NECHÜL BELAĞA-2

47

(Kufe'ye Hitapları:)
Ey Kufe, seni Ukâz[1] pazarında serilen tabaklanmış deri gibi çekilmiş, ezilmiş görüyorum ben. Hâdiseler, ayakları altında seni ezecek; sırtına binecek. Ama hiçbir zorbayı bilmem ki sana kötülük etmeyi dilesin de Allah onu, kendi derdiyle uğraştırmasın; bir öldüren gelmesin de onu oklayıp gebertmesin.
* * *

57

(Muâviye hakkında buyurmuşlardır ki:)
Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama öldüremezsiniz.
Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; îmanda, hicrette en önde bulundum.[2]

68

(Mısır'ı zaptedip oraya Vâli tayin buyurdukları Muhammed bin Ebubekir'i şehit ettiklerini duyunca buyurmuşlardır ki:)
Hişâm bin Utbe'yi tayin etmek istemiştim, onu tayin etseydim bu alanı boş bırakmazdı,  onlara  fırsat  vermezdi. Ama bu sözü, Muhammed bin Ebubekir'i kınama yollu  söylemiyorum; O, bana sevgiliydi; ben yetiştirmiştim onu, benim oğulluğumdu o.[3]

69

Niceye bir sırtları ağır yükler altında ezilmiş genç develeri yola getirip uğraşır gibi sizinle uğraşayım? Niceye bir eski elbiseyi yenilemeye çalışayım; her yanı, öbür yanı yırtılmaya çağırır; bir yanı dikilse öbür yanı sökülür. Şam askerinden, sayısı az bile olsa, bir bölük geldi mi, her biriniz, evinin kapısı yüzüne kapar, keler gibi, sırtlan gibi deliğine sokulur, dalar. Andolsun Allah'a ki sizin yardım ettiğiniz her kişi alçalmıştır; kim sizinle ok atarsa, ok dayanacak yeri kırık yayla, temrensiz ok atmıştır. Andolsun Allah'a ki siz, evlerinizin alanlarında çokluksunuz; bayrakların altında azlıksınız. Gerçekten de sizi düzene sokacak nedir? Eğriliğinizi doğrultacak nedir? Ben bunu biliyorum ama kendimi bozgunluğa düşürüp sizi düzene sokmayı uygun görmüyorum. Allah yüzlerinizi karartsın, nasibinizi azaltsın. Batılı tanıdığınız, bildiğiniz gibi hakkı tanımıyor, bilmiyorsunuz; hakkı batıl saydığınız gibi batılı iptâl etmiyorsunuz.
* * *

158

(Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri:)
O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan size:
Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, derdinizin devâsı, aranızdaki düzenin müktezâsı ondadır.
(Bu hutbeden:)
Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde.
İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır Allah'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azâba bürüyecek onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu tadamayacaklardır.
* * *

25

(Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi-Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp buyurdular ki:)
Elimde Kufe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, onu gevşetiyorum. Ey Kufe, yalnız sen kaldın, sen. Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta Allah çirkinleştirsin seni.
(Sonra şâirin şu beytini okudular:)
Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak
Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak.
(Sonra buyurdular ki:)
Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, Vallahi bu topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan ayrılmanızdır; imâmınız hak üzereyken ona isyan etmenizdir; onlarınsa imamları batıla  uymuşken itâatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sâhibine veriyorlar; sizse hâinlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız.
Allah'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha şerrini musallat et onlara.[4] Allah'ım, gönüllerini, suda tuzun eridiği gibi erit. Andolsun Allah'a ki Ganm oğlu Firâs oğullarından[5] bin atlı olsaydı sizin yerinizde, daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni.
(Sonra şâirin şu beytini okudular:)
Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz bulutları gibi yer yer.[6]

34

(Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları:)
Yuf olsun size; yazıklâr olsun size; sizi azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz  ki dayanayım size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size. Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da dağılıp giderler. Andolsun Allah'a ki siz, savaş ateşini ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet içindesiniz; onları unutuyorsunuz. Vallahi birbirlerine yardım etmeyenler alt olup giderler. Vallahi sanıyorum ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun Allah'a ki düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir medet. İstersen böyle ol sen; fakat ben, andolsun Allah'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle saldırırım ki, Meşârif'de[7] yapılmış kılıçlarla öylesine vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da Allah, dilediğini yapar, işler.
Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; sizin de benim üzerimde hakkınız var:
Bana vâcip olan hak, size öğüt vermektir; ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vâcip olan hak da, biate vefâ etmenizdir; ben varken de, yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itâat etmenizdir.
* * *

27

(Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki hutbeleri:)
(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salâvattan)
Sonra derim  ki: Gerçekten savaş cennet kapılarından bir kapıdır; Allah onu, dostlarının seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, Allah'ın koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim ondan çekinir de onu bırakırsa Allah ona aşağılık elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. Horluklara düşer, insâf edilmez ona; adaletten, insâftan şaşar.
Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, gizli âşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz savaşın onlarla dedim. Artık andolsun Allah'a ki kendi ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst oldular.
İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a[8] gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman  kadının, başkası da Müslümanların amânında bulunan bir başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak Allah'a sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ yerinde bir şeydir bence.
Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; siz savaşmıyorsunuz; Allah'a isyân ediliyor da siz razı oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun Allah'a kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz.
Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedâmete dayandı; acıklanmayla sonuçlandı. Allah gebertsin sizi, kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert içirdiniz; bana isyân ederek reyimi bozdunuz, altüst ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama savaşta bilgisi yok dedi. Allah atalarını bağışlasın, onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itâatte  bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim?
* * *

119

(Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyle-dikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular ki.)
Ne  oluyor size, dilsiz mi oldunuz? (İçlerinden bir bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki:)
Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun Allah'ın bekasını kötü bir reydir. Andolsun Allah'a ki düşmanla karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi aramaz, istemezdim.
Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle münâfıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok zâten.
* * *

182

(Nevf'ül-Bekâlî rivâyet eder, der ki: Emir'ül-Mü'mi-nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne dönmüştü. Buyurdular ki:)
Hamdolsun Allah'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; işlerin sonları O'na varır ulaşır.[9] Pek büyük ihsanı, pek aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, şükrünü edâ etsin; sevâbınâ nâil olarak ona yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. İmânında şüphe olmayan, îmâm sâhibi olarak ona dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan mâbuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık meydana çıkmamıştır ki onun mirâsını alsın da yokolsun. Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun hallerindendir; bu haller ona ârız olamaz. Bize, tam yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. Onları bu sûretle durmaya çağırmıştır, onlara emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, onun itâatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin ağdığı yer.[10]
Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, sineğe yetecek gıdâyı, karına düşen çocuğun neyle rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla bilinmeyene hamd olsun.[11]
Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, insanlarla kıyaslansın.
Bir mâbuddur ki Mûsâ'ya söylemiştir, ona ulu delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne uzuvlarla ses verip anlatışla.[12]
Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk mekânlarında mânevî başlarını önlerine eğmiş heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve mânen ona yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel sıfatlara sâhip olan yaratıcı mâbûdun vasfında kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, gerçekten bildirebileceksen.[13]
Sıfatlarla ancak şekil ve sûret sâhibi olanlar, âzâya sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar.[14]
Allah kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size yaşayış sebeplerini lütfeden Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras olarak aldı.[15]
Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede şehirler yapanlar?.[16]
(Bu hutbeden:)
Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; onun zuhuruyla bilinir, âşikâr olur o sırlar.[17]
Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz.
Allah için söyleyin, benden başka sizi doğru yola sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı bekliyorsunuz?
Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun Allah'a ki ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra esenlik yurduna vardılar.
Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler?[18]
(Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki:)
Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine getiren, farzı düşünüp icrâ eden, sünneti dirilten, bidati öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine emredene uyan kardeşlerim benim.
(Sonra yüce sesle buyurdular ki.)
Savaş, savaş ey Allah kulları. Bilin ki ben bugün orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim Allah yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin.
* * *
(Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on bin,  Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il-Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden melun İbn-i Mülcem, Hazreti yaraladı. Asker dağıldı; çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına uğramış sürülere döndük.)[19]

70

(İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin sonunda buyurmuşlardır ki:)
Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. Birden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihiyi gördüm. Dedim ki: Yâ Rasûlallah, ümmetinden ne dertlere uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed-duâ et onlara, ben de Allah dedim, onlardan daha hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü musallat etsin onlara.
* * *

149

(Yaralandıktan sonraki sözleri:)
Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır. bu işin gizli kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; fakat Allah onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhât; o, gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; Allah'a inanın, O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'e inanın; sünnetini yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz.
Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir.[20] Müminlere rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var.
Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Allah beni de yargılasın sizi de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü. Ben size komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden kalacak ancak. Hareketten sonra sâkin olup kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, hareket edemez âzâm size öğüt verecek. bu hâl, ibret alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, dostlarla buluşmaya giden kişi gibi vedâ etmedeydim. Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni.[21]
* * *

23

(İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki vasiyetleri:)
Size vasiyetim Allah'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan öte kınanmak yok size.
Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam kanımın sâhibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, benim için Allah'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz Allah'ın sizi bağışlamasını?"[22]
Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murâda ermek isteyenin murâdına ulaştığı hâldeyim şimdi. Allah'ın katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır.[23]
* * *

47

(Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri:)
İkinize de Allah'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazlûma yardımcı kesilin.
İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün (nâfile) namazlardan, oruçlardan üstündür.
Allah için, Allah için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan haklarını yitirmeyin onların. Allah için komşularınızı görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar da mîrâsa girecekler sandık. Allah için, Allah için Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları sizi geçmesin. Allah için, Allah için namazı bırakmayın; çünkü o, dininizin direğidir. Allah için, Allah için Rabbinizin evini ziyâreti, haccetmeyi bırakmayın; siz hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir çatar. Allah için, Allah için mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle Allah yolunda savaşın; birbirinizi dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, icâbet edilmez size.
Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki:
Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz köpek bile olsa.[24]
* * *
Birinci kısmın sonu
9 Zilhccet'ül-Harâm 1389 Salı gecesi

2. KISIM


MektuplarI, emİr-nAmelerİ, vasİyetİ


1. Bölüm

Cemel Savaşından Önce ve Cemel Savaşı Sırasında

68

(Hilâfetlerinden önce Selmân-ı Fârisî radıyallahu anh'e gönderdikleri mektup)
(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât-ü selâmdan)
Sonra bilin ki dünya, dokunulunca ele yumuşak gelen, fakat zehiri insanı öldüren yılana benzer; dünyadan elde ettiğin, seni aldatan, sana hoş gelen şey, az bile olsa gene ondan yüz çevir. Değil mi ki ondan ayrılacağını iyiden iyiye biliyorsun; onun gamlarını da fırlat, at; hâlden hâle dönüşüne de aldırış etme. Onunla uzlaştığın zaman, en fazla ondan sakınacağın zaman olsun. Çünkü ona dost olan, neşeyle, sevinçle ona inandı, yüreğini ona verdi de kandı mı dünya,onu hâlden hâle sıyırır atar, dertlere, belâlara katar.[25]

54

(İmran b. Husayn'il-Huzzâî[26] ile Talha ve Zübeyr'e gönderdikleri mektup)
- Ebû -Câ'fer'il- İskâfi "Kitâb'ül- Makaamât"ta, Emir'ül Mü'minin'in (a.s) manâkıbında da bu mektubu zikreder.
(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne salât-ü selâmdan sonra)
Gizleseniz de bilirsiniz ki ben, insanların bana uymalarını istemedim, onlar istemedikçe. Onlarla yakınlaşmadım, onlar bana biat etmedikçe. İkiniz de, bana biat edenlerdendiniz, beni isteyenlerdendiniz. Halk, hilâfeti gaspeden, yahut mala mülke hırsı olan bir kişi sanmadı beni, o çeşit biat almadım onlardan. Bana dileyerek biat ettiyseniz tezce isyanınızdan vazgeçin, dönün Allah'a tövbe ederek. İstemeyerek biat ettiyseniz, görünüşte itâat ettiğinizden, suçuysa gizlediğinizden dolayı isyan ettiniz; bana da, size karşı hareket etmek için yol  açtınız.
Ömrüm hakkı için ki muhâcirlerin, gönlündekini gizlemek, sırrını bildirmemek husûsunda en haklı olanı sizler değildiniz; bana biat etmeden bu işe girişseydiniz, biat edip hilâfetimi ikrâr ettikten sonra aleyhime dönmenizden, bana karşı gelmenizden daha kolay olurdu size.
Osman'ı benim öldürdüğümü sandınız, Medinelilerden ne bana uyanlar var, ne size uyanlar; aramızda onlar hükmetsinler görelim, onun öldürülmesinde benim mi daha fazla dahlim var, sizin mi?
A iki kocalmış kişi, dönün reyinizden; çünkü şimdi düştüğünüz en ağır şey utançtır; fakat utançla cehennem birleşmeden vazgeçin yaptığınızdan vesselâm.
* * *

63

(Kûfe'de Ebu-Mûsâ'l -Aş'iri'nin halkı , Cemel sava-şına katılmaktan men ettiğini duyunca ona gönderdik-leri mektup)
Allah'ın kulu Emir'ül-Mü'minin Ali'den Kays oğlu Abdullah'a:
Senin bir sözünü bildirdiler; bu söz, hem lehinde, hem aleyhinde. İçim gelir gelmez eteğini çemre, belini bağla, deliğinden çık. Seninle berâber olanları da çağır, topla, yürüt; sence bu işin doğruluğu anlaşıldıysa böyle hareket et; korkarsan uzaklaş, şüpheden elini çek. Allah'a and içerim ki seni bırakmam, neredeyse gelir çatarım sana, yağını sütüne, yanıp kavrulmuşunu çiğine katıncaya dek bırakmam seni; oturma fırsatı da bulamazsın, ardından korkup çekindiğin gibi önünden de emin olamazsın. Bu, umduğun, sandığın gibi küçük bir olay değil; öyle bir büyük belâ ki devesine binmek, gücünü yenmek, dağını bel etmek gerek. Aklını başına devşir, yapacağın işe dal; payını da al. Bu işten hoşlanmıyorsan yürü git, uzaklaş; ama ne genişliğe kavuşabilirsin, ne kurtuluşa erişebilirsin. Senin yapacağın işi, başkalarının başarması, seninse uykuya dalman daha doğru; öylesine uyu ki, filân nerede bile diyen olmasın.
Vallahi, bu söz gerçek yolda olanın gerçek sözü; mülhitlerin, doğru yoldan sapanların yaptıkları şeyse hiç ilgilendirmez beni vesselâm.[27]
* * *

45

(Basra valisi Osman b. Huneyf'in bir düğüne çağrıl-dığını ve gittiğini duydukları zaman ona yazdıkları mektup:)
(Allah'a hamd-ü senâdan, Rasûlüne ve soyuna salâ-tü selâmdan)
Sonra Huneyfoğlu, Basralılardan bir bölüm, duyduk ki seni düğüne çağırmış; sen de hemen gitmişsin. Renk-renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, zenginleri dâvet edilen bir topluluğun dâvetine icâbet edesin. Dişlediğin yemeğe bir bak, haram helâl olduğunda şüphen olursa at o yemeği ağzından; helâl olduğunu iyice bilirsen birazcık ye.[28]
Bil ki her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı bir imâmı vardır. Gene bil ki sizin imâmınız, dünyasında köhne bir elbiseyle iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim, sizin buna gücünüz yetmez; yetmez ama çekinip gayret ederek, temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret göstererek yardım eden bu yolda bana; gücünüz yettiği kadar yolumda olun. Andolsun Allah'a ki ben dünyanızdan ne bir gümüş, ne bir altın toplayıp biriktirdim ne şu çok ganimetlerden bir mal yığdım, ne de üstümdeki yıpranmış elbiseden başka bir elbise aldım.
Evet, gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya yüzünden, elimizde bir Fedek vardır; ona da toplumun bir kısmı haris oldu, bir kısmı cömertlik etti; Allah ne de güzel hükmedicidir. Ben ne yapayım Fedek'i, yahut ondan başka bir yeri ki bu nefsin konağı, yarın mezardır; onun karanlığında eseri bile kalmaz, haberi bile yiter gider, duyulmaz. O mezarı açan, elleriyle genişletse bile taş, kerpiç düşer, yığılır, toprak dökülür dapdaracık bir hâle getirir. Şimdiden nefsimi takva ile riyâzete alıştırayım ki en büyük korku gününde eminliğe erişsin; mahşerin kaygan yerinden sürçmesin.
Dilesem ben de yağlar ballar bulurum; buğday ekmeğinin hâlisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç? Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki Hicaz'da, yahut Yemâme'de belki yoksullar vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki çevremde aç karınlar, yanmış, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır. Nitekim deyen de demiştir:
Sen karnı tok olarak yatmadasın;
Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu dert yeter sana.[29]
Râzı olur muyum ki bana Emir'ül-Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım, yahut da darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara muktedâ sayılmayayım? Derdi günü, güzelim otları otlamaktan başka bir şey olmayan bağlı, yahut süprüntülerde yiyecek bulup yemekten başka bir şey düşünmeyen, sâhibinin maksadından haberi bile olmayan bir hayvan  değilim, o çeşit yaratılmadım ki ben. Yahut da işsiz-güçsüz terk edileyim, yahut asılsız lâflarla uğraşayım, yahut sapıklık ipini çekeyim, yahut da şaşkınlık yoluna düşeyim; bunun için yaratılmadım ben.
Sanki görüyorum, diyeniniz diyor ki: Ebu-Tâliboğlu'nun yediği buysa, akranlarıyla savaşa yiğitlerle harbe gücü yetmez, zayıflar, elden ayaktan düşer. Oysa ki bilin; sahralardaki ağaç daha kuvvetlidir; güzelim bağlarda, bahçelerde biten ağaçlarınsa gücü azdır. Ovalarda biten otlar, daha kuvvetli yanar, közü daha geç söner. Biz Rasûlullah'la bir kökten bitmiş iki ağacız; onun kolunun pâzısıyım ben.[30] Vallahi Arap birleşse de benimle savaşa kalksa, yüz çevirmem, fırsat çağlarında boyunlarını kırarın onların. Şu ters adamdan, şu baş aşağı bedenden yeryüzünü temizlemeye uğraşıyorum; böylece de ekin, aralarındaki taştan, topaçtan kurtulsa diyorum.[31]
Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünyâ; senin tırnaklarından kurtuldum, tuzaklarından çıktım, yollarından çekildim ben. Nerede oyunlarınla aldattığın, güldürdüğün milletler, nerede süslerinle, ziynetlerinle kandırdığın ümmetler? İşte şuracıkta onlar, kabirlere rehin olmuşlar, lahitlere girip yatmışlar. Vallahi görünür bir kişi olsaydın, tutulur bir cisme bürünseydin, olmayacak isteklerle aldattığın, sonra onları kandırıp helâk çukuruna attığın kullar, telef vâdîsine fırlattığın, belâ vartalarına uğrattığın padişahlar için sana Allah'ın hadlerini icrâ ederdim; onları öyle bir yere yolladın ki oraya ne gidenden bir haber var, ne oradan gelen var. Heyhât; ne de uzaktır senin belâ yerlerine, mihnet vâdilerine, o kaygan yola ayak basıp da düşmemek; ucu bucağı, dibi boyu bulunmayan denizlerine düşüp de boğulmamak; kim senin torundan tuzağından kurtulduysa odur başarıya eren, doğru yolu bulan. Senden kurtulup esenliğe erişen kişinin yatağı durağı dar da olsa ne var? Onca dünyâ, bir günceğizdir; can verdi mi, rahata erer. Uzak ol benden, vallahi ben seni kendime râmetmeden sen râmedersin beni; senin gemini hiç salıvermem; çünkü dilediğin yere çekersin beni. Allah izin verirse der de and içerim Allah'a;[32] nefsimi, bir kuru ekmek parçası bulunca onu yeter bulup sevinecek, onu yiyip şükredecek bir hâle getiririm; gözlerimi suyu çekilmiş, nemi kalmamış bir kaynak haline getirinceye dek de gözyaşları dökerim. Otlayan hayvan, otlayıp karnını doyurur da yan üstü mü yatar? Koyun sürüsü, yayılıp doyar da uyuyacağı yere mi gider? Ali de azığını yer de uykuya mı dalar? Bunca yıldan sonra ovada otlakta otlayan, yazıda yayılan hayvanlara dönerse gözleri aydın olsun.
Ne mutlu o kişiye, Rabbinin farzlarını edâ eder de; uğradığı çetin şeylere dayanır; geceleri gözlerine uyku girmez; sonunda uyku ağır basarsa da yeryüzünü döşek, elini yastık eder de dalar; hem de kıyâmet gününden korkarak gözlerine uyku girmeyen, yanları yatak yüzü görmeyen, dudakları gizlice Rablerini zikreden, boyuna yarlıganma dileklerinden günahları kendilerinden giderilen, arınan topluluk içinde. "Onlardır Allah bölüğü; bilin ki Allah bölüğü, kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir. "[33]
Ey Huneyfoğlu, Allah'tan çekin; birkaç parça ekmek yeter sana; yeter kurtuluşun için cehennemden.
* * *

4

(Osman b. Huneyf'e, Cemel savaşından önceki mektupları)
İtâat gölgesine gelirler, sığınırlarsa bu, zâten sevdiğimiz, istediğimiz şey. Ama düşmanlığa, isyâna kalkışırlarsa, sana itâat edenlerle, isyân edenlerin üstüne yürü. Seninle gelmek istemeyenlere aldırış etme. İtâat edenlerle harekete geç, öbürlerini bırak. Çünkü istemeyerek zorla seninle gelenlerin gelmeyişleri, oturup kalışları, gelişlerinden, olmayışları, bulunuşlarından hayırlıdır.
* * *

1

(Medine'den Basra'ya giderlerken Kûfe'lilere mektupları:)
Allah'ın kulu Emir-ül Mü'minin  Ali'den,  Ansarın alnı olan, Arabın yüce dağı mertebesinde bulunan Kûfelilere:
(Hamd-ü senâ, salât-ü selâmdan) Sonra ben size Osman'a ait olayları öylesine haber vereyim ki duymanızla görmüşe dönün:
Halk onu kınamaya koyuldu; bense Muhacirlerden ona en fazla öğüt veren, en fazla, yaptıklarını anlatıp o işlerden vazgeçmesini söyleyen biriydim. Talha'yla Zübeyr, onu sarp yollara sürüyorlar, yumuşaklıkla gidilmez bellere götürüyorlardı. Âişe'yse ona pek kızmıştı, köpürmüştü. Hâsılı mukaddermiş, toplum, onu öldürdü; bana da, benim zorumla değil, kendi dilekleriyle kendi istekleriyle biat etti.
Bilin ki hicret yurdu (Medine), halkıyla beraber kökün-den yıkıldı. Orası, ateş üstündeki kazan gibi kaynayıp coşmaya koyuldu; fitne değirmeni, milinin çevresinde dönmeye başladı. Artık emirinize koşun, Allah'ın izniyle düşmanınızla savaşın.
* * *

2

(Basra fethinden sonra Kûfelilere)
Allah, kendisine itâat edenlere, nimetine şükürde bulunanlara vereceği sevâbın en güzelini Peygamberinizin Ehlibeytine karşı gösterdiğiniz itâat yüzünden sizlere versin. İtâat ettiniz; çağrıldınız, geldiniz.
* * *

5

(Osman tarafından Azarbeycan vâlisi olan Eş'as b. Kays'e)[34]
Seni, başına buyruk olmak için ben tayin etmiş değilim; yalnız boynunda bir emanet var ve sen, senden üstün olanın buyruğu altındasın; halka dilediğini yapamayacağın gibi tehlikeli bir işe de girişemezsin. Elinde üstün ve ulu Allah malından mal var; şimdi sen, onu bana teslim etmek için benim hazine memurlarımdansın; senin üzerinde kötü hükmedenlerden değilsem, bana teslim edersin onu.
* * *

3

(Kadı Şurayh b. Hâris, kadılığında seksen dînâra bir ev satın almıştı. Emir'ül-Mü'minin (a.s), bunu duyunca, bana seksen dinara bir ev satın aldığına, buna dair bir de senet yazdırdığına, tanıklara tanıklık verdirdiğine dâir haber geldi buyurdular. Şurayh tasdik edince kızgın bir hâlde ona bakıp buyurdular ki:[35]
Yâ Şurayh, yakındır, sana öyle birisi gelip çatar ki ne yazdığın şeye bakar, ne tanıklarından sorar; gözün arkada kalarak seni o evden çıkarır; her şeyden ayırıp kabrine kapar. Dikkat et ey Şurayh, bu evi kendi malından başka bir malla, helâlinden kazandığın paradan başka bir parayla satın almış olmayasın. İş böyleyse, böyle bir şey yaptıysan bil ki dünyâ yurdunda da ziyan ettin gitti, âhiret yurdunda da. O evi alacağın vakit bana gelseydin, sana öyle bir senet yazardım ki, evi almak için ne bir dirhem verirdin, ne de daha fazla bir pul.
Yazacağım senet de şuydu:
Aşağılık kulun, ölümünden sonra çıkarılıp atılan bir ölüden; şu aldanış dünyâsında, geçip gidenlerden, helâk olup bitenlerin alanında satın aldığı yerdir bu. Bu evin dört sınırı var: Birinci sınırı âfetlerin sebeplerine varır dayanır; ikinci sınırı musibetleri, belâları meydana çıkaran şeylere varır; üçüncü sınırı, insanı helâk edecek heveslere, dileklere ulaşır; dördüncü sınırı, insanı azdıran Şeytana kavuşur; bu evin kapısı da bu sınıra açılır. Dileğe kapılıp aldanan, ecelle şu evden kaldırılıp atılandan bu evi, kanâat üstünlüğünden  çıkarak, istek ve helâk oluş aşağılığına düşerek satın almıştır.
Bu evde, satın alanın  başına gelecekler de, Kisra, Kayser, Tübba ve Hımyer gibi padişahların, zorbaların başlarına gelen şeylerdir: Onların bedenleri çürümüş gitmiştir; canları alınmıştır; mal üstüne mal yığan, onu çoğaltıp duran, yapılar yapıp pekiştiren, yüceltip bezeyen, zahirler toplayan, zannınca evlâdını düşünen, kendisinden sonra kalacakların gamını yiyen kişilerin başlarına gelen, onun da başına gelecektir. Sonunda bunların hepsini de Tanrı'ya bildirmek, soruya çekilmek için getirecekler, sevap ve azap mahalline yığacaklar, hakla batılın arasının ayrılacağı vakit, sâhibini hepsinden bir-bir soruya çekeceklerdir. "İşte orda, batıl iş işleyenler, ziyan edip gideceklerdir." (Mü'min, 78)[36]

2. Bölüm


Muaviye'ye Mektupları

6

Ebubekir'e, Ömer'e, Osman'a biat edenler, onlara biat ettikleri şartlarla bana da biat ettiler. Orda bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu biati reddetmesi mümkün değil. Meşveret ancak Muhâcirlerle Ansara ait. Onlar toplandılar da birisine uydular, ona imâm dediler mi bu, Allah'ın da razı olduğu bir şey. Onların yaptığı işe razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bidate uymak sûretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye bırakırlar. Fakat ısrâr ederse, inananların yoluna uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin vebâlini de Allah, onun boynuna yükler.
Ömrüme andolsun ey Muâviye, nefsine uymaz da aklınla düşünürsen beni, Osman'ın kanına girenlerden tamamıyla berî, halkın içinde o kandan en sorumsuz bulursun. Sen de bilirsin ki ben ondan ayrılmıştım, bir kenara çekilmiştim; ama bildiğini örtmeye, bühtan etmeye kalkışırsan örtebildiğin kadar ört, edebildiğin kadar et.
* * *

8

(Muâviye'ye yolladığı Cerir b. Abdullah'a gönderdiği mektup)
Bundan sonra mektubum sana varınca Muâviye'yi kesin bir hükme çağır, reyini bildirmeye zorla. Ondan sonra da yerleri yurtları sâhipsiz kılan savaşla, yahut onu hor bir hâle getirecek olan barış arasında muhayyer bırak. Savaşı kabûl ederse ona karar ver; barışı kabûl ederse biatini al vesselâm.
* * *

75

Allah'ın kulu Emir'ül-Müminin Ali'den Ebu-Süfyan oğlu Muâviye'ye:
Sen de iyice bilirsin ki (Osman b. Affan hakkında ve ondan evvelki olaylara ait) özürlerimi size bildirdim; böylece de sizinle muâraza kapısını kapattım. olmamasına çare bulunmayan, def'ine imkân olmayan şey oldu bitti. Hikâye uzundur, söz çoktur.
Dönen döndü, gelen geldi. Yanındakilerden adıma biat al, onlardan bir bölükle de dön, bana gel.[37]
* * *

7

Bundan sonra, öğütlerle yazdığın, sapıklığınla bezediğin, kötü ve batıl reyinle gönderdiğin mektubun geldi. Bir kişinin mektubu bu ki ne doğru yolu görüp onu sevk edecek gözü var; ne onu yedip gerçeğe götürecek kılavuzu var; sapıklık onu çağırmış, o da ona uymuş gitmiş. Dalâlet onu haydamış; o da ona tâbi olmuş; hezeyan ederek beyhude sesler çıkarır; hatâlara düşerek adım atar, yol yitirir.
(Aynı mektuptan:)
Çünkü biat birdir, iki olamaz; ona başka bir reyi katılamaz. Ondan başçekip kabûl etmeyen dîne uygun buyruğu kınamış olur; o biatte düşünceye, şüpheye kapılan, müdâheneye düşmüş olur.
* * *

9

Kavmimiz, Peygamberimizi öldürmeyi, bizi kökümüzden çıkarıp atmayı dilemişti; aleyhimizde düşüncelere dalmıştı; başımıza işler açmıştı. bizden tadı tuzu men etmişti; bize korku elbisesini giydirmişti; sarp dağlara gitmemizi zorlamıştı; aleyhimize savaş ateşini yakmıştı. Allah'sa onun civarından kötülüğü gidermemizi, onun haremine girmeye kimseye fırsat vermemenizi takdir eylemişti. İnananımız, bununla ecir ve sevap diliyordu; kâfirimizse bu soyla, bu boyla övünüyordu, soyunu boyunu koruyordu. Bizden başka, Kureyş'ten olup İslâm'ı kabûl edenler, bizim kapıldığımız korkudan, öldürülmekten sağ esendiler.
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, savaş tandır kızınca, insanlar, korkudan çekilmeye kalkınca ashabını, Ehlibeytiyle korudu; kılıçların, mızrakların kızgınlığına Ehlibeytini sürerdi. Hâris oğlu Ubeyde, Bedir gününde şehit edildi; Hamza Uhud gününde şehit edildi; Ca'fer, Mu'te'de şehit edildi. Dileyen de adlarını andığım kişiler gibi şehâdeti dilediler; fakat onların ecelleri gelip çatmıştı; dileyenlerinse daha gelmemişti.[38]
Ne kötü bir zamana geldim ki şaşarım benimle beraber ayak diremeyen, İslâm'ı benim gibi ilk kabûl etmeyen kişi, tuttu da, benimle aynı şeyi iddiâda eş oldu; oysa ben onu tanımam bile. Sanmam ki Allah da tanısın; hamd Allah'a herhâlde.
Benim Osman'ı öldürenleri sana teslim etmemi istemene gelince: Ben bu işe baktım, fakat onları sana, yahut senden başkasına vermem mümkün değil. Ömrüm hakkı için ki azgınlığından, kötülüğünden vazgeçmezsen görürsün ki yakında onlar seni isteyecekler. Onları istemem için ne karada, ne denizde, ne dağda, ne düzlükte sana bir zahmet vermeyecekler. Hem  de bu, bir istek olacak ki seni gamlara batıracak; bu, bir ziyaret olacak ki onunla buluşman, seni sevindirmeyecek. Selâm, ona ehil olana.
* * *

10

Nasıl da dünya kendisini süslemiş, lezzetleriyle seni aldatmış; seni çağırmış, icâbet etmişsin; sürmüş, ona uymuşsun; emretmiş, itâatte bulunmuşsun; içinde bulunduğun şu hâl var ya; bir de perdeler açılırsa ne yapacaksın acaba? Bil ki yakındır, seni öylesine bir tutacak ki tutan; seni öylesine bir kapacak ki kapan; ondan kurtulmama imkân olmayacak; ondan seni bir koruyan, bir kurtaran bulunmayacak.
Bırak şu işi de soru gününü düşün, ona hazırlan. Sıva eteklerini, yol yitirmişlerin sözlerine kulak asma; yoksa bu halde devam edersen, bu gaflete düşüp gidersen haber vereyim sana; içinde bulunduğun nâz-u naim seni aldatmış, benliğe atamış; Şeytan boğazına sarılmış, seninle murâda yetmiş; senin içine girmiş, can, kan bulunan her yerini kendine gezinti yeri etmiş.
Ey Muâviye, siz ne vakit halka hâkim oldunuz, ne vakit ümmetin buyruğunu ellerinize aldınız; hem de geçmiş zamanlarda bir hakkınız, üstün bir şerefiniz yokken? Allah'a sığınırız kötülüğe düşüren sebeplerden. İsteklerin gafletine düşüp gitmekten, içinden, dışından gizli açık aykırılığa düşüp karşı durmaktan çekinmeni söylerim sana.
Beni savaşa çağırdın; halkı bir yana bırak, tek başına karşıma çık; iki tarafı da savaş zahmetinden kurtar da hangimizin gönlü kararmış, hangimizin can gözü kapanmış, belli olsun. Ben Ebü'l-Hasan'ım, senin atanı, dayını, kardeşini Bedir günü öldürenim; o kılıç şimdi de yanımda; o yürekle düşmanımla buluşacağım. Dinimden dönmedim, yeni bir peygambere uymadım; ben, sizin isteyerek terk ettiğiniz, zorla ve istemeyerek girdiğiniz dosdoğru yoldayım.[39]
Zannınca Osman'ın kanını istemek için geldin. Sen de bilirsin ki Osman'ın kanı nasıl ve nerede döküldü; dileyeceksen oradan dile.
Sanki görüyorum seni, sana diş geçirildi mi, savaş korkusuyla ağır yükler altındaki develer gibi bağırmadasın; sanki görüyorum beni çağıran ordunu, başlarına birbiri üstüne yedikleri kılıçtan, üstlerine çullanan kötü kazâ ve kaderden, birbiri ardınca helâk olup yerlere serilmekten feryât etmedeler. Onlar ya Allah'ın kitabını inkâr eden inatçı kâfirlerdir, yahut biatten dönen hâinler.
* * *

17

Benden, Şam'ı bırakmamı istedin ya; dün sana vermediğim şeyi bugün verecek kişi değilim ben. Savaş, Arabı yedi bitirdi, ancak yarım canlı kişiler kaldı demene gelince: Gerçek uğruna can veren cennete ulaştı; batıl uğruna ölense ateşe düştü. Savaş ve adam bakımından beraberiz demene gelince de derim ki: Sen, şüphe üzerine bu işe giriştiğin halde gene de zayıfsın; benimse imânımda şüphem yok. Şam ehli, Irak ehlinin âhireti  özlemesinden ziyade dünyâya düşkün.
Biz de Abdimenâf oğullarıyız sözüne gelelim: Evet, fakat Ümeyye,[40] Hâşim gibi, Harb, Abdül-Muttalib gibi değildir. Ebû-Süfyan'sa Ebu-Tâlib'e benzemez. Muhâcir, azad edilene[41] benzemediği gibi soyunda şüphe olmayan da şüpheli soydan gelene benzemez. Hakka uyan, batıla uyana, inanan, şüpheye düşene eş olmaz. Ne kötü evlâttır o evlât ki atalarına uyup cehennem ateşine düşer.
Bizim ellerimizde Peygamberlik  üstünlüğü var, o soydanız biz; câhiliye üstünlüğüyle üstün olan kişiyi hor-hakir ettik, aşağı sayılana üstünlük verdik. Allah, Arabı, kendi dinine bölük-pörçük soktukça bu ümmet, ister istemez ona baş eğdi; kimisi inanarak Müslüman oldu, kimisi korkudan Müslüman oldu. İlk Muhâcirler, üstünlükleriyle geçip gittiler, üstünlüğü elde ettiler. Şeytanın ığvâsına uyma; onun sana yol bulmasına meydan verme vesselâm.
* * *

28

(Hamdü senâ ve salâtü selâmdan) Sonra mektubun geldi. Mektubunda, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'i, dinini bildirmek için seçtiğini, ashabından bazıları da onu kuvvetlendirdiğini yazmışsın. Ne de şaşılacak şey ki Allah'ın bizi sınadığını, Peygamberiyle de bize lütuflarda bulunduğunu sanki sen biliyormuşsun da biz bilmiyormuşuz; bize haber veriyorsun bunu. Oysa ki bu sözlerin, Bahreyn'de hurması bol Hecer şehrine hurma götürmeye, ok atmayı bileni ok atmaya çağırmaya, ona, atıcılık belletmeye kalkmaya, tereciye tere satmaya benziyor, onu hatırlatıyor.
İslâm'da falan, feşman kişinin en üstün kişiler olduğunu sanıyorsun. Bir şeyi anıyorsun ki öyle olsa sana bir üstünlük gelmez; olmasa seninle bir ilgisi  düşünülmez. Senin, üstün olanla, olmayanla buyruk verenle, buyruğa uyanla ne işin var? Tutsak olup azad edilenlerle onların oğullarının, ilk hicret edenlerle, onların dereceleriyle, onların üstün olanlarıyla, olmayanlarıyla ne ilgisi olur; bunları anlatmak, onlara mı düşer? bizim oklarımızdan olmayan kanatsız bir okun vınlaması duyuldu. Buyruk altında olan biri hüküm vermeye kalkıştı.
A kişi, sen yüklendiğin ağır yükle topallaya-topallaya gitmedesin; kendi gidişine bak, kendi kusurunu gör; takdir seni geriye atmış, sen de geri dur. Ne alt olan sana bir zarar verir; ne üst olan sana bir kâr getirir,sen çöllere düşmüş yelmedesin; varacağın yeri yitirmiş, sinsi-sinsi sürünmedesin. Ben sana haber vermeden de görmez misin ki Allah'ın lütfüyle Muhâcirlerin bir bölüğü şehit oldu, her birinin üstünlüğü var. Allah'ın salâtı, O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, bizim şehidimizin namazını kılarken yetmiş tekbir getirdi; onu böyle bir üstünlükle üstün etti. Görmez misin ki bir bölüğünün Allah yolunda elleri kesildi, her birinin üstünlüğü var; bizden bu hâle düşen birisine, Cennette uçmaktadır, iki kanadı var dendi.[42] Allah insanın kendisini övmesini nehyetmeseydi, bu sözleri, anan, kendisi için öyle üstünlükler anar, söylerdi ki, inananların gönülleri onu bilirdi; duyanlar da inkâr edemezlerdi. Beni bırak da var, işine git.
Bizleriz, Rabbimizin seçtiği kişiler, onun lütfüne mazhar olanlar; insanlarsa bize uymak sûretiyle, bizim vasıtamızla seçilmişler, lütfüne mazhar olmuşlardır.[43]
Sizinle karışmışız, sizden kız almışız, size kız vermişiz, görünüşte sizi de kendimizle bir görmüşüz, fakat bu, eskiden beri bizde bulunan üstünlüğümüze engel olamaz; siz bizim derecemizde değilsiniz, nasıl olabilir bu ki Peygamber bizden, yalanlayan  sizden; Allah'ın Arslanı bizden, ahdini bozanların arslanı sizden; cennet gençlerinin uluları bizden, cehennem ehlinin çocukları sizden; âlemlerde kadınların hayırlısı bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki üstünlükler pek çok; sizdeki aşağılıklara son yok.[44]
Müslümanlığımız duyulmuştur, meşhurdur; ondan önceki üstünlükler de inkâr edilemez; hâtıraları durup durur; Allah'ın kitâbıysa hakkımızdaki şüpheleri giderir de buyurur: "Soy bakımından birbirlerine yakın olanların bâzıları, bâzılarından daha üstündür. Allah kitabında." (Enfâl, 76) "Gerçekten de insanların İbrâhim'e en lâyık olanları ona ve bu Peygamber'e uyanlar ve inananlardır ve Allah, inananlara yardımcıdır." (Âl-i İmran, 61) Biz bir kere yakınlık bakımından üstünüz, bir kere de itâat bakımından.
Sakıyfe günü Muhâcirler, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a yakınlıklarını öne sürerek Ansâra üst geldiler; hak bizimdir. Ansârın değil dediler. Başka bir yönden yürüselerdi Ansâr dâvâlarında ayak direrdi.[45]
Sanıyorsun ki ben, bütün halifelere haset ettim, hepsine isyan ettim. İş böyleyse bu suç sana ait olmadığı gibi sana özür getirmeme de hâcet yok.
Bu bir suç ki utancı sana ait değil.[46]
Deve gibi zorla biate sürüklendiğimi söylüyorsun; Allah'ın ebedi varlığına andolsun ki kınamak, yermek isterken övdün beni. Beni rüsvay etmek isterken rüsvây ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe, inancında işkil bulunmadıkça mazlûm oluşu, Müslüman'a bir noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; çünkü sen zâten söz dinlemezsin, duymazsın; hakkı tasdik etmezsin; fakat söz sırası geldi de söyleyeyim dedim.
Sonra benimle Osman arasındaki işten söz açıyorsun. Ona soy bakımından yakınlık dolayısıyla bu soruyu senin cevaplandırman gerek: Hangimiz ona daha fazla düşmanlık ettik, hangimiz ölümüne sebep olduk? Ona, yardım istediği hâlde onun, sen yerinde otur deyip yardımını istemediği kişi mi, yoksa onun yardım istediği halde yardımına gelmeyen, başına gelenler gelinceye dek oyalanan kişi mi?[47]
Andolsun Allah'a ki "Gerçekten de sizden geri kalanları ve kardeşlerine de bize gelin diyenleri bilir ve bunların pek azı savaşa gelir ancak" âyeti münâfıklar hakkındadır vallahi (33, Ahzâb, 18).
Nice kere ona, yaptığı işi bildirdim ben; gittiği yolun nasıl bir yol olduğunu söyledim ben; ona karşı bir günahım, bir taksirim varsa o da, ona doğru yolu göstermemdir ancak. Ama nice suçsuzlar vardır ki suçu olmadan, sebebi bilinmeden kınanırlar.
Bâzı kere gerçek öğüt veren, ancak töhmet altına girer.[48]
Ve diyorsun ki: Benimle sana uyanlar arasında hüküm verecek kılıçtır ancak; beni ve dostları ağlarken güldürdün bu sözünle. Ne vakit görülmüş Abdül-Muttalib oğullarının düşmandan çekindikleri, kılıçtan korktukları?
Hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, savaş başlayacak.[49]
Çağırdığın kişi, yakında seni çağıracak, yaklaşmayaca-ğını sandığın, sana yaklaşacak. Ben, pek tez geliyorum üstüne büyük bir orduyla, Muhâcirlerle Ansârdan ve iyilikle onlara uyanlardan toplanmış bir orduyla.[50] Pek büyük bir ordu bu, sana gelip çatacak; tozu dumana katacak. Hepsi kefenlerini giyinmişler, öç almayı amaç edinmişler; en çok sevdikleri, istedikleri şey senden öç almak, sonra Rablerine ulaşmak. Onlarla, Bedir savaşında bulunanların soyları beraber; Hâşim oğullarının kılıçları yanlarında; kardeşine, dayına, atana, soyuna neler etti onlar, bilirsin onların kılıçlarını savaş günü, unutmadın; "Ve bu, uzak değildir zulmedenlerden." (Hûd. 85) (9).

37

Allah Allah, şaşarım şuna; sonradan icâd ettiğin, nefsinin hevasını uyup düzüp koştuğun asılsız şeylere ne kadar da sıkı sarılmışsın; şaşkınlığa ne kadar da tez yapışmışsın; hem de Allah'ın dileyip soracağı, kullarına delil olarak sunduğu ve hesabını isteyeceği gerçekleri yitirerek, ahitlerini bir yana atarak.
Osman ve onu öldürenler hakkındaki fazla ve lüzumsuz sözlerine gelince: Sen o kişisin ki, kendine yardım umduğun, faydalı gördüğün zaman ona yardım ediyorsun; oysa ki ona yardımda bulunman gerektiği zaman, onu hor-hakir bıraktın, yardımına koşmadın vesselâm.
* * *

48


İsyan ve zulüm, yalan ve iftira, insanı dünyada da rezil eder, âhirette de; bunlara uğrayanlar, din bakımından da işte budur o kötü kişi diye parmakla gösterilir, âhiret bakı-mından da. Ayıplayanlar katında zulmeden, iftirada bulunan kişinin ayıbı da belirir, söylenir, kusuru da.
Ve sen, çağı geçtikten sonra elde etmek istediğin şeyi elde edemezsin; bir bölük de haksız olarak şüphelere düşerler; işleri isteklerine göre ve Allah hükmüne aykırı yorumlarlar; Allah onların yalanlarını da meydana çıkarır; bunu da inkâr edemezsin. Çekin o günden ki kişi, yaptığının iyiliğini bulacak, sevinecektir o gün, yularını Şeytanın eline veren, onun yettiği yere giden kişi de nâdim olacaktır o gün.
Sen bizi Kur'ân'ın hükmüne çağırdın; oysa ehli değildin onun. Senin çağrına uymadık, Kur'ân'a uyduk; onun hükmüne razı olduk.
* * *


[1] - Ukâz, Nahle'yle Tâif arasında bir pazar yeriydi. Câhiliyye devrinde, Zilka'de ayının başından itibaren orada toplanırlar, şâirler şiirlerini okurlar, soylarını boylarını över-lerdi. Alış verişlerde bulunurlardı. Bu pazarda en fazla tabaklanmış Tâif derisi satılırdı.
Kufe'ye kastedenlerin hemen hepsi bir derde uğramıştır. Ziyad bin Ebih; Küfelileri, Emir'ül-Müminin'e (a.s), hâşâ, sebb için mescitte toplatmışken perdecisi mescide gelip kendisine inme indiğini haber vermiş, oğlu Ubeydullah, cüzam hasta-lığına tutulmuş, sonunda öldürülmüş, Haccac, karnının derdinden gebermiş, Amr b. Hubayra ve oğlu Yûsuf, baras illetine uğramışlar, Hâlid, hapiste açlıktan ölmüş, Muhtâr, Yezid b. Mühelleb ve Mıs'ab da öldürülmüşlerdir.
[2] - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyle-yenler, düzme rivâyeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivâyet eder, der ki:
Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s.a.a) yanındaydım; bir şey yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. Müteessir olup Allah'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için arınmadır, yakınlıktır; kıyâmet günü bu hareketiyle Hakk'a yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı (aynı, s.26).
Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lânetin, Resûlullâh'a ve Allah'a sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir.
[3] - Hicretin otuz sekizinci yılında Muâviye, Mısır'ı elde etmek için asker göndermiş, Mısır'da Hz. Emir (a.s) tarafından vâli olan Muhammed bin Ebibekr, bu hâli bildirmiş, bunun üzerine Hazreti Emir (a.s) Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, yolda Mâlik'ül-Eşter'i zehirli bal şerbeti ile zehirleterek şehit ettirmiş, maiyetindeki ordu dağılmıştı. Muâviye, Amr b. Âs'ı Mısır'a vâli tayin etmişti. Amr, Muâviye b. Hadic'e, Muhammed b. Ebibekr'i şehit ettir-mişti. Muhammed bin Ebibekr, gizlendiği yerde tutulmuş, ölü bir merkebin karnı yarılarak içine sokulmuş, mübârek başı orada kesilmiş, cesedi, merkeple beraber yakılmıştı. Başları Şam'a gönderilerek Osman'ın katillerinden birinin başı diye günlerce teşhir edilmişti ki, İslâm'da ilk teşhir edilen baş buydu ve bu bidat-ı seyyieyi Muâviye kurdu.
Muhammed bin Ebubekir'in anneleri Esmâ, önce Ca'fer-i Tayyar'ın (a.s) zevcesiydi; sonra Ebubekir almıştı ve Muhammed, ondan olmuştu. Sonra da Emir'ül-Müminin aldı-lar ve Muhammed'i, kendi terbiyeleri altında büyüttüler. Bu bakımdan rabibleri, yani kendi yetiştirdikleri üvey oğullarıydı (Radıya'llahu anhu ve ırdâh; "Tenkih'ul-Makaal'in 2. cildinin 2. kısmına bk. s.57-58).
[4] - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün Haccâc'ın doğduğu rivâyet edilmiştir.
[5] - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan bir boydur.
[6] - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit eylemişti.  Anneleri, bu yüzden şuûruna halel getir-mişti; oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı (Fetret'ül-İslâm, s.165 ve devâmı; notlarıyla; Muhammed Abduh Şerhi s.63-66 ve notları).
[7] - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcı"denirdi.
[8] - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah zamanında hükümet merkezi olmuştu.
[9] - Nevf.  b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis-selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî tarzında da rivâyet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kûfe'de, Rahbe mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de Allah da sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar. Daha söyle Yâ Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan söyler. Kim üstün ve ulular ulusu Allah'ı tanıdığını sanır da her gün, her gece Allah'a isyânda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; yakınlarından kesilme, onları gör gözet de Allah ömrünü uzatsın; ahlâkını güzelleştir de Allah sorunu hafifletsin. Ey Nevf, kıyâmet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir taşı bile sevse Allah, onu o taşla haşreder. Yâ Nevf, insanlara karşı bezenme, Allah'a isyâna kalkışma; yoksa, Allah'a ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; Muhammed Abduh şerhi, 2. s.103, not. 1).
Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi-Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânî'nin evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı. Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzûruyla müşerref olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu sırada Hazret-i Emir (a.s) huzûra girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) gülerek, Ümmühânî'ye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), kendisine sor yâ Rasûlulallah, bana neler etti? Seni hak üzere gönderen Allah'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit olurlardı; Ümmühânî kime amân verdiyse bizim de amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, Muhammed Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216).
"Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin sonundaki "İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbi Allah'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve "Varaca-ğımız yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye  işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu meâlde âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i kerîmesi de bu meâldedir.
[10] - 35. sûre-i celilenin (Fâtır), "Kim yücelik, üstünlük dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük Allah'ındır. Güzel sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. âyet-i kerimesine işarettir.
[11] - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59).
[12] - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisâ') 164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân buyrulur.
[13] - "Ve görürsün ki melekler Rablerine hamd ederek onu tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek bir adaletle  hükmedilmiştir ve denilmiştir ki: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a..." (39, Zümer, 75).
[14] - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbinin nûruyla ve yaptıklarının yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar getirilmiş ve aralarında gerçek bir hükümle hükmedilmiştir ve onlara zulmedilmemiştir." (39, 69)
[15] - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve bezeneceğiniz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt almaları için indirilen Allah âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26).
Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, rabbinden, kendisinden başka kimsenin nâil olmayacağı bir saltanat istemişti; Allah, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer.
[16] - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü de rivâyetler arasındadır.
[17] - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, accel'allah-u fereceh, zuhûrunu müjdelemektedirler. (Sefi-net'ül-Bihâr, 1, s.644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye bakınız, 3, s. 322-338).
[18] - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmî'nin cariyesiydi. Onu Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet ederlerken Hazreti Rasûl (s.a.a) görmüş ve sabredin ey Yâsir soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, Ammâr, ağlaya ağlaya huzûra gelince de kendilerine vahyedilen "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, iftirâda bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir Allah-ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, hakkında "Ammâr'a düşman olana Allah da düşman olur, Ammâr'a buğzedene Allah da buğzeder", Ammâr'a iki iş arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler vârid olmuştur. Medine'de mescit yapılırken sahâbe de yapım işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, latife yollu Hz. Rasûl'e (s.a.a) ashabın beni öldürecek Yâ Rasûlallah demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) mübârek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahâbem öldürmez; seni doğru yoldan çıkan, isyân eden bir toplum öldürecek, dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" buyurmuşlardı. Bir kere de huzûra gelince, Rasûlullah (s.a.a) "Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit olmuş, vefâtından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye anmışlardı. Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile öldürmekten çekinmem derdi. Mübârek başı kesilip Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda kalmış, Muâviye'nin itâbına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir (Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El-İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül-Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s.125-132)
Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, Rasûlullah'a (s.a.a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefâtlarından sonra Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz artık sâbit oldu diyerek Muâviye tarafına hücûm etmiş, şehit oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, Ammâr'ın hâl tercemesi).
Huzeyme b. Sâbit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabûl buyurduklarından "Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den (s.a.a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm hadisine şahâdet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398).
[19] - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye  karşı bir delilin olamaz demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefât etmiştir. Hz. Emir, Kays'ı Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine kaydı hayat şartıyla Irak Vâliliğini vermeyi vaad ederek kendi tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays bizimledir diye şâyialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve onun Muâviye'ye pek  şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine bakınız; s.70-73)
Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma günü minberdeyken karşı duran muhâcirlerden altı, Ansârdan altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli Muhammed aleyhi ve aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivâyet etmiştir. Muâviye'nin zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mûcibinde İstanbul yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391).
[20] - "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muâheze etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." (2, Bakara, 286) İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş bilinmeyen şeye, kıyâmetin zamanına, yağmurun yağacağına, rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak Allah'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefât edeceğini bildiğine dâir, "Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu açıklamışlardı.
[21] - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi-leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" meâlindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.94).
[22] - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22).
[23] - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, Allah katında ziyafetler ve Allah katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler var." (3, Âl-i İmrân, 198).
[24] - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık.
[25] - Selman, aslen İranlıdır; doğduğu yer hakkında ihtilâf vardır. Kendisi, kendisini, Ben Âdem evlâdından İslâm oğlu Selmân'ım dive tavsif etmiştir. Soyunun, İsâ alâ nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın vasilerine ulaştığı rivâyet edilmiştir. Zertüşt dininde olduğu zamanlar dâhil, güneşe secde etmediği, Âhır zaman Peygamberi'nin zuhûr etmek üzere olduğunu duyup onun dinine girmek ve ona ulaşmak için uğraştığı, nihâyet bir olayda esir düşüp Medineli bir yolcuya satıldığı, muayyen bir para karşılığında hürriyetini kazanmak üzere uğraştığı, azad edildikten sonra Hazreti Peygamber'e ulaşıp İslâm'ı kabûl ettiği sahih rivâyetlerdendir. Hz. Resûlul-lah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, ona "Ebû-Abdullah" künyesini vermişler, "Selmân'ül-Hayr" lakabını ihsan buyur-muşlardır. Haklarında "Selmân, bizden, Ehlibeyttendir" ve "Selmân, Fars ehlinin İslâm'da en kıdemlisidir", "İman, Süreyyâ yıldızında bile olsa Fars ehlinin elinden kurtulamaz, onlar, oraya bile ulaşırlar" meâlindeki hadis-i şerifler vârid olmuştur (Câmi', 1, s.38, 2, s108.) Hendek savaşında, Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Selmân'ın reyiyle hendek kazdırmıştır. Mezkûr savaşta ve diğer savaşlarda bulunmuştur. Şia-i İmâmiyye'ye göre "Erkân-i Erbaa"dandır. Hz. Resûlullah (s.a.a) "Bana dört kişiyi sevmem emredildi; ilki sensin Yâ Ali, Selmân, Mikdâd ve Ebû-Zerr onlardandır" buyurmuştur. Emir'ül-Mü'minin (a.s), "Yeryüzünde yedi  kişi vardır ki halk, onlar yüzünden rızıklanırlar; onların yüzünden yardıma maz-har olurlar; onların yüzünden yağmur yağar, Selmân onlar-dandır" ve "Selmân'ın bildiğini Ebû-Zer bilseydi; Selmân'ı öldürmeye kalkardı" buyurmuşlar, İmâm Muhammed'ül-Bâkır aleyhisselâm da "Selmân'a, Selmân-ı Fârisi demeyin; Selmân-ı Muhammedi deyin; o, biz Ehlibeyttendir" demişler-dir. Bir gün ashab, soy soptan bahsederlerken Selman, ben Abdullâh oğlu Selmân'ım; dalâletteydim; Allah, Muhammed'-le beni hidâyete sevk etti; yoksuldum, Muhammed'le beni zenginleştirdi; kuldum, Allah beni Muhammed'le hür kıldı; soyum-sopum budur benim demişti. Sonra bu olayı Hz. Rasûl'e (s.a.a) haber verince Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Ey Kureyş buyurmuşlardı, insanın soyu-sopu dinidir, erliğidir, aslıdır ve aklıdır; yüce Allah, Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık, sonra bilişesiniz, tanışasınız diye sizi kabilelere, şubelere ayırdık, gerçekten Allah katında en büyüğünüz, en fazla takvâ sâhibi olanınızdır buyurmuştur; ey Selmân, bunların hiçbiri senden üstün değildir; ancak Allah'tan çekinmekle; sen Allah'tan çekiniyorsan üstün sensin (Âyet-i Kerime, 49. sûrenin, Hucurât, 13. ayeti kerîmesidir) Ömer zamanında Medâyin'e vâli tayin edilen Selman, hicretin otuz dördüncü yılında vefât etmiştir; Medâyin'de Medfundur. RadıyAllahu anhu ve ırdâh (Tenkıyh, 2, s.45-48, İstîâb, 2, s.83, Üsd'ül Gaabe, 3, s. 10, İsâbe, 2, s.150).
[26] - İmran b. Husayn'ül -Huzzâî, ashaptandır; bütün gaz-velerde bulunmuştur. Hicretin elli ikinci yılında vefât etmiştir (Tenkıyh, 2, s.350).
[27] - Beşinci bölümün 83. hutbesinin notuna bakınız.
[28] - Osman b. Huneyf, ansardandır; Ebu-Amr künyesiyle künyelenmiştir; Ebu-Abdullah diyenler de vardır. Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücû' edenlerdendir. Uhud'da ve diğer gazalarda bulunmuştur. Cemel savaşından önce Emir'ül-Mü'minin tarafından Basra vâliliğine tayin edilmiş, kendisine, Rebeze'den gönderilen emir üzerine savaşa girişmiş, Cemel ashabı, Basra'ya girince Osman b. Huneyf'in saçını, sakalını tıraş ettirmişlerdi. Hz. Emir'e (a.s) ulaştıktan sonra Cemel savaşına iştirâk etmiş, Kûfe vâliliğine tayin edilmişti. Muâviye'nin zamanında vefât etmiştir (Tankıyh, 2, s.245).
Bu cümlelerde, "En kötü yemek, tokların çağrıldığı, açların dâvet edilmediği düğün yemeğidir" hâdisine de işaret vardır (Câmi, 2, s.33)
[29] - Beyit, Abdullah'it-Tâî oğlu Hâtem'indir. Bundan önceki beyit, "yemek yiyeceğim vakit bir sofra daha hazırla da uzak yakın, dost birisi gelsin, beraber yiyelim; benden sonra, beni kınamasınlar" meâlindedir: Bu beyit, "Sen karnı tok olarak yatmadasın; çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu ayıp yeter sana" tarzında da rivâyet edilmiştir. Tabaklanmamış deriden maksat, hayvanın derisini yemeye çalışanlar, açlardır; et yüzü görmeyenlerdir. Bundan sonraki beytin meâli de şudur: "Ben, bana gelen konuğun kuluyum, kölesiyim; bende bu huy olmasaydı kulluğa ait hiçbir huyum olmazdı."(Kazvini, 3, s.274-275).
[30] - "Yâ Ali, insanlar ayrı ayrı ağaçlardan, soylardandır; ben ve sen bir ağaçtanız, bir soydanız. Ben ağacım, Fatıma dalı, Ali budakları; Hasan ve Huseyn meyveleridir; Şiamız da yapraklarıdır o ağacın. Ağacın kökü Adn cennetindedir, dalları budakları öbür cennetlere yayılmıştır. Ben ve Ali, bir ağaçtanız; insanlar ayrı-ayrı ağaçlardan." Müstedrek'üs-Sahihayn, Künûz'ül-Hakaaık, Kenz'ül-Ummâl ve Zahâir'ül-Ukbâ'dan  naklen Fadâil'ül-Hamse, 1, s. 171-172)
[31] - Bu sözlerle Muâviye'yi kast buyurmaktadırlar.
[32] - "Ve hiçbir şey için, bunu mutlaka yarın yapa-cağım deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca Rabbini an ve de ki: Umarım, Rabbim, beni bundan daha ziyade hayra ve doğruya yakın bir şeye erdirir ve başarı verir bana." (18, Kehf) 23-24)
[33] - Mücâdele, 22.
[34] - Eş'as b. Kays'il-Kindî Ebu-Muhammed için 1. kısmın "Beşinci bölüm"ünün (Tarihi Hutbeler) 86. hutbesinin şerhine bakınız.
[35] - Kadı Şurayh'i, sahâbeden sayanlar vardır. Ömer, onu Kûfe'ye kadı tayin etmiş. Osman zamanında da hizmetine devam etmiştir. Emir'ül-Müminin (a.s) azli cihetine gitmişse de Kûfeliler razı olmamışlardı; o yüzden gene Kûfe kadılığın-da kalmıştı. Altmış, yahut yetmiş beş yıl kadılık etti. Ashab-ı Kirâmdan olup  Hucr'il Hayr diye anılan Hucr b. Adiyy'il-Kindi'nin, hâşâ, küfrüne ve tâattan çıktığına dâir fetvâ vermesi dolayısıyla Muhtâr b. Ebu-Ubeydet'is-Sakafi, onu, yalnız Yahudilerle meskûn olan bir köye sürmüş, Haccâc gelince Kûfe'ye getirip gene kadılığa tayin etmiş, fakat ihtiyarlığını bahane ederek ölünceye dek kazâda bulunmamıştır. Hicretin yetmiş ikinci, yahut sekseninci yılında yüz, yahut yüz on yaşında ölmüştür. Seksen yedinci yılında öldüğü de rivâyet edilmiştir (Tenkıyh, 2, s.83).
[36] - Kisrâ, İran şahlarına, Kayser, Roma imparatorlarına denir. Tübba Hımyerli bir hükümdardır; tebaası çok olduğu için bu adla anılmıştır. 44. sûrenin (Duhân) 17. ve 50. sûresinin 14. âyetlerinde, peygamberlerini inkâr ettiklerinden helâk edildikleri beyan buyrulmaktadır.
[37] - Kendilerine biat edildikten sonra Muâviye'ye gönderdiği bu mektubu Vâkıdî, "Kitâb'ül-Cemel"de kaydeder.
[38] - Ubeyde, Abdül-Muttalib oğlu Hâris'in oğludur. Rasûl'i Ekrem (s.a.a) Ubeyde'yi çok severlerdi. Ubeyde, iki oğluyla Medine'ye hicret etmiş, İslâm'ın müşriklerle ilk harbi olan Bedir'de, İslâm'ın sancağı kendisine verilmişti; bu savaşta yaralandı; Medine'ye dönerken vefât etti. Yaşı altmış üçtü (Tenkıyh, 2, s.242).
Hamza, Abdül-Muttalib'in oğlu ve Hazreti Rasûl-i Ekrem'in amcaları, aynı zamanda süt kardeşleridir. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a) iki yıl önce doğmuşlardır. Rasûlullah'ın dâvete başladıklarından iki yıl sonra Müslüman olmuşlar, Medine'ye hicretten sonra Bedir savaşında bulunmuşlar, Uhud'da Vahşî tarafından şehit edilmişlerdir. Muâviye'nin anası Hind'in, Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkararak dişlediği meşhurdur (Tenkıyh 1, r. 375-376).
Ca'fer, Hazreti Peygamber'in (s.a.a) amcaları Ebû-Tâlib'in oğludur. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) pek benzerlerdi. Ali (a.s)den sonra İslâm'la müşerref oldu; ondan on yıl önce doğmuşlardı. Mu'te savaşında iki kolu kesildikten sonra şehit oldular; "Ca'fer'e Allah, iki kolu yerine iki kanat verdi" hadisine istinaden "Tayyâr" lâkabıyla anıldılar (Tenkıyh, 1, s.212).
[39] - Muâviye'nin atasından maksat, anası Hind'in babası Utbe'dir; dayısı, Utbe oğlu Velid'dir; kardeşi de Hanzala'dır. Üçü de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından Bedir'de katledil-miştir.
[40] - Ümeyye, Abdimenaf oğlu Abdu Şems'in oğludur; Hâşim, Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) üçüncü atalarıdır ve Abdu Şems'le ikiz kardeştirler. Rivâyete göre bu ikiz çocuklar, birinin parmağı öbürünün alnına yapışık olarak doğmuşlar, kesilerek birbirlerinden ayrılmışlar, bu da hayra yorulmamıştır. "Half'ül-Fuzûl-Fazlların yemini" denen ve Hz. Peygamber'in de, on beş yaşlarındayken bulundukları, mazlûmları koruma yemininde Ümeyyeoğulları bulunmadığı gibi bu andlaşma, bir yandan da Amr'ın babası sayılan Âs'ın aleyhindeydi. Ümeyye, daha çocukken hacıların mallarını çalardı; bu yüzden de "Hâris" diye anılırdı; yüzü çirkin, beli bükülmüş, kör olmuştu; sokağa çıktıkça kölesi Zevkan onu yederdi. Harb, Ümeyye'nin oğludur; onun oğlu da Ebü-Süfyan'dır; adı Sahr'dı. Sahr, kayalık, tümsekli, gidilmesi güç yer anlamınadır; onun oğlu da Muâviye'dir; Muâviye, erkeğe kızmış kancık köpek anlamına gelir. Eşyâ-ı Murtazaviyye'den Şerik b. A'ver, bir gün Muâviye'nin yanına gitmiş, Muâviye onun salâbetine hiddetlenip tariz yollu, sen Şerik'sin, Allah'ın şeriki yoktur, A'versin, yâni bir gözün kör, gözü olan körden hayırlıdır; ahlâkın kötü, iyi huylu kişi, kötü huyludan üstündür deyince Şerik, Sen Muâviye'sin, bu adın anlamı üren köpektir; Harb oğlusun, sulh harpten yeğdir. Sahr oğlusun, düzlük, sarp yerden hayırlıdır. Ümeyye, yâni câriyecik soyundansın; hür kadın halayıktan üstündür demiştir.
[41] - Mekke fethinde bağışlananlara "Tulakaa-Azad edilenler"denmiştir ki bunlar, Muhacir olmadıkları gibi Ansardan da değildirler (Ümeyyeoğulları hakkında "Fetret'ül-İslâm"ın 6-19. sayfalarına, Ebu-Süfyan hakkında "Seffinet'ül-Bıhâr"a bakınız; 1, s.633-634).
[42] - Cenazesinde yetmiş tekbir getirilen, Seyyid'üş-Şühedâ Hamza'dır (a.s). Peygamber (s.a.a), Uhud'da şehit olanların cenazelerini kılarlarken Hamza'nın cesedini kaldır-tmamış, bu sûretle ona yetmiş tekbir getirmiş oldular. Elleri kesilen ve cennette iki kanatla uçan da Ca'fer-i Tayyâr'dır (a.s).
[43] - Hazreti Emir'ül-Mü'minin ve Ehlibeyt (a.s) hakkın-daki âyet ve hadisleri yazsak, ayrı ve mufassal bir kitap olur. Biz, burada bir kaç hadis zikretmekle yetineceğiz: "Bu kapıdan ilk giren, muttakilerin imâmı, Müslümanların seyyidi, dinin istediği, vasilerin sonuncusu, yüzü nurla parıl-parıl parlayanları cennete götüren kişidir" buyurmuşlar, kapıdan Ali (a.s) girmiştir (Ebu-Nuaym'in "Hilye"sinden ve İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi'nden naklen "El-Murâcaât, 6. basım, Necef-1383 H. 1963, s. 187). Hazreti Ali'ye işaretle, "Bu, bana ilk inanan, kıyâmet günü benimle ilk müsâfaha edecek olan kişidir; bu Sıddıyk-ı Ekber'dir; bu, şu ümmetin hakla batılı ayıran Fâruk'udur; bu, müminlerin istediği, özlediği kişidir buyurmuşlardır." (aynı, Tabarâni'den, El-Kâmil ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen; aynı sahife) "Ben, Rabbimin katında ne menzildeysem Ali de benim katımda aynı menzildedir." "Sayâık" dan naklen, s.189) "Bana itâat eden Allah'a itâat eder; bana isyân eden Allah'a isyân eder; Ali'ye itâat eden bana itâat etmiştir; Ali'ye isyân eden bana isyân etmiştir; Yâ Ali, sen dünyâda da seyitsin, âhirette de; senin sevdiğin, benim sevdiğimdir; benim sevdiğim de Allah'ın sevdiği kişidir; senin düşmanın, benim düşmanımdır; benim düşmanım da Allah düşmanıdır; vay benden sonra sana buğzedene." (Hâkim'in "Müstedrek"inden naklen, s. 190-191) "Kim azminde Nûh'a, ilminde Âdeme, hilminde İbrâhim'e, anlayışında Musâ'ya, zühdünde İsâ'ya bakmak, onlardaki bu sıfatları görmek isterse Ebû-Taliboğlu Ali'ye baksın, onu görsün." (Beyhaki ve Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"indn naklen, s.194) "Yâ Ammâr, Ali'yi bir yolu tutmuş, insanları başka bir yolu tutmuş görürsen Ali'nin tuttuğu yolu tut, o yola git; halkı bırak, çünkü Ali kesin olarak seni kötülüğe götürmez; kesin olarak hidâyet yolundan çıkarmaz." (Deylemî ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen, s.193)
[44] - Yalanlayandan maksat Ebû Cehl, yahut Ebu-Süfyan'dır. Allah'ın Arslanı, Hamza'dır (a.s), ahdini bozanların arslanı, Esed b. Abd'ül-Uzzâ'dır. Abdimenaf, Zühre, Esed, Teym, Hârisoğulları'yle ahitleşip Kusay oğullarıyla savaşa karar verdiler; bu yüzden onlara "Ahlâf"dendi. Abdü'd-Dâroğulları'nın elinde olan Kâbe hizmetlerini elde etmek üzere ahitleştikleri de söylenmiştir. Sonradan bunlar, ahitlerinden döndüler. Ahdini bozanların arslanı, Muâviye'nin ana tarafından atası Utbe b. Rabîa'dır diyenler de olmuştur (Kavzini s. 109). Ahdini bozanların arslanından maksat, Ebû-Süfyan'dır diyenler de vardır; çünkü Handak gazvesinde boyları o toplamış, bu boylar da Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) savaşa ahitleşmişlerdi (Muhammed Abduh, c.3 s.32, not:4). Cennet gençlerinin uluları İmâm Hasan ve İmâm Huseyn'dir (a.s); nitekim buna dâir olan hadisleri Tirmizi, İbn-i Mâce, Müstedrek, Hilyet'ül-Evliyâ, Târih-u Bağdad, El-İsâbe, Kenz'ül-Ummâl, Neseî, Mecma'uz Zevâid, Zahâir'ul-Ukbâ tahriç etmiştir (Fadâil'ul-Hamse, 3, s.212-218). Cehennem ehlinin çocuklarından maksatsa Mervan'ın evlâdıdır (Muhammed Abduh, c.3, s.32; 4. not).kadınların hayırlısı, Hazreti Fâtımat'üt-Zehrâ selamullâhi aleyhâ'dır. Buhârî, Ahmet b. Hanbel, İbn-i Sa'd'in Tabakaat'ı, Nesei'nin Hasâis'i, Tirmizi'nin Sünen'i, Müstedrek, Hilyet'ül-Evleyâ, Kenz'ül-Ummal, Zahâir, İstîâb v.s. hadis kitaplarıyla tefsirlerde, bu hususta hadisler mevcuttur (Fadâil'ül-Hamse, 3, s.137-146). Odun hammallığı yapan kadınsa Harb'in kızı, Muâviye'nin halası, Ebû-Leheb'in karısı Ümmücemîl'dir; Kur'ân-ı Mecid'in 111. sûresinin (Tebbet) 4. âyet-i kerîmesinde "Hemmâlet'el-Hatab" diye anılmıştır.
[45] - Bu hususta 1. kısmın beşinci bölümündeki 3. ve 7. hutbelere ve notlara bakınız.
[46] - Bu mısra, Ebû-Zü'eyb'indir. Beytin ilk mısrası, "Benim onu sevdiğimi kınamakta kötü sözlüler" meâlindedir (Muhammed Abduh, s.33, 2. not; Kazvini, 3, s. 112). Ebu-Zü'eyb'in adı Hüveyld'dir, babası Hâlid adlı birisidir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) zaman-ı saâdetine yetişmiştir. Hicretin yirmi sekizinci yılında Mısır'da vefat etmiştir (İbn-i Kuteybe: Eş-Şi'ru ve'ş-Şuârâ; Ahmed Muhammed Şâkir basımı, 2. Kahire-1387 H. 1967; Şâir hakkındaki bibliyografya için Dr. Nihat M. Çetin'in doktora tezi olan "Kitab'ül-Müzekkeri ve'l-Müennes"e bk.)
[47] - Birinci kısmın 5. bölümündeki 12. ve 15. hutbelere bakınız. Osman, evi kuşatılınca Muâviye'ye mektup gönderip imdat istemiş, fakat Muâviye mektubu okuyunca, Osman önce adalete riâyet ederken sonra huyunu değiştirdi; işler de alt-üst oldu; halk kırıldı. Allah'ın ondan giderdiği nimeti ben nasıl ona iâde edebilirim demiş, yardımda bulunmamıştı (Şeyh Zebih'ullâh-ı Mahallâtî: Kitâb-u Keşf'ül-Bünyân der Zindegânî-i Cenâb-ı Osmân ibn-i Affân; Tehran-1382, H. s. 415-416).
[48] - Bir beytin ilk mısrasıdır; ilk mısranın meâli, "Ne kadar öğüt verdim, öğüt vererek ardına düştüm"dür (Kazvînî, 3 s.115).
[49] - Bu mısra, Hamel b. Medr'indir. Cahiliyye devrinde develerini yağmalayıp götürdükleri vakit, "Ecel gelince ölüm, ne de güzel şeydir; hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, Hamel saldıracak; ama ölüm gelip çattı mı, ölümde de bir beis yok" meâlinde üç mısra'lık, bir ürcûzeyle Mâlik b. Züheyr'i korkutmak istemiş, sonra da onun boyuna saldırıp Mâlik'i öldürmüştü. Mâlik'in kardeşi Kays de sonradan onu ve kardeşi Huzeyfe'yi öldürerek öç almıştı. Bu mısra savaşla tehdit bâbında  atasözü olmuş, söylenegelmiştir (Muhammed Abduh, s.35, 3. not; Kazvini, 3, s.116).
[50] - "Muhâcirlerle Ansârdan ilk olarak iman etmede ileri dereceyi alanlarla iyilikte onlara uyanlara gelince: Allah onlardan razı olmuştur; onlar da ondan razı olmuşlardır ve onlara, kıyılarında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; orda ebedi kalırlar onlar. Budur en büyük kurtuluş ve saâdet." (9, Tevbe, 100)


1. Bölüm

Cemel Savaşından Önce ve Cemel Savaşı Sırasında

68

(Hilâfetlerinden önce Selmân-ı Fârisî radıyallahu anh'e gönderdikleri mektup)
(Allah'a hamd-ü sena, Rasûlüne ve soyuna salât-ü selâmdan)
Sonra bilin ki dünya, dokunulunca ele yumuşak gelen, fakat zehiri insanı öldüren yılana benzer; dünyadan elde ettiğin, seni aldatan, sana hoş gelen şey, az bile olsa gene ondan yüz çevir. Değil mi ki ondan ayrılacağını iyiden iyiye biliyorsun; onun gamlarını da fırlat, at; hâlden hâle dönüşüne de aldırış etme. Onunla uzlaştığın zaman, en fazla ondan sakınacağın zaman olsun. Çünkü ona dost olan, neşeyle, sevinçle ona inandı, yüreğini ona verdi de kandı mı dünya,onu hâlden hâle sıyırır atar, dertlere, belâlara katar.[25]

54

(İmran b. Husayn'il-Huzzâî[26] ile Talha ve Zübeyr'e gönderdikleri mektup)
- Ebû -Câ'fer'il- İskâfi "Kitâb'ül- Makaamât"ta, Emir'ül Mü'minin'in (a.s) manâkıbında da bu mektubu zikreder.
(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne salât-ü selâmdan sonra)
Gizleseniz de bilirsiniz ki ben, insanların bana uymalarını istemedim, onlar istemedikçe. Onlarla yakınlaşmadım, onlar bana biat etmedikçe. İkiniz de, bana biat edenlerdendiniz, beni isteyenlerdendiniz. Halk, hilâfeti gaspeden, yahut mala mülke hırsı olan bir kişi sanmadı beni, o çeşit biat almadım onlardan. Bana dileyerek biat ettiyseniz tezce isyanınızdan vazgeçin, dönün Allah'a tövbe ederek. İstemeyerek biat ettiyseniz, görünüşte itâat ettiğinizden, suçuysa gizlediğinizden dolayı isyan ettiniz; bana da, size karşı hareket etmek için yol  açtınız.
Ömrüm hakkı için ki muhâcirlerin, gönlündekini gizlemek, sırrını bildirmemek husûsunda en haklı olanı sizler değildiniz; bana biat etmeden bu işe girişseydiniz, biat edip hilâfetimi ikrâr ettikten sonra aleyhime dönmenizden, bana karşı gelmenizden daha kolay olurdu size.
Osman'ı benim öldürdüğümü sandınız, Medinelilerden ne bana uyanlar var, ne size uyanlar; aramızda onlar hükmetsinler görelim, onun öldürülmesinde benim mi daha fazla dahlim var, sizin mi?
A iki kocalmış kişi, dönün reyinizden; çünkü şimdi düştüğünüz en ağır şey utançtır; fakat utançla cehennem birleşmeden vazgeçin yaptığınızdan vesselâm.
* * *

63

(Kûfe'de Ebu-Mûsâ'l -Aş'iri'nin halkı , Cemel sava-şına katılmaktan men ettiğini duyunca ona gönderdik-leri mektup)
Allah'ın kulu Emir'ül-Mü'minin Ali'den Kays oğlu Abdullah'a:
Senin bir sözünü bildirdiler; bu söz, hem lehinde, hem aleyhinde. İçim gelir gelmez eteğini çemre, belini bağla, deliğinden çık. Seninle berâber olanları da çağır, topla, yürüt; sence bu işin doğruluğu anlaşıldıysa böyle hareket et; korkarsan uzaklaş, şüpheden elini çek. Allah'a and içerim ki seni bırakmam, neredeyse gelir çatarım sana, yağını sütüne, yanıp kavrulmuşunu çiğine katıncaya dek bırakmam seni; oturma fırsatı da bulamazsın, ardından korkup çekindiğin gibi önünden de emin olamazsın. Bu, umduğun, sandığın gibi küçük bir olay değil; öyle bir büyük belâ ki devesine binmek, gücünü yenmek, dağını bel etmek gerek. Aklını başına devşir, yapacağın işe dal; payını da al. Bu işten hoşlanmıyorsan yürü git, uzaklaş; ama ne genişliğe kavuşabilirsin, ne kurtuluşa erişebilirsin. Senin yapacağın işi, başkalarının başarması, seninse uykuya dalman daha doğru; öylesine uyu ki, filân nerede bile diyen olmasın.
Vallahi, bu söz gerçek yolda olanın gerçek sözü; mülhitlerin, doğru yoldan sapanların yaptıkları şeyse hiç ilgilendirmez beni vesselâm.[27]
* * *

45

(Basra valisi Osman b. Huneyf'in bir düğüne çağrıl-dığını ve gittiğini duydukları zaman ona yazdıkları mektup:)
(Allah'a hamd-ü senâdan, Rasûlüne ve soyuna salâ-tü selâmdan)
Sonra Huneyfoğlu, Basralılardan bir bölüm, duyduk ki seni düğüne çağırmış; sen de hemen gitmişsin. Renk-renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, zenginleri dâvet edilen bir topluluğun dâvetine icâbet edesin. Dişlediğin yemeğe bir bak, haram helâl olduğunda şüphen olursa at o yemeği ağzından; helâl olduğunu iyice bilirsen birazcık ye.[28]
Bil ki her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı bir imâmı vardır. Gene bil ki sizin imâmınız, dünyasında köhne bir elbiseyle iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim, sizin buna gücünüz yetmez; yetmez ama çekinip gayret ederek, temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret göstererek yardım eden bu yolda bana; gücünüz yettiği kadar yolumda olun. Andolsun Allah'a ki ben dünyanızdan ne bir gümüş, ne bir altın toplayıp biriktirdim ne şu çok ganimetlerden bir mal yığdım, ne de üstümdeki yıpranmış elbiseden başka bir elbise aldım.
Evet, gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya yüzünden, elimizde bir Fedek vardır; ona da toplumun bir kısmı haris oldu, bir kısmı cömertlik etti; Allah ne de güzel hükmedicidir. Ben ne yapayım Fedek'i, yahut ondan başka bir yeri ki bu nefsin konağı, yarın mezardır; onun karanlığında eseri bile kalmaz, haberi bile yiter gider, duyulmaz. O mezarı açan, elleriyle genişletse bile taş, kerpiç düşer, yığılır, toprak dökülür dapdaracık bir hâle getirir. Şimdiden nefsimi takva ile riyâzete alıştırayım ki en büyük korku gününde eminliğe erişsin; mahşerin kaygan yerinden sürçmesin.
Dilesem ben de yağlar ballar bulurum; buğday ekmeğinin hâlisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç? Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki Hicaz'da, yahut Yemâme'de belki yoksullar vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki çevremde aç karınlar, yanmış, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır. Nitekim deyen de demiştir:
Sen karnı tok olarak yatmadasın;
Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu dert yeter sana.[29]
Râzı olur muyum ki bana Emir'ül-Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım, yahut da darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara muktedâ sayılmayayım? Derdi günü, güzelim otları otlamaktan başka bir şey olmayan bağlı, yahut süprüntülerde yiyecek bulup yemekten başka bir şey düşünmeyen, sâhibinin maksadından haberi bile olmayan bir hayvan  değilim, o çeşit yaratılmadım ki ben. Yahut da işsiz-güçsüz terk edileyim, yahut asılsız lâflarla uğraşayım, yahut sapıklık ipini çekeyim, yahut da şaşkınlık yoluna düşeyim; bunun için yaratılmadım ben.
Sanki görüyorum, diyeniniz diyor ki: Ebu-Tâliboğlu'nun yediği buysa, akranlarıyla savaşa yiğitlerle harbe gücü yetmez, zayıflar, elden ayaktan düşer. Oysa ki bilin; sahralardaki ağaç daha kuvvetlidir; güzelim bağlarda, bahçelerde biten ağaçlarınsa gücü azdır. Ovalarda biten otlar, daha kuvvetli yanar, közü daha geç söner. Biz Rasûlullah'la bir kökten bitmiş iki ağacız; onun kolunun pâzısıyım ben.[30] Vallahi Arap birleşse de benimle savaşa kalksa, yüz çevirmem, fırsat çağlarında boyunlarını kırarın onların. Şu ters adamdan, şu baş aşağı bedenden yeryüzünü temizlemeye uğraşıyorum; böylece de ekin, aralarındaki taştan, topaçtan kurtulsa diyorum.[31]
Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünyâ; senin tırnaklarından kurtuldum, tuzaklarından çıktım, yollarından çekildim ben. Nerede oyunlarınla aldattığın, güldürdüğün milletler, nerede süslerinle, ziynetlerinle kandırdığın ümmetler? İşte şuracıkta onlar, kabirlere rehin olmuşlar, lahitlere girip yatmışlar. Vallahi görünür bir kişi olsaydın, tutulur bir cisme bürünseydin, olmayacak isteklerle aldattığın, sonra onları kandırıp helâk çukuruna attığın kullar, telef vâdîsine fırlattığın, belâ vartalarına uğrattığın padişahlar için sana Allah'ın hadlerini icrâ ederdim; onları öyle bir yere yolladın ki oraya ne gidenden bir haber var, ne oradan gelen var. Heyhât; ne de uzaktır senin belâ yerlerine, mihnet vâdilerine, o kaygan yola ayak basıp da düşmemek; ucu bucağı, dibi boyu bulunmayan denizlerine düşüp de boğulmamak; kim senin torundan tuzağından kurtulduysa odur başarıya eren, doğru yolu bulan. Senden kurtulup esenliğe erişen kişinin yatağı durağı dar da olsa ne var? Onca dünyâ, bir günceğizdir; can verdi mi, rahata erer. Uzak ol benden, vallahi ben seni kendime râmetmeden sen râmedersin beni; senin gemini hiç salıvermem; çünkü dilediğin yere çekersin beni. Allah izin verirse der de and içerim Allah'a;[32] nefsimi, bir kuru ekmek parçası bulunca onu yeter bulup sevinecek, onu yiyip şükredecek bir hâle getiririm; gözlerimi suyu çekilmiş, nemi kalmamış bir kaynak haline getirinceye dek de gözyaşları dökerim. Otlayan hayvan, otlayıp karnını doyurur da yan üstü mü yatar? Koyun sürüsü, yayılıp doyar da uyuyacağı yere mi gider? Ali de azığını yer de uykuya mı dalar? Bunca yıldan sonra ovada otlakta otlayan, yazıda yayılan hayvanlara dönerse gözleri aydın olsun.
Ne mutlu o kişiye, Rabbinin farzlarını edâ eder de; uğradığı çetin şeylere dayanır; geceleri gözlerine uyku girmez; sonunda uyku ağır basarsa da yeryüzünü döşek, elini yastık eder de dalar; hem de kıyâmet gününden korkarak gözlerine uyku girmeyen, yanları yatak yüzü görmeyen, dudakları gizlice Rablerini zikreden, boyuna yarlıganma dileklerinden günahları kendilerinden giderilen, arınan topluluk içinde. "Onlardır Allah bölüğü; bilin ki Allah bölüğü, kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir. "[33]
Ey Huneyfoğlu, Allah'tan çekin; birkaç parça ekmek yeter sana; yeter kurtuluşun için cehennemden.
* * *

4

(Osman b. Huneyf'e, Cemel savaşından önceki mektupları)
İtâat gölgesine gelirler, sığınırlarsa bu, zâten sevdiğimiz, istediğimiz şey. Ama düşmanlığa, isyâna kalkışırlarsa, sana itâat edenlerle, isyân edenlerin üstüne yürü. Seninle gelmek istemeyenlere aldırış etme. İtâat edenlerle harekete geç, öbürlerini bırak. Çünkü istemeyerek zorla seninle gelenlerin gelmeyişleri, oturup kalışları, gelişlerinden, olmayışları, bulunuşlarından hayırlıdır.
* * *

1

(Medine'den Basra'ya giderlerken Kûfe'lilere mektupları:)
Allah'ın kulu Emir-ül Mü'minin  Ali'den,  Ansarın alnı olan, Arabın yüce dağı mertebesinde bulunan Kûfelilere:
(Hamd-ü senâ, salât-ü selâmdan) Sonra ben size Osman'a ait olayları öylesine haber vereyim ki duymanızla görmüşe dönün:
Halk onu kınamaya koyuldu; bense Muhacirlerden ona en fazla öğüt veren, en fazla, yaptıklarını anlatıp o işlerden vazgeçmesini söyleyen biriydim. Talha'yla Zübeyr, onu sarp yollara sürüyorlar, yumuşaklıkla gidilmez bellere götürüyorlardı. Âişe'yse ona pek kızmıştı, köpürmüştü. Hâsılı mukaddermiş, toplum, onu öldürdü; bana da, benim zorumla değil, kendi dilekleriyle kendi istekleriyle biat etti.
Bilin ki hicret yurdu (Medine), halkıyla beraber kökün-den yıkıldı. Orası, ateş üstündeki kazan gibi kaynayıp coşmaya koyuldu; fitne değirmeni, milinin çevresinde dönmeye başladı. Artık emirinize koşun, Allah'ın izniyle düşmanınızla savaşın.
* * *

 

2

(Basra fethinden sonra Kûfelilere)
Allah, kendisine itâat edenlere, nimetine şükürde bulunanlara vereceği sevâbın en güzelini Peygamberinizin Ehlibeytine karşı gösterdiğiniz itâat yüzünden sizlere versin. İtâat ettiniz; çağrıldınız, geldiniz.
* * *

5

(Osman tarafından Azarbeycan vâlisi olan Eş'as b. Kays'e)[34]
Seni, başına buyruk olmak için ben tayin etmiş değilim; yalnız boynunda bir emanet var ve sen, senden üstün olanın buyruğu altındasın; halka dilediğini yapamayacağın gibi tehlikeli bir işe de girişemezsin. Elinde üstün ve ulu Allah malından mal var; şimdi sen, onu bana teslim etmek için benim hazine memurlarımdansın; senin üzerinde kötü hükmedenlerden değilsem, bana teslim edersin onu.
* * *

3

(Kadı Şurayh b. Hâris, kadılığında seksen dînâra bir ev satın almıştı. Emir'ül-Mü'minin (a.s), bunu duyunca, bana seksen dinara bir ev satın aldığına, buna dair bir de senet yazdırdığına, tanıklara tanıklık verdirdiğine dâir haber geldi buyurdular. Şurayh tasdik edince kızgın bir hâlde ona bakıp buyurdular ki:[35]
Yâ Şurayh, yakındır, sana öyle birisi gelip çatar ki ne yazdığın şeye bakar, ne tanıklarından sorar; gözün arkada kalarak seni o evden çıkarır; her şeyden ayırıp kabrine kapar. Dikkat et ey Şurayh, bu evi kendi malından başka bir malla, helâlinden kazandığın paradan başka bir parayla satın almış olmayasın. İş böyleyse, böyle bir şey yaptıysan bil ki dünyâ yurdunda da ziyan ettin gitti, âhiret yurdunda da. O evi alacağın vakit bana gelseydin, sana öyle bir senet yazardım ki, evi almak için ne bir dirhem verirdin, ne de daha fazla bir pul.
Yazacağım senet de şuydu:
Aşağılık kulun, ölümünden sonra çıkarılıp atılan bir ölüden; şu aldanış dünyâsında, geçip gidenlerden, helâk olup bitenlerin alanında satın aldığı yerdir bu. Bu evin dört sınırı var: Birinci sınırı âfetlerin sebeplerine varır dayanır; ikinci sınırı musibetleri, belâları meydana çıkaran şeylere varır; üçüncü sınırı, insanı helâk edecek heveslere, dileklere ulaşır; dördüncü sınırı, insanı azdıran Şeytana kavuşur; bu evin kapısı da bu sınıra açılır. Dileğe kapılıp aldanan, ecelle şu evden kaldırılıp atılandan bu evi, kanâat üstünlüğünden  çıkarak, istek ve helâk oluş aşağılığına düşerek satın almıştır.
Bu evde, satın alanın  başına gelecekler de, Kisra, Kayser, Tübba ve Hımyer gibi padişahların, zorbaların başlarına gelen şeylerdir: Onların bedenleri çürümüş gitmiştir; canları alınmıştır; mal üstüne mal yığan, onu çoğaltıp duran, yapılar yapıp pekiştiren, yüceltip bezeyen, zahirler toplayan, zannınca evlâdını düşünen, kendisinden sonra kalacakların gamını yiyen kişilerin başlarına gelen, onun da başına gelecektir. Sonunda bunların hepsini de Tanrı'ya bildirmek, soruya çekilmek için getirecekler, sevap ve azap mahalline yığacaklar, hakla batılın arasının ayrılacağı vakit, sâhibini hepsinden bir-bir soruya çekeceklerdir. "İşte orda, batıl iş işleyenler, ziyan edip gideceklerdir." (Mü'min, 78)[36]

2. Bölüm


 

Muaviye'ye Mektupları

6

Ebubekir'e, Ömer'e, Osman'a biat edenler, onlara biat ettikleri şartlarla bana da biat ettiler. Orda bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu biati reddetmesi mümkün değil. Meşveret ancak Muhâcirlerle Ansara ait. Onlar toplandılar da birisine uydular, ona imâm dediler mi bu, Allah'ın da razı olduğu bir şey. Onların yaptığı işe razı olmayıp imâmı kınamak, yahut bir bidate uymak sûretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye bırakırlar. Fakat ısrâr ederse, inananların yoluna uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin vebâlini de Allah, onun boynuna yükler.
Ömrüme andolsun ey Muâviye, nefsine uymaz da aklınla düşünürsen beni, Osman'ın kanına girenlerden tamamıyla berî, halkın içinde o kandan en sorumsuz bulursun. Sen de bilirsin ki ben ondan ayrılmıştım, bir kenara çekilmiştim; ama bildiğini örtmeye, bühtan etmeye kalkışırsan örtebildiğin kadar ört, edebildiğin kadar et.
* * *

8

(Muâviye'ye yolladığı Cerir b. Abdullah'a gönderdiği mektup)
Bundan sonra mektubum sana varınca Muâviye'yi kesin bir hükme çağır, reyini bildirmeye zorla. Ondan sonra da yerleri yurtları sâhipsiz kılan savaşla, yahut onu hor bir hâle getirecek olan barış arasında muhayyer bırak. Savaşı kabûl ederse ona karar ver; barışı kabûl ederse biatini al vesselâm.
* * *

 

75

Allah'ın kulu Emir'ül-Müminin Ali'den Ebu-Süfyan oğlu Muâviye'ye:
Sen de iyice bilirsin ki (Osman b. Affan hakkında ve ondan evvelki olaylara ait) özürlerimi size bildirdim; böylece de sizinle muâraza kapısını kapattım. olmamasına çare bulunmayan, def'ine imkân olmayan şey oldu bitti. Hikâye uzundur, söz çoktur.
Dönen döndü, gelen geldi. Yanındakilerden adıma biat al, onlardan bir bölükle de dön, bana gel.[37]
* * *

 

7

Bundan sonra, öğütlerle yazdığın, sapıklığınla bezediğin, kötü ve batıl reyinle gönderdiğin mektubun geldi. Bir kişinin mektubu bu ki ne doğru yolu görüp onu sevk edecek gözü var; ne onu yedip gerçeğe götürecek kılavuzu var; sapıklık onu çağırmış, o da ona uymuş gitmiş. Dalâlet onu haydamış; o da ona tâbi olmuş; hezeyan ederek beyhude sesler çıkarır; hatâlara düşerek adım atar, yol yitirir.
(Aynı mektuptan:)
Çünkü biat birdir, iki olamaz; ona başka bir reyi katılamaz. Ondan başçekip kabûl etmeyen dîne uygun buyruğu kınamış olur; o biatte düşünceye, şüpheye kapılan, müdâheneye düşmüş olur.
* * *

 

9

Kavmimiz, Peygamberimizi öldürmeyi, bizi kökümüzden çıkarıp atmayı dilemişti; aleyhimizde düşüncelere dalmıştı; başımıza işler açmıştı. bizden tadı tuzu men etmişti; bize korku elbisesini giydirmişti; sarp dağlara gitmemizi zorlamıştı; aleyhimize savaş ateşini yakmıştı. Allah'sa onun civarından kötülüğü gidermemizi, onun haremine girmeye kimseye fırsat vermemenizi takdir eylemişti. İnananımız, bununla ecir ve sevap diliyordu; kâfirimizse bu soyla, bu boyla övünüyordu, soyunu boyunu koruyordu. Bizden başka, Kureyş'ten olup İslâm'ı kabûl edenler, bizim kapıldığımız korkudan, öldürülmekten sağ esendiler.
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, savaş tandır kızınca, insanlar, korkudan çekilmeye kalkınca ashabını, Ehlibeytiyle korudu; kılıçların, mızrakların kızgınlığına Ehlibeytini sürerdi. Hâris oğlu Ubeyde, Bedir gününde şehit edildi; Hamza Uhud gününde şehit edildi; Ca'fer, Mu'te'de şehit edildi. Dileyen de adlarını andığım kişiler gibi şehâdeti dilediler; fakat onların ecelleri gelip çatmıştı; dileyenlerinse daha gelmemişti.[38]
Ne kötü bir zamana geldim ki şaşarım benimle beraber ayak diremeyen, İslâm'ı benim gibi ilk kabûl etmeyen kişi, tuttu da, benimle aynı şeyi iddiâda eş oldu; oysa ben onu tanımam bile. Sanmam ki Allah da tanısın; hamd Allah'a herhâlde.
Benim Osman'ı öldürenleri sana teslim etmemi istemene gelince: Ben bu işe baktım, fakat onları sana, yahut senden başkasına vermem mümkün değil. Ömrüm hakkı için ki azgınlığından, kötülüğünden vazgeçmezsen görürsün ki yakında onlar seni isteyecekler. Onları istemem için ne karada, ne denizde, ne dağda, ne düzlükte sana bir zahmet vermeyecekler. Hem  de bu, bir istek olacak ki seni gamlara batıracak; bu, bir ziyaret olacak ki onunla buluşman, seni sevindirmeyecek. Selâm, ona ehil olana.
* * *

10

Nasıl da dünya kendisini süslemiş, lezzetleriyle seni aldatmış; seni çağırmış, icâbet etmişsin; sürmüş, ona uymuşsun; emretmiş, itâatte bulunmuşsun; içinde bulunduğun şu hâl var ya; bir de perdeler açılırsa ne yapacaksın acaba? Bil ki yakındır, seni öylesine bir tutacak ki tutan; seni öylesine bir kapacak ki kapan; ondan kurtulmama imkân olmayacak; ondan seni bir koruyan, bir kurtaran bulunmayacak.
Bırak şu işi de soru gününü düşün, ona hazırlan. Sıva eteklerini, yol yitirmişlerin sözlerine kulak asma; yoksa bu halde devam edersen, bu gaflete düşüp gidersen haber vereyim sana; içinde bulunduğun nâz-u naim seni aldatmış, benliğe atamış; Şeytan boğazına sarılmış, seninle murâda yetmiş; senin içine girmiş, can, kan bulunan her yerini kendine gezinti yeri etmiş.
Ey Muâviye, siz ne vakit halka hâkim oldunuz, ne vakit ümmetin buyruğunu ellerinize aldınız; hem de geçmiş zamanlarda bir hakkınız, üstün bir şerefiniz yokken? Allah'a sığınırız kötülüğe düşüren sebeplerden. İsteklerin gafletine düşüp gitmekten, içinden, dışından gizli açık aykırılığa düşüp karşı durmaktan çekinmeni söylerim sana.
Beni savaşa çağırdın; halkı bir yana bırak, tek başına karşıma çık; iki tarafı da savaş zahmetinden kurtar da hangimizin gönlü kararmış, hangimizin can gözü kapanmış, belli olsun. Ben Ebü'l-Hasan'ım, senin atanı, dayını, kardeşini Bedir günü öldürenim; o kılıç şimdi de yanımda; o yürekle düşmanımla buluşacağım. Dinimden dönmedim, yeni bir peygambere uymadım; ben, sizin isteyerek terk ettiğiniz, zorla ve istemeyerek girdiğiniz dosdoğru yoldayım.[39]
Zannınca Osman'ın kanını istemek için geldin. Sen de bilirsin ki Osman'ın kanı nasıl ve nerede döküldü; dileyeceksen oradan dile.
Sanki görüyorum seni, sana diş geçirildi mi, savaş korkusuyla ağır yükler altındaki develer gibi bağırmadasın; sanki görüyorum beni çağıran ordunu, başlarına birbiri üstüne yedikleri kılıçtan, üstlerine çullanan kötü kazâ ve kaderden, birbiri ardınca helâk olup yerlere serilmekten feryât etmedeler. Onlar ya Allah'ın kitabını inkâr eden inatçı kâfirlerdir, yahut biatten dönen hâinler.
* * *

17

Benden, Şam'ı bırakmamı istedin ya; dün sana vermediğim şeyi bugün verecek kişi değilim ben. Savaş, Arabı yedi bitirdi, ancak yarım canlı kişiler kaldı demene gelince: Gerçek uğruna can veren cennete ulaştı; batıl uğruna ölense ateşe düştü. Savaş ve adam bakımından beraberiz demene gelince de derim ki: Sen, şüphe üzerine bu işe giriştiğin halde gene de zayıfsın; benimse imânımda şüphem yok. Şam ehli, Irak ehlinin âhireti  özlemesinden ziyade dünyâya düşkün.
Biz de Abdimenâf oğullarıyız sözüne gelelim: Evet, fakat Ümeyye,[40] Hâşim gibi, Harb, Abdül-Muttalib gibi değildir. Ebû-Süfyan'sa Ebu-Tâlib'e benzemez. Muhâcir, azad edilene[41] benzemediği gibi soyunda şüphe olmayan da şüpheli soydan gelene benzemez. Hakka uyan, batıla uyana, inanan, şüpheye düşene eş olmaz. Ne kötü evlâttır o evlât ki atalarına uyup cehennem ateşine düşer.
Bizim ellerimizde Peygamberlik  üstünlüğü var, o soydanız biz; câhiliye üstünlüğüyle üstün olan kişiyi hor-hakir ettik, aşağı sayılana üstünlük verdik. Allah, Arabı, kendi dinine bölük-pörçük soktukça bu ümmet, ister istemez ona baş eğdi; kimisi inanarak Müslüman oldu, kimisi korkudan Müslüman oldu. İlk Muhâcirler, üstünlükleriyle geçip gittiler, üstünlüğü elde ettiler. Şeytanın ığvâsına uyma; onun sana yol bulmasına meydan verme vesselâm.
* * *

28

(Hamdü senâ ve salâtü selâmdan) Sonra mektubun geldi. Mektubunda, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'i, dinini bildirmek için seçtiğini, ashabından bazıları da onu kuvvetlendirdiğini yazmışsın. Ne de şaşılacak şey ki Allah'ın bizi sınadığını, Peygamberiyle de bize lütuflarda bulunduğunu sanki sen biliyormuşsun da biz bilmiyormuşuz; bize haber veriyorsun bunu. Oysa ki bu sözlerin, Bahreyn'de hurması bol Hecer şehrine hurma götürmeye, ok atmayı bileni ok atmaya çağırmaya, ona, atıcılık belletmeye kalkmaya, tereciye tere satmaya benziyor, onu hatırlatıyor.
İslâm'da falan, feşman kişinin en üstün kişiler olduğunu sanıyorsun. Bir şeyi anıyorsun ki öyle olsa sana bir üstünlük gelmez; olmasa seninle bir ilgisi  düşünülmez. Senin, üstün olanla, olmayanla buyruk verenle, buyruğa uyanla ne işin var? Tutsak olup azad edilenlerle onların oğullarının, ilk hicret edenlerle, onların dereceleriyle, onların üstün olanlarıyla, olmayanlarıyla ne ilgisi olur; bunları anlatmak, onlara mı düşer? bizim oklarımızdan olmayan kanatsız bir okun vınlaması duyuldu. Buyruk altında olan biri hüküm vermeye kalkıştı.
A kişi, sen yüklendiğin ağır yükle topallaya-topallaya gitmedesin; kendi gidişine bak, kendi kusurunu gör; takdir seni geriye atmış, sen de geri dur. Ne alt olan sana bir zarar verir; ne üst olan sana bir kâr getirir,sen çöllere düşmüş yelmedesin; varacağın yeri yitirmiş, sinsi-sinsi sürünmedesin. Ben sana haber vermeden de görmez misin ki Allah'ın lütfüyle Muhâcirlerin bir bölüğü şehit oldu, her birinin üstünlüğü var. Allah'ın salâtı, O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, bizim şehidimizin namazını kılarken yetmiş tekbir getirdi; onu böyle bir üstünlükle üstün etti. Görmez misin ki bir bölüğünün Allah yolunda elleri kesildi, her birinin üstünlüğü var; bizden bu hâle düşen birisine, Cennette uçmaktadır, iki kanadı var dendi.[42] Allah insanın kendisini övmesini nehyetmeseydi, bu sözleri, anan, kendisi için öyle üstünlükler anar, söylerdi ki, inananların gönülleri onu bilirdi; duyanlar da inkâr edemezlerdi. Beni bırak da var, işine git.
Bizleriz, Rabbimizin seçtiği kişiler, onun lütfüne mazhar olanlar; insanlarsa bize uymak sûretiyle, bizim vasıtamızla seçilmişler, lütfüne mazhar olmuşlardır.[43]
Sizinle karışmışız, sizden kız almışız, size kız vermişiz, görünüşte sizi de kendimizle bir görmüşüz, fakat bu, eskiden beri bizde bulunan üstünlüğümüze engel olamaz; siz bizim derecemizde değilsiniz, nasıl olabilir bu ki Peygamber bizden, yalanlayan  sizden; Allah'ın Arslanı bizden, ahdini bozanların arslanı sizden; cennet gençlerinin uluları bizden, cehennem ehlinin çocukları sizden; âlemlerde kadınların hayırlısı bizden, odun hamallığı yapan kadın sizden. Bizdeki üstünlükler pek çok; sizdeki aşağılıklara son yok.[44]
Müslümanlığımız duyulmuştur, meşhurdur; ondan önceki üstünlükler de inkâr edilemez; hâtıraları durup durur; Allah'ın kitâbıysa hakkımızdaki şüpheleri giderir de buyurur: "Soy bakımından birbirlerine yakın olanların bâzıları, bâzılarından daha üstündür. Allah kitabında." (Enfâl, 76) "Gerçekten de insanların İbrâhim'e en lâyık olanları ona ve bu Peygamber'e uyanlar ve inananlardır ve Allah, inananlara yardımcıdır." (Âl-i İmran, 61) Biz bir kere yakınlık bakımından üstünüz, bir kere de itâat bakımından.
Sakıyfe günü Muhâcirler, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a yakınlıklarını öne sürerek Ansâra üst geldiler; hak bizimdir. Ansârın değil dediler. Başka bir yönden yürüselerdi Ansâr dâvâlarında ayak direrdi.[45]
Sanıyorsun ki ben, bütün halifelere haset ettim, hepsine isyan ettim. İş böyleyse bu suç sana ait olmadığı gibi sana özür getirmeme de hâcet yok.
Bu bir suç ki utancı sana ait değil.[46]
Deve gibi zorla biate sürüklendiğimi söylüyorsun; Allah'ın ebedi varlığına andolsun ki kınamak, yermek isterken övdün beni. Beni rüsvay etmek isterken rüsvây ettin kendini. Dininde şüpheye düşmedikçe, inancında işkil bulunmadıkça mazlûm oluşu, Müslüman'a bir noksan vermez, onu bir ayıba sürüklemez. Bu söylediklerim de sana değil, senden başkalarına; çünkü sen zâten söz dinlemezsin, duymazsın; hakkı tasdik etmezsin; fakat söz sırası geldi de söyleyeyim dedim.
Sonra benimle Osman arasındaki işten söz açıyorsun. Ona soy bakımından yakınlık dolayısıyla bu soruyu senin cevaplandırman gerek: Hangimiz ona daha fazla düşmanlık ettik, hangimiz ölümüne sebep olduk? Ona, yardım istediği hâlde onun, sen yerinde otur deyip yardımını istemediği kişi mi, yoksa onun yardım istediği halde yardımına gelmeyen, başına gelenler gelinceye dek oyalanan kişi mi?[47]
Andolsun Allah'a ki "Gerçekten de sizden geri kalanları ve kardeşlerine de bize gelin diyenleri bilir ve bunların pek azı savaşa gelir ancak" âyeti münâfıklar hakkındadır vallahi (33, Ahzâb, 18).
Nice kere ona, yaptığı işi bildirdim ben; gittiği yolun nasıl bir yol olduğunu söyledim ben; ona karşı bir günahım, bir taksirim varsa o da, ona doğru yolu göstermemdir ancak. Ama nice suçsuzlar vardır ki suçu olmadan, sebebi bilinmeden kınanırlar.
Bâzı kere gerçek öğüt veren, ancak töhmet altına girer.[48]
Ve diyorsun ki: Benimle sana uyanlar arasında hüküm verecek kılıçtır ancak; beni ve dostları ağlarken güldürdün bu sözünle. Ne vakit görülmüş Abdül-Muttalib oğullarının düşmandan çekindikleri, kılıçtan korktukları?
Hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, savaş başlayacak.[49]
Çağırdığın kişi, yakında seni çağıracak, yaklaşmayaca-ğını sandığın, sana yaklaşacak. Ben, pek tez geliyorum üstüne büyük bir orduyla, Muhâcirlerle Ansârdan ve iyilikle onlara uyanlardan toplanmış bir orduyla.[50] Pek büyük bir ordu bu, sana gelip çatacak; tozu dumana katacak. Hepsi kefenlerini giyinmişler, öç almayı amaç edinmişler; en çok sevdikleri, istedikleri şey senden öç almak, sonra Rablerine ulaşmak. Onlarla, Bedir savaşında bulunanların soyları beraber; Hâşim oğullarının kılıçları yanlarında; kardeşine, dayına, atana, soyuna neler etti onlar, bilirsin onların kılıçlarını savaş günü, unutmadın; "Ve bu, uzak değildir zulmedenlerden." (Hûd. 85) (9).

37

Allah Allah, şaşarım şuna; sonradan icâd ettiğin, nefsinin hevasını uyup düzüp koştuğun asılsız şeylere ne kadar da sıkı sarılmışsın; şaşkınlığa ne kadar da tez yapışmışsın; hem de Allah'ın dileyip soracağı, kullarına delil olarak sunduğu ve hesabını isteyeceği gerçekleri yitirerek, ahitlerini bir yana atarak.
Osman ve onu öldürenler hakkındaki fazla ve lüzumsuz sözlerine gelince: Sen o kişisin ki, kendine yardım umduğun, faydalı gördüğün zaman ona yardım ediyorsun; oysa ki ona yardımda bulunman gerektiği zaman, onu hor-hakir bıraktın, yardımına koşmadın vesselâm.
* * *

48


İsyan ve zulüm, yalan ve iftira, insanı dünyada da rezil eder, âhirette de; bunlara uğrayanlar, din bakımından da işte budur o kötü kişi diye parmakla gösterilir, âhiret bakı-mından da. Ayıplayanlar katında zulmeden, iftirada bulunan kişinin ayıbı da belirir, söylenir, kusuru da.
Ve sen, çağı geçtikten sonra elde etmek istediğin şeyi elde edemezsin; bir bölük de haksız olarak şüphelere düşerler; işleri isteklerine göre ve Allah hükmüne aykırı yorumlarlar; Allah onların yalanlarını da meydana çıkarır; bunu da inkâr edemezsin. Çekin o günden ki kişi, yaptığının iyiliğini bulacak, sevinecektir o gün, yularını Şeytanın eline veren, onun yettiği yere giden kişi de nâdim olacaktır o gün.
Sen bizi Kur'ân'ın hükmüne çağırdın; oysa ehli değildin onun. Senin çağrına uymadık, Kur'ân'a uyduk; onun hükmüne razı olduk.
* * *

 

[1] - Ukâz, Nahle'yle Tâif arasında bir pazar yeriydi. Câhiliyye devrinde, Zilka'de ayının başından itibaren orada toplanırlar, şâirler şiirlerini okurlar, soylarını boylarını över-lerdi. Alış verişlerde bulunurlardı. Bu pazarda en fazla tabaklanmış Tâif derisi satılırdı.
Kufe'ye kastedenlerin hemen hepsi bir derde uğramıştır. Ziyad bin Ebih; Küfelileri, Emir'ül-Müminin'e (a.s), hâşâ, sebb için mescitte toplatmışken perdecisi mescide gelip kendisine inme indiğini haber vermiş, oğlu Ubeydullah, cüzam hasta-lığına tutulmuş, sonunda öldürülmüş, Haccac, karnının derdinden gebermiş, Amr b. Hubayra ve oğlu Yûsuf, baras illetine uğramışlar, Hâlid, hapiste açlıktan ölmüş, Muhtâr, Yezid b. Mühelleb ve Mıs'ab da öldürülmüşlerdir.
[2] - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyle-yenler, düzme rivâyeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivâyet eder, der ki:
Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s.a.a) yanındaydım; bir şey yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. Müteessir olup Allah'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için arınmadır, yakınlıktır; kıyâmet günü bu hareketiyle Hakk'a yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı (aynı, s.26).
Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lânetin, Resûlullâh'a ve Allah'a sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir.
[3] - Hicretin otuz sekizinci yılında Muâviye, Mısır'ı elde etmek için asker göndermiş, Mısır'da Hz. Emir (a.s) tarafından vâli olan Muhammed bin Ebibekr, bu hâli bildirmiş, bunun üzerine Hazreti Emir (a.s) Mâlik'ül-Eşter'i Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, yolda Mâlik'ül-Eşter'i zehirli bal şerbeti ile zehirleterek şehit ettirmiş, maiyetindeki ordu dağılmıştı. Muâviye, Amr b. Âs'ı Mısır'a vâli tayin etmişti. Amr, Muâviye b. Hadic'e, Muhammed b. Ebibekr'i şehit ettir-mişti. Muhammed bin Ebibekr, gizlendiği yerde tutulmuş, ölü bir merkebin karnı yarılarak içine sokulmuş, mübârek başı orada kesilmiş, cesedi, merkeple beraber yakılmıştı. Başları Şam'a gönderilerek Osman'ın katillerinden birinin başı diye günlerce teşhir edilmişti ki, İslâm'da ilk teşhir edilen baş buydu ve bu bidat-ı seyyieyi Muâviye kurdu.
Muhammed bin Ebubekir'in anneleri Esmâ, önce Ca'fer-i Tayyar'ın (a.s) zevcesiydi; sonra Ebubekir almıştı ve Muhammed, ondan olmuştu. Sonra da Emir'ül-Müminin aldı-lar ve Muhammed'i, kendi terbiyeleri altında büyüttüler. Bu bakımdan rabibleri, yani kendi yetiştirdikleri üvey oğullarıydı (Radıya'llahu anhu ve ırdâh; "Tenkih'ul-Makaal'in 2. cildinin 2. kısmına bk. s.57-58).
[4] - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün Haccâc'ın doğduğu rivâyet edilmiştir.
[5] - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan bir boydur.
[6] - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit eylemişti.  Anneleri, bu yüzden şuûruna halel getir-mişti; oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı (Fetret'ül-İslâm, s.165 ve devâmı; notlarıyla; Muhammed Abduh Şerhi s.63-66 ve notları).
[7] - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcı"denirdi.
[8] - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah zamanında hükümet merkezi olmuştu.
[9] - Nevf.  b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis-selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî tarzında da rivâyet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kûfe'de, Rahbe mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de Allah da sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar. Daha söyle Yâ Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan söyler. Kim üstün ve ulular ulusu Allah'ı tanıdığını sanır da her gün, her gece Allah'a isyânda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; yakınlarından kesilme, onları gör gözet de Allah ömrünü uzatsın; ahlâkını güzelleştir de Allah sorunu hafifletsin. Ey Nevf, kıyâmet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir taşı bile sevse Allah, onu o taşla haşreder. Yâ Nevf, insanlara karşı bezenme, Allah'a isyâna kalkışma; yoksa, Allah'a ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; Muhammed Abduh şerhi, 2. s.103, not. 1).
Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi-Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânî'nin evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı. Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzûruyla müşerref olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu sırada Hazret-i Emir (a.s) huzûra girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) gülerek, Ümmühânî'ye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), kendisine sor yâ Rasûlulallah, bana neler etti? Seni hak üzere gönderen Allah'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit olurlardı; Ümmühânî kime amân verdiyse bizim de amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, Muhammed Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216).
"Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin sonundaki "İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbi Allah'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve "Varaca-ğımız yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye  işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu meâlde âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i kerîmesi de bu meâldedir.
[10] - 35. sûre-i celilenin (Fâtır), "Kim yücelik, üstünlük dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük Allah'ındır. Güzel sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. âyet-i kerimesine işarettir.
[11] - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59).
[12] - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisâ') 164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân buyrulur.
[13] - "Ve görürsün ki melekler Rablerine hamd ederek onu tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek bir adaletle  hükmedilmiştir ve denilmiştir ki: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a..." (39, Zümer, 75).
[14] - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbinin nûruyla ve yaptıklarının yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar getirilmiş ve aralarında gerçek bir hükümle hükmedilmiştir ve onlara zulmedilmemiştir." (39, 69)
[15] - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve bezeneceğiniz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt almaları için indirilen Allah âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26).
Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, rabbinden, kendisinden başka kimsenin nâil olmayacağı bir saltanat istemişti; Allah, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer.
[16] - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü de rivâyetler arasındadır.
[17] - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, accel'allah-u fereceh, zuhûrunu müjdelemektedirler. (Sefi-net'ül-Bihâr, 1, s.644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye bakınız, 3, s. 322-338).
[18] - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmî'nin cariyesiydi. Onu Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet ederlerken Hazreti Rasûl (s.a.a) görmüş ve sabredin ey Yâsir soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, Ammâr, ağlaya ağlaya huzûra gelince de kendilerine vahyedilen "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, iftirâda bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir Allah-ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, hakkında "Ammâr'a düşman olana Allah da düşman olur, Ammâr'a buğzedene Allah da buğzeder", Ammâr'a iki iş arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler vârid olmuştur. Medine'de mescit yapılırken sahâbe de yapım işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, latife yollu Hz. Rasûl'e (s.a.a) ashabın beni öldürecek Yâ Rasûlallah demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) mübârek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahâbem öldürmez; seni doğru yoldan çıkan, isyân eden bir toplum öldürecek, dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" buyurmuşlardı. Bir kere de huzûra gelince, Rasûlullah (s.a.a) "Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit olmuş, vefâtından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye anmışlardı. Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile öldürmekten çekinmem derdi. Mübârek başı kesilip Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda kalmış, Muâviye'nin itâbına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir (Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El-İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül-Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s.125-132)
Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, Rasûlullah'a (s.a.a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefâtlarından sonra Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz artık sâbit oldu diyerek Muâviye tarafına hücûm etmiş, şehit oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, Ammâr'ın hâl tercemesi).
Huzeyme b. Sâbit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabûl buyurduklarından "Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den (s.a.a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm hadisine şahâdet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398).
[19] - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye  karşı bir delilin olamaz demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefât etmiştir. Hz. Emir, Kays'ı Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine kaydı hayat şartıyla Irak Vâliliğini vermeyi vaad ederek kendi tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays bizimledir diye şâyialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve onun Muâviye'ye pek  şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine bakınız; s.70-73)
Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma günü minberdeyken karşı duran muhâcirlerden altı, Ansârdan altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli Muhammed aleyhi ve aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivâyet etmiştir. Muâviye'nin zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mûcibinde İstanbul yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391).
[20] - "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muâheze etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." (2, Bakara, 286) İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş bilinmeyen şeye, kıyâmetin zamanına, yağmurun yağacağına, rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak Allah'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefât edeceğini bildiğine dâir, "Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu açıklamışlardı.
[21] - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi-leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" meâlindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.94).
[22] - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22).
[23] - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, Allah katında ziyafetler ve Allah katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler var." (3, Âl-i İmrân, 198).
[24] - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık.
[25] - Selman, aslen İranlıdır; doğduğu yer hakkında ihtilâf vardır. Kendisi, kendisini, Ben Âdem evlâdından İslâm oğlu Selmân'ım dive tavsif etmiştir. Soyunun, İsâ alâ nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın vasilerine ulaştığı rivâyet edilmiştir. Zertüşt dininde olduğu zamanlar dâhil, güneşe secde etmediği, Âhır zaman Peygamberi'nin zuhûr etmek üzere olduğunu duyup onun dinine girmek ve ona ulaşmak için uğraştığı, nihâyet bir olayda esir düşüp Medineli bir yolcuya satıldığı, muayyen bir para karşılığında hürriyetini kazanmak üzere uğraştığı, azad edildikten sonra Hazreti Peygamber'e ulaşıp İslâm'ı kabûl ettiği sahih rivâyetlerdendir. Hz. Resûlul-lah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, ona "Ebû-Abdullah" künyesini vermişler, "Selmân'ül-Hayr" lakabını ihsan buyur-muşlardır. Haklarında "Selmân, bizden, Ehlibeyttendir" ve "Selmân, Fars ehlinin İslâm'da en kıdemlisidir", "İman, Süreyyâ yıldızında bile olsa Fars ehlinin elinden kurtulamaz, onlar, oraya bile ulaşırlar" meâlindeki hadis-i şerifler vârid olmuştur (Câmi', 1, s.38, 2, s108.) Hendek savaşında, Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Selmân'ın reyiyle hendek kazdırmıştır. Mezkûr savaşta ve diğer savaşlarda bulunmuştur. Şia-i İmâmiyye'ye göre "Erkân-i Erbaa"dandır. Hz. Resûlullah (s.a.a) "Bana dört kişiyi sevmem emredildi; ilki sensin Yâ Ali, Selmân, Mikdâd ve Ebû-Zerr onlardandır" buyurmuştur. Emir'ül-Mü'minin (a.s), "Yeryüzünde yedi  kişi vardır ki halk, onlar yüzünden rızıklanırlar; onların yüzünden yardıma maz-har olurlar; onların yüzünden yağmur yağar, Selmân onlar-dandır" ve "Selmân'ın bildiğini Ebû-Zer bilseydi; Selmân'ı öldürmeye kalkardı" buyurmuşlar, İmâm Muhammed'ül-Bâkır aleyhisselâm da "Selmân'a, Selmân-ı Fârisi demeyin; Selmân-ı Muhammedi deyin; o, biz Ehlibeyttendir" demişler-dir. Bir gün ashab, soy soptan bahsederlerken Selman, ben Abdullâh oğlu Selmân'ım; dalâletteydim; Allah, Muhammed'-le beni hidâyete sevk etti; yoksuldum, Muhammed'le beni zenginleştirdi; kuldum, Allah beni Muhammed'le hür kıldı; soyum-sopum budur benim demişti. Sonra bu olayı Hz. Rasûl'e (s.a.a) haber verince Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Ey Kureyş buyurmuşlardı, insanın soyu-sopu dinidir, erliğidir, aslıdır ve aklıdır; yüce Allah, Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık, sonra bilişesiniz, tanışasınız diye sizi kabilelere, şubelere ayırdık, gerçekten Allah katında en büyüğünüz, en fazla takvâ sâhibi olanınızdır buyurmuştur; ey Selmân, bunların hiçbiri senden üstün değildir; ancak Allah'tan çekinmekle; sen Allah'tan çekiniyorsan üstün sensin (Âyet-i Kerime, 49. sûrenin, Hucurât, 13. ayeti kerîmesidir) Ömer zamanında Medâyin'e vâli tayin edilen Selman, hicretin otuz dördüncü yılında vefât etmiştir; Medâyin'de Medfundur. RadıyAllahu anhu ve ırdâh (Tenkıyh, 2, s.45-48, İstîâb, 2, s.83, Üsd'ül Gaabe, 3, s. 10, İsâbe, 2, s.150).
[26] - İmran b. Husayn'ül -Huzzâî, ashaptandır; bütün gaz-velerde bulunmuştur. Hicretin elli ikinci yılında vefât etmiştir (Tenkıyh, 2, s.350).
[27] - Beşinci bölümün 83. hutbesinin notuna bakınız.
[28] - Osman b. Huneyf, ansardandır; Ebu-Amr künyesiyle künyelenmiştir; Ebu-Abdullah diyenler de vardır. Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücû' edenlerdendir. Uhud'da ve diğer gazalarda bulunmuştur. Cemel savaşından önce Emir'ül-Mü'minin tarafından Basra vâliliğine tayin edilmiş, kendisine, Rebeze'den gönderilen emir üzerine savaşa girişmiş, Cemel ashabı, Basra'ya girince Osman b. Huneyf'in saçını, sakalını tıraş ettirmişlerdi. Hz. Emir'e (a.s) ulaştıktan sonra Cemel savaşına iştirâk etmiş, Kûfe vâliliğine tayin edilmişti. Muâviye'nin zamanında vefât etmiştir (Tankıyh, 2, s.245).
Bu cümlelerde, "En kötü yemek, tokların çağrıldığı, açların dâvet edilmediği düğün yemeğidir" hâdisine de işaret vardır (Câmi, 2, s.33)
[29] - Beyit, Abdullah'it-Tâî oğlu Hâtem'indir. Bundan önceki beyit, "yemek yiyeceğim vakit bir sofra daha hazırla da uzak yakın, dost birisi gelsin, beraber yiyelim; benden sonra, beni kınamasınlar" meâlindedir: Bu beyit, "Sen karnı tok olarak yatmadasın; çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu ayıp yeter sana" tarzında da rivâyet edilmiştir. Tabaklanmamış deriden maksat, hayvanın derisini yemeye çalışanlar, açlardır; et yüzü görmeyenlerdir. Bundan sonraki beytin meâli de şudur: "Ben, bana gelen konuğun kuluyum, kölesiyim; bende bu huy olmasaydı kulluğa ait hiçbir huyum olmazdı."(Kazvini, 3, s.274-275).
[30] - "Yâ Ali, insanlar ayrı ayrı ağaçlardan, soylardandır; ben ve sen bir ağaçtanız, bir soydanız. Ben ağacım, Fatıma dalı, Ali budakları; Hasan ve Huseyn meyveleridir; Şiamız da yapraklarıdır o ağacın. Ağacın kökü Adn cennetindedir, dalları budakları öbür cennetlere yayılmıştır. Ben ve Ali, bir ağaçtanız; insanlar ayrı-ayrı ağaçlardan." Müstedrek'üs-Sahihayn, Künûz'ül-Hakaaık, Kenz'ül-Ummâl ve Zahâir'ül-Ukbâ'dan  naklen Fadâil'ül-Hamse, 1, s. 171-172)
[31] - Bu sözlerle Muâviye'yi kast buyurmaktadırlar.
[32] - "Ve hiçbir şey için, bunu mutlaka yarın yapa-cağım deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca Rabbini an ve de ki: Umarım, Rabbim, beni bundan daha ziyade hayra ve doğruya yakın bir şeye erdirir ve başarı verir bana." (18, Kehf) 23-24)
[33] - Mücâdele, 22.
[34] - Eş'as b. Kays'il-Kindî Ebu-Muhammed için 1. kısmın "Beşinci bölüm"ünün (Tarihi Hutbeler) 86. hutbesinin şerhine bakınız.
[35] - Kadı Şurayh'i, sahâbeden sayanlar vardır. Ömer, onu Kûfe'ye kadı tayin etmiş. Osman zamanında da hizmetine devam etmiştir. Emir'ül-Müminin (a.s) azli cihetine gitmişse de Kûfeliler razı olmamışlardı; o yüzden gene Kûfe kadılığın-da kalmıştı. Altmış, yahut yetmiş beş yıl kadılık etti. Ashab-ı Kirâmdan olup  Hucr'il Hayr diye anılan Hucr b. Adiyy'il-Kindi'nin, hâşâ, küfrüne ve tâattan çıktığına dâir fetvâ vermesi dolayısıyla Muhtâr b. Ebu-Ubeydet'is-Sakafi, onu, yalnız Yahudilerle meskûn olan bir köye sürmüş, Haccâc gelince Kûfe'ye getirip gene kadılığa tayin etmiş, fakat ihtiyarlığını bahane ederek ölünceye dek kazâda bulunmamıştır. Hicretin yetmiş ikinci, yahut sekseninci yılında yüz, yahut yüz on yaşında ölmüştür. Seksen yedinci yılında öldüğü de rivâyet edilmiştir (Tenkıyh, 2, s.83).
[36] - Kisrâ, İran şahlarına, Kayser, Roma imparatorlarına denir. Tübba Hımyerli bir hükümdardır; tebaası çok olduğu için bu adla anılmıştır. 44. sûrenin (Duhân) 17. ve 50. sûresinin 14. âyetlerinde, peygamberlerini inkâr ettiklerinden helâk edildikleri beyan buyrulmaktadır.
[37] - Kendilerine biat edildikten sonra Muâviye'ye gönderdiği bu mektubu Vâkıdî, "Kitâb'ül-Cemel"de kaydeder.
[38] - Ubeyde, Abdül-Muttalib oğlu Hâris'in oğludur. Rasûl'i Ekrem (s.a.a) Ubeyde'yi çok severlerdi. Ubeyde, iki oğluyla Medine'ye hicret etmiş, İslâm'ın müşriklerle ilk harbi olan Bedir'de, İslâm'ın sancağı kendisine verilmişti; bu savaşta yaralandı; Medine'ye dönerken vefât etti. Yaşı altmış üçtü (Tenkıyh, 2, s.242).
Hamza, Abdül-Muttalib'in oğlu ve Hazreti Rasûl-i Ekrem'in amcaları, aynı zamanda süt kardeşleridir. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a) iki yıl önce doğmuşlardır. Rasûlullah'ın dâvete başladıklarından iki yıl sonra Müslüman olmuşlar, Medine'ye hicretten sonra Bedir savaşında bulunmuşlar, Uhud'da Vahşî tarafından şehit edilmişlerdir. Muâviye'nin anası Hind'in, Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkararak dişlediği meşhurdur (Tenkıyh 1, r. 375-376).
Ca'fer, Hazreti Peygamber'in (s.a.a) amcaları Ebû-Tâlib'in oğludur. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) pek benzerlerdi. Ali (a.s)den sonra İslâm'la müşerref oldu; ondan on yıl önce doğmuşlardı. Mu'te savaşında iki kolu kesildikten sonra şehit oldular; "Ca'fer'e Allah, iki kolu yerine iki kanat verdi" hadisine istinaden "Tayyâr" lâkabıyla anıldılar (Tenkıyh, 1, s.212).
[39] - Muâviye'nin atasından maksat, anası Hind'in babası Utbe'dir; dayısı, Utbe oğlu Velid'dir; kardeşi de Hanzala'dır. Üçü de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından Bedir'de katledil-miştir.
[40] - Ümeyye, Abdimenaf oğlu Abdu Şems'in oğludur; Hâşim, Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) üçüncü atalarıdır ve Abdu Şems'le ikiz kardeştirler. Rivâyete göre bu ikiz çocuklar, birinin parmağı öbürünün alnına yapışık olarak doğmuşlar, kesilerek birbirlerinden ayrılmışlar, bu da hayra yorulmamıştır. "Half'ül-Fuzûl-Fazlların yemini" denen ve Hz. Peygamber'in de, on beş yaşlarındayken bulundukları, mazlûmları koruma yemininde Ümeyyeoğulları bulunmadığı gibi bu andlaşma, bir yandan da Amr'ın babası sayılan Âs'ın aleyhindeydi. Ümeyye, daha çocukken hacıların mallarını çalardı; bu yüzden de "Hâris" diye anılırdı; yüzü çirkin, beli bükülmüş, kör olmuştu; sokağa çıktıkça kölesi Zevkan onu yederdi. Harb, Ümeyye'nin oğludur; onun oğlu da Ebü-Süfyan'dır; adı Sahr'dı. Sahr, kayalık, tümsekli, gidilmesi güç yer anlamınadır; onun oğlu da Muâviye'dir; Muâviye, erkeğe kızmış kancık köpek anlamına gelir. Eşyâ-ı Murtazaviyye'den Şerik b. A'ver, bir gün Muâviye'nin yanına gitmiş, Muâviye onun salâbetine hiddetlenip tariz yollu, sen Şerik'sin, Allah'ın şeriki yoktur, A'versin, yâni bir gözün kör, gözü olan körden hayırlıdır; ahlâkın kötü, iyi huylu kişi, kötü huyludan üstündür deyince Şerik, Sen Muâviye'sin, bu adın anlamı üren köpektir; Harb oğlusun, sulh harpten yeğdir. Sahr oğlusun, düzlük, sarp yerden hayırlıdır. Ümeyye, yâni câriyecik soyundansın; hür kadın halayıktan üstündür demiştir.
[41] - Mekke fethinde bağışlananlara "Tulakaa-Azad edilenler"denmiştir ki bunlar, Muhacir olmadıkları gibi Ansardan da değildirler (Ümeyyeoğulları hakkında "Fetret'ül-İslâm"ın 6-19. sayfalarına, Ebu-Süfyan hakkında "Seffinet'ül-Bıhâr"a bakınız; 1, s.633-634).
[42] - Cenazesinde yetmiş tekbir getirilen, Seyyid'üş-Şühedâ Hamza'dır (a.s). Peygamber (s.a.a), Uhud'da şehit olanların cenazelerini kılarlarken Hamza'nın cesedini kaldır-tmamış, bu sûretle ona yetmiş tekbir getirmiş oldular. Elleri kesilen ve cennette iki kanatla uçan da Ca'fer-i Tayyâr'dır (a.s).
[43] - Hazreti Emir'ül-Mü'minin ve Ehlibeyt (a.s) hakkın-daki âyet ve hadisleri yazsak, ayrı ve mufassal bir kitap olur. Biz, burada bir kaç hadis zikretmekle yetineceğiz: "Bu kapıdan ilk giren, muttakilerin imâmı, Müslümanların seyyidi, dinin istediği, vasilerin sonuncusu, yüzü nurla parıl-parıl parlayanları cennete götüren kişidir" buyurmuşlar, kapıdan Ali (a.s) girmiştir (Ebu-Nuaym'in "Hilye"sinden ve İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi'nden naklen "El-Murâcaât, 6. basım, Necef-1383 H. 1963, s. 187). Hazreti Ali'ye işaretle, "Bu, bana ilk inanan, kıyâmet günü benimle ilk müsâfaha edecek olan kişidir; bu Sıddıyk-ı Ekber'dir; bu, şu ümmetin hakla batılı ayıran Fâruk'udur; bu, müminlerin istediği, özlediği kişidir buyurmuşlardır." (aynı, Tabarâni'den, El-Kâmil ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen; aynı sahife) "Ben, Rabbimin katında ne menzildeysem Ali de benim katımda aynı menzildedir." "Sayâık" dan naklen, s.189) "Bana itâat eden Allah'a itâat eder; bana isyân eden Allah'a isyân eder; Ali'ye itâat eden bana itâat etmiştir; Ali'ye isyân eden bana isyân etmiştir; Yâ Ali, sen dünyâda da seyitsin, âhirette de; senin sevdiğin, benim sevdiğimdir; benim sevdiğim de Allah'ın sevdiği kişidir; senin düşmanın, benim düşmanımdır; benim düşmanım da Allah düşmanıdır; vay benden sonra sana buğzedene." (Hâkim'in "Müstedrek"inden naklen, s. 190-191) "Kim azminde Nûh'a, ilminde Âdeme, hilminde İbrâhim'e, anlayışında Musâ'ya, zühdünde İsâ'ya bakmak, onlardaki bu sıfatları görmek isterse Ebû-Taliboğlu Ali'ye baksın, onu görsün." (Beyhaki ve Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"indn naklen, s.194) "Yâ Ammâr, Ali'yi bir yolu tutmuş, insanları başka bir yolu tutmuş görürsen Ali'nin tuttuğu yolu tut, o yola git; halkı bırak, çünkü Ali kesin olarak seni kötülüğe götürmez; kesin olarak hidâyet yolundan çıkarmaz." (Deylemî ve Kenz'ül-Ummâl'den naklen, s.193)
[44] - Yalanlayandan maksat Ebû Cehl, yahut Ebu-Süfyan'dır. Allah'ın Arslanı, Hamza'dır (a.s), ahdini bozanların arslanı, Esed b. Abd'ül-Uzzâ'dır. Abdimenaf, Zühre, Esed, Teym, Hârisoğulları'yle ahitleşip Kusay oğullarıyla savaşa karar verdiler; bu yüzden onlara "Ahlâf"dendi. Abdü'd-Dâroğulları'nın elinde olan Kâbe hizmetlerini elde etmek üzere ahitleştikleri de söylenmiştir. Sonradan bunlar, ahitlerinden döndüler. Ahdini bozanların arslanı, Muâviye'nin ana tarafından atası Utbe b. Rabîa'dır diyenler de olmuştur (Kavzini s. 109). Ahdini bozanların arslanından maksat, Ebû-Süfyan'dır diyenler de vardır; çünkü Handak gazvesinde boyları o toplamış, bu boylar da Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) savaşa ahitleşmişlerdi (Muhammed Abduh, c.3 s.32, not:4). Cennet gençlerinin uluları İmâm Hasan ve İmâm Huseyn'dir (a.s); nitekim buna dâir olan hadisleri Tirmizi, İbn-i Mâce, Müstedrek, Hilyet'ül-Evliyâ, Târih-u Bağdad, El-İsâbe, Kenz'ül-Ummâl, Neseî, Mecma'uz Zevâid, Zahâir'ul-Ukbâ tahriç etmiştir (Fadâil'ul-Hamse, 3, s.212-218). Cehennem ehlinin çocuklarından maksatsa Mervan'ın evlâdıdır (Muhammed Abduh, c.3, s.32; 4. not).kadınların hayırlısı, Hazreti Fâtımat'üt-Zehrâ selamullâhi aleyhâ'dır. Buhârî, Ahmet b. Hanbel, İbn-i Sa'd'in Tabakaat'ı, Nesei'nin Hasâis'i, Tirmizi'nin Sünen'i, Müstedrek, Hilyet'ül-Evleyâ, Kenz'ül-Ummal, Zahâir, İstîâb v.s. hadis kitaplarıyla tefsirlerde, bu hususta hadisler mevcuttur (Fadâil'ül-Hamse, 3, s.137-146). Odun hammallığı yapan kadınsa Harb'in kızı, Muâviye'nin halası, Ebû-Leheb'in karısı Ümmücemîl'dir; Kur'ân-ı Mecid'in 111. sûresinin (Tebbet) 4. âyet-i kerîmesinde "Hemmâlet'el-Hatab" diye anılmıştır.
[45] - Bu hususta 1. kısmın beşinci bölümündeki 3. ve 7. hutbelere ve notlara bakınız.
[46] - Bu mısra, Ebû-Zü'eyb'indir. Beytin ilk mısrası, "Benim onu sevdiğimi kınamakta kötü sözlüler" meâlindedir (Muhammed Abduh, s.33, 2. not; Kazvini, 3, s. 112). Ebu-Zü'eyb'in adı Hüveyld'dir, babası Hâlid adlı birisidir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) zaman-ı saâdetine yetişmiştir. Hicretin yirmi sekizinci yılında Mısır'da vefat etmiştir (İbn-i Kuteybe: Eş-Şi'ru ve'ş-Şuârâ; Ahmed Muhammed Şâkir basımı, 2. Kahire-1387 H. 1967; Şâir hakkındaki bibliyografya için Dr. Nihat M. Çetin'in doktora tezi olan "Kitab'ül-Müzekkeri ve'l-Müennes"e bk.)
[47] - Birinci kısmın 5. bölümündeki 12. ve 15. hutbelere bakınız. Osman, evi kuşatılınca Muâviye'ye mektup gönderip imdat istemiş, fakat Muâviye mektubu okuyunca, Osman önce adalete riâyet ederken sonra huyunu değiştirdi; işler de alt-üst oldu; halk kırıldı. Allah'ın ondan giderdiği nimeti ben nasıl ona iâde edebilirim demiş, yardımda bulunmamıştı (Şeyh Zebih'ullâh-ı Mahallâtî: Kitâb-u Keşf'ül-Bünyân der Zindegânî-i Cenâb-ı Osmân ibn-i Affân; Tehran-1382, H. s. 415-416).
[48] - Bir beytin ilk mısrasıdır; ilk mısranın meâli, "Ne kadar öğüt verdim, öğüt vererek ardına düştüm"dür (Kazvînî, 3 s.115).
[49] - Bu mısra, Hamel b. Medr'indir. Cahiliyye devrinde develerini yağmalayıp götürdükleri vakit, "Ecel gelince ölüm, ne de güzel şeydir; hele biraz dayan, savaş safı kurulacak, Hamel saldıracak; ama ölüm gelip çattı mı, ölümde de bir beis yok" meâlinde üç mısra'lık, bir ürcûzeyle Mâlik b. Züheyr'i korkutmak istemiş, sonra da onun boyuna saldırıp Mâlik'i öldürmüştü. Mâlik'in kardeşi Kays de sonradan onu ve kardeşi Huzeyfe'yi öldürerek öç almıştı. Bu mısra savaşla tehdit bâbında  atasözü olmuş, söylenegelmiştir (Muhammed Abduh, s.35, 3. not; Kazvini, 3, s.116).
[50] - "Muhâcirlerle Ansârdan ilk olarak iman etmede ileri dereceyi alanlarla iyilikte onlara uyanlara gelince: Allah onlardan razı olmuştur; onlar da ondan razı olmuşlardır ve onlara, kıyılarında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; orda ebedi kalırlar onlar. Budur en büyük kurtuluş ve saâdet." (9, Tevbe, 100)

 



KIsa SÖzlerİ, Hİkmek ve Vecİzelerİ

1. Bölüm


 

Dİn, İman, Mümİn, Müslİm, Kur'an, İbadet

(İmandan sorulduğu vakit buyurmuşlardır ki:)
* İman dört direk üstünde durur: Sabır, yakıyn, adalet, cihâd. Sabır dört kısımdır: Özlem, korku, çekinmek, tetikte durmak. Cenneti özleyen dileklerden vazgeçer. Cehennemden korkan haramlardan çekinir. Dünyada çekinen kişi, dünyâ musîbetlerini hiçe sayar. Ölüme karşı tetik duransa hayırlı işlere koşar.
Yakıyn de dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını izlemek. Akıllılıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır. Himeti apaydın gören ibret alır. İbret alansa geçmişlerdenmiş gibi hareket eder. Dünyaya da aldanmaz.
Adalet de dört kısımdır: Anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, hilimde direnmek. Kim anlayış sâhibi olursa, ilmin dibine dalar; kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol yordam neyse elde eder; hilim sâhibi olansa yaptığı işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar.
Savaş da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, kötülüğü nehyetmek, gerçek işlerde doğru olmak, gerçeğe uymayanlara  düşmanlık gütmek. Doğruyu buyuran kişi inanan-ların bellerini doğrultur; kötülüğü nehyeden, münâfıkların burunlarını kırar; gerçek işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi yapar; kötülüklere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, Allah için kızan kişiyse öyle bir hâle erer ki, Allah onun yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyâmet gününde onu razı eder.
Küfür de dört direk üstünde durur: Doğru olmayan şeylerde derine dalmak, kavga yolunu tutup ululanmak, gerçekten sapmak, aykırı yol tutmak. Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe ulaşamaz; bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır. Kim gerçekten saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir; sapıklık sarhoşluğuna tutulur. Aykırı yol tutanınsa yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da daraldıkça daralır.
Şüphe de dört direk üstünde durur: Batıl üzere savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm olmak. Savaşmayı âdet edinmenin gecesi sabah olmaz. Korkanın önündeki ardına düşer. Şüpheye yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları altına atar; dünyâ tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslim olansa dünyâda da helâk olur, âhirette de.
* İnsanlar, dünyâlarını düzene sokmak için dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah onları ondan daha zararlı bir şeye uğratır.
* Farzlara zarar veren nâfilelerle yakınlık olamaz.
* Sizi İslâm'a öylesine bir nispetle mensup sayayım ki benden önce kimse böyle bir nispeti söylememiştir. İslâm teslîm oluştur; teslîm oluş yakıyndir; yakıyn gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre uymaktır; emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir.
* Yaradanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde küçültür.
* Namaz, her temiz kişinin Tanrı'ya yaklaşmasıdır. Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşıysa kocasıyla iyi geçinmesidir.
* Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibâdetle geçiren vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan âriflerin uykusu ve yemesi.
* Ne mutlu âhireti anan, soru için iş gören, nâil olduğuna, hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan kişiye.
* Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itâat olamaz. Suçtan vazgeçmek tövbe etmekten ehvendir.
(İmandan sorulduğu vakit buyurdular ki:)
* İman gönülle tanımak, dille ikrâr etmek, âzâ ile de kullukta bulunmaktır.
* Bir bölük halk sevâp için Allah'a kulluk eder; bu kulluk, tâcirlerin kulluğudur. bir bölük de Allah'a korkudan kulluk eder, bu da kölelerin kulluğudur. Bir bölükse, Allah'a şükrederek kullukta bulunur; işte hür kişilerin kulluğu budur.
* Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı, yapmayı iyice dilediğim şeyleri yapmamakla, bağladığım düğümleri çözmekle tanıdım.[21]
* Allah imânı şirki temizlemek, namazı ululuğu bırakmak, zekâtı rızka sebep olmak, orucu kulların ihlâsını sınamak, haccı dîni kuvvetlendirmek, savaşı, İslâm'ı yüceltmek, doğruyu buyurmayı halkı düzgün bir hâle sokmak, kötülükten nehyetmeyi, kötü kişileri fenalıktan çekmek, yakınlarla buluşup görüşmeyi, onları görüp gözetmeyi, Müslümanların sayılarını çoğaltmak, kısâsı onları korumak, ahitleri yerine getirmeyi, haram olan şeylerin ne kadar kötü olduğunu anlatmak için emretti. İçkiyi aklı korumak, hırsızlığı temizliği bildirmek, zinâyı soyu-sopu gözetmek, livâtayı nesli çoğaltmak için nehyetti. Tanıklıkta bulunmayı kulların haklarını yerine getirmek için buyurdu. Yalanı bırakmayı gerçeğin yüceliğini bildirmek için emretti. Selâm vermeyi zarardan, korkudan korunmamız, İmâmeti ümmetin düzenini sağlamak, imâma itâat etmeyi de imâmeti ululamak için emir buyurdu.[22]
(Kaderden sorulunca buyurdular ki:)
* Kapkaranlık bir yoldur, gitmeyin o yola. Pek derin bir denizdir,  dalmayın  o  denize. Allah'ın sırrıdır, uğraşmayın onunla.
(Birisi, Şam'a gidişiniz Allah'ın kazâ ve kaderiyle değil midiydi diye sorunca bu soruya uzun uzun cevap verdiler. Bu arada buyurdular ki:)
* Yazık sana, sen kazâyı yerine gelmesi, kaderin mutlaka olması gerekli sanmadasın. İş böyle olsaydı sevap ve ikab batıl olur, vaat ve vaidin ortadan kalkması icâb ederdi. Oysa ki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kullarını yapacakları işlerde muhayyer bırakarak emretmiş, kötülüklerden çekinmelerini bildirerek nehyetmiştir. Emir de, nehiy de, kulun ihtiyârını ortadan kaldırmamış, kudretini yok etmemiştir. Onlara kolay olanı teklif etmiş, zor olanı buyurmamıştır. Az iyiliğe çok sevap vermiştir. Kul mağlûp olarak isyan etmez; mecbur olarak itâatte bulunmaz. O peygamberleri bir oyun için göndermemiş, kitabı abes olarak indirmemiş, gökleri ve yeryüzünü, ikisi arasında yaratılanları boş yere yaratmamıştır. "Bu, kâfir olanların zannı. Artık vay haline kâfirlerin ateşten."(38, Sâd, 27).
Ebu-Câ'fer Muhammed b. Aliyy'il-Bâkır aleyhimes-selâm'dan rivâyet edilmiştir. buyurmuşlardır ki:
* Yeryüzünde Allah azâbından iki aman verdi; biri kaldırıldı; öbürüne yapışın. Kaldırılan aman Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'tı, Duran, kalan amansa istiğfardır. Allah Teâlâ "Sen, onların içinde oldukça onları azaplandırmaz ve gene yarlıganma dilerlerken, Allah, onlara azap vermez" buyurmuştur. (8, Enfâl, 33).
* Tam fakih o kişidir ki insanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz hâle düşürmediği, Allah'ın lütfünden onları meyûs etmediği gibi Allah'ın mekrinden de onları emin etmez.
* İnananların zanlarından sakının; çünkü yüce Allah gerçeği onların dillerine ilhâm eder.[23]
* Kur'an'da sizden öncekilere ait olaylar, sizden sonraki zamanlara ait haberler, aranızda cârî olacak hükümler vardır.
* İnananın yüzünde güleçlik vardır, kalbindeyse hüzün. Gönlü her şeyden geniştir, nefsi her şeyden alçak. Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır, gamı gussası uzundur, düşünmesi derin. Susması fazladır; vakti yoktur. Çok şükreder, çok sabreder. Düşünceye dalmıştır, ihtiyâcı olanları görünce kendi ihtiyâcını hatırlamaz bile. Huyu güzeldir, geçinmesi hoş ve yumuşak. Şeref ve din bakımından serttir, huy bakımından kuldan alçak.
* Amelsiz sevap dileyen, yaysız ok atmaya kalkan kişiye benzer.
* Bu ümmetin en hayırlıları hakkında bile Allah'ın azâbından emin olmamalısın; çünkü yüce Allah "Allah azâbından emin olanlar ancak zarara uğramış topluluk-lardır" buyurmuştur (7, A'râf, 99); bu ümmetin en kötüsü hakkında bile Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelisin; çünkü Allah, "Allah'ın rahmetinden kâfir olan topluluktan başka kimsecikler ümit kesmez" buyurmuştur. (Yûsuf, 87).
* İnanan kişinin günde üç işi vardır: Bir zaman Rabbiyle münâcât eder, ona kullukta bulunur; bir zaman geçimi için çalışır; bir zamanı da vardır, helâl ve güzel lezzetlerle zevklenir. Akıllı kişi, ancak üç şey için yolculuk eder: Geçimini sağlamak, âhiretini elde etmek, yahut da haram olmayan zevk ve lezzet elde etmek için.
(Birisi, huzurlarında, Allah'tan suçlarımı örtmesini dilerim deyince buyurdular ki:)
* Anan yasında ağlasın; biliyor musun, suçların örtülmesini, bağışlanmasını istemek nedir? Suçların örtülmesini istemek, İlliyyin[24] derecesidir; bunun da altı anlamı vardır: Birincisi geçmiş suçlara nâdim olmak, ikincisi ebedî olarak o geçmiş suçları bir daha işlememek, üçüncüsü Allah'a temiz ulaşmak, kul hakkında kendisinde bir şey olmadığı halde kavuşmak için yaratılmışların haklarını kendilerine vermek, dördüncüsü sana vâcip olan bütün emirlerini yerine getirmeye niyet etmek, beşincisi, bedeninde hırstan bitip gelişmiş etleri, dertle, gamla eritmek, derini kemiğe yapıştıracak kadar zayıflamak, ondan sonra helâl lokmadan gelişen ete kavuşmak, altıncısı bedenine evvelce suç işleme tadını tattırdığın gibi ibâdet elemini de tattırmaktır. Bu şartlardan sonra, Allah'tan suçlarını örtmesini dilerim diyebilirsin.
Allah'ın öyle kulları vardır ki Allah onları kulların faydalarına hizmet etmek için nimetlerle nimetlendirmiştir. Onların ellerine nimetler vermiştir. Onlar da o nimetleri kullara ihsan ederler. Fakat ihsan etmediler mi de o nimetleri onlardan alıp başkalarına verir.
* (Bâzı bayramlarda buyurmuşlardır ki:)
Bayram, orucunu, geceleri ettiği ibadeti Allah'ın kabûl ettiği kişiye bayramdır. Hangi gün Allah'a  isyân edilmezse o gündür bayram.
Allah dostları o kişileridir ki insanlar dünyânın görünü-şüne baktıkları zaman onlar, dünyânın içyüzü görürler. İnsanlar hemencecik elde edilecek dünyâ işleriyle uğraşır-larken onlar, bir müddet sonra gelecek âhireti elde etmek kaygısına düşerler. Ahiret işlerine koyulurlar. Kendilerini öldürecek  zevklerden geçerler, o zevkleri öldürürler. Terk edecekleri şeyleri bilirler de daha önce terk ederler. Görürler, bilirler ki başkalarının dünyâdan elde ettikleri çok şey pek azdır. Onların dünyâyı elde etmeleri ellerinden yitirmelerinden başka bir şey değildir.
* Allah dostları insanların uzaklaştıkları şeylere düşmandırlar. İnsanların düşman oldukları şeylere dostturlar. Onlarla Kitabın hükümleri bilinir; onlardır Allah'ın Kitabıyla bilenler. Onlarla Kitabın hükümleri yürütür; onlardır Kitabın hükmüyle yürüyenler. Umdukları şeyin üstünde umulacak bir şey görmezler onlar. Korktuklarının üstünde korkulacak bir varlık tanımazlar onlar.
* İmânın alâmeti, yalan sana fayda, gerçek zarar verecek olsa bile gerçeği seçmen, sözünü bilginden fazla söylememen, başkalarının sözlerinde de Allah'tan korkman, çekinmendir.
(Tevhid ve adlı sorulduğu zaman buyurdular ki:)
* Tevhid Allah'ı vehmine göre tavsif etmemek, adaletse Allah'ı hikmet ve adalete zıt şeylerle töhmetlememektir.
* Mümin, kardeşlerine karşı ululanmaya, ona güler yüz göstermemeye başladı mı, ondan ayrıldı demektir.
"Gurer'ul-Hikem"den
* Mümin, sevgisi Allah için, nefreti Allah için, alması  Allah için, bırakması Allah için olan kişidir.
* Mümin, insanların ezâsına tahammül eden, fakat hiç kimsenin ondan incinmediği kişidir.
* Beden secdesi, yüzün en şerefli yerlerini toprağa koymak, avuçlarıyla, dizleriyle, ayak parmaklarıyla, gönül alçaklığıyla ve hâlis niyetle toprağa kapanmaktır. Gönül secdesiyse geçici şeyleri gönülden çıkarmak, varlığı yok olmayacak şeylere tam bir himmetle yönelmek, ululuğu ve benliği bırakmak, dünyâ bağlarını kesmek, peygamberlik huylarıyla huylanmaktır.
* Bedenin orucu, irâde ve ihtiyarla azaptan korkup sevaba girmeyi, ecre nâil olmayı dileyerek yemekten kesilmektir. Nefsin orucu, beş duyguyu öbür suçlardan çekmek, kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır. Kalbin orucu, dil orucundan, dilin orucu karnın orucundan hayırlıdır.
* Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kimseyi delâlete sevk etmez ve Allah kullarına zulmedici değildir.[25]
* Kur'ân'ın helâl ettiğini haram sayan kişi inanmamıştır.
* Şu Kur'an'la düşüp kalkan  hiçbir kimse yoktur ki bir fazlalığa ermesin, yahut noksana düşmesin. Ona uyarsa hidâyette ileri gider, uymazsa körlükle noksana düşer.
* Takıyyesi olmayanın dini de yoktur.[26]
* Size beş vasiyet ediyorum ki, develere binip seferlere düşseniz de onları elde etseniz değer mi değer:
* Hiç biriniz rabbinizden başkasından birşey ummasın; günâhından başka bir şeyden korkmasın. Hiç biriniz kendisinden bilmediği bir şey sorulunca bilmiyorum demekten utanmasın. Hiç bir kimse bilmediği bir şeyi  öğrenmekten çekinmesin. Sabredin, çünkü sabır imana nispetle cesetteki baş gibidir. Başı olmayan bedende hayır yoktur. Sabır olmadıkça da imandan hayır gelmez.
* * *

 

[1] - "Ey inananlar, siz yardım ederseniz Allah'a, o da yardım eder size ve ayaklarınızı diretir; size sebat verir." (47, 7). Allah'a yardımdan maksat; Allah dinine, yâni İslâm'a sarılmak, emirlerini tutmak ve düşmanlarla savaşmaktır. Nitekim bu âyet-i kerîmeden sonraki âyetlerde kâfir olanların yaptıkları kötülüğün kendilerine zarar vereceği, çabalarının boşa çıkacağı, yeryüzünde, kendilerinden önceki kâfirlerin de Allah tarafından yok edildikleri, Allah'ın inananlara yardımcı olduğu, kâfirlereyse bir yardımcı bulunmadığı bildirilerek bu, teyid edilmektedir (8-11).
[2] - Halkı umumî olarak iki sınıfa ayırmakta ve birinci sınıfın, 49. sure-i celilenin (Hucurât) 10. âyet-i kerimesinde bildirildiği gibi inananlar olup bunların din kardeşleri bulunduğunu, bildirmekte, ikinci sınıfınsa, yaratılışta bize eş ve denk olduğunu bildirerek inançta kardeş olmamakla beraber insanlık bakımından bize eş olanları, Kitap ehlini kasıt buyurmaktadırlar. Şu hâlde insanlık, umûmî ve eşit vasıf, imansa kardeşliği meydana getiren ve inananlara tahsis olunan vasıftır. Fakat her iki sınıfa karşı da adaletin yürütülmesi, bunların adalet bakımından ayırd edilemeyeceği anlatılmaktadır.
[3] - 24. sûrenin (Nûr) "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler, ve iyilik etmeyi terk etmesinler ve bağışlasınlar ve suçtan çekinsinler. Allah'ın sizi yarlıgamasını istemez misiniz? Ve Allah suçları örter, rahimdir" meâlindeki âyet-i kerimesine işaret buyrulmaktadır.(22).
[4] - "Peygamberler, fetih ve yardım istediler ve her inatçı cebbar mahrum olup gitti" âyet-i kerimesine işârttir (İbrâhim, 15).
[5] - "Böylece de suçlular istemeseler de gerçeği izhâr etmeyi ve batılın boşluğunu bildirmeyi murât etmedeydi. " (Enfâl, 8) "Yoksa bunu Allah'a isnâd ederek o uydurdu mu derler? Gerçekten de Allah dilerse gönlünü mühürler senin ve Allah, batılı mahveder, gerçeği gerçekleştirir sözleriyle; şüphe yok ki o, gönüllerde olanları bilir." (Şûrâ, 24) ve "Hiç şüphe yok ki onlar yapmadıkları şeyleri söylerler; ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlar ve Allah'ı çok ananlar ve zulme uğradıktan sonra yardıma mazhar olanlar müstesnâ. Ve zulmedenler yakında bileceklerdir hâlleri neye varacak ve nereye varıp gidecekler." (Şuarâ, 227). Bu âyetlere işaret edilmektedir.
[6] - "Kim mümin kardeşinin bir ayıbını bilir de örterse Allah da onun ayıbını örter." (Hadis. Künûz'ül-Hakaık, 2, s.173-174).
[7] - "Ey inananlar, buyruktan çıkmış biri size bir haber getirdi mi doğru, yahut yanlış veya yalan olup olmadığını araştırıp iyice bir anlayın; yoksa bir topluluğa bilgisizlikle bir kötülükte bulunur da yaptığınıza nâdim oluverirsiniz." (Hucurât, 6).
[8] - "Öyle bir mâbuddur ki sana kitap indirdi,onun bir kısmı manası apaçık âyetlerdir ve bunlar kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik göste-ren âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve onları yorumlamak için mânâları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların yorumunu ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünmez." (Âl-i İmran, 7).
[9] - "Ey inananlar, sakının fazla şüphe etmekten. Şüphe yok ki bâzı zan ve şüpheler suçtur ve ayıplarınızı, gizli işleri arayıp gözetmeyin ve bir kısmınız, bir kısmını-zın gıyâbında kötülüğünü de söylemesin..." (Hucurât, 12).
[10] - "Alış veriş, ancak iki tarafın rızasıyla olur." (Hadis, Câmi, 1, 85) "Tâcirler yok mu, onlardır kötülük edenlerin, kötü kişilerin ta kendileri." (Künûz'ül-Hakaık, 2, s.32) "Ne  kötü kuldur muhtekir kul; Tanrı ucuzluk, bolluk verdi mi mahzûn olur, kıtlık oldu mu sevinir, ferahlar. " (Câmi, 1, s.106) "Malı mülkü getiren rızıklanır; saklayan lânete uğrar." (aynı, 121) "Kim bir yenecek şeyi pahalansın da öyle satayım diye ümmetimden kırk gün saklasa, sonradan onu sadaka olarak verse bile kabûl edilmez." (2, s. 142) "Halkın muhtâç olduğu şeyleri çarşımıza, pazarımıza getiren, Tanrı yolunda savaşan ere benzer, pahalılaşsın diye saklayansa Tanrı Kitabını aykırı anlamda anlayan gibidir." (1, s.121) "Kim bir malı saklar, pahalılaşsın da Müslümanlara öyle satayım niyetine kapılırsa yanlış yolda sapmış olur; Allah'ın ve elçisinin amânından, emniyetinden uzaklaşmıştır." (2, s.142).
[11] - "Verilen şeyler, kendilerini tamamıyla Allah yoluna vermiş olup yeryüzünde dolaşmayın (dilenmeyen) yoksullara aittir. Bilmeyen kişi, onların istiğnâlarını görüp zengin sanır; halbuki sen yüzlerinden tanırsın onları. Yüzsuyu dökerek halktan bir şey istemez onlar. Hayır için ne harcarsanız şüphe yok ki Allah onu bilir." (Bakara, 273).
[12] - "Güzel söz ve suç bağışlama, ardında minnet olan sadakadan hayırlıdır. Allah müstağnidir; cezâ vermede acele etmez. Ey inananlar, malını insanlara gösteriş için harcayan ve Allah'a, âhiret gününe inanmayan kişi gibi sadakalarınızı, ihsanınızı, başa kakmakla minnet ve eziyetle hiç verilmemiş bir hâle getirmeyin. O çeşit adam, sanki şiddetli bir yağmur altında kalıp üstündeki toprağın kayarak sıvaşmasıyla kaypak bir hâle gelen kayadır. O çeşit adamlar, kazançlarından hiçbir sevap elde edemezler ve Allah, inanmayan kavmi doğru yola sevk etmez. Malını, Allah rızasını kazanmak için özlerin-dekini yerli bir hâle getirip kendilerine mal etmek için verenlerse bir tepedeki bahçeye benzerler; bol bol yağan yağmur, o bahçenin meyvelerini iki misline çıkarır, hattâ bu çeşit yağmur yağmasa bile mutlaka bir çisentiye kavuşur orası ve Allah, bütün yaptıklarınızı görür." (Bakara, 263, 265).
[13] - "Bir gün adaletle muâmelede bulunmak, altmış (nâfile) ibâdetten üstündür." Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.113).
[14] - "Toplumun en zayıfının namazı gibi namaz kıldır; okuduğu ezana karşılık para alan kişiyi müezzin yapma..." (Câmi, 2, s. 37).
[15] - "Hiç şüphe yok ki kıyâmet günü insanların ulu Allah'a en sevgilisi ve yer bakımından (mânen) ona yakını adaletle idâre eden imamdır. Ulu Tanrı tarafından en ziyâde buğzedileni ve ona en uzak bulunanı da hükmü altındakilere cevreden, zulmeden imamdır." (Câmi, 1, s.72).
[16] - "Barış daha hayırlıdır..." (6, 128) "Müminler kar-deştir ancak, kardeşlerinizin aralarını uzlaştırın." (aynı, 128) "Düşmanlar sulha yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a dayan; şüphe yok ki o her şeyi duyar, bilir." (Enfâl, 61).
[17] - "Ve kim bir mümini kasten öldürürse cezâsı cehenneme atılmaktır, ebedî kalır orda ve Allah ona azâbe-der ve rahmetinden uzaklaştırır onu ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır da." (Nisâ, 93).
[18] - "Ölüm baygınlığı gerçek olarak gelip çattı mı, buydu işte denir senin kaçıp durduğun. Ve üfürülür sûr'a, işte bugündür azap günü ve herkes yanında bir sürüp götüren ve bir tanık olarak gelir. Andolsun ki gafletteydin bundan, derken perdeyi kaldırdık gözünden, artık gözün keskin bugün." (Kaaf, 19-22).
[19] - Bu Ahit-Nâme, pek ileri bir görüşle yazılmıştır. Bir yere hükmetmek üzere tayin edilen kişinin o yerin târihî, coğrafi, iktisâdî durumunu iyiden iyiye bilmesi, anlaması, târihten ibret alması, halkın din kardeşi ve yaratılışta eş ve kardeş iki sınıf olarak görmesi, herkese adaletle, merhametle muâmele etmesi, kimsenin malına, canına göz dikmemesi, halktan gizlenmemesi, kendisini onlardan ayrı, üstün ve büyük görmemesi, yaşayışta, geçimde onlardan ayrılmaması cezâ vermede bile adaletle beraber merhamete riâyet etmesi, savaşa kesin olarak lüzum görülmedikçe başvurmaması, kan dökmekten çekinmesi, her hususta halka örnek olması gerektiğini bildirmektedir. Hz. Emir (a.s) bu Ahit-Nâmele-rinde halkı sınıflara bölmede, her sınıfın öbür sınıfların düzene girmesiyle düzgün bir hâle gelebileceğini anlatmaktadır. Ülkenin huzûru askerle mümkündür; askerin dış saldırıya karşı durması, iç düzeni koruması vergiyle mümkündür. Fakat vergide de halkın, vergi yılının, bölgenin verim ve kabiliyetinin göz önünde tutulması gerektir. Verginin verilmeyecek, yahut halkı zarara sokacak bir hadde çıkarılması halkı yoksul düşürür. Halkı yoksul olan bölgeyse harap olur gider. Ülkenin kalkınması, halkın kalkınmasına bağlıdır, verginin verilebilecek miktarda olması, vergi memurlarının adalete riâyet etmeleri, alış verişte bulunan sanat ve ticaret erbabı olan sınıfa bağlıdır. Yalnız bunların ihtikârda bulunmamalarına, malı değerinden fazla satabilmek için saklamamalarına, satışta fazla kâr gözetmemelerine dikkat etmek, hem devlet ve mal memurlarını, hem esnafı, sanatkârı sıkı bir teftişe tâbi tutmak icâb eder. Ancak bu teftişte de dindar, namuslu, tecrübeden geçmiş, doğru sözlü ve doğru özlü kişiler kullanılmalıdır. Bütün bunlarla beraber gene de vâli her söylenen söze, her verilen habere inanmamalı, bizzat bu sınıfları murâkaba altında tutmalıdır.
Hâsılı bu Ahit-Nâme, halkı idâre etmek, devlet işini düzene sokmak mevkiine gelen, getirilen kişi için zamanında olduğu gibi bugün de, yarın da, gerçekten de geçerli ve çok ileri görüşleri ihtivâ eder.
[20] - Muhammed b. Ebi-Bekr için birinci kısmın son bölümünde 107, hitâbenin notuna bakınız.
[21] - Mevlânâ, "Mesnevî"nin 3. cildinde H. Emir'in bu kelâmlarına işaret ederler (Reynold A. Nicholson basımı 1929, s.255-256; beyt. 4462-4472).
[22] - Emir'ül-Mü'minin (a.s), bu sözlerle emir ve nehiy-lerin teşri'i hikmetlerini beyan buyurmaktadırlar.
[23] - "İnananın anlayışından sakının; çünkü o, Allah nûruyla bakar, görür." (Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.8).
[24] - İlliyyin, 83. sûre-i celilenin (Muttaffıfin) 18-19. âyet-i kerimelerinde geçer ve yanı sûrenin 6-7. âyetlerindeki "Siccîn" karşılığıdır. Siccîn, zindan, hapishane anlamlarına gelen "sicn" kökündendir. Cehenneme denmiştir. Yedinci kat yerdir, kâfirlerin amel defterleridir diyenler de vardır. "İlliyyîn", yücelik, yükseklik anlamına gelen "alâ" kökündendir. Cennetlerin en yüce derececidir; müminlerin amel defterlerinin bulunduğu mânevi yerdir; müminlerin amel defterledir (A.Gölpınarlı: Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli; Açıklama, . 118-119).
[25] - 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 182, 8. sûrenin (Enfâl) 51. 20. sûrenin 10, 41. sûrenin (Fussilat) 46. ve 50. sûrenin (Kaaf) 29. âyet-i kerîmelerinde Allah'ın kullarına zulmetmeyeceği bildirilmektedir.
[26] - Takıyye, tehlike, hâlinde kendini ve Müslümanları, dini korumak için inancı gizlemek anlamına gelir. 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyetinde, "İnananlar, îman edenleri bırakıp da kâfir dost edinmesinler, bu işi yapan Allah'tan bir şey beklemesin. Fakat kâfirlerden çekinmeniz gerekse o baş-ka. Allah kendisinden sakınmanızı emretmektedir ve dö-nüp varılacak yer de Allah tapısıdır" demekte, 16. surenin (Nahl) 106. âyetinde de kalbi tam inandığı hâlde zorla küfrü mûcip sözü söyleyenin kâfir olmayacağı beyan buyrulmak-tadır. Takıyye bu âyetlere dayanır. Ancak İslâm'ın üstünlüğü, dayanmakla mümkünse o vakit takıyye caiz olmaz.




2. Bölüm


 

HZ. Muhammed (s.a.a), Kendİlerİ, Ehlİbeyt (a.s)



 
* (Rasûlullah Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in defni ânında buyurdular ki:)
Sabır güzeldir, fakat sana karşı değil. Ağlayıp sızlanmak kötüdür, fakat sana değil. Senin musibetine uğramak pek büyük bir şey. Bundan önce uğradığımız musibetler de bir şey değil, bundan sonra uğrayacaklarımız da.
* Bizim hakkımız haktır; verirlerse alırız; vermezlerse yol uzasa bile develere biner, yürür gideriz.
* (Şam yolunda Anbar köylüleri Hazretin ardında yaya gitmeye başladıkları vakit, Bu yaptığınız nedir diye sordular. Köylüler, biz dediler, uyruk sâhiplerimizi böyle ulularız; âdetimiz budur bizim. Hazret buyurdular ki.)
Allah'a andolsun, bu bir iş ki bununla buyruk sâhibi olanlarınız faydalanmaz; sizse dünyâda bu işi yapmakla kendinizi meşakkate sokmadasınız; âhirette de azâba uğratmadasınız. Ne kötü meşakkattir, ne olmaz zahmettir o ki, sonunda azap var. Ne hoş rahatlıktır o ki, onunla âhirette ateşten esenlik var.
* Şu kılıcımla, bana buğzetmesi için müminin beynine vursam bile gene bana buğzedemez. Beni sevmesi için bütün dünyâyı münafığın önüne döküp sersem gene beni sevemez. Bu, Ümmi Peygamber'in, Allah'ın salevâtı O'na ve soyuna olsun, dilinden çıkan ve takdire uyan bir sözün özüdür ki buyurmuştur: Yâ Ali, mümin sana buğzetmez, münâfık seni sevmez.[1]
(Kendilerini haddinden fazla öven birisine buyurdular ki:)
* Ben dediğinden aşağıyım, gönlünde gizlediğinden üstünüm.
(Bir toplumun, kendilerini, yüzlerine karşı övdükle-rini duyunca buyurdular ki:)
* Allah'ım, benim ne olduğumu benden daha iyi bilirsin sen. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allah'ım, onların sandıklarından daha hayırlı et bizi, bilmedikleri suçlarımızı da bağışla.
* Biz orta yolu tutanlarız. Geride kalan gelir, bize ulaşır; ileri giden döner, bize kavuşur.
(Kendini nasıl buluyorsun  yâ Emir'el-Müminin diye soran birisine buyurdular ki:)
* Varlığını yok olmakta, sıhhatini hastalık kavramakta, emin olduğu yerden musibetlere çatmakta olan kişinin hâli nice olur ki?
* Benim yüzümden iki kişi helâk olmuştur: Sevip hakkımda ileri giden, sevmeyip aleyhimde bulunan.
(Kendilerine Kureyş'ten sorulunca buyurdular ki:)
* Mahzumoğulları Kureyş'in gülleridir; erlerinin sözlerini duymayı, kadınlarıyla nikâhlanmayı seversin. Abdü Şems-oğulları (Ümeyyeoğulları), rey bakımından en uzak, arkalarını korumakta, ihtiyatla hareket etmekte en ileri varanlarıdır. Bizse elimizde olanı ihsan ederiz; ölüm çağında canlarımızı cömertçe veririz. Onlar çokluktur; düzencidir, çetin huyludur; bizse sözde daha fasih, öğüt vermede daha ileri güler yüzlülükte daha üstünüz.
* Gerçeği gördüğüm andan beri gerçek hakkında şüpheye düşmedim ben.
* Şaşarım şu işe: Hilâfet Rasûlullah'la sohbet yüzünden tahakkuk ediyor da sohbet ve yakınlık yüzünden tahakkuk etmiyor.
* Yalan söylemedim; bana da yalan söylenmedi; sapıklığa düşmedin, kimse de benim yüzümden sapıklığa düşmedi.
* Ben müminlerin emiriyim, onlar bana uyarlar; malsa kötü kişilerin emiridir; onlar da ona uyarlar.[2]
Gurer'ul- Hikem'den
* Sakının bizim hakkımızda ileri inanca sapmaktan; biz kullarız, yaratılmışız; buna inanın; sonra bizim hakkımızda, üstünlüğümüz hakkında dilediğiniz inancı güdün (Ancak Tanrılık, Peygamberlik müstesnâ).
* İnsanların körlükte en ileri gideni sevgimize, üstünlüğümüze göz yumanı, suçsuz olduğumuz halde bizi düşman olanıdır; biz onu gerçeğe çağırırız, oysa bizi fitneye çağırır, dünyâya çağırır; bize düşman olur, düşmanlık güder. İnsanların en kutlusu da üstünlüğünüzü bileni, bizimle Allah'a tevessül edeni, sevgimizde ihlâs sâhibi olanı, çağırdığımıza uyanı, nehyettiğimizi terk edendir. Bu çeşit kişi bizdendir ve ebedilik yurdunda bizimledir.[3]
* İyiliklerin en üstünü, en iyisi bizi sevmek, kötülüklerin en kötüsü de bize buğzetmektir.
* Bizim en çok sevdiğimiz kişi, bizi seveni seven, bize düşman olana düşman olandır.
* Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in gerçek dostu, isterse soyu ona ulaşmasın, Allah'a en fazla itâat edenidir. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in düşmanı da, isterse soyu ona ulaşsın, yakın olsun, Allah'a isyân edendir.
* Gerçekten de Allah'tan başka yoktur tapacak sözünün şartları vardır; ben ve zürriyyetim, onun şartlarındanız.
* Gerçekten de yüce Allah, yeryüzünde bizi seçti, bize de yardım etmek, ferahlığımızla ferahlanmak, hüznümüzle hüzünlenmek, canlarını, mallarını yolumuza vermek için Şiamızı seçti; onlar bizdendir, bize gelirler, cennette de bizimledir onlar.[4]
* Bizim işimiz gerçekten de çetindir; çetinleştirilmiştir; pek serttir, sertleştirilmiştir; gizlenmiştir, perde ardına alınmıştır, ona, Allah'a yakın melek, yahut gönderilmiş peygamber, yahut da noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah tarafından gönlü îmanla sınanmış inanan kişi tahammül edebilir.
* Sorun beni yitirmeden; çünkü andolsun Allah'a, Kur'an'da hiç bir âyet yoktur ki niçin ve kimin hakkında indi, nerede indi, düzlükte mi, dağlıkta mı, hepsini de en iyi bilenim ben. Gerçekten de rabbim bana, anlayan bir akıl, söyleyen bir dil ihsan etmiştir.
* Perde kaldırılırsa bile yakıynim artmaz benim.
* Bize sarılan, bize ulaşır; bizden ayrılan, geri kalır, helâk olur; emrimize uyan, öne geçer, kutluluğa erer; bizim gemimizden başka bir gemiye binen boğulur gider.[5]
* Kim bizi gönlüyle sever, diliyle bizimle olur, kılıcıyla düşmanımızla savaşırsa o, cennette bizimle, bizim derecemizdedir. Kim gönlüyle bizi sever, diliyle bize yardım eder, fakat eliyle bize yardım etmez, düşmanımızla savaşmazsa; cennette bizimledir, fakat bizim derecemizden aşağı bir derecededir.
* Bildiğim, tanıdığım andan beri hakkı inkâr etmedim. Bana gösterildiği andan beri hakta şüpheye düşmedim, yalan söylemedim. Kimse de benim yalan söylediğimi söylemedi. Ben ne yolumu sapıttım, ne de benim yüzümden biri yolunu sapıttı.
* Biz hakka çağıranlarız; halkın imâmlarıyız: Gerçek dilleriyiz. Kim bize itâat ederse kurtuluşa erer. kim bize isyân ederse helâk olur gider.
Biz Hıtta'nın kapısıyız. O kapı selâmet kapısıdır. Kim girerse esen kalır, kurtulur; kim muhâlefet ederse helâk olur.[6]
* Biziz Allah kullarına, onun eminleri, şehirleri hakkı yüceltenler; dost bizimle kurtulur, düşmanlık eden bizim yüzümüzden helâk olur.
* Biziz peygamberlik ağacı, vahyinin indiği yer, meleklerin gelip gittiği mahal, hikmetlerin kaynakları, ilmin mâdenleri.
* Biziz Rasûl-i Ekrem'in elbisesi, onun dostları, ona hizmette bulunanlar, ona varılacak kapılar. Evlere ancak o kapılardan girilir; kapılardan başka yerden girenler hırsızdır; cezâya çarpılır.[7]
* Heyhât, eğer Allah'tan çekinmeseydim Arabın dâhîsi olurdum ben.
* Andolsun ki, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın ashabından olup, ondan duyduklarını unutmayanlar, bilirler, ben bir an bile ne noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın emrini reddettim, ne Rasûlü'nün emrini. Allah'ın bana lütfettiği erlikle yiğitlerin durakladıkları, ayakların geriye çekildiği yerlerde canımla, başımla onu korudum. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, elimden geldiği kadar canımı ona fedâ ettim; bütün gücümle düşmanlarıyla savaştım, nefsimle onu korudum; o da benden başka kimseye nasip olmayan ilmini bana lütfetti.
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah vefât ettiği zaman başı göğsündeydi, ağzının yârı avcıma aktı, onu yüzüme sürdüm. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, onu yıkamaya koyuldum; melekler yardımcılarımdı. Ev halkı ve civârı feryatla dolmuştu. Meleklerin bir kısmı inmedeydi, bir kısmı çıkmadaydı.
Sesleri hâlâ kulaklarımdadır; ona salavât getiriyorlardı, bu, onu kabrine yerleştirinceye dek sürdü gitti. Hayâtında da, memâtında da ona benden yakın kimdir ki?
* Haktan ve hak ehlinden ayrılma; ayağın sürçmesin, çünkü biz Ehlibeyti bırakıp başkasına sarılan helâk olur, dünyâsını da yitirir, âhiretini de.
(Eimme-i Hûdâyı (s.a.a) anlatırlarken buyurmuşlar-dır ki:)
* Bilgileri iman gerçekliğiyledir. Yakıyn ruhuyla yakıyne ermişlerdir. Nimete erenlerin güç bulduklarını onlar kolay sayarlar; bilgisizlerin kaçtıkları, hoşlanmadıkları şeylerle huylanırlar. Ruhlarıyla en yüce yerdeyken dünyâ ehliyle, bedenleriyle konuşur görüşürler. Onlar yeryüzünde Allah halifeleridir; onun dinine halkı çağıranlardır. Âh âh onları görmeyi ne de özlemişimdir.
Onlardır îmânın direkleri, halkın Allah'a vesîleleri. Hak onlarla aslına erer; batıl onlarla sökülür gider; dili kesilir, susar. Dini korumak ona riâyet etmek husûsunda sıkı davranırlar. Bu husûsi sımsıkı tutarlar. Hem de duyup rivâyet etmek yoluyla değil. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın sırrının mahremi onlardır; emrini koruyanlar, bilgisine sâhip olanlar, hükmünü yerine getirenler, kitaplarını hıfzedenler, dininin dağları onlardır.
Dinin gözüdür, yüzüdür onlar. Rahmân'ın hazineleridir onlar. Söylerlerse gerçek söz söylerler; susarlarsa başkaları sözlerine söz katamaz. Onlardır dînin esası, yakıynin direği. İleri giden, dönüp onlara gelir; geri kalan varır onlara ulaşır.
Onlardır karanlıkların ışıkları, hikmetlerin kaynakları, ilmin mâdenleri, hilmin karar ettiği yerler. Onlardır ilmin yaşayışı, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri ilimlerinden haber verir size; susmaları, sözlerini anlatır size. Hakka aykırı hareket etmezler ve hakta ayrılığa düşmezler. Hak, susarlarsa da onlardadır, söylerlerse de, gerçek tanık olurlarsa da.
* Tohumu yarıp bitirene, bedeni halkedene andolsun; bir toplum çıkacak ki önceden Muhammed (s.a.a), nasıl Kur'ân'ın tenzili için savaştıysa, o toplum da te'vili için başlarınıza vuracak ve bu, size Rahmân'ın hükmüdür, âhır zamanda olacak.[8]

3. Bölüm

Dünya-Âhİret

* Dünyâ bir topluma teveccüh etti mi başkalarının iyiliklerini, güzelliklerini eğreti olarak onlara verir; bir toplumdan da yüz çevirdi mi kendilerindeki iyilikleri, güzellikleri de onlardan gidiverir.
* Dünyadakiler, uykuda yol alan kervan ehline benzerler.
* Zaman bedenleri yıpratır, dilekleri tâzeler, ölümü yakınlaştırır; umulanı uzaklaştırır, kim ona dost olur, onu elde ederse zahmete düşer, kim onu yitirirse yorulur, darlığa uğrar.
* İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları adımlarıdır.
* Zamanı ve zamanındakileri düzgünlük, iyilik kavradı mı bir insan, kendisinden kötü bir şey görünmeyen birisi hakkında kötü zanna düşerse zulmetmiş olur. Zamanı zamanındakileri kötülük kavradı mı bir insan, birisi hakkında iyi bir zanda bulunursa kendisini aldatmış olur.
* Dünyâ görünüşü yumuşak olan, içinde öldürücü zehir bulunan bir yılana benzer. Aldanan bilgisiz ona meyleder, akıllı kişiyse ondan çekinir.
* Zaman ikidir; Ya sana yâr olur, ya aleyhine döner. Yâr oldu mu, aldanıp gaflete düşme; aleyhine döndü mü de dayan.
(Bir cenâzede gülen birisini duyunca buyurdular ki.)
* Sanki ölüm, bizden başkalarına yazılmış, sanki bu gerçek, bizden başkasına hükmedilmiş. Sanki görüş durduğumuz şu ölüler, bir yere gidiyorlar ki tez  bir zamanda dönüp tekrar gelecekler bize. Onları kabirlerine götürmedeyiz; miraslarını yemedeyiz. Sanki bizler onlardan sonra kalacaklarmışız. Her öğüdü unutmuşuz, her âfeti ardımıza atmışız. Bizi kökümüzden  çıkaracak her belâya göz yummuşuz.
Ne mutlu kendisini alçaltana, kazancını tertemiz bir hâle koyana, özünü düzgün bir hâle getirene, huyunu güzelleştirene, malının fazlasını yoksullara verene, ağzını beyhude sözlerden yumana, şerrini insanlardan giderene; kendisine sünnet ağır gelmeyene, bidate mensup sayılmayana.
* Şaşarım nekese ki korktuğu yoksulluğa doğru koşup durur; arayıp istediği zenginlik, elinden yiter geder. Dünyâda yoksullar gibi yaşar âhiretteyse zenginlerin sorusuyla soruya çekilir.
Şaşarım o gülen, benliğe düşen kişiye ki, dün bir meni parçasıydı, yarın bir leş olacak.
Şaşarım Allah'ın varlığından şüpheye düşene ki Allah'ın halkını görüp durur. Şaşarım Allah'ın varlığından şüphe edene ki ölenleri gözleriyle görür. Şaşarım âhiret yaşayışını, tekrar dirilişi inkâr edene ki ilk yaratılışı görür, bilir. Şaşarım yokluk yurdunu yapıp durana ki varlık yurdunu terk eder gider.
(Sıffin'den dönerlerken Kûfe dışındaki mezarlığa gelince buyurdular ki:)
* Ey yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık kabirlerin halkı, ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş, yalnızlığa eş olmuş, korkunç ve tenhâ yerlere sığınmış kişiler, siz bizden önce yaşadınız, gittiniz; bizse ardınıza düştük, size ulaşmak üzereyiz. Bıraktığınız evlerde oturanlar var; zevcelerinizi nikâhladılar; mallarınızı paylaştılar. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne haber var?
(Sonra ashabına dönerek buyurdular ki:)
Söz söylemelerine izin verilseydi size elbette haber verirler, derlerdi ki: Gerçekten de en hayırlı azık takvâdır.[9]
* Allah'ın bir meleği vardır, her gün bağırır; doğun ölüm için. Toplayın yok olmak için, yapın yıkılmak için.[10]
* Dünya karar edilecek yurda geçittir; insanlarsa orda iki bölüktür: Bir bölüğü kendilerini satar; helâk eder dünyâ onları. Bir bölüğü canlarını kurtarır; azâd eder dünyâ onları.
* Zamanın değişmesi insanların özlerindekini bildirir.
* İnsanlar, dünyanın oğullarıdır. İnsan anasını severse kınanmaz.
* Yoksul Âdemoğlu, eceli ne vakit gelip çatacak, bilmez. Ne illetlere uğrayacak, haberi bile olmaz. Yaptığı işler unutulmaz. Sivrisinek ısırsa canı yanar; boğazında su dursa onu boğar; terlese pis pis kokar.
* Dünyâ başkaları için yaratılmıştır, kendi için değil.
(Birisini dünyayı kınarken, yererken duyup buyurdular ki:)
* Ey dünyânın aldayışlarına kapılan, uyduruşlarına aldanan, dünyâya kapılıyor, sonra da onu yermeye mi girişiyorsun? Sen mi dünyâyı suçlamadasın; dünyâ mı seni suçlamada? Ne vakit dünyâ seni şaşırttı, ne vakit aldattı? Toprağa atıp çürüttüğü babalarının helâk oldukları yerlere mi aldattı seni; yoksa yer altına attığı analarının yarattığı yerlerle mi kandırdı seni?
Ne kadar çalıştın onlardan derdi, hastalığı gidermeye. Ne kadar uğraştın onları tedâvi ettirmeye. Onların iyileşmelerini diledin; onları iyileştirmek için hekimlere baş vurdun. Bu esirgemelerin onların hiç birine fayda etmedi. Onların devâsını aradın; çâresi olmadı; gücünle kuvvetinle ölümü gideremedin onlardan.
Dünyâ onlara ettiği işle, sana örnek verdi; öldükleri yerle öleceğini gösterdi. Oysa dünyâ, sözünü gerçekleyene gerçeklik yurdudur; sözünü anlayana kurtuluş evidir. Ondan azık toplayana zenginlik diyârıdır; öğüdünü tutana öğüt mahallidir.
Dünyâ, Allah dostlarının secde yeridir; Allah meleklerinin namazgâhı. Allah vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış veriş yurdudur. Orada rahmet elde edenler; orada kâr edinirler, cenneti kazanırlar. Dünyâ, ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrılacağımızı seslenip bildirdiği, kendisinin ve kendinden olanların âkıbetini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye kalkar?
Dünyâ, belalarıyla belâyı gösterir ehline; sevinciyle onları sevince teşvik eder. İnsan esenlikle dünyâda akşamı eder, musîbetle sabahı bulur. Bu, tâata yöneltmesidir onun; isyândan korkutmasıdır; çekinmeyi telkin etmesidir onun.
Nedâmetle sabahlayanlar kınarlar onu. Kıyâmet günü başkalarıysa överler onu. Çünkü dünyâ onlara âkıbeti anlatmıştır, onlar da anlamışlardır; ne olacağını söylemiştir onlara, gerçeklemişlerdir onu; öğüt vermiştir onlara, tutmuşlardır öğüdünü onun.
* İnsanlara bir zaman gelip çatar ki o zamanda Kur'ân'dan ancak eser ve yazı, İslâm'dan da isim kalır. O gün insanların mescitleri mâmurdur yapı bakımından; haraptır hidâyete mahal olmak bakımından. O gün mescitlerde oturanlar, onları yapanlar, yeryüzünün en kötü kişileridir; fitne onlardan çıkar, suç ve hatâ onlara sığınır. Kim o fitneye girmemek isterse sürüp götürürler, kim geri kalırsa yürütüp alırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah buyurur ki: Zâtıma andolsun ki ben, o kavme öylesine bir fitne gönderirim ki bilim sâhibi bile şaşırır kalır ve o fitneye dalar. Biz Allah'ın bağışlamasını, gafletle ayağımızı kaydırmamasını dilemekteyiz.[11]
Gurer'ul-Hikem'den
* İnsanlar bir tomara çizilmiş sûretlere benzerler. Tomar dürüldükçe bir kısmı yiter, bir kısmı gelir.
* Geceyle gündüz yaşayanların eserlerini gidermek, geçmişlerin izlerini yok etmek için çalışıp duran iki emekçidir.
* * *

4. Bölüm

AkIl, Bİlgİ

* Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır. Güler yüz, güzel huy dostluk ağıdır; tahammülse ayıpların kabridir.
(İmam Hasan'a (a.s) buyurdular ki.)
* Oğulcuğum, benden dört şey belle, işlediğin zaman sana zarar vermeyecek dört şeyi de aklında tut: Zenginliğin en üstünü akıldır; yoksulluğun en büyüğü ahmaklık. Korkulacak şeylerin en korkuncu kendini beğenmektir; soyun-sopun en yücesi güzel huy. Oğulcuğum, ahmakla eş dost olmaktan sakın; sana fayda vermek isterken zararı dokunur. Nekesle eş dost olmaktan sakın; ona en fazla muhtâç olduğun zaman yardımına koşmaz, oturur. Kötülük edenle eş dost olmaktan sakın; o, pek az bir şeye seni satar gider. Yalancıyla eş dost olmaktan sakın; çünkü o, serâba benzer; uzağı yakın gösterir sana, yakını uzaklaştırır senden.
* Akıllının dili gönlünün ötesindedir; ahmağın gönlüyse dilinin ötesinde.[12]
* Akıl gibi zenginlik, bilgisizlik gibi yoksulluk, edep gibi miras, danışmak gibi arka olamaz.
* Bilgisiz kişiyi, bir işte, bir fikirde ya pek ileri gitmiş görürsün, ya pek geri kalmış.
* Akıl tamamlandı mı söz azalır.
* İşler şüpheli göründü mü, sonunu görerek önü hakkında hüküm vermek gerekir.
* Nerede olursa olsun, hikmeti almaya bak; çünkü hikmet münâfıkın gönlünde, oradan çıkıp ona sâhip olan müminin gönlüne girerek karar edinceye dek sâkin olmaz.
* Hikmet, müminin yitik malıdır; isterse nifak ehlinden olsun, hikmeti al.[13]
* Bilmiyorum demeyi bırakan kişi, öleceği yerden yaralanır gider.
* Bilginin en aşağılığı, dilde olanıdır; en yücesi de insanın uzuvlarında ve işlerinde görünenidir.
* Bir haberi duydunuz mu onun hükmüne uymak suretiyle duyun, belleyin ve rivâyet edin onu; yalnız nakletmek için değil; çünkü bilgiyi rivâyet edenler çoktur; fakat ona riâyet edenler azdır.
* Nice bilgin vardır ki bilgisi olduğu halde ona fayda vermez de bilgisizliği öldürür gider onu.
* Akıldan daha faydalı mal, kendini beğenmekten daha korkunç yalnızlık, tedbir gibi akıl, takvâ gibi kerem, güzel huy gibi eş dost, edep gibi miras, başarı gibi kılavuz, iyi işlerde bulunmak gibi alış-veriş, sevap gibi kâr, şüpheli şeylerde durup çekinmek gibi sakınmak, haramdan kaçınmak gibi zâhitlik, düşünmek gibi bilgi, farzları yerine getirmek gibi ibâdet, utanmak ve sabretmek gibi îman, gönül alçaklığı gibi soy sop, bilgi gibi yücelik, hilim gibi üstünlük, danışmak gibi arka yoktur.
* İktisada riâyet eden yoksulluğa düşmez.
* Hoş geçinmek aklın yarısıdır.
(Kümeyl b. Ziyâd'in-Nahai'nin (r.a) elini tutup şeh-rin dışına çıkardılar. Sahraya varınca  bir ah çektiler de buyurdular ki:)
* Ey Kümeyl, bu gönüller kaplardır; en hayırlı kap da içindekini en iyi koruyanıdır. Benden duyduğun sözü aklında tut. İnsanlar üç kısımdır: Rabb'e mensup bilgin, kurtuluş yolunda bilgi belleyen, bunlardan başkaları pisliğe bulanmış sineklerdir; her seslenen kişiye bilmeden uyan, her yele kapılıp giden kişilerdir. Onlar ne bilgi ışıklarıyla ışıklanmışlardır, ne kuvvetli bir desteğe dayanmışlardır.
Ey Kümeyl, ilim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, sense malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal sâhipleri malın zevâliyle zevâl bulup giderler.
Ey Ziyâdoğlu Kümeyl, bilgiyi elde etmek, âdetâ dindir ki Allah'a onunla yol bulunur. İnsan, yaşarken onunla tâat elde eder; ölümünden sonra da iyilikle, hayırla anılır. İlim hâkimdir, malsa hüküm altındadır, mağluptur.
Ey Kümeyl, malları hazinelerde biriktirenler, diriyken ölmüşlerdir; bilginlerse dünyâ durdukça yaşarlar. Kendileri yok olup gitmişlerdir, fakat eserleri yüreklerde mevcuttur. (Göğüslerine işaretle) Burada öylesine derin, öylesine geniş bir bilgi var ki ne olurdu, bunu anlayabilecek biri bulunsaydı. Evet, tez anlar birini buluyorum, fakat emin değilim ondan, din hükümlerini dünyâya âlet edebilir; Allah'ın nimetleriyle Allah kullarına, Allah'ın delilleriyle Allah'ın dostlarına karşı üstünlük dâvâsına girişebilir. Yahut gerçeğe sâhip olanlara boyun eğen, fakat önüne ardına dikkat etmeyen, can gözü açık olmayan, daha başlangıçta şüpheye düşüp gönlünden işkillenen birini bulabiliyorum. Oysa ne buna inanılabilir ne ona. Yahut da dünyâ lezzetine sarılan, hemencecik şehvetlere atılan, yahut da mal mülk toplamaya hırsı olan birini buluyorum; oysa bu ikisi de hiç bir hususta dîne riayet edenlerden değildir. Bu iki bölük, ancak otlayan hayvanlara benzer. İşte ilim, ilim ehlinin ölümüyle böylece ölür gider.
Allah'ım, evet; yeryüzü, Allah için delil ve hüccet olan, onun adına kaaim bulunan birisinden hâlî kalmaz; o, ilmi ve dîni ayakta tutar; ama meydanda olur, bilinir, tanınır, yahut hikmete mebnî korkar görünür, gizlenir. Allah'ın hüccetlerinin, Allah'ın apaçık delillerinin batıl olmaması için hüküm budur, böyledir. Ama bu, niceye bir böyle sürür gider? Andolsun Allah'a ki onların sayıları azdır. Allah katında dereceleri pek büyüktür. Allah delillerini, onlara bezeyenlere ısmarlayıncaya, kendi benzerlerinin gönüllerine verinceye dek onlarla korur. Allah onların can gözlerini açar, bilgiyi onlara sunar; onlar da yakin ruhuyla kuvvetlenirler; güçlükleri kolay görürler, bilgisizlerin kaçındıkları, hoş görmedikleri şeyler hoş görünür onlara; canları yüceler yücesi olan yakınlık duraklarında olduğu halde bedenleriyle dünyâ ehlinden görünürler, onlarla görüşüp konuşurlar. İşte bunlardır Allah'ın halîfeleri, yarattığı yer yüzünde. Bunlardır halkı dînine çağıranlar. Âh, âh, ne de özlerim onları görmeyi. Ey Kumeyl, istersen dön, git artık.[14]
* Kendi bildiğine göre danışmadan iş gören, helâk olur gider; insanlarla danışansa onların akıllarına eş olur.
* İnsanlar, bilmedikleri şeylere  düşmandırlar.
* İnsanın kendini beğenmesi, aklına haset eden bir sıfattır.
* Yüce kişinin en iyi huylarından biri bildiğini bilmezlikten gelmesidir.
(Akıllı kimdir, anlat denince buyurdular ki:)
* Her şeyi lâyık olduğu yere koyandır. (Câhili anlat dediler; buyurdular ki:) anlattım ya.
* Öfke delilikten bir kısımdır. Çünkü sâhibi nâdim olur; nâdim olmuyorsa deliliği adamakıllı pekişmiş demektir.
* Hikmet sâhibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık.
* Bilginizi bilgisizlik, yakininizi şüphe hâline getirmeyin. Bildiniz mi amel edin; yakıyne erdiniz mi ayak direyin.
* Allah bir kulu alçalttı mı, ona bilgi başarısını men eder.
* Ahmakla eş dost olma; kendi yaptığını sana güzel gösterir, seni de kendine benzetmek ister.
* İbret alınacak şeyler ne de çok, ibret alanlarsa ne az.
* İlim ikidir: Yaratılıştan olan, duyup bellenen. Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa fayda vermez.
* İlim amelle eşittir; bilen amel eder. İlim, amelle seslenin; amel cevap verirse ne âlâ, cevap vermedi mi ilim de göçer gider.
(Câbir b. Abdullah-i Ansârî'ye buyurdular ki:)
* Yâ Câbir, dünyâ dört şey üstünde durur: Bilgisiyle amel eden, halka da öğreten bilgin; öğrenmekten utanmayan, çekinmeyen bilgisiz, varlığında nekeslikte bulunmayan cömert, âhiretini dünyâsına satmayan yoksul. Bilgin, bilgisini yitirirse, bilgisiz de öğrenmekten çekinir. Zengin, malında nekeslik ederse yoksul da âhiretini dünyâsına satar.
Yâ Câbir, kime Allah'ın nimetleri çok gelir, kimin malı fazlalaşırsa insanların ona ihtiyacı artar; kim, Allah'ın verdiği nimetlerde kendisine vâcip olanı yerine getirirse o nimetlerin devâmına, sebep olur; kim, vâcip olanı ifâ etmezse o malı mülkü zevâle atmış, yok etmeye başlamıştır.[15]
* Seni azgınlık, yolundan alıkor, doğru yola sevk ederse bu, aklına delâlet eder, akıllı olduğuna delil olarak bu yeter sana.
* Nice kişiler vardır ki haklarında güzel sözler söyleyen kişilerin sözlerine kanarlar, aldanırlar.
* Hüküm verişte susmakta hayır olmadığı gibi bilgisiz söz söylemekte de hayır yoktur.
* İki haris vardır ki doymaz da doymaz: Bilgi isteyen, dünyâ dileyen.
* Her kaba bir şey koyunca daralır; ancak bilgi kabı müstesnâ. Ona bilgi kondukça genişler.

 
Gurer'ul-Hikem'den
* Âlim ölü olsa bile diridir. câhil diri olsa bile ölü.
* Bilgi, tükenmeyen bir hazinedir; akıl, eskimeyen, yıpranmayan bir elbise.
* Bilgin, kadrini bilen kişidir; bilgisiz, yaptığını bilmeyen kişidir. Akıllı, ameline dayanır, câhil, emeline dayanır. Bilgin, kalbiyle, gönlüyle bakar görür; câhil, gözüyle bakar görür.
* Akıl gurbette yakın bulmaktır; ahmaklık vatanda gurbete düşmektir.
* Cahiller çoğalınca bilginler garip olurlar.
* Hilim hikmetin meyvesidir; gerçekse dalları, budaklarıdır.
* Allah rahmet etsin kadrini bilene, haddini aşmayana.
* Bilgin kişinin rütbesi, rütbelerin en yücesidir.
* Bilgin kişinin bilgisinden dolayı şükrü, bilgisiyle amel etmesi ve o bilgiyi, müstahak olana belletmesidir.
* İki şey vardır ki sonu bulunmaz; Bilgi, akıl.
* Akıllının zannı, câhilin yakininden daha doğrudur.
* Şer işle hayır dileyenin aklı da bozulmuştur, duygusu da.
* Az ilmi olup da onunla amel eden, çok ilmi olup da amel etmeyenden hayırlıdır.
* Ölç, biç, sonra kes; düşün, taşın, sonra söyle; anla, bil, sonra yap.
* Kendini bilmeyen, başkasını nasıl bilir?
* Ya söyleyen, işrâd eden bilgin ol, ya dinleyen, belleyen kesil; üçüncüsü olmaktan sakın.
* Kişinin gönderdiği elçi, aklının tercemânıdır; mektubuysa sözden daha anlatışlıdır.
* Seni ıslâh etmeyen bilgi, sapıklıktır; sana faydası olmayan mal, vebâldir.
* Câhil dostundan ziyâde akıllı düşmanına güven.
* Görmek yalnız gözle olmaz; görüşler, görenleri aldatabilir.
* Kullar, bilmedikleri şeylerde duraklasalardı ne kâfir olurlardı, ne dalâlete düşerlerdi.
* Kendini bilen rabbini bilir.[16]
* İnsanın, kendisindeki noksanı bilip anlaması, olgunluktan ve ileri üstünlüğündendir.
* Renkten renge giriş, inançtan inanca geçiş, ahmağın alâmetlerindendir.
* Bilgiyle dirilen ölmez.
* Bilgiyi, ehil olmayana veren, bilgiye zulmetmiştir.
* Söyleyene bakma, söylenene bak.
* Kendi reyinle hareket etme; kendi reyine uyan, helâk olur gider.
* * *

5. Bölüm

ÇeŞİtlİ konulara aİt vecİzelerİ

* Tamaha yapışan kendini alçaltır. Zarara düştüğünü açıklayan alçalmaya razı olur. Dilini kendisine buyruk sâhibi eden, diline geleni söyleyen, kendisine zarar verir.
* Nekeslik ayıptır; korkaklık noksan. Yoksulluk, delil getirmede aklı dilsiz eder; yokluğa düşen, şehirde garip olur gider. Âciz kalmak âfettir; sabır yiğitlik. Çekinmek zenginliktir; sakınmak kalkan.
* Allah'a razı olmak ne güzel eş dosttur; bilgisiyle büyük bir miras. Edeplere riâyet, boyuna yenilenen elbisedir, düşünceyse saf bir ayna.
* Uzaklaşmak ayıpları örter. Yaptığı işi beğenen kişiyi kınayan çok olur.
* İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağrışsınlar sizin için.
* İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş edinemeyenidir; ondan daha âcziyse kardeş edindikten sonra onu yitirenidir.
* En yakını yitiren, en uzağı da yardımcı olarak bulamaz.
* Dileğine uyup koşan, eceline kavuşur.
* Korku ümitsizliğe eş olmuştur; utanç mahrûmiyete. Fırsat bulut gibi geçip gider; hayırlı fırsatları elde etmeye çalışın.
* Ettiği iş ağır olan kişinin soyu boyu da onunla tezce yürüyemez.
* Büyük günahların kefâreti, zulme düşenlere yardım etmek, acze düşenleri ferahlandırmaktır.
* Zâhitliğin en üstünü, zâhitliği gizlemektir.
* Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer işleyense şerden de kötüdür.
* Cömert ol, nekeslikte ileri gitme; saygılı ve sıralı ver, ihsan ederken, vermemişe de dönme.
* Zenginliğin en yücesi dilekleri terk etmektir.
* Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen kişi hakkında halk da, bilmediği şeyleri söyler.
* Kimin dileği uzar giderse kötü işleri de çoğalır gider.
* Seni gama, gussaya sokan kötülük, Allah katında sana benlik veren iyilikten daha hayırlıdır.
* İnsanın değeri, himmetincedir; gerçekliği, adamlığıncadır, erliği, yaptığı kötülükten utancı kadardır; temizliği ve nâmusu da kıskançlığı derecesindedir.
* Üst olmak, ihtiyâta riâyetle olur. İhtiyata riâyet, düşü-nüp taşınmakla mümkündür, düşünüp taşınmak da sırları gizlemekle olur.
* Yüce kişinin aç kalınca, aşağılık kişinin, karnı doyunca saldırısından korkun.
* İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde ederse ona alışırlar.
* Devlet sana yâr oldukça ayıbın gizli kalır.
* İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, cezâ vermeye en fazla gücü yetenidir.
* Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse utançtandır ve kötüdür.
* Sabır ikidir: İstemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; sevdiğin, dilediğin şeye sabretmek.
* Zenginlik gurbette yurttur; yoksulluk yurtta gurbet.
* Zanaat tükenmez maldır.
* Mal, isteklerin temelidir.
* Seni çekindiren kişi, sana  müjde verene benzer, ona eşittir.
* Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar.
* Dostları yitirmek, gurbete düşmektir.
* İhtiyacı olan şeyi elde edememek, ehli olmayandan istemekten ehvendir.
* Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce huyuyla öğüt vermek sûretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer.
* Her sayılı şey biter; her beklenen gelip çatar.
* İhtiyarın reyini, gencin yiğitliğinden çok severdim.
* Tövbe etmek elindeyken ümidini kesene şaşarım.
* İnsanda bir et parçası vardır ki bedenine bir damarla bağlanmıştır. Bu da kalptir ve pek şaşılacak bir uzuvdur bu. Onun hikmete ait şeyleri ve bunlara aykırı zıt şeyleri vardır. Ümide kapıldı mı tamah alçaltır onu. Tamah onu heyecana düşürdü mü hırs helâk eder onu. Ümitsizlik ona sâhip oldu mu keder öldürür onu. Kızgınlık onu kavradı mı öfke de kavrar onu. Hoşnût oldu mu korunmayı unutur gider. Korkuya kapılınca korunmaya başlar. Esenleştiğini sanınca gaflete düşer. Bir musibete uğradı mı kararsız bir hâle gelir. Bir mal buldu mu zenginlik azdırır onu. Yoksulluk onu ısırdı mı belâ kavrar onu. Açlığa düşünce zayıflık çökertir; fazla doyunca da mîde dolgunluğu rahatsızlığa uğratır onu. Her hususta geri kalış zarar verir ona; her işte ileri gidiş bozguna düşürür onu.
* Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın emri, rüşvet almayan, aşağılanmayın, tamah yoluna gitmeyen kişiyle doğrulur, yerine gelir.
* İki iş arasında ne kadar da uzaklık var; İş var, tadı gider, vebâli kalır; iş var, zahmeti geçer, sevâbı kalır.
* Dost, kardeşini üç halde korumadıkça tam dost olamaz; Düşkünlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, ölümün-den sonra. Dört şey verilene dört şey harâm olmaz: Duâya koyulan icâbetten, tövbeye başarı ihsan edilen kabûlden, istiğfara yöneltilen bağışlanmaktan, şükretmeye fırsat ilhâm edilen, nimetin ziyâde olmasından mahrûm kalmaz. Bunu da Allah'ın Kitabı gerçeklemektedir. Yüce ve Ulu Allah buyurur ki "Dua edin, icâbet edeyim size." 40, Mü'min, 60) "Kötülük eden, yahut nefsine zulümde bulunan, sonra istiğfar ederse Allah'a, Allah'ı suçları örtücü ve inananlara acıyıcı olarak bulur." 4, Nisâ, 110) Şükür hakkında da "Şükrederseniz nimeti çoğaltarım size" buyurmuştur. (14, İbrâhim, 7) Tövbe hakkında da "Tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük edip sonra hemen tövbe edenlerden kabûl edilir. Onlardır Allah'ın, tövbelerini kabûl ettiği kişiler ve Allah herşeyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir" buyurmuştur. (4, Nisâ, 17).
* Dert ve gam ihtiyarlığın yarısıdır.
* İnsan, dilinin altında gizlidir.
* Kadrini bilmeyen kişi helâk olur gider.
(Birisi, kendisine öğüt vermesini isteyince buyurdular ki:)
* Amelsiz âhireti dileyenlerden, olmayacak ümitler besleyip tövbe etmeyi isteyenlerden olma. Hani kişi vardır, dünyâda zâhitlerin sözlerini söyler, dünyâya rağbet edenlerin işlerini işler. Dünyânın malından mülkünden verilse doymaz; verilmese kanmaz. Verilenin şükründen âciz olur; verilmeyenin fazlasını ister durur. Halkı kötülükten men eder, fakat kendisi kötülükten kaçınmaz; emreder, kendisi emre uymaz. Temiz kişileri sever, işlediklerini işlemez. Suçluları sevmez, oysa ki onlardan biridir o. Günahlarının çokluğundan ölümden çekinir, ürker; ölümden kendisini ürküten şeyi yapmakta ısrar eder. Hastalanırsa nedâmete düşer; iyileşirse nedâmeti unutur gider. Âfiyet buldu, nimet elde etti mi mağrur olur; belâya uğradı mı ümidini keser, perişanlığa sataşır. Belâya düşerse âciz olur, duâya koyulur; ferahlığa erişirse kendine güvenir, aczini unutur, zannına uyar, aldanır; gerçek bildiğine kanmaz, kalakalır. Kendi suçundan az suç işleyenin âkıbetinden korkar; kendisineyse yaptığı iyilikten fazlasını ister umar. Kimseye ihtiyacı olmazsa böbürlenir, fitnelere kapılır; ihtiyaca düşünce ümit keser, yayılır. Kulluk ederse gevşek davranır; isteğe, özleme kapılırsa isyânı öne alır, peşinden gider; tövbeyi geriye atar; bir mihnete uğrasa da din hükümlerinden dışarı çıkar. Başkalarına ibretler gösterir; örnekler getirir, kendisi ibret almaz. Öğüt verir de verir, kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk eder, ameldeyse herkesten geri kalır. Geçici nimeti elde etmekte ileridir; kalacak nimetleri elde etmekte geri. Suçu, isyânı ganimet sayar, ganimeti ziyân sanır. Ölümden korkar, ama fırsatı  yitirir gider. Başkasının az suçunu kendi yaptığı suça nispetle çok görür; başkalarının az gördüğü kulluğu kendi kulluğuna nispetle az bulur. İnsanları kınar durur, kendisineyse dalkavuklukta bulunur. Zenginlerle oyuna dalmak, onca yoksullarla Allah'ı anmaktan daha sevimlidir. Kendisince başkaları aleyhine hükmeder; başkalarının iyiliğine bakıp kendi kötülüğünü görerek kendisini mahkûm etmez. Başkalarını doğru yola sevk etmeye uğraşır; nefsiniyse azgınlığa atmaya savaşır. Ona itâat edilir; oysa isyân eder. Ona vefâ gösterilir; o vefâ etmez. Allah için Allah yolunda korkmaz da halktan korkar, çekinir; fakat hakla muâmelede Allah'tan korkmaz, korku nedir, aklına bile gelmez.[17]
* Herkes için tatlı, acı bir son vardır.
* Her gelip çatan dönüp gider; her dönüp giden gelmemişe, olmamışa döner.
* Zaman uzasa, sonu gecikse bile sabreden, mutlaka zafer ulaşır.
* Bir toplumun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. Onlardan sayılan her kişinin de iki suçu vardır: O işi işlemek suçu, o işe razı olmak suçu.
* Birbirine aykırı olarak çağrılan iki yolun biri, mutlaka sapıklık yoludur.
* Her zulme başlayan, yarın pişman olur, elini ısırır, kemirir.
* Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü zanna düşeni kınamasın.
* Yoksulluk en büyük ölümdür.
* Kendini beğenmek ilerlemeye engel olur.
* Gözleri görene sabah ışımıştır.
* Büyüklük, ululuk, gönül genişliğiyle, tahammülle mümkündür.
* Kötülükte bulunanları iyilik edene mükâfat vererek payla, yola getir.
* Kötülüğü, şerri kendi gönlünden çıkarmak suretiyle, başkalarının gönüllerinden sök çıkar.
* Tamah ebedi köleliktir.
* İleri gidişin meyvesi nedâmettir. İhtiyatın meyvesi selâmet.
* Hikmetle hüküm vermek hususunda susmakta hayır olmadığı gibi bilgisizlikle söz söylemekte de hayır yoktur.
* Ey âdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi başkası için biriktirmedesin.
* Cömertlik, şerefleri koruyan bir sıfattır; hilim, kötü kişilerin ağızlarını bağlar; bağışlamak, üstün olmanın zekâttır; hıyânet eden dosttan ayrılış, teselli bulmaktır; danışmak, doğru yola gitmektir. Kendi aklıyla iş gören, kendini tehlikeye atar; sabır, düşmanları oklara hedef eder; sızlanmak, zamâne cefâlarına yardımcı olur. Zenginliğin en üstünü dileği terk etmektir. Nice akıl vardır, hevâ ve hevesin buyruğuna uyar, esir olur. Güzel tecrübe, başarıdandır; dostluk, insana fayda veren yakınlıktır; usanıp daralan kişiye emniyet etmemek gerektir.
* Kim hayâ libâsına bürünürse halk, onun ayıplarını görmez.
* Soruya verilen cevap çoğalınca doğru gizli kalır.
* Senin hakkında iyi zanda bulunanın zannını gerçekleştir.
* Ey âdemoğlu, kendi nefsinin vasîsi ol da malında, senden sonra ne yapmalarını istiyorsan sen yap.
(Kümeyl b. Ziyâd'a buyurdular ki:)
* Ey Kümeyl adamlarına, akşam çağına dek iyi huy kazanmalarını buyur; uyuyanın hâcetlerini gidermekle akşam etsinler. Çünkü andolsun bütün sesleri duyana, hiç bir kişi yoktur ki bir gönlü sevindirsin de Allah o sevinç yüzünden ona bir lütufta bulunmasın. Suyun biriktiği havuzda yabancı dereler nasıl sürülür, kovulursa o lütuf da sâhibine bir belâ gelip çattı mı, o belâyı kovar, giderir.
* Hâin kişilere vefâda bulunmak, Allah'a hıyânette bulunmaktır; hâinlere gadretmekse, Allah'a vefâ etmek demektir.
* Dostunu ihtiyatla sev, olabilir ki birgün sana düşman olur: Düşmanınla da ihtiyata riâyet ederek düşmanlıkta bulun, olabilir ki birgün sana dost kesilir.
(Doğu ile batı arasındaki yol ne kadardır diye sorulunca buyurdular ki:)
* Güneş için bir günlük yol.
* Dostların üçtür, düşmanların da üç. Dostların, dostundur, dostunun dostudur, düşmanının düşmanı. Düşmanların da düşmanındır, dostunun düşmanı, düşmanının dostu.
* Kıskanç olan, gayret sâhibi bulunan, kesin olarak zinâ etmez.
* Babaların dostluğu, oğulların yakınlığını meydana getirir. Dostluk yakınlığa muhtaçtır, onunla tamamlanır; fakat yakınlık dostluğa, sevgiye  daha ziyade muhtaçtır; yakınlık sevgiyle olur.
* Taşı nereden geldiyse oraya atın; çünkü şerri ancak şer giderir.
(Kâtibi Ubeydullah b. Ebi-Râifi'e buyurdular ki:)
* Kalemini düzelt, ucunu keskin kes, satırların arasını aç, harfleri birbirine yakın yaz; bu, yazının güzelliğini sağlar.
(Oğulları Muhammed b. il-Hanefiyye'ye buyurdular ki:)
* Oğulcuğum, yoksul düşmenden korkarın; yoksulluktan Allah'a sığın; çünkü yoksulluk dini noksanlaştırır, aklı şaşırtır, dostluğu giderir.
* Günaha alt olarak üstünlük bulan üstünlük elde etmemiştir; şerle üst olan alt olmuştur.
* Her kişinin malında iki ortak vardır: Mirasçı, olaylar.
* Zâlime gelip çatan adalet günü, mazlûmun uğradığı cevir ve cefâ mihnetinden çetindir.
* Bir kişiyi lâyığından fazla övmek riyâdır, dalkavukluktur; lâyığından az övmekse ya dilsizlikten ileri gelir, ya hasetten.
* Suçların en çetini, sâhibine ehven ve ehemmiyetsiz görünenidir.
* Kendi ayıbını gören, başkalarının ayıbıyla oyalanamaz; isyan kılıcını kınından sıyırın, onunla öldürülür. Kim bütün gücüyle bir işe sarılırsa helâk olur gider. Kim, kendisini zarar ve tehlike denizine atarsa garkolur, batar. Kötü bellenen şeylere sarılan kötülükle kınanır. Kimin sözü çoğalırsa yanlışı da çoğalır. Kim fazla yanılırsa utancı azalır, utancı azalanın çekinmesi de azalır; çekinmesi azalanın gönlü ölür, gönlü ölen kişi ateşe girer. Kim halkın, ayıplarını görür, onları kınar, fakat kendisi de o işleri yaparsa ahmağın ta kendisidir. Kanaat tükenmez maldır. Ölümü fazla anan, dünyânın az nimetine de razı olur. Sözünü, amelinden bilen kişinin sözü azalır; o, ancak gereken sözü söyler.
* Zâlim kişinin üç alâmeti vardır: Günaha dalıp kendisinden üstün olana zulmeder; kendinden alt olana, kendisi üst olduğu için zulmeder; zulmeden bölüğe yardımcı olur, zulmeder.
* Şiddet son dereceyi buldu mu ferahlık gelir çatar . Belâ halkaları tam daraldı mı, genişlik yüz gösterir.
* Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de varken başkasını ayıplamandır.
* Düşünce sâf bir aynadır. İbret almak korkutan bir öğütçü, başkasında görüp de hoşlanmadığın şeyden çekinmense edep olarak yeter sana.
* Gerçekten de hak ağırdır, fakat tatlıdır; batılsa hafiftir, fakat insanı helâk eder.
* Söz, söylemezsen senin hükmüne tâbîdir; ama söylemeye başladın mı sen ona mahkûm olursun. Paranı pulunu nasıl gizliyorsan sözünü de gizle; nice söz vardır ki nimeti giderir, zahmeti, mihneti getirir.
* Bilin ki yoksulluk, belâlardan bir belâdır; yoksulluktan da çetini beden rahatsızlığıdır; ondan çetin olansa gönül rahatsızlığıdır. Bilin ki mal genişliği nimetlerdendir; fakat mal genişliğinden daha üstün olan şey beden sihhatidir; beden sihhatinden daha üstün olansa gönül huzûrudur.
* Konuşun da tanışın, çünkü insan, dilinin altında gizlidir.
* Nice söz vardır ki saldırıştan daha da tesirlidir.
* Gerçekle savaşan elbette altolur gider.
* Yumuşaklıkla hareket etmek, insana soy boydur.
* Hayır işleyin, hayrı azımsamayın, küçümsemeyin; çünkü onun küçüğü de büyüktür; azı da çoktur. İçinizden biri, başkası bu hayrı işlemeye benden daha lâyık demesin; çünkü andolsun Allah'a, sonra o da sizin için böyle der. Hayır işleyecek kişi de vardır, şer işleyecek kişi de. Siz bu ikisini terk ettiniz mi, işleyecek, işler o işi.
* Gizli işlerini, özünü temizleyen, ıslâh eden kişinin dışını da temizler Allah ıslâh eder onu; dîni için iş işleyenin dünyâ işlerini de düzene kor Allah. Allah'la arasını düzelten kişinin Allah, insanlarla da arasını düzeltir.
* Hilim insanı örten bir örtüdür; akılsa keskin bir kılıç. Huylarından kötü olanlarını hilminle ört. Hevâ ve hevesini de aklınla öldür.
* Emir sahibi olmak, insanların özlerinin sınanmasıdır.
* İçinde bulunduğun şehirden daha lâyık şehir yoktur sana. Şehirlerin hayırlısı, içinde geçimini sağlayabildiğin şehirdir.
* Bir insanda güzel bir huy varsa, bekleyin o huya benzer başka güzel huylarını da.
* Hilim ve düşünceyle hareket etmek, acele etmeden iş başarmak, ikiz çocuklardır; bunlar yüce himmetten doğarlar.
Gurer'ul-Hikem'den
* Tecrübe sâhibi kişi, hekimden daha bilgindir. Garip, dostu olmayandır.
* Kadınların kötülerinden çekinin; hayırlılarından sıkının.
* Nice zengin vardır ki yoksuldan da yoksuldur; nice büyük kişi vardır ki her aşağılık kişiden de aşağıdır; nice yoksul  da vardır ki bütün zenginlerden daha zengindir.
* Müminin şükrü amelinde görünür. Münâfıkın şükrüyse dilindedir ancak.
* İki şey vardır ki yitirmeden kadri bilinmez: Gençlik ve âfiyet.
* Batıla yardım eden, hakka zulmeder.
* Büyük kişilerin zaferi bağışlamaktır, ihsanda bulunmaktır. Aşağılık kişilerin zaferiyse ululanmaktır, azgınlık etmektir.
* Nefsine hâkim olman, en üstün güç, kudrettir. Ona buyruk yürütmen en hayırlı emârettir.
* Şehvetle kul olan parayla alınmış köleden de aşağılıktır.
* Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır.
* Nice kan vardır ki onu dil döker.
* Nefsine zulmeden, başkasına karşı nasıl adaletle muâmele edebilir?
* Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil.
* İyiliği emret, kötülükten nehyet. Senden kesileni dolaş, sana vermeyene ver.
* Yüce kişiden ona ihânette bulunduğun zaman çekin; aşağılık kişiden de ona ihsanda bulunduğun zaman; ihsan sahibindense onu daralttığın zaman  sakın.
* Soylar boylar, babaların, anaların mensûp oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlüklerledir.
* Gözle görmek bir şeyi duymaya benzemez.
* Yaptığın ayıbı öven, sana dalkavukluk eden, bulunmadığın yerde seni ayıplar, kınar.
* Allah'ın nimetlerini düşünene Allah başarı verir; Allah'ın zâtı hakkında düşünense zındık olur.
* İnsanda dil olmasa, insan söz söylemese, sûrete bürünmüş bir varlıktan, yahut başı boş bırakılmış otlayan bir hayvandan başka ne olabilir ki?
* Birinin aleyhinde söylenen sözü dinleyen, o sözü söyleyen gibidir.
* Şerden çekinen kişi, hayır yapana benzer; suçtan sakınan kişi, iyilikte bulunana döner.
* Babaların dostluğu oğulları arasında soy sop birliği demektir.
* Sözün dikildiği yer, gönüldür; ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü, düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu.
* Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası yoktur.
* Allah'ın sana verdiği nimetleri yitirme; onun verdiği nimetleri eseri, sende görülmelidir.
* Suçluyu meyûs etme; nice suç işleyen vardır ki sonu bağışlanmakla biter. Nice kulluk eden vardır ki sonunda kulluğu bozulur, ömrünün sonunda cehenneme gider.
* * *

6. Bölüm

Tarİhİ İlgİlendİren Sözlerİ

(Savaşta kendilerine ve düşmanlarına katılmayanlar hakkında buyurmuşlardır ki:)
* Gerçeği horladılar, batıla yardım etmediler.
(Habbâb b. el-Eretti için buyurdular ki:)
* Allah Habbâb'a rahmet etsin, dileyerek Müslüman olmuştu; İsteyerek, razı olarak hicret etmişti; eline geçene kanâat ederdi: Allah'tan razı olurdu; savaşarak yaşamıştı.[18]
(Harûriyye'den (Haricilerden) birisinin teheccüd namazı kıldığını, Kur'an okuduğunu duyunca buyurdular ki:)
* Yakin ile uyku, şüpheyle namazdan hayırlıdır.
(Sehl b. Huneyf'il-Ansârî[19] vefât edince buyurmuşlardı ki:)
* Bir dağ bile beni sevse musibetlere uğrar.
(Haricilerin, hüküm ancak Allah'ındır sözünü duyunca buyurdular ki:)
* Doğru bir söz. Fakat bu sözle batıl murât edilmekte.
(Talha ve Zübeyr, bu işte sana ortak olmak üzere biat ediyoruz dedikleri zaman buyurdular ki:)
* Hayır, fakat kuvvette, yardımda ortaksınız; aciz görür, işte bir aksamaya rastlarsanız yardımcı olursunuz.
(İmam Hasan aleyhisselâma buyurdular ki:)
* Savaşta birisini savaşmaya çağırma; fakat seni çağıran olursa icâbet et; çünkü savaşa çağıran âsidir; âsîninse ölmesi gerek.
(Muâviye'nin adamları Anbâr'ı yağmaladıkları zaman bizzat yaya olarak Kûfe'den çıkıp Nuhayle'ye geldiler. Halkın bir kısmı arkalarından gidip kendilerine ulaştı ve Yâ Emir'el-Mü'minin, biz onların zararlarını gideririz dedi. (Hazret buyurdular ki:)
* Ben sizin zararınızdan kurtulamıyorum; beni başkala-rının zararlarından nasıl kurtaracaksınız? Benden önce halk kendilerini idâre edenlerden şikâyet ererdi, bense bugün idâre ettiğim kişilerden şikâyet ediyorum. Sanki ben idâre edilenim de beni idâre edenler onlar; yahut ben emre tâbiim de onlar âmir.
(Bu sırada iki kişi, huzurlarına gelip biri, Yâ Emir' el-Müminin, ne emrin varsa buyur, biz gidelim; benim sözüm ancak kendime ve bu kardeşime geçer dedi. Hazret buyurdular ki:)
* Dilediğim şeyin iki kişiyle yapılabilmesine imkân mı var?
(Sıffin'den dönüşte yolları Şamlıların bulunduğu yere uğradı. Kadınların Sıffin'de öldürülenlere ağlaştıklarını duydular. Bu sırada o boyun ulularından Harb b. Şurhahabîl geldi. Hazret ona buyurdular ki:)
* Duyduğuma göre, size kadınlarınız üstolmuş, öyle mi? Neden onları bu feryattan men etmiyorsunuz?
(Harb maiyetlerinde yaya olarak yürümek istedi. Kendileriyse ata binmişlerdi; buyurdular ki:)
* Geriye dön, senin gibi yaya olarak yürüyen birinin benim gibi bineğe binmiş kişinin maiyetinde yürümesi buyruk sâhibine bir fitnedir, müminlereyse alçalış.
(Nehrivan günü savaşta öldürülen Haricilerin yanlarından geçerlerken buyurdular ki:)
* Beter olun, sizi aldatan, sizi zarara soktu. (Kim aldattı onları Ya Emir'el-Müminin  diye sorulunca buyurdular ki:) Yol azdıran Şeytan ve kötülüğü buyuran nefisleri onları ümitlerle aldattı; onlara isyan yollarını açtı, genişletti; üst olacaklarını vaad etti onlara, derken onları birden ateşe attı gitti.
(Muhammed b. Ebi-Bekr'in şehâdetini duyunca buyurdular ki:)
* Allah ona rahmet etsin, ona olan hüznümüz, şehâdetinden sevinenlerin sevinçleri kadar. Ancak onlar kendilerini sevmeyen birini yok ettiler; bizse bir dost kaybettik.
(Ashabıyle otururlarken güzel bir kadın geçti, herkesin gözü o kadına takıldı. Bunu görünce buyurdular ki:)
* Bu erkeklerin gözleri şehvete kapıldıklarını belli ediverir, bu bakış şehvetin coşkunluğunu gösterir. İçinizden biri, beğendiği, hoşlandığı bir kadına gözü kayınca hemen gidip kendi zevcesine yaklaşsın; çünkü bu da kadındır, o da kadın.
(Haricîlerden biri "Allah öldüresice kâfir (Hâşâ), ne de fakih" dedi. Ashabı bunu duyunca o adama kastetti, üstüne saldırdı. Hazret buyurdular ki:)
* Yavaş olun hele, bu ancak bir sövüş, ona ya sövmeyle karşılık verilir, yahut da aldırış edilmez, suçu bağışlanır gider.
(Mâlik b. Eşter'i överek buyurdular ki:)
* O, Allah'ın bir kılıcıdır ki, vurmakla körleşmez; kör de değildir zâten. Bid'at onu yolundan alıkoymaz; sapıklıksa onu hiç saptırmaz.
(Malik'ül-Eşter'in şehâdet haberi gelince buyurdular.)
* Allah Mâlik'e rahmet etsin; Mâlik, ne Mâlik'ti? Tek yüce bir dağ olsaydı ne üstüne bir nal basabilirdi, ne yücesine bir kuş uçup konabilirdi.
* * *

7. Bölüm

Gerçek, Adalet, Geçİm, İnsanlIk, Savaş

* Şaşarım şu insana ki bir yağ parçasıyla görmektedir, bir et parçasıyla söylemekte; bir kemikle doymaktadır, bir delikle soluk almakta.
* Kötülüğü eliyle, diliyle, gönlüyle, gidermeye çalışan, hayırlı huyları nefsinde toplamıştır. Halkta gördüğü kötülüğü diliyle, gönlüyle inkâr eden, fakat eliyle kötülüğe engel olmayan, hayır huylarından ikisine yapışmış, birini yitirmiştir. Gönlüyle inkâr edip eliyle, diliyle inkâr etmeyense üç huyun en yücesini yitirmiş, birini elde etmiştir. Halktan kötülüğü diliyle, gönlüyle, eliyle inkâr etmeyenler, gidermeye çalışmayanlarsa diri gibi görünen ölülerdir.
* İyi ve hayırlı işlerin hepsi ve Allah yolunda savaş; iyiliği buyurmak, kötülükten halkı men etmek, karşısında koskoca uçsuz bucaksız denize nispetle bir katreden ibârettir; dalgalanıp köpüren, coşkun denizde bir tükürüktür âdetâ. İyiliği buyurmak, kötülükten men etmek, ne kimsenin ecelini yaklaştırır, ne rızkına noksan verir. Ama bunların hepsinden daha üstün olanı da zulmeden buyruk sahibine karşı doğru söylemektir.[20]
(Ebû-Cuhayfe der ki: Emir'ül-Mü'minin  aleyhisse-lâm'dan duydum, buyurdular ki:)
* Sizden ilk olarak savaşa ait olup da alınacak şey, elinizle, sonra dilinizle, sonra da gönüllerinizle savaşmaktır. İyiliği gönlüyle tanımayan, kötülüğü men etmeye kalkışmayan kişi, başaşağı düşüp gitmiştir.[21]
* Öl de alçalma, azı yeter bul da yüzsuyu dökme. Çalışıp bir şey elde edemeyen kişi, oturunca hiçbir şey elde edemez.[22]
* Dinî hükümleri bilmeden ticarete girişen, çâresiz fâize düşer, suçtan kurtulamaz.
* Sana rağbet ve muhabbeti olan kişiye rağbet etmemen, nasibinde noksana düşmendir. Senden hoşlanmayana rağbet etmense alçalmandır.
Mal memurlarından biri büyük bir yapı yaptırınca buyurdular ki:
* Paralar, yapının tepesine çıktı, göründü; çünkü bu yapı zenginliği söylemede.
* Yüzünün suyu donmuştur. Ancak bir şey istersen yumuşar, sızıp damlamaya başlar; kime yüzsuyu döktüğüne dikkat et.
* Mazlûmun zâlimden öç alacağı gün,  zâlimin mazlûma zulmettiği günden daha çetindir.
Gurer'ul-Hikem'den
* Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.
* Adamlığın en üstün derecesi, malı mülkü esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, her hâlde onlarla eşit olmasıdır.
* İnsanların en insaflısı, kendisi hakkında bir hâkim hüküm vermeden nefsine insâf edenidir. İnsanların en fazla cevredeniyse cevrini, zulmünü adalet sayanıdır.
* İnsanın üstünlükleri birbiri ardınca gelip çatan çetin işlerde meydana çıkar.
* Dallar budaklar, çaresi yok, köklere, sebeplere dayanır, onlardan sürer, meydana gelir;  onları meydana getiren sebeplere, parça buçuklara, tümlere döner ulaşır.
* Rabbin rızasını kazanmak isteyen, zulmeden buyruk sâhibine karşı adalet sözünü söylemelidir.
* İki kişi yoktur ki halkı kendisine uymaya çağırsın da, biri sapıklıkta olmasın.
* Haktan, gerçekten sonra, dalâletten başka ne vardır ki?[23]
* Ümitsizliğin acılığı, halka yalvarmaktan yeğdir.
* Tamah seni kul etmesin, Allah seni hür yarattı.
* Yaptığı zulümlerden geçip, hakları sahiplerine vermekten daha üstün adalet olamaz.
"Nehc'ül - Belâga'dan"
* Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah yoksulların geçimlerini zenginlerin mallarında takdir buyurmuştur. Hiç bir yoksul, aç kalmaz ki bir zengin onun hakkını vermiş olsun; yüce Allah da zenginlere bunu soracaktır.
* Bir evvelki gaspedilmiş bir tek taş, o evin yıkımı için rehin edilmesi demektir.
25 Zilhicct'il-Harâm 1389
Abdülbâki GÖLPINARLI

 
Bu metnin şerhinde azamî derecede faydalandığımız kaynaklardan "Ez-Zeria ilâ Tasânifiş-Sia"  müellifi Allâme Akaa Bozorg-i Tehrânî muhammed Muhsin'in, Allah'ın rahmetine kavuştuğunu duyup üzüldük. bütün ilim âlemine başsağlığı verir, kendilerine rahmet diler, okuyuculardan Fâtiha niyâz eyleriz.
A. G.

 

 

[1] - "Yâ Ali, seni ancak mümin sever, sana ancak münâfık buğzeder." (hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.206).
[2] - "Âli, müminlerin dilediği istediği, uyduğu kişidir; malsa münafıkların dilediği şey." (Hadis. Câmi, 2, s.55)
[3] - "Kim Âl-i Muhammed'e sevdiği halde ölürse şehâdet mertebesine erişmiş olarak ölür. Bilin kim Âl-i Muhammed'i sevdiği hâlde ölürse yarlıganmış olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse imanı kamil mümin olarak ölür. Bilin ki, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse ölüm meleği ona cennet müjdesi verir; sonra da Münker ve Nekir onu cennetle muştular. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse gelin kocasının evine gider gibi cennete gider. Bilin,  kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse Allah, kabrinde cennete iki kapı açar onun. bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse mezarı rahmet meleklerinin ziyaretgâh olur. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse sünnet üzere gerçeğe uyan topluluktan olarak ölür. Şunu da bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse kıyâmet gününde iki gözü arasına bu, Allah'ın rahmetinden meyustur sözü yazılmış olarak gelir. Bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse kâfir olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse cennetin kokusunu bile duyamaz." (Kur'ân-ı Mecid'in 42. sûre-i celilesinin, Şûrâ, "Bu, Allah'ın inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınla-rıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfâtını arttırırız. Şüphe yok ki Allah suçları örter. İyiliğe mükâfatla karşılık verir" meâlindeki 23. âyetinin Zamahşerî tarafından "Keşşâf"taki tefsirinden naklen "Fedâil'ül-Hamse", 2, s.78-79). Bu hadis ile Âl-i Muhammed'-in sevgisi ve maâzallah, buğzuna sonuçlar verir, belli olur; fazla tafsile sanırız ki hâcet yoktur.
[4] - Şia, taraftar demektir, ism-i mensûbu Şii'dir. Bu söz mühdes olmayıp Hazreti Peygamber (s.a.a) tarafından, 98. sûre-i celilenin (Beyyine) "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar, şüphe yok ki yaratılmışların en hayırlılarıdır" meâlindeki 7. âyet-i kerimesinin tefsirinde "Ali ve Şia'sı yaratılmışların en hayırlılarıdır" buyrulmuş aynı âyetin tefsirinde "Nefsim kudret elinde olana andolsun ki bu ve Şia'sı kıyâmet günü kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir" demişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ashabı, Ali (a.s) gelince, "Yaratılmışların en hayırlısı geldi" derlerdi. "Ali ve Şia'sı kıyâmet gününde kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir" hadis-i şerifi de aynı meâldedir. Bunlardan başka hadislerde de Ali taraftarları "Şiâ" adıyla geçer (İbn-i Cerir-i Tabari tefsirinden, Süyûti'nin "Ed-Dürr'ül-Mensur"undan, "Savâık'ul-Muhrıkak dan, "Künûz'ül-Hakaaık"dan, "Mecna'uz-Zevait"den naklen "Fadâil'ül-Hamse, 1, s.277-278, 2, 93-95). Kur'ân'ın 19. sûresinin 69. 28. sûresinin 15, 37I. sûresinin 83. âyetlerinde "Şia" sözü, çeşitli münâsebetlerle geçer.
[5] - "Ehlibeytim Nûh'un gemisine benzer. O gemiye kim bindiyse kurtuldu; kim baş çekti, binmediyse boğuldu gitti." (Hadis. Câmi, 2, s.136).
[6] - "Bir vakit şu şehre girin, nimetlerinden, nerede dilerseniz orda bol bol yiyin; kapısından secde ederek girin, burası yurttur deyin; yarlıganma dileyin de suçlarınızı örtelim; iyilikte bulunanların sevâbını daha da arttıracağız demiştik." (2, Bakara, 58) "Hani o zaman onlara, bu şehirde yerleşin ve dilediğiniz yerde dilediğiniz şeyi yiyin ve bu makam suçların döküldüğü makamdır deyin; kapıdan yerlere kapanırcasına eğilerek girin de suçlarınızı örtelim; iyi hareket edenlerin mükâfâtını da fazlasıyla verelim denmişti." (7, A'raf, 161)
Bu iki âyet-i kerimede, "Suçların döküldüğü makam, yurt "Hıtta" diye geçer. Hadis-i Şerifte, "Ehlibeytim aranızda Nuh kavmi içinde Nûh'un gemisine benzer. Kim o gemiye bindiyse kurtuldu; kim binmediyse helâk oldu ve İsrâiloğulları içindeki Hıtta'ya benzer" ve sonunda "Kim oraya giderse yarlıgandı" ilavesiyle geçer (Süyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr"un-dan, "Kenz'ül-Ummâl"den, "Mecma'uz-Zevait"den naklen "Fedâil'ül-Hamse" 2, s.57-59).
[7] - 2. Sûrenin (Bakara) 189. âyet-i kerimesinde evlere kapılardan girilmesi emir buyrulmaktadır. Rasûl-i Ekrem de "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır; ilmi isteyen kapıya gelsin", "Ben hikmet eviyim, Ali kapısıdır", "Ali ilminin kapısıdır, benden sonra benim gönderilip tebliğ ettiğim şeyleri size apaçık bildirendir; onu sevmek imandır; ona buğzetmekse nifaktır" buyurmuşlardır (Tabarânî, Câmi'us-Sagıyr, Müsted-rek'üs-Sahihayn, Tirmizi, İbn-i Cerir, Kenz'ül-Ummâl ve Deylemî'- den naklen "El-Murâcaât", s. 188).
[8] - (Muâviye, Ali'nin (a.s) Şiası'ndan Dırâr'a, bana Aliy'i anlat demişti. Dırâr bundan vazgeçmesini söylediyse de Muâviye ısrar edince dedi ki:)
Şehâdet ederim ki onu bâzı vakit gece karanlığı basınca mihrâbında eliyle sakalını tutup, yılan sokmuş bir kişi gibi titreyerek, derde uğramış gibi ağlaya ağlaya şöyle dediğini görmüşümdür, duymuşumdur:
Ey dünyâ, ey dünyâ, uzaklaş benden, bana mı gelmedesin aldatmaya beni, yoksa beni mi dilemekte, özlemektesin? Benim gönlüme girmene, benim de seni sevmeme imkân yok. Heyhât, sen benden başkasını aldat. Benim sana ihtiyâcım yok. Ben seni üç kere boşadım; artık sana dönmeme, seni almama imkân yok. Ömrün azdır, değerin aşağıdır; dilediğin hordur bence senen. Âh azığın azlığından, yolun uzunluğundan, yolculuğun uzak, varılacak yerin pek yüce oluşundan.
Dırâr, bu sözlerden önce "Andolsun Allah'a ki, onun yüceliğine bir son ululuğuna bir sınır yoktu. Gücü, kuvveti çetindi. Kesin söz söylerdi. Adaletle hükmederdi. Her yanından bilgi fışkırırdı, akardı. Her sözünde hikmet dile gelir, coşardı. Dünyâdan, dünyâ lezzetlerinden çekinirdi. Geceleri gecenin garipliğiyle esenleşirdi. Çok ağlardı. Uzun uzun düşünürdü. Halk içinde en değersiz ve kısa elbise  giyen oydu; en değersiz şeyleri yiyen oydu. Aramızda, içimizden birisi gibiydi, bir şey sorduk mu cevap verirdi; bir şey sorarsa cevap verirdik; fakat andolsun Allah'a, onun bize bu kadar yakınlığına, bizim ona bu derece yakınlığımıza rağmen gene de heybetinden söz söyleyemezdik ona. Din ehlini ulular, ağırladı. Yoksulları kendisine yaklaştırır, hatırlarını sorardı; gönüllerini alırdı. Kuvvetli kişi, o varken olmayacak bir işe girişmezdi. Zayıf kişi, adaletinden meyûs olmazdı" demişti.
Muâviye, bu sözleri duyunca nasılsa müteessir olmuş, gözyaşını yeniyle silmiş. Dirâr'a, ondan ayrıldıktan dolayı ne derecede müteessirsin diye sormuştu. Dırâr, tek çocuğu kucağında boğazlanan ana kadar diyerek ona, emriyle yaptırdığı bir cinâyeti hatırlattı. Muâviye, benden sonra dedi, benim adamlarımdan birine beni sorsalar bu çeşit bir şey söylemez (Dırâr için "Tenkıyh'ül-Makaal"e, 2, s.105-106, Kazvini Şerhi'ne, c.4, 105. sahifenin notuna bakınız).
[9] - 2. sûrenin 197. âyet-i kerimesine işaret buyurmakta-dırlar.
[10] - "Doğun ölüm için, yapın yıkılmak için" (Hadis, Künûz'ül-Hakaık, 2, s.146).
[11] - "Ümmetime bir zaman gelecek çatacak ki o zamanda Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakihler azalacak, ilim alınacak, fitne çoğalacak. Bundan sonra bir zaman da gelecek ki ümmetimden Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakat Kur'an, boğazlarından aşağı geçmeyecek, onunla amel etmeyecekler. Bundan sonra da müşrik, müminin söylediği söz üzerine, onunla Allah hakkında mücadeleye girişecek." (Hadis, Câmi, 2, s.28).
[12] - Akıllı gönlüne danışır, doğru bulduğunu söyler, ahmak, diline geleni söyler, düşünmez bile anlamını vermektedir.
[13] - "Hikmet müminin yitik malıdır." (Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.49).
[14] - Kümeyl b. Ziyad'in-Nahaî, Hazreti Rasûlün (s.a.a) zaman-ı saâdetini idrâk eden, vefatlarında sekiz yaşında olan, Emir'ül-Müninin ve İmam Hasan'ın (a.s) havâss-ı ashabından bulunan bir zattır. Emür'ül-Mü'minin'in (a.s) sahib-sırrı sayılmıştır. Yemenlidir. Müzhac boyunun Naha kabilesindendir. Şa'bânın on beşinci gecesiyle Cuma geceleri okunan ve "Kümeyl duâsı" diye anılan münâcâtı, Hazret-i Emir'den rivâyet etmiştir. Hazreti Emir, bir gün deveye binmiş, Kümeyl'i de arka tarafa bindirmişti. Kümeyl, Yâ Emir'el-Mü'minin, hakikat nedir diye sordu. Hazreti Emir, hakikat buyurdular, ululuk sırlarının keyfiyete sığmaz bir hâlde açılmasıdır. Kümeyl, biraz daha söyle dedi, Emir (a.s), vehmedilen şeylerin bilinen tarzda zuhuruyla yok olmasıdır buyurdu. Kümeyl, biraz daha söylemesini istedi. Birliğin tevhid sıfatlarını cezbetmesidir dedi. Biraz daha söylemesini recâ edince hakikat, ezel sabahından ışıyan bir ışıktır ki eserleri birlik varlıklarına vurur buyurdular. Biraz daha söylemesini niyâz edince de mumu dinlendir, sabah doğdu buyurup sustular. Sûfiler, bu sözlere büyük bir ehemmiyet vermişler, bu sözler hakkında şerhler yazılmıştır. Sûfiyye'ye göre, nefsin, "Nâmiyye-i Nebâtiyye, Hissiye-i Hayvâniyye, Nâtıka-i Kudsiyye, Külliyye-i İlâhiyye" olmak üzere dörde ayrıldığı hakkındaki sözü de Kümeyl, Hazreti Emir'den rivâyet etmiştir; fakat muhaddisler, bunu Sûfiyye'nin uydurduğunu söylerler. Kümeyl, Hit'te vâliyken Muâviye tarafından gönde-rilen bir fırkanın, orayı istilâsı ve bâzı kimseleri katli, malları yağma etmeleri üzerine Hz. Emir, bir mektupla, Kümeyl'i azarlamışlar, fakat Kümeyl sonradan bu fıkrayı mağlûb edince de  memnuniyetlerini izbâr buyurmuşlardır. Bir gün Hz. Emir'le giderlerken birisinin, 39. sûrenin (Zümer), "Hiç o, âhiretten sakınarak ve Rabbinin rahmetini umarak geceleri secde eden, kıyamda bulunan ve böylece itâat ve ibâdet eden kişiye benzer mi" meâlindeki 9. âyet-i kerîmesini hüzünle, yanık bir sesle okuduğunu duymuş, o adamın kötülüğünü de bildiği hâlde okuyuşunu beğenmiş ve şaşmıştı. Hazreti emir, Kümeyl'in zamirini keşfederek, inanma buyurmuşlardı, o adam cehennem ehlindendir. Sonradan o kişi, Nehrivan'da öldürülen Hâriciler arasında bulunmuştu. Sıffin'de ve Nehrivan'da Hazreti Emir'in maiyetinde bulunan Kümeyl, Haccâc'ın vâliliği sırasında Kûfe'de saklanmış, fakat Haccâc, Kümeyl'e mensup olanlara verilen parayı kesince onların zarar görmemesi için gidip Haccâc'a teslim olmuş, zâten benim ömrüm sona erişti, Emir'ül-Mü'minin, beni senin öldüreceğini bana haber verdi demişti. Haccâc, sen, Osman'ın katillerindensin deyip Kümeyl'in başını kestirerek şehit ettirmişti. Kabr-i mübârekleri Kûfe Mescidi civârındadır (Tenkıyh, 2, İkinci bölüm, s.42; Sefinet'ül-Bihâr, 2, s. 496-97 ve 602-603; Ma'sûm-Alişâh; Tarâık'ul-Hakaaık, Muhammed Ca'fer Mah-cûb teshihi ve haşiyeleriyle, Tehran-1339- 1345, 2, s.83-90)
[15] - Câbir b. Abdullah. Ansâr'ın Hazreç boyundandır. İkinci Akabe biatinde bulunanlardandır. Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) ve Ehlibeyte izhâr-ı sadâkat eden ashab-ı kirâmdandır. Kendisine, Aliyy ibn-i Ebi Tâlib hakkında sorulunca: O insanların hayırlısıdır. Biz, Rasulûllah'ın (s.a.a) zamanında münâfıkları, ona buğuzlarından tanırdık demiştir. İmam Muhammed'ül-Bakır'a (a.s) Hazreti Rasûlullah'ın (s.a.a) selâmını tebliğ ettiği meşhurdur. Hicretin yetmiş sekizinci yılında vefât etmiştir (r.a; Tenkıyh, 1, s.199-201).
[16] - Bu sözü, hadis olarak da naklederler (Sefinet'ül-Bıhâr, 2, s.603) Kendini, nefsini acizle bilen, noksanla bilen, suçla bilen, şerle bilen, Rabbini, kudretle, kemâlle, afivle, hayırla bilir tarzlarında şerhedenler vardır.
[17] - Seyyid Radıyy, Allah ondan razı olsun, der ki: Bu kitapta yalnız bu sözler olsaydı tam faydalı öğüt, tam yerinde hikmet, can gözü açık olana basîret, okuyup düşünene ibret olarak yeterdi.
[18] - Habbâb ibin'il-Erett sahâbeden ve muhâcirdendir. İlk İslâm'a gelenlerden olup Bedir ashabındandı. İslâm olduktan sonra, müşrikler tarafından kendilerine işkence edilen sahâbeden biridir. Bütün işkencelere rağmen müşriklere kar-şı durmuş, onların söyletmek istedikleri sözleri söyleme-miştir.
Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül-Mü'minin'in maiyetinde bulunmuşlar, Nehrivan savaşından birkaç gün önce Hâriciler tarafından şehit edilmişlerdi. Şehâdetleri hicretin otuz yedinci yılındadır. Yaşları altmış dokuza varmıştı. Namazlarını Emir'ül-Mü'minin kılmış, Kûfe dışında defnedil-mişti. Kûfe dışındaki mezarlığa ilk defnedilen sahâbi Habbâb'dır (Tenkıyh, 1, s.395-396).
[19] - Sehl b. Huneyf için 2. kısımdaki 4. bölümün 3. Mek-tubunun notuna bakınız.
[20] - "Savaşın en üstünü zulmeden buyruk sâhibine karşı doğruyu söylemektedir." (Hadis Câmi, 1, s.41)
[21] - Ebu-Cuhayfe'nin adı Veheb b. Abdullah'is-Suvâi'dir. Üsd'ül Gaabe, sahâbe arasında gösterir; Vefât-ı Peygamberi de ergenlik çağındaydı; fakat hadis  rivâyet etmiştir. Bir gün yemek yerken; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem ona, dünyâda karnını doyuranların âhirette aç olacaklarını buyurmuş, bunun üzerine Ebû Cuhayfe, ömrünün sonuna dek, günde bir övün yemeyi ve doyuncaya dek yememeyi âdet edinmişti. Hazret-i Emir'in (a.s) bütün savaşlarında maiyetlerinde bulunmuştur. Hz. Emir (a.s), bu zâta, Veheb'ül-Hayr ve Veheb'ullâh lâkaplarını vermişlerdi. Kûfe'de, beytülmâle memûr olmuştu. Hicretin yetmiş ikinci yılında Basra'da vefât etmişlerdir (Tenkıyh, 3, s.280-281, Son Kısım, s.8).
[22] - Yâni kendi kazancınla geçin, kazancını yeter bul; kimseden bir şey umma, kimseye yüzsüyü dökme.
[23] - "İşte gerçek Rabbiniz Allah, budur; gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? Artık nereye dönme-desiniz?" (10, Yunus, 32)

 




 

ÇeŞİtlİ konulara aİt vecİzelerİ

* Tamaha yapışan kendini alçaltır. Zarara düştüğünü açıklayan alçalmaya razı olur. Dilini kendisine buyruk sâhibi eden, diline geleni söyleyen, kendisine zarar verir.
* Nekeslik ayıptır; korkaklık noksan. Yoksulluk, delil getirmede aklı dilsiz eder; yokluğa düşen, şehirde garip olur gider. Âciz kalmak âfettir; sabır yiğitlik. Çekinmek zenginliktir; sakınmak kalkan.
* Allah'a razı olmak ne güzel eş dosttur; bilgisiyle büyük bir miras. Edeplere riâyet, boyuna yenilenen elbisedir, düşünceyse saf bir ayna.
* Uzaklaşmak ayıpları örter. Yaptığı işi beğenen kişiyi kınayan çok olur.
* İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağrışsınlar sizin için.
* İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş edinemeyenidir; ondan daha âcziyse kardeş edindikten sonra onu yitirenidir.
* En yakını yitiren, en uzağı da yardımcı olarak bulamaz.
* Dileğine uyup koşan, eceline kavuşur.
* Korku ümitsizliğe eş olmuştur; utanç mahrûmiyete. Fırsat bulut gibi geçip gider; hayırlı fırsatları elde etmeye çalışın.
* Ettiği iş ağır olan kişinin soyu boyu da onunla tezce yürüyemez.
* Büyük günahların kefâreti, zulme düşenlere yardım etmek, acze düşenleri ferahlandırmaktır.
* Zâhitliğin en üstünü, zâhitliği gizlemektir.
* Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer işleyense şerden de kötüdür.
* Cömert ol, nekeslikte ileri gitme; saygılı ve sıralı ver, ihsan ederken, vermemişe de dönme.
* Zenginliğin en yücesi dilekleri terk etmektir.
* Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen kişi hakkında halk da, bilmediği şeyleri söyler.
* Kimin dileği uzar giderse kötü işleri de çoğalır gider.
* Seni gama, gussaya sokan kötülük, Allah katında sana benlik veren iyilikten daha hayırlıdır.
* İnsanın değeri, himmetincedir; gerçekliği, adamlığıncadır, erliği, yaptığı kötülükten utancı kadardır; temizliği ve nâmusu da kıskançlığı derecesindedir.
* Üst olmak, ihtiyâta riâyetle olur. İhtiyata riâyet, düşü-nüp taşınmakla mümkündür, düşünüp taşınmak da sırları gizlemekle olur.
* Yüce kişinin aç kalınca, aşağılık kişinin, karnı doyunca saldırısından korkun.
* İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde ederse ona alışırlar.
* Devlet sana yâr oldukça ayıbın gizli kalır.
* İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, cezâ vermeye en fazla gücü yetenidir.
* Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse utançtandır ve kötüdür.
* Sabır ikidir: İstemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; sevdiğin, dilediğin şeye sabretmek.
* Zenginlik gurbette yurttur; yoksulluk yurtta gurbet.
* Zanaat tükenmez maldır.
* Mal, isteklerin temelidir.
* Seni çekindiren kişi, sana  müjde verene benzer, ona eşittir.
* Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar.
* Dostları yitirmek, gurbete düşmektir.
* İhtiyacı olan şeyi elde edememek, ehli olmayandan istemekten ehvendir.
* Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce huyuyla öğüt vermek sûretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer.
* Her sayılı şey biter; her beklenen gelip çatar.
* İhtiyarın reyini, gencin yiğitliğinden çok severdim.
* Tövbe etmek elindeyken ümidini kesene şaşarım.
* İnsanda bir et parçası vardır ki bedenine bir damarla bağlanmıştır. Bu da kalptir ve pek şaşılacak bir uzuvdur bu. Onun hikmete ait şeyleri ve bunlara aykırı zıt şeyleri vardır. Ümide kapıldı mı tamah alçaltır onu. Tamah onu heyecana düşürdü mü hırs helâk eder onu. Ümitsizlik ona sâhip oldu mu keder öldürür onu. Kızgınlık onu kavradı mı öfke de kavrar onu. Hoşnût oldu mu korunmayı unutur gider. Korkuya kapılınca korunmaya başlar. Esenleştiğini sanınca gaflete düşer. Bir musibete uğradı mı kararsız bir hâle gelir. Bir mal buldu mu zenginlik azdırır onu. Yoksulluk onu ısırdı mı belâ kavrar onu. Açlığa düşünce zayıflık çökertir; fazla doyunca da mîde dolgunluğu rahatsızlığa uğratır onu. Her hususta geri kalış zarar verir ona; her işte ileri gidiş bozguna düşürür onu.
* Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın emri, rüşvet almayan, aşağılanmayın, tamah yoluna gitmeyen kişiyle doğrulur, yerine gelir.
* İki iş arasında ne kadar da uzaklık var; İş var, tadı gider, vebâli kalır; iş var, zahmeti geçer, sevâbı kalır.
* Dost, kardeşini üç halde korumadıkça tam dost olamaz; Düşkünlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, ölümün-den sonra. Dört şey verilene dört şey harâm olmaz: Duâya koyulan icâbetten, tövbeye başarı ihsan edilen kabûlden, istiğfara yöneltilen bağışlanmaktan, şükretmeye fırsat ilhâm edilen, nimetin ziyâde olmasından mahrûm kalmaz. Bunu da Allah'ın Kitabı gerçeklemektedir. Yüce ve Ulu Allah buyurur ki "Dua edin, icâbet edeyim size." 40, Mü'min, 60) "Kötülük eden, yahut nefsine zulümde bulunan, sonra istiğfar ederse Allah'a, Allah'ı suçları örtücü ve inananlara acıyıcı olarak bulur." 4, Nisâ, 110) Şükür hakkında da "Şükrederseniz nimeti çoğaltarım size" buyurmuştur. (14, İbrâhim, 7) Tövbe hakkında da "Tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük edip sonra hemen tövbe edenlerden kabûl edilir. Onlardır Allah'ın, tövbelerini kabûl ettiği kişiler ve Allah herşeyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir" buyurmuştur. (4, Nisâ, 17).
* Dert ve gam ihtiyarlığın yarısıdır.
* İnsan, dilinin altında gizlidir.
* Kadrini bilmeyen kişi helâk olur gider.
(Birisi, kendisine öğüt vermesini isteyince buyurdular ki:)
* Amelsiz âhireti dileyenlerden, olmayacak ümitler besleyip tövbe etmeyi isteyenlerden olma. Hani kişi vardır, dünyâda zâhitlerin sözlerini söyler, dünyâya rağbet edenlerin işlerini işler. Dünyânın malından mülkünden verilse doymaz; verilmese kanmaz. Verilenin şükründen âciz olur; verilmeyenin fazlasını ister durur. Halkı kötülükten men eder, fakat kendisi kötülükten kaçınmaz; emreder, kendisi emre uymaz. Temiz kişileri sever, işlediklerini işlemez. Suçluları sevmez, oysa ki onlardan biridir o. Günahlarının çokluğundan ölümden çekinir, ürker; ölümden kendisini ürküten şeyi yapmakta ısrar eder. Hastalanırsa nedâmete düşer; iyileşirse nedâmeti unutur gider. Âfiyet buldu, nimet elde etti mi mağrur olur; belâya uğradı mı ümidini keser, perişanlığa sataşır. Belâya düşerse âciz olur, duâya koyulur; ferahlığa erişirse kendine güvenir, aczini unutur, zannına uyar, aldanır; gerçek bildiğine kanmaz, kalakalır. Kendi suçundan az suç işleyenin âkıbetinden korkar; kendisineyse yaptığı iyilikten fazlasını ister umar. Kimseye ihtiyacı olmazsa böbürlenir, fitnelere kapılır; ihtiyaca düşünce ümit keser, yayılır. Kulluk ederse gevşek davranır; isteğe, özleme kapılırsa isyânı öne alır, peşinden gider; tövbeyi geriye atar; bir mihnete uğrasa da din hükümlerinden dışarı çıkar. Başkalarına ibretler gösterir; örnekler getirir, kendisi ibret almaz. Öğüt verir de verir, kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk eder, ameldeyse herkesten geri kalır. Geçici nimeti elde etmekte ileridir; kalacak nimetleri elde etmekte geri. Suçu, isyânı ganimet sayar, ganimeti ziyân sanır. Ölümden korkar, ama fırsatı  yitirir gider. Başkasının az suçunu kendi yaptığı suça nispetle çok görür; başkalarının az gördüğü kulluğu kendi kulluğuna nispetle az bulur. İnsanları kınar durur, kendisineyse dalkavuklukta bulunur. Zenginlerle oyuna dalmak, onca yoksullarla Allah'ı anmaktan daha sevimlidir. Kendisince başkaları aleyhine hükmeder; başkalarının iyiliğine bakıp kendi kötülüğünü görerek kendisini mahkûm etmez. Başkalarını doğru yola sevk etmeye uğraşır; nefsiniyse azgınlığa atmaya savaşır. Ona itâat edilir; oysa isyân eder. Ona vefâ gösterilir; o vefâ etmez. Allah için Allah yolunda korkmaz da halktan korkar, çekinir; fakat hakla muâmelede Allah'tan korkmaz, korku nedir, aklına bile gelmez.[17]
* Herkes için tatlı, acı bir son vardır.
* Her gelip çatan dönüp gider; her dönüp giden gelmemişe, olmamışa döner.
* Zaman uzasa, sonu gecikse bile sabreden, mutlaka zafer ulaşır.
* Bir toplumun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. Onlardan sayılan her kişinin de iki suçu vardır: O işi işlemek suçu, o işe razı olmak suçu.
* Birbirine aykırı olarak çağrılan iki yolun biri, mutlaka sapıklık yoludur.
* Her zulme başlayan, yarın pişman olur, elini ısırır, kemirir.
* Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü zanna düşeni kınamasın.
* Yoksulluk en büyük ölümdür.
* Kendini beğenmek ilerlemeye engel olur.
* Gözleri görene sabah ışımıştır.
* Büyüklük, ululuk, gönül genişliğiyle, tahammülle mümkündür.
* Kötülükte bulunanları iyilik edene mükâfat vererek payla, yola getir.
* Kötülüğü, şerri kendi gönlünden çıkarmak suretiyle, başkalarının gönüllerinden sök çıkar.
* Tamah ebedi köleliktir.
* İleri gidişin meyvesi nedâmettir. İhtiyatın meyvesi selâmet.
* Hikmetle hüküm vermek hususunda susmakta hayır olmadığı gibi bilgisizlikle söz söylemekte de hayır yoktur.
* Ey âdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi başkası için biriktirmedesin.
* Cömertlik, şerefleri koruyan bir sıfattır; hilim, kötü kişilerin ağızlarını bağlar; bağışlamak, üstün olmanın zekâttır; hıyânet eden dosttan ayrılış, teselli bulmaktır; danışmak, doğru yola gitmektir. Kendi aklıyla iş gören, kendini tehlikeye atar; sabır, düşmanları oklara hedef eder; sızlanmak, zamâne cefâlarına yardımcı olur. Zenginliğin en üstünü dileği terk etmektir. Nice akıl vardır, hevâ ve hevesin buyruğuna uyar, esir olur. Güzel tecrübe, başarıdandır; dostluk, insana fayda veren yakınlıktır; usanıp daralan kişiye emniyet etmemek gerektir.
* Kim hayâ libâsına bürünürse halk, onun ayıplarını görmez.
* Soruya verilen cevap çoğalınca doğru gizli kalır.
* Senin hakkında iyi zanda bulunanın zannını gerçekleştir.
* Ey âdemoğlu, kendi nefsinin vasîsi ol da malında, senden sonra ne yapmalarını istiyorsan sen yap.
(Kümeyl b. Ziyâd'a buyurdular ki:)
* Ey Kümeyl adamlarına, akşam çağına dek iyi huy kazanmalarını buyur; uyuyanın hâcetlerini gidermekle akşam etsinler. Çünkü andolsun bütün sesleri duyana, hiç bir kişi yoktur ki bir gönlü sevindirsin de Allah o sevinç yüzünden ona bir lütufta bulunmasın. Suyun biriktiği havuzda yabancı dereler nasıl sürülür, kovulursa o lütuf da sâhibine bir belâ gelip çattı mı, o belâyı kovar, giderir.
* Hâin kişilere vefâda bulunmak, Allah'a hıyânette bulunmaktır; hâinlere gadretmekse, Allah'a vefâ etmek demektir.
* Dostunu ihtiyatla sev, olabilir ki birgün sana düşman olur: Düşmanınla da ihtiyata riâyet ederek düşmanlıkta bulun, olabilir ki birgün sana dost kesilir.
(Doğu ile batı arasındaki yol ne kadardır diye sorulunca buyurdular ki:)
* Güneş için bir günlük yol.
* Dostların üçtür, düşmanların da üç. Dostların, dostundur, dostunun dostudur, düşmanının düşmanı. Düşmanların da düşmanındır, dostunun düşmanı, düşmanının dostu.
* Kıskanç olan, gayret sâhibi bulunan, kesin olarak zinâ etmez.
* Babaların dostluğu, oğulların yakınlığını meydana getirir. Dostluk yakınlığa muhtaçtır, onunla tamamlanır; fakat yakınlık dostluğa, sevgiye  daha ziyade muhtaçtır; yakınlık sevgiyle olur.
* Taşı nereden geldiyse oraya atın; çünkü şerri ancak şer giderir.
(Kâtibi Ubeydullah b. Ebi-Râifi'e buyurdular ki:)
* Kalemini düzelt, ucunu keskin kes, satırların arasını aç, harfleri birbirine yakın yaz; bu, yazının güzelliğini sağlar.
(Oğulları Muhammed b. il-Hanefiyye'ye buyurdular ki:)
* Oğulcuğum, yoksul düşmenden korkarın; yoksulluktan Allah'a sığın; çünkü yoksulluk dini noksanlaştırır, aklı şaşırtır, dostluğu giderir.
* Günaha alt olarak üstünlük bulan üstünlük elde etmemiştir; şerle üst olan alt olmuştur.
* Her kişinin malında iki ortak vardır: Mirasçı, olaylar.
* Zâlime gelip çatan adalet günü, mazlûmun uğradığı cevir ve cefâ mihnetinden çetindir.
* Bir kişiyi lâyığından fazla övmek riyâdır, dalkavukluktur; lâyığından az övmekse ya dilsizlikten ileri gelir, ya hasetten.
* Suçların en çetini, sâhibine ehven ve ehemmiyetsiz görünenidir.
* Kendi ayıbını gören, başkalarının ayıbıyla oyalanamaz; isyan kılıcını kınından sıyırın, onunla öldürülür. Kim bütün gücüyle bir işe sarılırsa helâk olur gider. Kim, kendisini zarar ve tehlike denizine atarsa garkolur, batar. Kötü bellenen şeylere sarılan kötülükle kınanır. Kimin sözü çoğalırsa yanlışı da çoğalır. Kim fazla yanılırsa utancı azalır, utancı azalanın çekinmesi de azalır; çekinmesi azalanın gönlü ölür, gönlü ölen kişi ateşe girer. Kim halkın, ayıplarını görür, onları kınar, fakat kendisi de o işleri yaparsa ahmağın ta kendisidir. Kanaat tükenmez maldır. Ölümü fazla anan, dünyânın az nimetine de razı olur. Sözünü, amelinden bilen kişinin sözü azalır; o, ancak gereken sözü söyler.
* Zâlim kişinin üç alâmeti vardır: Günaha dalıp kendisinden üstün olana zulmeder; kendinden alt olana, kendisi üst olduğu için zulmeder; zulmeden bölüğe yardımcı olur, zulmeder.
* Şiddet son dereceyi buldu mu ferahlık gelir çatar . Belâ halkaları tam daraldı mı, genişlik yüz gösterir.
* Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de varken başkasını ayıplamandır.
* Düşünce sâf bir aynadır. İbret almak korkutan bir öğütçü, başkasında görüp de hoşlanmadığın şeyden çekinmense edep olarak yeter sana.
* Gerçekten de hak ağırdır, fakat tatlıdır; batılsa hafiftir, fakat insanı helâk eder.
* Söz, söylemezsen senin hükmüne tâbîdir; ama söylemeye başladın mı sen ona mahkûm olursun. Paranı pulunu nasıl gizliyorsan sözünü de gizle; nice söz vardır ki nimeti giderir, zahmeti, mihneti getirir.
* Bilin ki yoksulluk, belâlardan bir belâdır; yoksulluktan da çetini beden rahatsızlığıdır; ondan çetin olansa gönül rahatsızlığıdır. Bilin ki mal genişliği nimetlerdendir; fakat mal genişliğinden daha üstün olan şey beden sihhatidir; beden sihhatinden daha üstün olansa gönül huzûrudur.
* Konuşun da tanışın, çünkü insan, dilinin altında gizlidir.
* Nice söz vardır ki saldırıştan daha da tesirlidir.
* Gerçekle savaşan elbette altolur gider.
* Yumuşaklıkla hareket etmek, insana soy boydur.
* Hayır işleyin, hayrı azımsamayın, küçümsemeyin; çünkü onun küçüğü de büyüktür; azı da çoktur. İçinizden biri, başkası bu hayrı işlemeye benden daha lâyık demesin; çünkü andolsun Allah'a, sonra o da sizin için böyle der. Hayır işleyecek kişi de vardır, şer işleyecek kişi de. Siz bu ikisini terk ettiniz mi, işleyecek, işler o işi.
* Gizli işlerini, özünü temizleyen, ıslâh eden kişinin dışını da temizler Allah ıslâh eder onu; dîni için iş işleyenin dünyâ işlerini de düzene kor Allah. Allah'la arasını düzelten kişinin Allah, insanlarla da arasını düzeltir.
* Hilim insanı örten bir örtüdür; akılsa keskin bir kılıç. Huylarından kötü olanlarını hilminle ört. Hevâ ve hevesini de aklınla öldür.
* Emir sahibi olmak, insanların özlerinin sınanmasıdır.
* İçinde bulunduğun şehirden daha lâyık şehir yoktur sana. Şehirlerin hayırlısı, içinde geçimini sağlayabildiğin şehirdir.
* Bir insanda güzel bir huy varsa, bekleyin o huya benzer başka güzel huylarını da.
* Hilim ve düşünceyle hareket etmek, acele etmeden iş başarmak, ikiz çocuklardır; bunlar yüce himmetten doğarlar.
Gurer'ul-Hikem'den
* Tecrübe sâhibi kişi, hekimden daha bilgindir. Garip, dostu olmayandır.
* Kadınların kötülerinden çekinin; hayırlılarından sıkının.
* Nice zengin vardır ki yoksuldan da yoksuldur; nice büyük kişi vardır ki her aşağılık kişiden de aşağıdır; nice yoksul  da vardır ki bütün zenginlerden daha zengindir.
* Müminin şükrü amelinde görünür. Münâfıkın şükrüyse dilindedir ancak.
* İki şey vardır ki yitirmeden kadri bilinmez: Gençlik ve âfiyet.
* Batıla yardım eden, hakka zulmeder.
* Büyük kişilerin zaferi bağışlamaktır, ihsanda bulunmaktır. Aşağılık kişilerin zaferiyse ululanmaktır, azgınlık etmektir.
* Nefsine hâkim olman, en üstün güç, kudrettir. Ona buyruk yürütmen en hayırlı emârettir.
* Şehvetle kul olan parayla alınmış köleden de aşağılıktır.
* Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır.
* Nice kan vardır ki onu dil döker.
* Nefsine zulmeden, başkasına karşı nasıl adaletle muâmele edebilir?
* Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil.
* İyiliği emret, kötülükten nehyet. Senden kesileni dolaş, sana vermeyene ver.
* Yüce kişiden ona ihânette bulunduğun zaman çekin; aşağılık kişiden de ona ihsanda bulunduğun zaman; ihsan sahibindense onu daralttığın zaman  sakın.
* Soylar boylar, babaların, anaların mensûp oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlüklerledir.
* Gözle görmek bir şeyi duymaya benzemez.
* Yaptığın ayıbı öven, sana dalkavukluk eden, bulunmadığın yerde seni ayıplar, kınar.
* Allah'ın nimetlerini düşünene Allah başarı verir; Allah'ın zâtı hakkında düşünense zındık olur.
* İnsanda dil olmasa, insan söz söylemese, sûrete bürünmüş bir varlıktan, yahut başı boş bırakılmış otlayan bir hayvandan başka ne olabilir ki?
* Birinin aleyhinde söylenen sözü dinleyen, o sözü söyleyen gibidir.
* Şerden çekinen kişi, hayır yapana benzer; suçtan sakınan kişi, iyilikte bulunana döner.
* Babaların dostluğu oğulları arasında soy sop birliği demektir.
* Sözün dikildiği yer, gönüldür; ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü, düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu.
* Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası yoktur.
* Allah'ın sana verdiği nimetleri yitirme; onun verdiği nimetleri eseri, sende görülmelidir.
* Suçluyu meyûs etme; nice suç işleyen vardır ki sonu bağışlanmakla biter. Nice kulluk eden vardır ki sonunda kulluğu bozulur, ömrünün sonunda cehenneme gider.
* * *

6. Bölüm

Tarİhİ İlgİlendİren Sözlerİ

(Savaşta kendilerine ve düşmanlarına katılmayanlar hakkında buyurmuşlardır ki:)
* Gerçeği horladılar, batıla yardım etmediler.
(Habbâb b. el-Eretti için buyurdular ki:)
* Allah Habbâb'a rahmet etsin, dileyerek Müslüman olmuştu; İsteyerek, razı olarak hicret etmişti; eline geçene kanâat ederdi: Allah'tan razı olurdu; savaşarak yaşamıştı.[18]
(Harûriyye'den (Haricilerden) birisinin teheccüd namazı kıldığını, Kur'an okuduğunu duyunca buyurdular ki:)
* Yakin ile uyku, şüpheyle namazdan hayırlıdır.
(Sehl b. Huneyf'il-Ansârî[19] vefât edince buyurmuşlardı ki:)
* Bir dağ bile beni sevse musibetlere uğrar.
(Haricilerin, hüküm ancak Allah'ındır sözünü duyunca buyurdular ki:)
* Doğru bir söz. Fakat bu sözle batıl murât edilmekte.
(Talha ve Zübeyr, bu işte sana ortak olmak üzere biat ediyoruz dedikleri zaman buyurdular ki:)
* Hayır, fakat kuvvette, yardımda ortaksınız; aciz görür, işte bir aksamaya rastlarsanız yardımcı olursunuz.
(İmam Hasan aleyhisselâma buyurdular ki:)
* Savaşta birisini savaşmaya çağırma; fakat seni çağıran olursa icâbet et; çünkü savaşa çağıran âsidir; âsîninse ölmesi gerek.
(Muâviye'nin adamları Anbâr'ı yağmaladıkları zaman bizzat yaya olarak Kûfe'den çıkıp Nuhayle'ye geldiler. Halkın bir kısmı arkalarından gidip kendilerine ulaştı ve Yâ Emir'el-Mü'minin, biz onların zararlarını gideririz dedi. (Hazret buyurdular ki:)
* Ben sizin zararınızdan kurtulamıyorum; beni başkala-rının zararlarından nasıl kurtaracaksınız? Benden önce halk kendilerini idâre edenlerden şikâyet ererdi, bense bugün idâre ettiğim kişilerden şikâyet ediyorum. Sanki ben idâre edilenim de beni idâre edenler onlar; yahut ben emre tâbiim de onlar âmir.
(Bu sırada iki kişi, huzurlarına gelip biri, Yâ Emir' el-Müminin, ne emrin varsa buyur, biz gidelim; benim sözüm ancak kendime ve bu kardeşime geçer dedi. Hazret buyurdular ki:)
* Dilediğim şeyin iki kişiyle yapılabilmesine imkân mı var?
(Sıffin'den dönüşte yolları Şamlıların bulunduğu yere uğradı. Kadınların Sıffin'de öldürülenlere ağlaştıklarını duydular. Bu sırada o boyun ulularından Harb b. Şurhahabîl geldi. Hazret ona buyurdular ki:)
* Duyduğuma göre, size kadınlarınız üstolmuş, öyle mi? Neden onları bu feryattan men etmiyorsunuz?
(Harb maiyetlerinde yaya olarak yürümek istedi. Kendileriyse ata binmişlerdi; buyurdular ki:)
* Geriye dön, senin gibi yaya olarak yürüyen birinin benim gibi bineğe binmiş kişinin maiyetinde yürümesi buyruk sâhibine bir fitnedir, müminlereyse alçalış.
(Nehrivan günü savaşta öldürülen Haricilerin yanlarından geçerlerken buyurdular ki:)
* Beter olun, sizi aldatan, sizi zarara soktu. (Kim aldattı onları Ya Emir'el-Müminin  diye sorulunca buyurdular ki:) Yol azdıran Şeytan ve kötülüğü buyuran nefisleri onları ümitlerle aldattı; onlara isyan yollarını açtı, genişletti; üst olacaklarını vaad etti onlara, derken onları birden ateşe attı gitti.
(Muhammed b. Ebi-Bekr'in şehâdetini duyunca buyurdular ki:)
* Allah ona rahmet etsin, ona olan hüznümüz, şehâdetinden sevinenlerin sevinçleri kadar. Ancak onlar kendilerini sevmeyen birini yok ettiler; bizse bir dost kaybettik.
(Ashabıyle otururlarken güzel bir kadın geçti, herkesin gözü o kadına takıldı. Bunu görünce buyurdular ki:)
* Bu erkeklerin gözleri şehvete kapıldıklarını belli ediverir, bu bakış şehvetin coşkunluğunu gösterir. İçinizden biri, beğendiği, hoşlandığı bir kadına gözü kayınca hemen gidip kendi zevcesine yaklaşsın; çünkü bu da kadındır, o da kadın.
(Haricîlerden biri "Allah öldüresice kâfir (Hâşâ), ne de fakih" dedi. Ashabı bunu duyunca o adama kastetti, üstüne saldırdı. Hazret buyurdular ki:)
* Yavaş olun hele, bu ancak bir sövüş, ona ya sövmeyle karşılık verilir, yahut da aldırış edilmez, suçu bağışlanır gider.
(Mâlik b. Eşter'i överek buyurdular ki:)
* O, Allah'ın bir kılıcıdır ki, vurmakla körleşmez; kör de değildir zâten. Bid'at onu yolundan alıkoymaz; sapıklıksa onu hiç saptırmaz.
(Malik'ül-Eşter'in şehâdet haberi gelince buyurdular.)
* Allah Mâlik'e rahmet etsin; Mâlik, ne Mâlik'ti? Tek yüce bir dağ olsaydı ne üstüne bir nal basabilirdi, ne yücesine bir kuş uçup konabilirdi.
* * *

7. Bölüm

Gerçek, Adalet, Geçİm, İnsanlIk, Savaş

* Şaşarım şu insana ki bir yağ parçasıyla görmektedir, bir et parçasıyla söylemekte; bir kemikle doymaktadır, bir delikle soluk almakta.
* Kötülüğü eliyle, diliyle, gönlüyle, gidermeye çalışan, hayırlı huyları nefsinde toplamıştır. Halkta gördüğü kötülüğü diliyle, gönlüyle inkâr eden, fakat eliyle kötülüğe engel olmayan, hayır huylarından ikisine yapışmış, birini yitirmiştir. Gönlüyle inkâr edip eliyle, diliyle inkâr etmeyense üç huyun en yücesini yitirmiş, birini elde etmiştir. Halktan kötülüğü diliyle, gönlüyle, eliyle inkâr etmeyenler, gidermeye çalışmayanlarsa diri gibi görünen ölülerdir.
* İyi ve hayırlı işlerin hepsi ve Allah yolunda savaş; iyiliği buyurmak, kötülükten halkı men etmek, karşısında koskoca uçsuz bucaksız denize nispetle bir katreden ibârettir; dalgalanıp köpüren, coşkun denizde bir tükürüktür âdetâ. İyiliği buyurmak, kötülükten men etmek, ne kimsenin ecelini yaklaştırır, ne rızkına noksan verir. Ama bunların hepsinden daha üstün olanı da zulmeden buyruk sahibine karşı doğru söylemektir.[20]
(Ebû-Cuhayfe der ki: Emir'ül-Mü'minin  aleyhisse-lâm'dan duydum, buyurdular ki:)
* Sizden ilk olarak savaşa ait olup da alınacak şey, elinizle, sonra dilinizle, sonra da gönüllerinizle savaşmaktır. İyiliği gönlüyle tanımayan, kötülüğü men etmeye kalkışmayan kişi, başaşağı düşüp gitmiştir.[21]
* Öl de alçalma, azı yeter bul da yüzsuyu dökme. Çalışıp bir şey elde edemeyen kişi, oturunca hiçbir şey elde edemez.[22]
* Dinî hükümleri bilmeden ticarete girişen, çâresiz fâize düşer, suçtan kurtulamaz.
* Sana rağbet ve muhabbeti olan kişiye rağbet etmemen, nasibinde noksana düşmendir. Senden hoşlanmayana rağbet etmense alçalmandır.
Mal memurlarından biri büyük bir yapı yaptırınca buyurdular ki:
* Paralar, yapının tepesine çıktı, göründü; çünkü bu yapı zenginliği söylemede.
* Yüzünün suyu donmuştur. Ancak bir şey istersen yumuşar, sızıp damlamaya başlar; kime yüzsuyu döktüğüne dikkat et.
* Mazlûmun zâlimden öç alacağı gün,  zâlimin mazlûma zulmettiği günden daha çetindir.
Gurer'ul-Hikem'den
* Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.
* Adamlığın en üstün derecesi, malı mülkü esirgemeyerek kardeşleriyle geçinmesi, her hâlde onlarla eşit olmasıdır.
* İnsanların en insaflısı, kendisi hakkında bir hâkim hüküm vermeden nefsine insâf edenidir. İnsanların en fazla cevredeniyse cevrini, zulmünü adalet sayanıdır.
* İnsanın üstünlükleri birbiri ardınca gelip çatan çetin işlerde meydana çıkar.
* Dallar budaklar, çaresi yok, köklere, sebeplere dayanır, onlardan sürer, meydana gelir;  onları meydana getiren sebeplere, parça buçuklara, tümlere döner ulaşır.
* Rabbin rızasını kazanmak isteyen, zulmeden buyruk sâhibine karşı adalet sözünü söylemelidir.
* İki kişi yoktur ki halkı kendisine uymaya çağırsın da, biri sapıklıkta olmasın.
* Haktan, gerçekten sonra, dalâletten başka ne vardır ki?[23]
* Ümitsizliğin acılığı, halka yalvarmaktan yeğdir.
* Tamah seni kul etmesin, Allah seni hür yarattı.
* Yaptığı zulümlerden geçip, hakları sahiplerine vermekten daha üstün adalet olamaz.
"Nehc'ül - Belâga'dan"
* Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah yoksulların geçimlerini zenginlerin mallarında takdir buyurmuştur. Hiç bir yoksul, aç kalmaz ki bir zengin onun hakkını vermiş olsun; yüce Allah da zenginlere bunu soracaktır.
* Bir evvelki gaspedilmiş bir tek taş, o evin yıkımı için rehin edilmesi demektir.
25 Zilhicct'il-Harâm 1389
Abdülbâki GÖLPINARLI

 
Bu metnin şerhinde azamî derecede faydalandığımız kaynaklardan "Ez-Zeria ilâ Tasânifiş-Sia"  müellifi Allâme Akaa Bozorg-i Tehrânî muhammed Muhsin'in, Allah'ın rahmetine kavuştuğunu duyup üzüldük. bütün ilim âlemine başsağlığı verir, kendilerine rahmet diler, okuyuculardan Fâtiha niyâz eyleriz.
A. G.

 

 

[1] - "Yâ Ali, seni ancak mümin sever, sana ancak münâfık buğzeder." (hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.206).
[2] - "Âli, müminlerin dilediği istediği, uyduğu kişidir; malsa münafıkların dilediği şey." (Hadis. Câmi, 2, s.55)
[3] - "Kim Âl-i Muhammed'e sevdiği halde ölürse şehâdet mertebesine erişmiş olarak ölür. Bilin kim Âl-i Muhammed'i sevdiği hâlde ölürse yarlıganmış olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse imanı kamil mümin olarak ölür. Bilin ki, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse ölüm meleği ona cennet müjdesi verir; sonra da Münker ve Nekir onu cennetle muştular. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse gelin kocasının evine gider gibi cennete gider. Bilin,  kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse Allah, kabrinde cennete iki kapı açar onun. bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse mezarı rahmet meleklerinin ziyaretgâh olur. Bilin, kim Âl-i Muhammed'i severek ölürse sünnet üzere gerçeğe uyan topluluktan olarak ölür. Şunu da bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse kıyâmet gününde iki gözü arasına bu, Allah'ın rahmetinden meyustur sözü yazılmış olarak gelir. Bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse kâfir olarak ölür. Bilin, kim Âl-i Muhammed'e buğzederek ölürse cennetin kokusunu bile duyamaz." (Kur'ân-ı Mecid'in 42. sûre-i celilesinin, Şûrâ, "Bu, Allah'ın inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınla-rıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfâtını arttırırız. Şüphe yok ki Allah suçları örter. İyiliğe mükâfatla karşılık verir" meâlindeki 23. âyetinin Zamahşerî tarafından "Keşşâf"taki tefsirinden naklen "Fedâil'ül-Hamse", 2, s.78-79). Bu hadis ile Âl-i Muhammed'-in sevgisi ve maâzallah, buğzuna sonuçlar verir, belli olur; fazla tafsile sanırız ki hâcet yoktur.
[4] - Şia, taraftar demektir, ism-i mensûbu Şii'dir. Bu söz mühdes olmayıp Hazreti Peygamber (s.a.a) tarafından, 98. sûre-i celilenin (Beyyine) "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar, şüphe yok ki yaratılmışların en hayırlılarıdır" meâlindeki 7. âyet-i kerimesinin tefsirinde "Ali ve Şia'sı yaratılmışların en hayırlılarıdır" buyrulmuş aynı âyetin tefsirinde "Nefsim kudret elinde olana andolsun ki bu ve Şia'sı kıyâmet günü kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir" demişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ashabı, Ali (a.s) gelince, "Yaratılmışların en hayırlısı geldi" derlerdi. "Ali ve Şia'sı kıyâmet gününde kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir" hadis-i şerifi de aynı meâldedir. Bunlardan başka hadislerde de Ali taraftarları "Şiâ" adıyla geçer (İbn-i Cerir-i Tabari tefsirinden, Süyûti'nin "Ed-Dürr'ül-Mensur"undan, "Savâık'ul-Muhrıkak dan, "Künûz'ül-Hakaaık"dan, "Mecna'uz-Zevait"den naklen "Fadâil'ül-Hamse, 1, s.277-278, 2, 93-95). Kur'ân'ın 19. sûresinin 69. 28. sûresinin 15, 37I. sûresinin 83. âyetlerinde "Şia" sözü, çeşitli münâsebetlerle geçer.
[5] - "Ehlibeytim Nûh'un gemisine benzer. O gemiye kim bindiyse kurtuldu; kim baş çekti, binmediyse boğuldu gitti." (Hadis. Câmi, 2, s.136).
[6] - "Bir vakit şu şehre girin, nimetlerinden, nerede dilerseniz orda bol bol yiyin; kapısından secde ederek girin, burası yurttur deyin; yarlıganma dileyin de suçlarınızı örtelim; iyilikte bulunanların sevâbını daha da arttıracağız demiştik." (2, Bakara, 58) "Hani o zaman onlara, bu şehirde yerleşin ve dilediğiniz yerde dilediğiniz şeyi yiyin ve bu makam suçların döküldüğü makamdır deyin; kapıdan yerlere kapanırcasına eğilerek girin de suçlarınızı örtelim; iyi hareket edenlerin mükâfâtını da fazlasıyla verelim denmişti." (7, A'raf, 161)
Bu iki âyet-i kerimede, "Suçların döküldüğü makam, yurt "Hıtta" diye geçer. Hadis-i Şerifte, "Ehlibeytim aranızda Nuh kavmi içinde Nûh'un gemisine benzer. Kim o gemiye bindiyse kurtuldu; kim binmediyse helâk oldu ve İsrâiloğulları içindeki Hıtta'ya benzer" ve sonunda "Kim oraya giderse yarlıgandı" ilavesiyle geçer (Süyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr"un-dan, "Kenz'ül-Ummâl"den, "Mecma'uz-Zevait"den naklen "Fedâil'ül-Hamse" 2, s.57-59).
[7] - 2. Sûrenin (Bakara) 189. âyet-i kerimesinde evlere kapılardan girilmesi emir buyrulmaktadır. Rasûl-i Ekrem de "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır; ilmi isteyen kapıya gelsin", "Ben hikmet eviyim, Ali kapısıdır", "Ali ilminin kapısıdır, benden sonra benim gönderilip tebliğ ettiğim şeyleri size apaçık bildirendir; onu sevmek imandır; ona buğzetmekse nifaktır" buyurmuşlardır (Tabarânî, Câmi'us-Sagıyr, Müsted-rek'üs-Sahihayn, Tirmizi, İbn-i Cerir, Kenz'ül-Ummâl ve Deylemî'- den naklen "El-Murâcaât", s. 188).
[8] - (Muâviye, Ali'nin (a.s) Şiası'ndan Dırâr'a, bana Aliy'i anlat demişti. Dırâr bundan vazgeçmesini söylediyse de Muâviye ısrar edince dedi ki:)
Şehâdet ederim ki onu bâzı vakit gece karanlığı basınca mihrâbında eliyle sakalını tutup, yılan sokmuş bir kişi gibi titreyerek, derde uğramış gibi ağlaya ağlaya şöyle dediğini görmüşümdür, duymuşumdur:
Ey dünyâ, ey dünyâ, uzaklaş benden, bana mı gelmedesin aldatmaya beni, yoksa beni mi dilemekte, özlemektesin? Benim gönlüme girmene, benim de seni sevmeme imkân yok. Heyhât, sen benden başkasını aldat. Benim sana ihtiyâcım yok. Ben seni üç kere boşadım; artık sana dönmeme, seni almama imkân yok. Ömrün azdır, değerin aşağıdır; dilediğin hordur bence senen. Âh azığın azlığından, yolun uzunluğundan, yolculuğun uzak, varılacak yerin pek yüce oluşundan.
Dırâr, bu sözlerden önce "Andolsun Allah'a ki, onun yüceliğine bir son ululuğuna bir sınır yoktu. Gücü, kuvveti çetindi. Kesin söz söylerdi. Adaletle hükmederdi. Her yanından bilgi fışkırırdı, akardı. Her sözünde hikmet dile gelir, coşardı. Dünyâdan, dünyâ lezzetlerinden çekinirdi. Geceleri gecenin garipliğiyle esenleşirdi. Çok ağlardı. Uzun uzun düşünürdü. Halk içinde en değersiz ve kısa elbise  giyen oydu; en değersiz şeyleri yiyen oydu. Aramızda, içimizden birisi gibiydi, bir şey sorduk mu cevap verirdi; bir şey sorarsa cevap verirdik; fakat andolsun Allah'a, onun bize bu kadar yakınlığına, bizim ona bu derece yakınlığımıza rağmen gene de heybetinden söz söyleyemezdik ona. Din ehlini ulular, ağırladı. Yoksulları kendisine yaklaştırır, hatırlarını sorardı; gönüllerini alırdı. Kuvvetli kişi, o varken olmayacak bir işe girişmezdi. Zayıf kişi, adaletinden meyûs olmazdı" demişti.
Muâviye, bu sözleri duyunca nasılsa müteessir olmuş, gözyaşını yeniyle silmiş. Dirâr'a, ondan ayrıldıktan dolayı ne derecede müteessirsin diye sormuştu. Dırâr, tek çocuğu kucağında boğazlanan ana kadar diyerek ona, emriyle yaptırdığı bir cinâyeti hatırlattı. Muâviye, benden sonra dedi, benim adamlarımdan birine beni sorsalar bu çeşit bir şey söylemez (Dırâr için "Tenkıyh'ül-Makaal"e, 2, s.105-106, Kazvini Şerhi'ne, c.4, 105. sahifenin notuna bakınız).
[9] - 2. sûrenin 197. âyet-i kerimesine işaret buyurmakta-dırlar.
[10] - "Doğun ölüm için, yapın yıkılmak için" (Hadis, Künûz'ül-Hakaık, 2, s.146).
[11] - "Ümmetime bir zaman gelecek çatacak ki o zamanda Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakihler azalacak, ilim alınacak, fitne çoğalacak. Bundan sonra bir zaman da gelecek ki ümmetimden Kur'ân okuyanlar çok olacak, fakat Kur'an, boğazlarından aşağı geçmeyecek, onunla amel etmeyecekler. Bundan sonra da müşrik, müminin söylediği söz üzerine, onunla Allah hakkında mücadeleye girişecek." (Hadis, Câmi, 2, s.28).
[12] - Akıllı gönlüne danışır, doğru bulduğunu söyler, ahmak, diline geleni söyler, düşünmez bile anlamını vermektedir.
[13] - "Hikmet müminin yitik malıdır." (Hadis, Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.49).
[14] - Kümeyl b. Ziyad'in-Nahaî, Hazreti Rasûlün (s.a.a) zaman-ı saâdetini idrâk eden, vefatlarında sekiz yaşında olan, Emir'ül-Müninin ve İmam Hasan'ın (a.s) havâss-ı ashabından bulunan bir zattır. Emür'ül-Mü'minin'in (a.s) sahib-sırrı sayılmıştır. Yemenlidir. Müzhac boyunun Naha kabilesindendir. Şa'bânın on beşinci gecesiyle Cuma geceleri okunan ve "Kümeyl duâsı" diye anılan münâcâtı, Hazret-i Emir'den rivâyet etmiştir. Hazreti Emir, bir gün deveye binmiş, Kümeyl'i de arka tarafa bindirmişti. Kümeyl, Yâ Emir'el-Mü'minin, hakikat nedir diye sordu. Hazreti Emir, hakikat buyurdular, ululuk sırlarının keyfiyete sığmaz bir hâlde açılmasıdır. Kümeyl, biraz daha söyle dedi, Emir (a.s), vehmedilen şeylerin bilinen tarzda zuhuruyla yok olmasıdır buyurdu. Kümeyl, biraz daha söylemesini istedi. Birliğin tevhid sıfatlarını cezbetmesidir dedi. Biraz daha söylemesini recâ edince hakikat, ezel sabahından ışıyan bir ışıktır ki eserleri birlik varlıklarına vurur buyurdular. Biraz daha söylemesini niyâz edince de mumu dinlendir, sabah doğdu buyurup sustular. Sûfiler, bu sözlere büyük bir ehemmiyet vermişler, bu sözler hakkında şerhler yazılmıştır. Sûfiyye'ye göre, nefsin, "Nâmiyye-i Nebâtiyye, Hissiye-i Hayvâniyye, Nâtıka-i Kudsiyye, Külliyye-i İlâhiyye" olmak üzere dörde ayrıldığı hakkındaki sözü de Kümeyl, Hazreti Emir'den rivâyet etmiştir; fakat muhaddisler, bunu Sûfiyye'nin uydurduğunu söylerler. Kümeyl, Hit'te vâliyken Muâviye tarafından gönde-rilen bir fırkanın, orayı istilâsı ve bâzı kimseleri katli, malları yağma etmeleri üzerine Hz. Emir, bir mektupla, Kümeyl'i azarlamışlar, fakat Kümeyl sonradan bu fıkrayı mağlûb edince de  memnuniyetlerini izbâr buyurmuşlardır. Bir gün Hz. Emir'le giderlerken birisinin, 39. sûrenin (Zümer), "Hiç o, âhiretten sakınarak ve Rabbinin rahmetini umarak geceleri secde eden, kıyamda bulunan ve böylece itâat ve ibâdet eden kişiye benzer mi" meâlindeki 9. âyet-i kerîmesini hüzünle, yanık bir sesle okuduğunu duymuş, o adamın kötülüğünü de bildiği hâlde okuyuşunu beğenmiş ve şaşmıştı. Hazreti emir, Kümeyl'in zamirini keşfederek, inanma buyurmuşlardı, o adam cehennem ehlindendir. Sonradan o kişi, Nehrivan'da öldürülen Hâriciler arasında bulunmuştu. Sıffin'de ve Nehrivan'da Hazreti Emir'in maiyetinde bulunan Kümeyl, Haccâc'ın vâliliği sırasında Kûfe'de saklanmış, fakat Haccâc, Kümeyl'e mensup olanlara verilen parayı kesince onların zarar görmemesi için gidip Haccâc'a teslim olmuş, zâten benim ömrüm sona erişti, Emir'ül-Mü'minin, beni senin öldüreceğini bana haber verdi demişti. Haccâc, sen, Osman'ın katillerindensin deyip Kümeyl'in başını kestirerek şehit ettirmişti. Kabr-i mübârekleri Kûfe Mescidi civârındadır (Tenkıyh, 2, İkinci bölüm, s.42; Sefinet'ül-Bihâr, 2, s. 496-97 ve 602-603; Ma'sûm-Alişâh; Tarâık'ul-Hakaaık, Muhammed Ca'fer Mah-cûb teshihi ve haşiyeleriyle, Tehran-1339- 1345, 2, s.83-90)
[15] - Câbir b. Abdullah. Ansâr'ın Hazreç boyundandır. İkinci Akabe biatinde bulunanlardandır. Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) ve Ehlibeyte izhâr-ı sadâkat eden ashab-ı kirâmdandır. Kendisine, Aliyy ibn-i Ebi Tâlib hakkında sorulunca: O insanların hayırlısıdır. Biz, Rasulûllah'ın (s.a.a) zamanında münâfıkları, ona buğuzlarından tanırdık demiştir. İmam Muhammed'ül-Bakır'a (a.s) Hazreti Rasûlullah'ın (s.a.a) selâmını tebliğ ettiği meşhurdur. Hicretin yetmiş sekizinci yılında vefât etmiştir (r.a; Tenkıyh, 1, s.199-201).
[16] - Bu sözü, hadis olarak da naklederler (Sefinet'ül-Bıhâr, 2, s.603) Kendini, nefsini acizle bilen, noksanla bilen, suçla bilen, şerle bilen, Rabbini, kudretle, kemâlle, afivle, hayırla bilir tarzlarında şerhedenler vardır.
[17] - Seyyid Radıyy, Allah ondan razı olsun, der ki: Bu kitapta yalnız bu sözler olsaydı tam faydalı öğüt, tam yerinde hikmet, can gözü açık olana basîret, okuyup düşünene ibret olarak yeterdi.
[18] - Habbâb ibin'il-Erett sahâbeden ve muhâcirdendir. İlk İslâm'a gelenlerden olup Bedir ashabındandı. İslâm olduktan sonra, müşrikler tarafından kendilerine işkence edilen sahâbeden biridir. Bütün işkencelere rağmen müşriklere kar-şı durmuş, onların söyletmek istedikleri sözleri söyleme-miştir.
Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül-Mü'minin'in maiyetinde bulunmuşlar, Nehrivan savaşından birkaç gün önce Hâriciler tarafından şehit edilmişlerdi. Şehâdetleri hicretin otuz yedinci yılındadır. Yaşları altmış dokuza varmıştı. Namazlarını Emir'ül-Mü'minin kılmış, Kûfe dışında defnedil-mişti. Kûfe dışındaki mezarlığa ilk defnedilen sahâbi Habbâb'dır (Tenkıyh, 1, s.395-396).
[19] - Sehl b. Huneyf için 2. kısımdaki 4. bölümün 3. Mek-tubunun notuna bakınız.
[20] - "Savaşın en üstünü zulmeden buyruk sâhibine karşı doğruyu söylemektedir." (Hadis Câmi, 1, s.41)
[21] - Ebu-Cuhayfe'nin adı Veheb b. Abdullah'is-Suvâi'dir. Üsd'ül Gaabe, sahâbe arasında gösterir; Vefât-ı Peygamberi de ergenlik çağındaydı; fakat hadis  rivâyet etmiştir. Bir gün yemek yerken; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem ona, dünyâda karnını doyuranların âhirette aç olacaklarını buyurmuş, bunun üzerine Ebû Cuhayfe, ömrünün sonuna dek, günde bir övün yemeyi ve doyuncaya dek yememeyi âdet edinmişti. Hazret-i Emir'in (a.s) bütün savaşlarında maiyetlerinde bulunmuştur. Hz. Emir (a.s), bu zâta, Veheb'ül-Hayr ve Veheb'ullâh lâkaplarını vermişlerdi. Kûfe'de, beytülmâle memûr olmuştu. Hicretin yetmiş ikinci yılında Basra'da vefât etmişlerdir (Tenkıyh, 3, s.280-281, Son Kısım, s.8).
[22] - Yâni kendi kazancınla geçin, kazancını yeter bul; kimseden bir şey umma, kimseye yüzsüyü dökme.
[23] - "İşte gerçek Rabbiniz Allah, budur; gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? Artık nereye dönme-desiniz?" (10, Yunus, 32)

 

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı