:
Birincisi acı söz söylemek; ikincisi yaranız huy; üçüncüsü halkın gıybetini (arkasından söz söyleme) yapmak; dördüncüsü yüzü sert (katı hiddetli) olmak.
Ve İmanı Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki;
Dört şey olgunluğun belirtisidir:
Birincisi dostlara mürüvvet (yiğitlik insanlık) göstermek; ikincisi düşmanlar ile budara kılmak (için ve düşmanlığı gizleyip görünüşte dostluk göstermek); üçüncüsü gazap (kızgınlık) zamanında sabır göstermek; dördüncüsü acı söze tahammül etmek.
İmam Musa Kazım efendimiz buyurur ki; dört şeyin sonu tehlikelidir:
Birincisi başıboşluk ki sonu maskaralıktır; ikincisi şunu bunu azarlamak ki sonu pişmanlıktır; üçüncüsü büyüklenmek ki sonu utanmaktır; dördüncüsü tembellik ki sonu horluk (aşağılanmak)tır ki meyvesi güvenli olmaktır; üçüncüsü cömertliktir ki meyvası ululuktur; dördüncüsü şükürdür ki meyvesi zenginliktir.
İmam Muhammed Taki efendimiz buyurur ki;
Dört şeyden dört şey meydana gelir: .21
Birincisi dilenmekten aşağılık doğar; ikincisi şımarıklık (hafiflik)ten ayrılık doğar; üçüncüsü işin sonunu düşünmemekten rezillik doğar; dördüncüsü ulular ve beyler ile düşmanlıkta inat etmekten helak olma doğar.
İmam Aliyyün-Naki efendimiz buyurur ki;
Dört şey iyi Adettir:
Kanaat müşavere (danışma) kızgınlık zamanında öfkesini yenmek herhangi hayırlı bir hizmet karşısına çıktığında yapmak.
İmam Hasan Askeri efendimiz buyurur ki;
Dört şeyi geri döndürmek olmaz:
Birincisi söylenmiş söz; ikincisi başa gelen kazA; üçüncüsü atılmış ok; dördüncüsü geçen ömür.
İmam Muhammed Mehdi efendimiz buyurur ki;
Dört şey mutsuzluk belirtisidir:
Birincisi suali reddetmek; ikincisi dünyaya tapmak; üçüncüsü cahiller ile Konuk Defteri etmek; dördüncüsü Ailesini ve yakınlarını hoş tutmamak.
Hz. Selman-ı Farisi buyurur ki;
Dört şeyin bekası (sürekliliği) olmaz:
Zalim padişahın ikiyüzlü sevgilinin muhabbeti haram mal kazanmak dönen devran ve geçici zaman.
Hasan-ı Basri hazretleri buyurur ki; Dört şeyyücelik verir:
Dünya yüceliği mal ile; Ahret yüceliği amel ve ilim ile; hoca katında kavlile; insanların yüceliği cemalullah kemalullah ve cennet yüceliği yetenek ile bulunur.
Hz. İmam Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki; Cehennem halkının belirtisi dört türlü şeydir:
Birincisi yüzü ekşi ola; ikincisi dili acı ola; üçüncüsü gönlü katı ola; dördüncüsü cimri ola.
Dört şey ise cennet halkının belirtisidir:
Birincisi güler yüzlü olmak; ikincisi tatlı dilli olmak; üçüncüsü yumuşak gönüllü olmak; dördüncüsü cömert olmak.
Ve Hz. İmam Ali buyurur ki;
Dört Kitab’da dört nesne vardır. Her kim onun hükmünü yerine getirse dünyada ve Ahirette kurtuluşa erer. Tevrat’ta yazar ki: “Her kim kanaat ederse ganimet bulur.”’ Ve Zebur’da yazar ki: “Çok konuşmayan kurtuldu.” Ve Incil’de yazar ki: “Her kim bir tarafa çekilip yalnızlığı seçerse esenlik bulur.” Ve Kur’dn-ı Mecid”de buyurur ki:
“Her kim Allah Taala hazretlerine tevekkül eder sığınırsa bütün dileklerine erişir.”
Ve Şeyh Cüneyd-i Bağdadi buyur ki;
Dört nesne insanın kurtuluşuna sebeptir:
Birincisi’ Hak Taa1a’nın farizasını (buyruklarını) yerine getirmek; ikincisi Resulullah’ın yoluna uymak; üçüncüsü atanın ve ananın gönlünü hoş tutmak; dördüncüsü halka şefkat göstermek.
Ve yine dört nesne insana bağıştır:
Allah tarafından devranı (yaşamı) iyi olmak;’ kardeşleri şefkatli olmak; ömrü hoşluk (mutluluk) içinde geçmek; münasip (güzel) bir makamda bulunmak.
Ve Ebu Ali Sina der ki; ‘
Dört şey insanı velayete (evliyalığa) eriştirir:
Birincisi sık saklamak; ikincisi malını Hak yolunda harcamak; üçüncüsü sözünde durmak; dördüncüsü kulluğunun gereğini (ibadetini) yapmak.
Ve de Hallac-ı Mansur der ki;’
Hakkı bilmeğe dört nesne sebep olur:
Birincisi açlık; ikincisi halvette (yalnız olarak bir köşeye çekilip ibadet etmek Hak ile gizli konuşmada) bulunmak; üçüncüsü uykusuzluk; dördüncüsü az konuşmak.
Ve İbrahim Ethem Hazretleri buyurur ki;
Dört yerde dört uzvu korumak gerektir:
Birincisi büyükler katında elini; ikincisi bilginler katında dilini; üçüncüsü namahremler katında gözünü; dördüncüsü veliler (Tanrı dostu erenler) katında gönlünü.
Ve Nuh Peygamber hazretleri buyurur ki;
Dört nesne vardır ki her kim Adet edinse azaba düşer:
Birincisi haset; ikincisi büyüklenmek; üçüncüsü hırs; dördüncüsü cimrilik.
Ve Battal Gazi der ki; Dört nesnenin sonu yaramazdır:
Birincisi bir padişah ki adaletli davranmaya; ikincisi bir dost bir dostundan incine; üçüncüsü bir yaramaz kişi ile musahip oluna; dördüncüsü seviyorum diyenlerin sevgisine güvene.
16.yy.da Safaviler adıyla bir Türk Kızılbaş devleti kuran Şah Safi’nin torunu Şah İsmail (Şah Hatayı) Erdebil Tekkesi’nin doruk noktasıdır. Şimdi onun şiirlerinden seçmeleri okuyarak Erdebil Tekkesi hakkında bir yargıya varalım.



-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------





Alevilikte Hukuk ve Ahlak

Hukuk;toplumsal yaşamı düzenleyen, maddi yaptırımı olan kurallar bütünü olarak tanımlanır. Toplumsal yaşamı düzenleyen başka kurallar da vardır, ahlak kuralları gibi, din kuralları gibi. Hukuk bu kurallardan"yaptırım" unsuru ile ayrılır. Toplumsal yaşamın sürmesi için mutlaka ihlal edildiği zaman, kuralı ihlal eden kişiye maddi bir yaptırımın uygulanması gerekliliği ileri sürülür. İşte bu nedenledir ki: Hukuk Fakültelerine yeni başlayan öğrencilere Hukuk Başlangıcı derslerinde ilk olarak bir Latince deyim öğretilir."Ubi societas ibi ius". Yani nerede bir insan topluluğu yaşıyorsa orada hukuk vardır.

Hukuk kurallarının kaynağı konusunda çok çeşitli teoriler vardır. Topluluk halinde yaşayan insanlar çeşitli gereksinimler karşısında bir araya gelerek bir sözleşme yapmışlar ve tüm topluluk üyelerinin sözleşmenin hükümlerine uyma kararı almışlardır. İşte ilk hukuk kuralı böylece oraya çıkmıştır. Yani hukuk toplumsal bir sözleşmenin eseridir. Hukuk kurallarına uyulup uyulmdığını denteleyen ve yaptırımları uygulayan burada bizzat o topluluk üyelerinin kendileridir. Topluluklar topluluklara eklenince, toplumdaki insanların üretenler ve üretmeyenler olarak çıkarları büsbüün farklılaşınca, kuralları artık çok büyük topluluklar için uygulama durumu ortaya çıkınca kişilerin dışında o kuralları uygulayacak bir başka mekanizma kendisini var eder ki bunun adı devlettir. Devlet o toplumsal birlikteliğin dışında, ona yabancı bir güçtür. Devletin maddi yaptırıma bağlanmış kuralları hukuk olarak varlığını sürdürür.

Burada toplumun kendisi tarafından konulup, yine bizzat toplulukca yaptırıma bağlanan kurallar vardır ki bu kuralları devlet erkinin kurallarından ayırmak için "hukuk olmayan hukuk kuralları" olarak adlandırmak yerinde olur. İşte Alevilere özgü hukuk sisteminin ve hukuk kurallarının özelliği, niteliği bu şekildedir. Burada kuralı koyan ve yapırımı uygulayan bizzat topluluğun kendisidir.Roma hukukundan kalan "nerede bir toplum varsa orada hukuk vardır" kuralı özgür, bağımsız ve merkezi otoriteyi reddeden ve kendi varlığını kendi iradesiyle varkılan alevi toplumu için de geçerli olmuştur.
ALEVİ HUKUKUNUN KÖKENİ

Alevilerin içinde yaşadıkları Osmanlı hanedanına rağmen ayrı bir hukuk sistemi yaratmaları nasıl gerçekleşebilmiştir, neden gerçekleşebilmiştir? Daha açıkça soracak olursak Alevilerin ayrı bağımsız, özgün bir hukuk sistemi yaratmış olmalarının nedeni nedir? Bu sistemi ortaya çıkaran (doğuran) ve yaşatan koşullar nelerdir?

Alevilik öğretisi Osmanlı devleti tarafından "sapkın bir inanç" olarak nitelenmiş ve mensuplarının katledilmeleri yönünde Osmanlı'nın en yüksek dinsel şahsiyeti olan Şeyhülislamlar eliyle birçok fetva verilmiştir.

Osmanlı'nın resmi dinsel anlayışı olan şeriata göre "aleviler kafir ve mülhiddirler". Onlar namaz kılmyarak, oruç tutmayarak, hacca gitmeyerek, şarap içerek, inançlarını kadınlı erkekli cem toplantılrında saz çalıp semah dönerek yerine getirdikleri için şeriat hükümlerini açıkca çiğnemektedirler. Bu nedenle şeriata uymayan, dinden sapan bu topluluğun dağıtılması ve yeryüzünden silinmesi şeriatın emirleri gereğidir. Osmanlıya göre Aleviler öyle insanlardır ki bunların durumu şeriat nazarında Hıristiyanlardan daha kötüdür. Bir Hıristiyanın tövbe edip Müslümanlığa geçmesi mümkün iken alevilerin tövbesi dahi kabul olunmaz.

Osmanlı devleti alevlere yönelik olarak sistemli bir baskı ve kıyım politikası izlemiştir. Osmanlı resmi tarih yazıcıları olan Vakanüvislerin eserleri dahi göstermektedir ki Alevilere uygulanan zulüm Engizisyon işkencelerini aratacak ölçüdedir.

Şunu saptamak gerekir ki Aleviler; Alevilere özgü, ayrı varolan hukukun dışında ve bütünüyle ona yabancı bir hukuk sistemi yaratarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Dışlanmışlık karşısına merkezi otoritenin hukuk sistemini dışlayarak birbirinden bağımsız çok farklı yerelliklerde de olsa ögeleri büyük ölçüde birbirine benzeyen bir hukuk sistemi ortaya çıkmışlardır.
AYRI BİR HUKUK

Toplum kendisini varetmek için birçok kural geliştirmiştir. Bu kurallar kuşkusuz onlarca yıllık deniyimlerin sonucu olarak adeta imbikten süzülerek ortaya çıkmıştır. Bunlar rastgele konulmuş değil, sağlam esaslı kurallardır.

Alevilikteki kuralların esasını/amacını toplumun bir bütün olarak sağlıklı bir biçimde kendisini varetmesi, tehlikelerden, çürüme/çözlme ve aşınmalardan uzak tutulması oluşturur. Sözkonusu olan toplumsal yaşamın devamı olduğu için her birey bu konuda azami bir hassasiyet göstermek durumundadır. Bu kuralın emrediciliğinden öte bireyin sorumluluğundan doğar. Alevi hukuku tümüyle ayrı, özgün ve kendisine has bir hukuktur. Alevi hukuku bir varoluş kuralları bütünüdür. Sistemli bir tehdit ve baskı altında bulunan toplumun mutlak bir huzur, barış, kardeşlik ve dayanışma içerisinde bulunması esastır. Bu nedenle de kurallar kavgnın, çekişmenin, toplumda huzursuzluğa, bozgunculuğa yol açacak kin, düşmanlık, dedikodu, çekiştirme olmamsını sağlamay yönelmştir. Dayanışma için bencilliği ortadan kaldırmak gerekir. Alevilerde "benlik" lanetlenmesi gereken kötü br özellik olarak görülür. Ve bir kişinin ğızından kazara ben sözü çıkarsa kişi hemen "benliğe lanet" diyerek sözlerini düzeltir. Toplumsal dayanışmayı "benliğin", "nefis" bozacağı düşünülür. Kurallar bir bakıma "nefsin"in terbiyesini amaçlar. Bu nedenle toplumdaki her canın hoşgörülü ve alçakgönüllü olması istenilir.
ALEVİ HUKUKU KAVRAMI

Alevi toplumunda yürürlükte olan, uygulanan hukuk sistemini salt DÜŞKÜNLÜK olarak adlandırmak eksik ve yanlış olur. Kısaca Alevi Hukuku olarak adlandırabileceğimiz bu sistem düşkünlük kurumu da dahil toplumsal yaşamın devamını sağlayan birçok kuraldan meydana gelir. Bu kurallar soyut, o toplumun dışında başka bir irade tarafından dayatılan ve topluma yabancı olan kurallar değildir. Tersine maddi hayatın devamı için zorunlu ve bizzat toplumun kendisinin deneyimleriyle, kollektif belleğiyle koyduğu kurallardır.
ALEVİLİKTE TOPLUMSAL SÖZLEŞME SÖZ VERME : İKRAR İLE YOLA GİRME VE SÜREKLİ OLARAK İKRARA BAĞLI KALMA

Sorgulanan, alevi hukukunun denetlediği budur. Kaynağını buradan bir tür toplum sözleşmesinden alır. Topluluğu oluşturan tüm canlar ikrar verdiklerine göre br büyük toplumsal anlaşma yapılmış demektir. Bu anlaşmaya uymak her canın hem görevi hem de sorumluluğudur. Gerçekten de buada yola kişi kendi isteğiyle girdiği için anlaşmanın irades ile bir tarafını oluşturur. Alevi hukuku bağlayıcılığını kişinin özgür iradesinden alır. O büyük iradeye -kişi eğer o toplulukta yaşamak istiyorsa- katılmama şansı yoktur. Zaten hiç bir can da yola girmemezlik yapmaz/yapamaz.
İKİ CAN BİR CEM

Alevilikte alevi öğretisinin, alevi erkanın gerekleri cem adı verilen büyük toplantılarda yerine getirilir. Alevi inancı bireysel tapınmayı kabul etmez. Yaşlı genç, kadın erkek tüm o yerelde bulunan canların katılımı ile cemler düzenlenir.Alevilerde cem toplumun varlık merkezi işlevi görür. Orada topuma ilişkin, insana ilişkin, hayata ilişkin her şey, her türlü sorun, her konu konuşulup tartışılır. Tüm insanlar eşit birer üye olarak bu mecliste yerlerini alıyorlar. Kararlar. Cem kollektif iradenin ürünü olur. Sanıldığının aksine cemin inançsal işlevi toplumsal işlevinin yanında çok küçük bir bölümünü oluşturur. Alevi öğretisinin bütününde olduğu gibi cemde de yaşamsal/dünyasal faaliyetler yargılanır, sorgulunır, karara bağlanır.Alevi hukuku yaptırımlarını cemlerde işletir. O nedenledir ki alevilikte cem bir yargı kurumudur.Aleviler kendilerinin "katlini vacip" gören Osmanlı şeri makamları ile her türden ilişkileri kesilmiş durumdadırlar. Yargı/sorgu cemde tüm halkın önünde gerçekleşir. Toplum kendi suçlarını/kabahatlerini yargılayıp karara varıp. Kendisini temizler.Cemler Osmanlı egemenliğini reddediş kurumlarıdır. İnançsal niteliklerinin yanısıra hatta onlardan da önde gelen niteliği cemlerin birer toplumsal muhalefet odağı, zamanının muhalefet meclisi oluşlarıdır.Baskıya zorbalığa karşı bir savunma, bir direnme odağı olarak da işlev görmüş olmalıdırlar. Alevi öğretisi ve onun ayrılmaz bir parçsı olan cemler yalnızca inanç alanında kalsa osmanlı otoritesine yönelik (yargısına, idaresine giderek ideolojöisi olan şeriata karşı, bir karşı ideoloji üreten kurum özelliği göstermese) herhangi bir tehdit oluşturmasa içine kapalı bir mistik tavır olsa hanedanı herhalde hiç de rahatsız etmez tersine kayıtsız şartsız onay mekanları olarak bir de tasvip görebilirdi.Demek ki inançtan öte belki de onunla birlikte maddi yapıyı zorlayan ve rahatsız eden bir kurum olma özelliği gösteriyor cemler.Alevi hukukuna girebilmek için cemlerin bu özelliklerine kısaca değinmek zorunludur.
MALIM İLE CANIM İLE BU YOLDAYIM:MALIM KURBAN, CANIM TERCÜMAN

Alevi toplumsallığı ikrar yani söz üzerine kurulur. Her bir alevi can ancak ikrarı ile toplumun bir parçası olur. Alevi hukukunun yaptırımları da canın topluma verdiği ikrardan gücünü alır. Yola giren cana yolun emir ve yasakları, toplumsal kurallar bütün incelikleri ile ifade edilir, anlatılır. Yolun zorluğu dile getirilir. Can bunları bilerek isteyerek yola katılma iradesini tüm canların önünde beyan eder. Bu irade açıklamasıyla birlikte alevi hukukunun yaptırımlarının da kendi şahsında işlemesine olur vermiş olur. Alevi hukuku bağlayıcılığını ikrardan alır.
VARLIğIMIZA BİRLİĞİMİZE DİRLİĞİMİZE

İkrar tam anlamı ile varolmak için verilmiş bir sözdür. Burada kuşkuya, hileye, güvensizliğe, ikiyüzlülğe, riaya, kötülüğe, toplumu ve bireyi incitecek hiçbir söz ve davranışa yer olmaması gerekir. Toplum ancak kendi içinde bir bütün olarak varlığını koruyabilir, diri olarak varlığını sürdürebilir. Varlık için birliğe ihiyaç vardır. Dirlik için birliğe ihtiyaç vardır. Alevilikte birçok gülbeng birliği ve dirliği kutsayan sözlerle başlar. "Varlığımıza, birliğimize, dirliğimize merhaba !..." gibi. "Bir olalım, iriolalım, diri olalım !..." gibi. "Nerede birlik orada dirlik !..." gibi. Tüm canlar içinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları Alevi toplumunun varlığını, birliğini, dirliğini tehlikeye sokacak, zaafa uğratacak sözlerden, hal ve hareketlerden kaçınacaklardır.Bu anlamı ile her Alevi canın topluma verdiği ikrar somut bir anlam ve değer kazanır. İkrar toplumsal hayatın varlığını sürdürmeye yönelik bir sözverim, bir irade paylaşımıdır. İkrarın amacı ve işlevi elle tutulacak kadar somuttur.
ALEVİ HUKUKUNUN BAĞLAYICILIğI

Alevlikte belli bir yaşa gelen her canın ikrar vererek yola girmesi toplumsal bir zorulluluktur. Can yola girerek "olgun", toplumda söz sahibi bir insan kimliğine kavuşmuş olur. Artık O can topluma karşı hak ve yükümlülüklerle donanmış olur. Toplumsal yükümlülükler Alevi hukukunun bir başka adı olarak nitelenebilir. Her Alevi can aklının ermeye başlamasıyla yapacağı ve yapmayacağı davranışları öğrenir ve ona göre hareket eder. Fakat hukuksal anlamda sorumluluk ikrar verme yani yola girme ile başlar. Alevi toplumunda her türlü gündelik davranış Alevi hukukunun konusunu oluşturur. İnanç, ahlak ve hukuk kuralları diye bir ayrım sözkonusu değildir. Yapılması ve kaçınılması gereken her davranış bir hukuk kuralıdır. İkrar vererek yola girmekle birlikte topluluk o candan davranışlarının bilincinde olan bir olgun insan olarak toplumsal yaşantıyı zora sokacak her türlü davranıştan kaçınmasını isteme hakkına sahip olur. Yine o candan toplumsal yaşantıyı kolaylaştıracak davranışlarda bulunmayı isteme hakkını da elde etmiş olur. Yani ikrar veren can salt olumsuz davranışlardan kaçınmakla yetinmeyecek topluma ve diğer canlara karşı yardımlaşma, paylaşma gibi olumlu davranışlar içinde de bulunacaktır.
HUKUKSAL SÜREÇLERİN İŞLEMESİ

Belli bir yaşa gelen, olgunluğa eriştiği düşünülen her alevi can ikrar vererek yola girer. Zaten aklının ermeye başlamasıyla birlikte aleviliğin toplumsal kurallarını, inceliklerini ana dilini öğrenir gibi kendiliğinden başta muhabbet cemlerinde olmak üzere pratik içinde öğrenmiştir. Aleviliğin mektebi medresesi yoktur. Onun okulu, eğitim alanı hayatın kendisidir. Ancak her alevi canın ayrıca cemde ikar vermesi, dara durması, pir divanında görülmesi ve böylece olgunluğunu tüm cem erenlerinin tanıklığında kanıtlaması gerekir. Görülme, ikrar verme bir bakıma olgunluk sınavıdır. İyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneğinin varlığının saptanmasıdır. Bu anlamıyla kişinin yaptıklarının hesabını verebileceğinin, yani bir hukuk öznesi olduğunun tesbitidir.

Alevilikte ikar verme/ görürme ya da müsahip edinme şi çok özel ve ayrıntılı bir törenle gerçekleşir. İkrar verme aleviler için kutsal bir toplantı niteliği de taşıyan cem'de olur. Cem toplanır ve yola girecek canlar için tüm canların ortaklaşa oluru alınır. Cemde dedenin ve tüm cem erenlerinin önünde ikrar verecek/görülecek olan kişiler "dar"a dururlar. Yola girecek olan kişilerin boğazına bir bağlanarak rehber tarafından meydana getirilir. Rehber bu sırda "hü tarikat erenleri; şeriattan tarikata, tarikattan marifete, marifetten sırrı hakikate bir çift koç/kuzu kurban getiriyorum. Yolumuza, erkanımıza, tarikatımıza dahil olmasını kabul eder misiniz?" Rehberin sözlerini dede ceme iletir. Dede cemde bulunan canlardan sorar:"Ayini cem kardeşleri! Bunlar hak huzuruna, pir divanına geliyorlar. Yolumuza girmeye haves etmişler. Buyruğunun, erkanının, tarikatının hepisinin yükümlülüklerini yüklenmeyi temin ediyorlar. Buyurun bu canları kabul eder misiniz" diyerek dara durup yola girmek isteyen canlar hakkında tüm cem erenlerinin yargısına, düşüncesine başvurulur.Cem erenlerinin bir itirazları yoksa gelenlere hep beraber yanıt verirler:"Bizim huyumuzla huylanır, yolumuzla yollanırlarsa biz onları kardeş kabul ederiz."Cemde bulunanların ortak olurunu alan dede karşısında darda bulunan canlara Alevi yolunun inceliklerini, zorluklarını, yapmaları ve yapmamaları gerekenleri bir bir anlatır. Bu bir bakıma onlara alevi hukukunun, hak ve sorumluluklarının bir kez daha hatırlatılmasıdır.Dede yola girecek olan canlara hitaben:"Geldiğiniz hak kapısı. Durduğunuz Mansur darı. Döktüğün varsa doldur. Ağlattığın varsa güldür. Yıktığın varsa kaldır. Gelme gelme! Dönme Dönme! Gelenin malı, dönenin başı bu yolda! Gördüğünü ört, görmediğini söyleme. Sen sana sahip ol, seni senden aldık sana verdik. Elinizle koymadığınızı almayın, gördüğünüzü görmeyin, bildiğinizi bilmeyin. Şimdi ey canlar bilmiş olasınız ki, hak ceminde ayrılık, gayrılık, senlik, benlik yoktur. Siz hep ana, baba, kardeşsiniz. Bu hak yolu kıldan ince kılıçtan keskincedir. Kul kusursuz olmaz, suçları hak bağışlaya, esirgeye. Lakin bu yola girecekler, haram yemeyecek, yalan söylemeyecek, zina etmeyeceklerdir. Komşu hakkı tanrı hakkıdır, komşu hakkına dokunulmaz. Gönül kırılmaz. Emanete hıyanet edilmez. Hazreti Pir buyurmuş ki; eline, beline, diline sahip ol. Eline, diline, beline, özüne, gözüne, sözüne sahip olmasını, sır saklamasını bilin. Şimdi elinizle şer işlemeyin, elinizle komadığınız bir şeyi kaldırmayın. Dilinizle verdiğiniz sözü, ikrarı geri almayın. Yalan, gıybet, iftira, bühtan etmeyi. Belinizi saklayın, başkasının donuna girmeyin, zina etmeyin. Zina yapan adam yüzbin kez yıkansa temiz olmaz. Aşınıza, eşinize, işinize sahip olun. Herkesi bir müsahip ve ahiret kardeşi tutun. Bu yol uzun bir yoldur gidemezsin. Demirden çarıktır giyemezsin. Demirden leblebidir yiyemezsin. Ateşten gömlektir giyemezsin! Geldin gördün. Gelme gelme, dönme dönme. İkrarını bozarsan ikrarın boynuna kement olsun mu? İkrarınızdan dönmeyeceğinize dağlar, taşlar, ağaçlar şahit olsun mu?Ay gün şahit olsun mu? Gece ve gündüz şahit olsun mu? Ayin-i cem erenleri şahit olsun mu?" diye sorar. Canların niyaz ederek "olsun" demesi üzerine dede "Alnınız açık, yüzünüz ağola. Hayırlı kısmet, hayırlı devlet. Nasibiniz bol ola. Gerçeğe hü!" dedikten sonra cemde bulunan canlara dönerek "erenler cemine yeni canlar girdi. Bunlar sizin kardeşleriniz oldu, onları candan saklayın" diyerek tamamlar.

İkrar verme töreni ile birlikte ikrar veren canlar toplumun eşit ve olgun bir bireyi haline gelirler. Kendi bireyselliklerinden çıkıp kendilerini topluma katarlar. Bu sözverim, bu irade ortaklığına katılım o kişiye karşı uygulanacak her türlü yaptırımın da temelini, gerekçesini sğlayacaktır.İkar verme bir anlamda "Toplumsal sözleşme"ye katılmadır.

Alevilikte yargılama süreçleri dar meydanında gerçekleşir. Dar-ı Mansur olarak da adlandırılır. Dar meydanı Alevi canın kendisin tümüyle topluma teslim ettiği yerdir. Dara çekme/dara çekilme/dara durma bu teslim ve karar anını ifade eder. İşte ikrar vererek yola girmek isteyen canların dara durmaları ve tüm canların onlar hakkında rızalığını/olurlarını almaları bu sürecin başlangıcıdır. Ayrıca her yıl her alevi can görülerek-sorularak/baş okutarak dar meydanına çıkıp tüm toplumun önünde bir yıllık davranışlarının hesabını veir. Bu durumda da o can yine tüm diğer canların kendisi hakkında rızalığını alma yoluna gider.Hakkında herhangi bir şikayet olan her can da sözkonusu şikayet konusunda dara çekilir.Cemlerde şç hizmeti yürüten hizmet sahipleri de daha hizmete başlarken dara dururlar ve hizmetlerine öyle başlarlar.
SUÇUN UNSURLARI

Alevi hukukunda toplumun "varlığını, birliğini, dirliğini" tehlikeye/zora sokacak, zaafa uğratacak, rencide edecek, incitecek her türlü fiil suç olarak nitelenmiştir. Suç kavramını ceza hukukunun anladığı anlamda almak doğru olmaz. Burada suç ile kasdedilen doğru/uygun/yerinde olmayan fiildir. Dolayısıyla özel hukuk/kamu hukuku türünden bir ayrım sözkonusu değildir.Yani uygunsuz davranışlar bireye ve topluma karşı işlenmiş diye ayrılmaz. Her türlü uygunsuz fiilin tüm toplumun menfaatine yöneldiği düşünülür. Yani bir canın bir başka cana zarar verilmesi halinde zarar gören canın zararı giderilmekle birlikte fail tüm diğer canların da razılığını almak zorundadır.
CEZADA SUÇUN PASİF, SUJESİNİN AĞIRLAŞTIRICI NEDEN OLMASI

Uygunsuz davranışı/suçu kimin işlediği ve kime karşı işlendiği de uygulanacak yaptırımlar açısından önem taşımaktadır. Alevilikte suçun kime yönelik olarak işlendiğinin de ayrı bir önemi vardır. Şöyle ki bir suç hem alevi olan bir insana hem de alevi olmayan bir insana karşı işlenilebilinir. Bu durumda suç işleyen kişiye verilecek olan ceza sözkonusu suçun pasif sujesinin kimliğine göre değişir.Yolda olmayan düşkün meydanında yargılanamaz. Fakat yol mensubu yolda olmayana karşı bir suç işlemişse o cem meydanında görülür. Suçun pasif sujesi alevi olmayan bir kimse olursa verilecek ceza daha da ağırlaştırılır. Yani pasif sujenin alevi olmaması bir ağırlaştırıcı nedendir. Alevi bir kimseye karşı suç işlenilmesi durumunda Ç tarik, alevi olmayan bir kimseye karşı suç işlenildiğinde çş tarik ceza uygulanır. Yani ceza üç kat arttırılır.

Bu yaklaşımın nedenini anlamak zor değildir. Çünkü bir yabancıya karşı suç işlenilmesi durumunda toplum dış br tehlikeyle yüzyüze gelmektedir. Varlık ve birlik için dış tehlike yaratmak öyle kolay mazur görülebilecek bir davranış değildir ve dolayısıyla daha ağır yaptırıma tabi tutulur.

Uygunsuz davranışta bulunanın ya da suç işleyenin kimliği de ağırlaştırıcı bir neden olarak değerlendirilir. Bu daha çok topluma önderlik eden kişilerin sözgelimi dedenin/mürşidin/pirin bir uygunsuz davranışı sözkonusu olduğunda gündeme gelir. Buyruk'ta bu konu özel bir bölümde ele alınmıştır: "Pirin çerağ gibi doğru durması, fitil gibi yanması, yağ gibi erimesi, nur gibi ışık vermesi gerekir.

Pirin günahı olmaz gibi bir düşünce olamaz. Talibin işlediğ bir günah sayılır. Ama pir ve rehberin işlediği bir günah beş günah yazılır. Çünkü pir ocakzadedir. O, tanrının sevğili dostlarının soyundan gelir. O, talibe doğru yolu göstermekle yükümlüdür. Onun talibe iyi örnek olması gerekir. Sürekli kendisini eğitmesi gerekir.

Bir pirin karısından ayrılması, başka kadına kuşak çözmesi yada livta yapması büyük günahtır. Bunu yapan pirin derdine derman olmaz. O, yol düşkünüdür. Böyle bir pirin yüzüne bakılmaz, ocaın gidilmez. Ve hiç bir şekilde ocağın eşiğinden içeri sokulmaz, konuk edilmez. Onun ayğını bastığı toprakta kırk yıl bet bereket olmaz. Böyle br pirin yanına varılmaz. Uçsa bile 'cadıdır' denir ve inanılmaz."

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı