Nehc’ul Belağa


  
Takdim7
Seyyid Radiy'nin Önsözü 29
I. KISIM. Hutbeleri 35
    1. Bölüm. İman - İslam - Kur'an (Allah - Hz. Muhammed -s.a.a-)37
    2. Bölüm (Kendileri ve Ehl-i beyt-a.s-)93
    3. Bölüm (Dünya - Ahiret)111
    4. Bölüm (İçtimai - İktisadi hutbeler)135
    5. Bölüm (Tarihi Hutbeleri)223
II. KISIM. Mektupları, Emir Nameleri, Vasiyetleri.425
    1. Bölüm (Cemel'den Önce ve Cemel savaşında)427
    2. Bölüm (Sıffın Dolaysiyle)445
    3. Bölüm (Savaşta hitabeleri, Vasiyetleri)479
    4. Bölüm (İdari mektupları, Emir Nameleri, Ahit Nameleri)503
III. KISIM. Kısa Sözleri, Hikmek ve Vecizeleri565
    1. Bölüm. Kısa Sözleri (Din - İman, Kur'an)567
    2. Bölüm (Hz. Muhammed -s.a.a- Ehlibeyt -a.s-)577
    3. Bölüm (Dünya - Ahiret)589
    4. Bölüm (Akıl - Bilgi)595
    5. Bölüm (Çeşitli konular)605
    6. Bölüm (Tarihi İlgilendiren Sözleri)619
    7. Bölüm (Gerçek, Adalet, Geçim, İnsanlık, Savaş)625

 

 

 

 

 

 

Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım



Nehc’ul Belağa Hz. Ali (a.s)’ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. Seyyid Razi[1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc’ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yı­lında kaleme almıştır. Nehc’ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın ön­sözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz ta­zeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hak­kında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais’ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriş­tim. Ama Hz. Ali’nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler ye­rine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.
Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip öv­dü­ler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)’ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hik­metli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)’ın bu sözleri­nin fesahat ve belagatını, Arapça’nın incileri, dini-dün­yevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli ko­numundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözle­rinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her ha­tip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözle­rinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten iler­dedir ve onlar Hz. Ali’den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc’ul-Belağa koydum.”[2]
Nehc’ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basıl­mıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talika­ler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc’ül Belağa’da gezintiler ve Nehc’ül Belağa’dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme al­mışlardır.
 “Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi’nin Hesais’ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif’ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yı­lında da Necef-i Eşref’te de basılmıştır.[3]
Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabi­lir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü dü­şünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne su­nulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.

Bilginlerin İtirafları

Farklı İslam mezheplerinden bir çok edebiyatçı ve ilim erbabı kimseler Nehc’ul Belağa kitabını çok dakik bir şe­kilde incelemiş, hakkında değişik görüşler belirtmişlerdir. Araştırmalarının sonunda kısaca şu itiraflarda bulunmuş­lardır:
1- İbn-i Ebil Hadid şöyle demektedir: “Nehc’ul Belağa’nın bir tek satırı İbn-i Nubate’nin bin satırına be­deldir. Oysa İbn-i Nubate bilginlerin ortak görüşü esa­sınca kendi asrının yegane hatibi ve usta konuşmacısıydı.”[4]
2- Dr. Zeki Mübarek ise şöyle diyor: “Başka çaresi yok, açık bir şekilde itiraf etmeliyiz ki Nehc’ul Belağa muteber bir kaynağa sahiptir. Aksi taktirde Şiilerin yeryüzünde belagat ve fe­sahat şaheseri sözler söylemekte, insanların en üstünü olduğunu söylememiz gerekir.”[5]
3- Alusi ise şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talib’in hutbele­rini içeren Nehc’ul Belağa, ilahi kelam nurunun bir ışığı­dır ve nebevi mantık fesahati ile parlayan bir güneştir.”[6]
4- Üstat Halil Hindavi şöyle diyor: “Nehc’ul Belağa gibi farklı bölümlerinin, bir tek üslupla ve bir kişi tarafından yazılan bir başka kitap göremiyorum. Bu yüzden önemle vurguluyor ve tekrar ediyorum ki Nehc’ul Belağa bir tek şahıstan ortaya çıkmış ve ona bir tek nefes üflenmiştir.”[7]
5- Mersefi ise şöyle diyor: “Nehc’ul Belağa Kur’an’ın fesahat, mucize, hidayet, ilim ve hikmet nuru için canlı bir örnektir. Bu kitap deha sahibi bilginlerin, seçkin filo­zofların ve büyük hikmet sahibi kimselerin kitapla­rında görülmeyen nurlu öğütler, siyasi kanunlar ve yüce hik­metlerle doludur.”[8]
6- Yazıcı ise şöyle söylemektedir: “Eğer ilim, edep ve yazı açısından rakiplerine üstün gelmek istiyorsan Kur’an ve Nehc’ul Belağa’yı ezberlemen gerekir.”[9]
7- Alusi-i Bağdadi ise şöyle diyor: “Nehc’ul Belağa, Müminlerin emiri Hz.Ali (a.s)’ın hutbelerini içermekte olup, yaratıkların sözünün üstünde ve Allah’ın sözünün altında bir kitaptır. Mucize derecesine çok yakın, haki­kat ve mecaz yollarını ortaya koyan bir eserdir.”[10]
8- İbn-i Ebil Hadid şöyle diyor: “Fesahat ve belagat öğrenmek ve sözlerin üstünlüğünü bilmek isteyenler, Nehc’ul Belağa’daki hutbeler üzerinde düşünmelidir. Zira Allah ve Resulünün sözü dışında hangi sözle mukayese edilirse edilsin karanlık bir taş karşısında parlak bir yıldız gibi durmaktadır. Ayrıca bu kitaptaki aydınlığı, nuraniyeti ve azameti görmeli; nasıl bir korku ve dehşet yarattığını algılamalıdır. Allah bu kitabın konuşmacısını (Hz. Ali’yi) en hayırlı mükafatlarla mükafatlandırsın. Hz. Ali bazen kılıcıyla İslam’ı savunmuş, bazen de dili, beyanı, fikri ve kalbiyle İslam düşmanlarının karşısında durmuştur. Cihat hususunda o, mücahitlerin efendisi, nasihatte vaaz edenle­rin en etkilisi, fıkıh ve tefsirde fakih ve müfessirlerin re­isi; adalet ve tevhitte adil ve muvahhidlerin önderidir.
“Allah’a hiç de zor değildir.
 Bütün alemi bir insanda toplaması.”[11]
9- İbn-i Ebil Hadid bir başka yerde ise şöyle demekte­dir: “Tevhit, adalet ve benzeri ilahi değerli konular bu ilahi şahsın sözleri olmaksızın asla anlaşılamaz. Bü­yük sahabelerden nakledilen sözlerin hiç birinde bu tür konuşmalar rastlamak mümkün değildir. Belki bu konuşmalar akıllarından dahi geçmiyordu. Zira akıllarından geçmiş olsaydı beyan ederlerdi. Evet bu Ali (a.s)’ın en büyük faziletlerinden biridir.”[12]
10- Dr. Zeki Mübarek ise şöyle diyor: “Ben öyle ina­nıyorum ki Nehc’ul Belağa kitabını okumak insandaki cesaret ruhunu, mertliği ve nefis azametini güçlendir­mektedir. Zira Nehc’ul Belağa kitabı zorluklara aslanlar gibi göğüs geren güçlü bir ruhtan ortaya çıkmıştır.”[13]
11- Muhammed Emin Nevavi ise şöyle diyor: “Ali (a.s) bütün Kur’an’ı ezberlemiş ve bütün sırlarından haber­dardı. Kur’an, Ali’nin eti ve kanıyla karışmıştır. Bu ger­çeği sadece Nehc’ul Belağa’yı okuyanlar anlayabi­lir.”[14]
12- Üstat Emin Nahle ise şöyle ediyor: “Her kim nefis hastalığının iyileşmesini istiyorsa, Hz. Ali (a.s)’ın Nehc’ul Belağa’daki sözlerine yönelmeli ve o kitabın ışı­ğında yü­rümeyi öğrenmelidir.”[15]
13- Muhammed Emin Nevavi İmam Yahya Ye­meni’nin Nehcu-ul Belağa hakkında şu sözlerini nakletmektedir: “Her güçlü konuşmacı Ali (a.s)’ın sözlerinin manasından içmiş ve her belagat sahibi konuşmacı onun metoduyla konuşmaya çalışmıştır. Ali fesahat ve belagatın kaynağı, yüklü yağmurların bulutudur.”[16]
14- Abbas Mahmud Ukad şöyle diyor: “Nehc’ul Belağa kitabında tevhit ayetlerinin ve ilahi hikmetlerin feyizleri vardır ve bu feyizler, ilahi öğretileri ve tevhidi ilkeleri öğrenmek isteyenlerin zihnini genişletmekte, ba­siret sahibi kılmaktadır.”[17]
15- Muhammed Abduh ise şöyle diyor: “Nehc’ul Belağa’yı mütalaa edince fesahat devleti ve belagat aza­meti gözümde tecessüm etti. Bu yüzden yakin ettim ki bu devletin yöneticisi, bu azametin kahramanı ve muzaffer bayraktarı hiç şüphe yok Ali b. Ebi Talib’tir. Nehc’ul Belağa’nın Hz. Ali(a.s)’ın sözleri olduğuna şüphe eden­lerin boş hayalleri gözlerimde yok oldu; bozuk düşünce­leri ve batıl hayalleri silinip gitti.”[18]
16- Corc Jardak ise şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talib akıl açısından eşsiz bir insandı. Hz. Ali İslam’ın kutbu, İslami öğretilerin kaynağı ve Arap ilimlerinin çeşmesiydi. Araplar arasında varolan bütün ilimlerin temelini hiç şüphe yok Hz. Ali atmıştır veya en azından bu konuda büyük bir katkıya sahiptir.”[19]
17- 255 yılında vefat eden Cahiz ise Hz. Ali (a.s)’ın bir tek cümlesi hakkında şöyle demektedir: “Allah-u Teala bu kısa cümleye, sahibinin temiz niyeti ve takva­sıyla uyum arz eden azametten bir elbise, hikmet nurun­dan bir perde giydirmiştir.”[20]
Peygamber (s.a.a)’in ashabı arasında bir grup kimse ilahi ve manevi açıdan yüce makamların sahibi olmuşlardır. Ama onların hiç birinin Nehc’ul Belağa gibi canlı ve olumlu bir eser bıraktığı görülmemiştir. Hatta Nehc’ül Belağa’nın nicelik açısından onda biri ni­telik açısından ise binde biri dahi başkalarından miras kalmamıştır. Bu yüzden gerçekçi olan bir araştırmacı başkaları hakkında nakledilen o makam ve dereceler hu­susunda şüpheye düşer ve bu nakledilenler hususunda bir takım bağnazlıkların, taraftarlığın, uydurma ve tahrifin rol oynadığı ihtimalini kabul eder. Ama Nehc’ül Belağa gibi aydın ve canlı bir eserin varlığı bir ışığın güneşin varlı­ğına delaleti gibidir. Zira ilim ve sanat uydurulacak bir şey değildir. Marifet ve ilimleri Ali b. Ebi Talib’in derece­sine ulaşamayan bir insan, Nehc’ül Belağa gibi bir kitabında asla yazamaz. Nitekim hat sanatında bu makaledeki hat dere­cesine ulaşamayan kimselerde bunun bir benzerini vü­cuda getiremezler.
Dünyada bir üstünlük ve deha elde eden kimseler hiç şüphesiz insanların dar görüşlülüğü, haset, it­ham ve kö­tülüklerinden uzak kalamaz
Deha sahibi insanların ve hatta ilahi peygamberlerin hiç birisi de bu tür ithamlardan kurtulamamışlardır. Dolayısıyla Nehc’ül Belağa’yı telif eden ve beyan eden kimse de bu kınama ve eleştirilerden korunamamıştır. Ama yaptığım araştırmalarda da gördüğüm gibi hiç kimse Nehc’ül-Belağa’nın fesahat ve belagatı açısından bir şek ve şüpheye asla düşmemiştir. Nitekim gördüğümüz gibi dünyada bir çok edebiyatçı ve belagat sahibi kimseler de Nehc’ül-Belağa’yı övmüş, üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Kur’an ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.a)’in sözünden sonra ve eşsiz benzer­siz olduğunu kabul etmişlerdir. Arap edebiyat ve belagat­çılarının Nehc’ül-Belağa kitabının belagatı hususunda hiçbir şüphe ve ithama düşmemelerinin nedeni, belki de onun bir benzerini getirmekten aciz ve güçsüz kalışları­dır. İşte bu yüzden de Nehc’ül Belağa’nın üstünlüğünü ifade etmek zorunda kalmışlardır.
Daha önce de beyan ettiğimiz gibi bir şey hakkında bin yıl sonra verilen bir hüküm her türlü sapmadan ve kusur­dan uzaktır. Bu sözün daha iyi anlaşılması için değerli okuyucuların hatta Şii olmayan bir çok eleştirmen ve ede­biyatçıların sözlerine dikkat etmelerini istiyorum.

Ali (a.s)’ın Sözünün Değerlendirilmesi

Bazı edebiyat ve belagat bilginleri, Hz. Ali (a.s)’ın sözlerini dünyadaki diğer edebiyatçıların sözleri ile mu­kayese etmek, yorum ve tahlile tabi tutmak istemişlerdir ve bu yolda oldukça ince ve derin araştırmalar yapmış­lardır. Bunlardan bazılarına yer vermek istiyo­ruz:
1- İbn-i Ebil Hadid Mu’tezili, Nehc’ül Belağa’nın hut­belerinden birini şerh edip açıkladıktan sonra “İmam Ali’nin sözü ile İbn-i Nubate’nin sözünün mukayesesi adı altında bir bölüm açmış ve şöyle demiştir: [21] “Burada bü­yük hatip Abdurrahim b. Nubate’nin hutbelerinden bir bölümüne yer vereceğiz. Bu hutbeler bazı açılardan diğer hutbelerle karşılaştırıldığında daha incelikli ve üstün oldukları göze çarpmaktadır. İnsanlar İbn-i Nubate’nin hutbelerinin aşığı olmuşlardır. Bütün uzman­lar, İbn-i Nubate’nin öğütlerinin son de­rece güzel ve çekici olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.”
Daha sonra İbn-i Nubate’nin şöyle başlayan öğüt dolu hutbelerinden birini nakletmektedir: “Ey insanlar, hazır­lıklı olun aranızda göç zili çalınmıştır. Önce çıkın şüphe­siz ki teslim alınacağınız an yaklaşmıştır.”
Daha sonra bu hutbenin bazı kelimelerini inceleyerek şöyle demektedir: “Bir yerde “kahkari” kelimesi bir satı­rın yarısında tekrarlanmıştır ve bu edebi açıdan çok çir­kindir. İçindeki bu hutbelerden bazı kelimelerin duyul­ması kulağa asla hoş gelmemekte ve konuşma adabından uzak insanların sözlerini andırmaktadır.”
Diğer cümleleri hakkında ise şöyle diyor: “Bu cümle­lerin ne zarif bir anlamı vardır ve ne de lafız açısından tatlı ve akıcıdır.”
Evet eğer bu kelimelerden bir teki Nehc’ül-Belağa’da görülmüş olsaydı biz onu övmezdik ve dolayısıyla da bu kitap sıradan normal bir kitap sayılırdı.
2- Kalakşendi, Subh’ul A’şa adlı kitabında şöyle di­yor:[22] “Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuş­tur: “Her insanın değeri övdüğü şeyledir. Şairin biri de Hz. Ali’nin bu sözündeki anlamı aynı şekilde kendi şiirine yan­sıtmıştır:
“Ey beni kınayan bırak beni de değerim artsın
“insanların kıymeti övdüğü şeyledir.”
Sadece bu şiirin ikinci mısrası bir çok kusurlarıyla Ali (a.s)’ın sözünün anlamını içermektedir. Ama burada “kullu imrein” (herkes) lafzı yerine “kullunnas” (bütün insanlar) kelimesi kullanılmıştır ve iki “nun”, aralarında bir tek sakin harf yer alacak şekilde bir araya getirilmiştir. Cümlenin başındaki “fa” harfi ise çirkin ve faydasızdır. Dolayısıyla iki cümle aynı anlam içerdiği halde şairin sözü edebi açıdan bir çok eksiklikler içermektedir.
3- George Jordac,[23] “Ali b. Ebi Talib’in hürri­yet hakkında söylediği sözleri naklederek şöyle demiştir: “Asla başkasının kulu olma ve şüphesiz ki Allah seni hür yaratmıştır.” Ömer b. Hattab da bu anlamda şöyle demiştir: “İnsanları nasıl köle edersiniz. Oysa anneleri onları hür doğurmuştur.
Burada görüldüğü gibi Ali b. Ebi Talib’in sözü ile Ömer b. Hattab’ın sözü arasında temelde çok büyük farklılıklar vardır. Zira ilk olarak Ömer’in sözünde yer alan hürriyet kelimesi diğer çağdaşların kullandığı gibi kölelik kavramının karşıtı olarak kullanılmıştır, çünkü o zamanlar insanlar köle ve cariye olarak alınıp satılıyordu, ama Ali b. Ebi Talib’in sözü geniş anlamda bir hürriyet ve özgürlüğü kapsamaktadır ve insan varlığının önemli bir boyutunu içermektedir. İkinci olarak Ömer sadece köle sahiplerine seslenmiş ve insanları neden köleleştirdiklerini sormaktadır. Oysa onlara nasihat etmenin hiç bir fay­dası yoktur. Ali b. Ebi Talib ise burada bizzat kölelere seslenmekte, onlara özgürlük ruhunu hissettirmektedir. Onlara, kendilerine dayanmalarını ve yaratılış düzeninin aksine kendilerini köle edinenlere karşı kıyam etmele­rini söylemektedir. Hz. Ali (a.s) bu kısa sözüyle kölelerin kalbine heyecan tohumu ve sömürgecilerin boyunduru­ğundan kurtuluş ümidini ekmektedir. Üçüncü olarak Ömer insanların özgürlüğünü annelerinden doğuşuna bağlamıştır, oysa Ali b. Ebi Talib, özgürlüğün kökeninin ilahi bir taktire, sünnete ve yaratılış alemine dayandır­mıştır. Bu da şüphesiz ki anneden doğuştan kaynaklanan özgürlükten çok daha geniş ve köklü bir anlam ifade et­mektedir.

Ali (a.s)’ın Sözlerinin Toplanması

Ali (a.s)’ın ashabı arasında büyük bir aşk ve tutkunlu­ğun yanı sıra basiret ilim sahibi olan , aynı zamanda rical alimlerinin de ifade ettiği gibi, doğru sözlü, doğru inançlı ve güvenilir olan bir grup vardı. Bunlar, İbn-i Abbas Kumeyl b. Ziyad, Haris A’ver, Reşit Hicri, Meysem-i Temmar, Hicr b. Adiyy, Esbağ b. Nubate, Sa’saa b. Suhan, Nuf’i Bekkali, Zirar b. Zamere, Zeyd b. Veheb gibi yüce makama ve büyük bir üne sahip kimselerdi. Ha­yatlarının da tanıklık ettiği gibi aydın kalpli olan bu in­sanlar bizzat kendi zamanlarında artık bundan böyle hila­fet makamına Ali b. Ebi Talib gibi birinin geçemeyece­ğini anlamışlardı. Artık gökyüzü Ali gibi birinin sesini asla duymayacaktır. İşte bu yüzden sürekli Hz. Ali ile birlikte bulunuyor, can-u gönülden sözlerini dinliyorlardı.
Sabırsız aşıklar Cuma ve Bayram namazlarında, Camilerde, savaş mey­danlarında, genel toplantılarda, ve özel oturumlarda söylediği sözleri Arapların yaygın adeti olduğu üzere hafızalarına kaydediyor, başkaları için naklediyor ve yavaş yavaş yazı, mecmua ve kitap haline gelmesini sağlıyorlardı. Hatta Hz. Ali (a.s)’ın bulunduğu savaşlara katılmış olan ve herkesten daha çok Hz. Ali (a.s)’ı sözle­rinin aşığı bulunan Zeyd b. Veheb Kitab’ul-Huteb adında bir kitap yazdı. Kendisi H. 96 yılında vefat etmesine rağmen kitabı beşinci asra kadar da ulaşmıştır. Zira Şeyh Tusi kitabının fihristinde o kitaptan da rivayette bulunmaktadır.[24]
Ondan sonra yazılan, zahiren şuanda örneği bulunma­yan, sadece rical ve tercüme alimlerinin adlarını zikrettiği diğer kitaplar ise şunlardır:
1- Mus’ade b. Sadaka’nın yazmış olduğu “Huteb-i Emir’el Mü’minin” adlı kitapta İmam Sadık (a.s)’dan da bir takım hadisler rivayet edilmiştir. Bu kitabın bir nüshası Seyyid b. Tavus’un eline ulaşmıştır ve Şeyh Hasan Hilli de Muntehab’ul Besair kitabında ondan bir takım na­kil­lerde bulunmuştur. Bu kitap veya Mes’ade’nin diğer bir kitabı Seyyid Haşim Behrani’nin eline ulaşmıştır ve o da Burhan tefsirinde ondan bazı hususlar nakletmiştir.[25]
2- Huteb-i Emir’el Müminin adlı kitabı ise İsmail b. Mehran yazmıştır ve bu şahıs İmam Rıza (a.s)’ın as­habındandır.[26]
3- Huteb-i Ali (a.s) adlı kitabı ise İbrahim b. Hakem Fezzari adlı şahıs yazmıştır ve de ikinci asrın yazarların­dan sayılmaktadır.[27]
4- Huteb-i Emir’el Müminin adlı kitabı ise İmam Hasan (a.s)’ın evlatlarından olan Seyyid Abdulazim Hasani adlı şahıs yazmıştır. Bu şahsın kabri Rey şeh­rinde Ehl-i Beyt aşıkları tarafından ziyaret edilmektedir. Bu şa­hıs sekizinci, dokuzuncu ve onuncu imamların za­manını da derk etmiştir.[28]
5- Huteb-i Emir’el Müminin adlı kitabı ise on bir, on iki ve on üçüncü imamların zamanında yaşayan Salih b. Hammad adlı şahıs yazmıştır. [29]
6- Huteb-i Emir’el Müminin adlı kitabı ise üçüncü as­rın sonlarında yaşayan İbrahim b. Süleyman telif etmiştir.[30]
7- Huteb-i Ali adlı kitabı ise H. 206 yılında vefat eden[31] Hişam b. Muhammed b. Saib-i Kelbi yazmıştır.
8- Huteb-i Ali ve Kutubuhu ila Ummalihi adlı kitabı ise H. 225 yılında vefat eden Ali b. Muhammed Medaini yazmıştır.[32]
9- el-Hutbet’uz Zehra adlı kitabı ise H. 157 yılında ve­fat eden Ebi Mahnef, Lut b. Yahya yazmıştır. [33]
10- Huteb-i Emir’el Mü’minin adlı kitabı ise H. 332 yılında vefat eden Ebu Ahmed Celludi yaz­mıştır. Bu kitap Hz. Ali’nin hutbelerini mektuplarını, şi­irlerini, öğütlerini, güzel sözlerini, dualarını ve şurada beyan ettiği sözlerini içermektedir.[34]
11-14 Vakidi, İbrahim b. Hilal, Kadı Nu’man Mısri ve Nasr b. Müzahim adlı kimselerin yazıları ise ri­cal kitaplarında yer almıştır.[35]

Nehc’ül Belağa’nın Telifi

Seyyid Razi, asil ve nefis kitaplara ulaşma açısından çok şanslıydı. Çünkü onun asrında ve yaşadığı yer olan Bağ­dat’ta bulunan iki büyük ve zengin kütüphaneden istifade etme imkanına sahipti. Bu iki kütüphaneden ilki, Seyyid Razi’nin kendi kardeşinin kütüphanesiydi ve seksen binden fazla kitap bulunduruyordu. Bu veya başka sebeplerden dolayı Seyyid Murtaza’ya “Semanini” veya “Ebu’s-Semanin” de diyorlardı.[36]
İkincisi ise Beyt’ul-Hikme adıyla bilinen kütüphaneydi. Bu kütüp­haneyi de Bahauddevle İbn-i Babeveyh Deylemi’nin ve­ziri olan Şapur b. Erdeşir, H. 381 yılında Memun’ur-Reşid’in Beyt’ul-Hikme’sine benzer bir şe­kilde kurmuştu. Şapur, bu kütüphaneyi Bağdat Kerh beldesinde, Beyn’us-Sureyn adlı mahallede tesis etmişti. Bu kütüpha­nede on binden fazla İran ve Irak’tan getirilmiş asıl ki­taplar ve Hindistan, Çin ve Rum’dan aslı üzerinden ya­zılmış nüshalar mevcuttu. Burası da Şiilere mah­sus bir kütüphaneydi.[37]
Yakut Hamevi şöyle diyor: “Bu kütüphaneden daha iyi bir kütüphane yeryüzünde yoktu.”[38]
Bu kütüphane yaklaşık yetmiş yıl baki kalmıştır. Daha sonra H. 447 veya 450 yılında Tuğrul Bey’in Bağdat’a saldırısının ardından kötü ve dinsiz insanların eliyle yakı­larak yıkılmıştır.”[39]
Seyyid Razi, bu iki kütüphanede mevcut olan kitap­larda gördüğü Hz. Ali (a.s)’ın hutbeler, mektuplar ve kısa sözlerinden fesahat ve belagat açısından beğendikle­rini seçmiş ve bunun bütününü bir kitap haline getirip Nehc’ul Belağa olarak adlandırmıştır. Kitabı seçilmiş sözlerden oluştuğu ve daha çok edebi boyuta sahip ol­duğu için de rivayetlerin senedini zikretmemiştir. Hatta bazen bir hutbenin bazı cümlelerini çeşitli yollardan bir araya getirmiş ve birbiri ardınca zikretmiştir. Öyle ki ba­zen aralarında manevi bir bağ bile gözükmemektedir. 37, 38, 85, 106 ve 120. Hutbeler ile 10. Mektup gibi.
Ez-Zeria adlı kitabın sahibi şöyle diyor: “Seyyid Razi bir gün kütüphanesinin ateşe verileceğini ve binlerce yıl sonra insanların Ali (a.s)’ın sözlerini işitmeye muhtaç olacaklarını nereden bileceklerti. Bu sözler şüphesiz İslam ümmetinin islahı ve hidayeti için beyan edilmiş sözlerdir. Seyyid Razi’ye böylesine değerli bir eser olan Nehc’ul Belağa’yı bizlere hatıra bıraktığı için teşekkür borçluyuz.”[40]
Ez-Zeria kitabının yazarı bazı bilgisiz bağnazların bu konuda şüphelerinin Şii bilginlerinin Nehc’ul Belağa’nın hatta Şıkşıkiye hutbesinin kaynaklarını baki kalan kitap­lardan da çıkarabileceğini bilemiyordu. Öyle ki Nehc’ul Belağa’nın dört katı içindeki sözlerinin kaynaklarını be­lirten kitaplar yazılmıştır.

Nehc’ul Belağa’daki Mevcut Kaynaklar

Seyyid Razi, on altı yerde Nehc’ul Belağa’nın kayna­ğını bizzat itiraf etmiştir. Bu yerler şunlardır:
1- 32. hutbeyi Cahiz’in el Beyan ve’t-Tebyin kitabın­dan,
2- 89. hutbeyi Mes’ada b. Sadaka yoluyla İmam Sa­dık (a.s)’dan nakletmiştir. Nitekim İbn-i Ebil Hadid nüs­ha­sında da mevcuttur ve bu hutbe “Eşbah” olarak adlandı­rılmıştır.
3- 180. hutbe Nevf-i Bekkali’den,
4- 54. Mektubu Ebu Cafer İskafi’nin “Mekamat” kita­bından,
5- 74. Mektubu Hişam Kelbi’nin “Hat” kitabından,
6- 75. Mektubu Vakidi’nin Cemel kitabından,
7- 78. Mektubu Said b. Yahya el-Emevi’nin “Meğazi” kitabından,
8- 88. mektubu İmam Muhammed Bakır’dan rivayetle,
9- 77. Hikmetli sözü “Zirar-i Zebbai’den,
10- 104. Hikmetli sözü Nevf-i Bekkali’den rivayetle,
11- 147. Hikmetli sözü Kumeyl b. Ziyad-i Neh’i’den,
12- 373. Hikmetli sözü Tarih-i Taberi’den,
13- 375. Hikmetli sözü Ebi Cuheyfe’den,
14- 434. Hikmetli sözü Saleb, İbn-i A’rabi’den,
15- 466. Hikmetli sözü Müberred’in “el-Muktezeb” kitabından,
16- 4. Hikmetli sözü ise Ebu Ubeyd Kasım b. Se­lam’dan nakil veya rivayetlerle bu belirtilen kaynaklardan elde etmiştir.

Nehc’ul Belağa’nın Müstedrekleri

Daha öncede dediğimiz gibi Müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın ashabı onun sözlerinin aşığıydı. Ali (a.s) da böyle­sine susuz insanlar görünce ilahi marifetleri, gerçekleri ve dini ilkeleri onlara beyan etmeyi bir görev biliyordu. El­bette itiraf etmek gerekir ki Hz. Ali’nin söylediği halde bize ulaşmayan sözleri elimizdekilerden çok daha fazladır. Zira doğal olarak Hz. Ali(a.s)’ın tüm sözleri yazılmamış, yazılanların bir miktarı da tarihte yer alan bazı olaylar neticesinde ortadan kaybolmuştur. Ama ne mutlu, demek gerekir ki bugün elimizde var olanlar sadece Nehc’ul Belağa’ya özgü değildir. Bildiğimiz gibi Seyyid Razi, Hz. Ali (a.s)’ın sadece edebiyat ve belagat özelliği taşıyan sözlerini ve mektuplarını kaydetmiştir. Bu yüzden İbn-i Ebil Hadid, Seyyid Habibullah Hui ve İbn-i Meysem gibi bazı Nehc’ul Belağa’yı şerh eden kimseler bazı hutbelerin şerhinde Seyyid Razi’nin önce veya sonrasından çıkardığı bölümleri de asıl kaynağından nakletmişlerdir. Örneğin, Hui yazdığı kitabında 29, 30, 37, 92 ve 180. Hutbeleri şerh ederken Seyyid Razi’nin çıkarmış olduğu bölümlere de yer ver­mişlerdir.[41]
İbn-i Ebil Hadid de kendi nezrindeki mevcut kaynak­lara işaret etmiş ve Seyyid Razi’nin ilave ettiği ekleri zik­retmiştir. [42]
Ali b. Hüseyin Mes’udi de “Ali (a.s)’ın farklı yerlerde buyurduğu hutbelerden 480 küsürünün ezber­lendiğini sözlü ve uygulamalı olarak insanlar arasında yaygın hale geldiğini söylemiştir.”[43]
Oysa Nehc’ul Belağa’daki mevcut hutbeler 239 tane­dir ve Mes’udi’nin dediğinin yarısından da azdır. Tu­haf’ul-Ukul adlı kitabının 163 sayfasını Hz. Ali (a.s)’ın hutbe, vasiyet ve öğütlerine ayıran Hasan b. Şube şöyle söylemektedir: “Eğer Hz. Ali (a.s)’ın sadece tevhit hakkın­daki söz ve hutbelerini hiç bir ilave ve başka anlam vermeden bir araya getirecek olursak, Tuhaf’ul–Ukul kadar kalın bir kitap olurdu.”[44]
H. 588 yılında vefat eden İbn-i Şehraşub, Menakib-i Al-i Ebi Talib adlı kitabında, Nehc’ul Belağa’da mevcut olan Şıkşıkiye, Tevhit, Kasıa, Eşbah, İstiska ve Garra aslı hutbelerinin yanı sıra bu kitapta olmayan başka hutbelerin adını da zikretmektedir. Örneğin; Lu’lu’, iftihar, Dürre-i Yetime, Ekalim, Vesile, Talutiyye, Kasbiyye, Süleymaniyye, Natıka, Dameğa, Fazıha hutbeleri gibi... Daha sonra Zeyd b. Veheb ve Süleyman b. Mehran’ın kitaplarından söz etmekte  ve bunların kendi zamanında da varolduğuna işaret etmektedir. [45]
Bazı alimlerde Nehc’ul Belağa’nın müstedreki olarak başlı başına bir takım eserler yazmışlardır. Örneğin:
1- Şeyh Hadi, Kaşif’ul Gıta, 17 - 188. sayfalarda Nehc’ul Belağa’nın düzeninde olduğu gibi Hz. Ali’nin söz ve mektuplarını nakletmiştir.
2- Çağdaş bilgin Şeyh Muhammed Bakır Mahmudi, “Nehc’üs Saade fi Müstedrek-i Nehc’ul Belağa” adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitabın dört cildini bizzat ben gördüm, üç cildini ise büyük hatip ve bilgin Seyyid Abduzzehra Hüseyni’ye bizzat kendisi göstermiştir. Bazı büyük bil­ginler de bu kitabın içeriğini Nehc’ül-Belağa’nın kay­nakları olarak tanıtmıştır. Öyle anlaşılıyor ki sanki “Mesadir-u Nehc’ul Belağa ve Esanidihi” kitabıyla karış­tırılmıştır.[46]
3- Abdullah b. İsmail Halebi’nin yazmış olduğu, Kitab’ut Tezyil,[47]
4- İbn-i Nake Ahmed b. Yahya’nın yazmış olduğu, Mulhek-u Nehc’ül Belağa,[48]
5- Seyyid Ali Han Emir Ehvaz’ın babası olan Halef b. Seyyid Abdulmuttalip Meşaşi’nin yazmış olduğu en-Nehc’ut-Takvim kitabı,[49]
6- Seyyid Hasan Mir Cihani Tabatabai’nin yazmış ol­duğu, Misbah’ul-Belağa kitabı,
7- Abdulvahid Amedi’nin yazmış olduğu, Gurer’ul-Hikem ve Durer’ul kilem kitabı... Bu kitapta, Nehc’ül-Belağa’da çok azı yer alan Hz. Ali (a.s)’ın kısa sözleri yer almıştır. Aynı anlamı taşıyan ama farklı şekillerde yazılmış olan sözleri de vardır. Örneğin, “Edep güzelliği en üstün soyluluktur”[50] sö­zünün Arapça metninde “hüsn” kelimesi kullanmışken aynı anlamı ifade eden bir başka hadisde ise “ni’me” kelimesi kullanılmıştır ve her ikisi de “güzel” anlamındadır.[51] “Edepten daha üs­tün soy yoktur.” Hadisinde de aynı durum göze çarp­maktadır.[52] Zira bir başka yerde “Edep gibi soy yoktur.”[53] veya “soyların en üstünü güzel edeptir.”[54] buyurulmuştur ve her üç hadis de aslında bir tek mana ifade etmektedir.
8- İbn-i Ebi’l-Hadid, kendi Nehc’ül Belağa şerhinin sonuna Seyyid Razi’nin naklettiği kısa sözlere 998 tane daha ekleyerek bunu “el-Hikem’ul Menşure” diye adlan­dırmıştır.
9- Kadı Kudai’nin telif ettiği, “Destur-u Mealim’il-Hikem” kitabı,[55]
10- Ebil Abbas Simeri’nin telif ettiği, “Kelam-u Ali ve Hutebuhu”kitabı,[56]
11- Şeyh Ali Vasiti’nin H. 457 yılında yazdığı, “Uyun’ul Hikem ve’l Mevaiz” kitabı,[57]
12- Mahmud b. Ebi Bekr Hafız Medini’nin telif ettiği, Huteb-u Ali b. Ebi Talib,[58]
13- Fazl b. Hasan Tebersi’nin telif ettiği, Nesr’ul-Leali,[59]
14- Fazl b. Ravendi’nin telif ettiği, Nesr’ul-Leali,[60]
15- H. 553 yılunda vefat eden Reşid Vetvat’ın telif et­tiği, “Metlub-u kolli Talib”kitabı,[61]
16- H. 841 yılında vefat eden İbn-i Faht Hilli’nin telif ettiği, “İstihrac’ul-Vekayi’il Mustekbele” kitabı,[62]
17- Mir Kasım Karabaği’nin hattıyla yazılmış olan “Monteheb-u Vesaya-i Emir’ul Muminin” kitabı, [63]
18- Hacı Sultan İsfahani’nin hattıyla yazılmış olan, “Vasaya-i Emir’ul Mu’minin kitabı, [64]
19- Kutb’ul-Ektab, Hüseyni Zehebi Şirazi’nin telif et­tiği, “el-Lealil Menşure” kitabı,[65]
20- Şeyh Abdullah Behrani Semahici’nin telif ettiği, es-Sahifet’ul-Aleviye kitabı,[66]
21- H. 1320 yılında vefat eden Hacı Mirza Hüseyin Nuri’nin es-Sahifet’ul-Aleviyyet’ul-Saniye kitabı, [67]
22- Hıristiyan bilginlerinden birinin yazmış olduğu, Hikem-i Ali b. Ebi Talib, kitabı,[68]
23- Şeyh Muhammed Harz’ın, Şeyh Tayyib Ali hindi için dikte ettirdiği, “Huteb-i Emir’ul-Muminin, fil Melahim mea şerhiha” kitabı,[69]
24- Şeyh Servet Şerkavi Mısri’nin yazmış olduğu, “Huden ve Nur” kitabı,[70]
Şüphesiz bu yazarlar birbirinden haberdar olmadıkları için kitaplarında bir çok ortak yönler göze çarpmakta­dır ve dolayısıyla hepsini Nehc’ül-Belağa’nın müstedreki hakkında kaleme alınmış bağımsız birer eser olarak kabul etmek mümkün değildir.

Seyyid Razi’nin Nehc’ul Belağa’nın Senet­lerinin Sağlamlığını Ortaya Koymaktadır

Rical ve biyografi alimleri Seyyid Razi’nin yazdığı kitaplar hakkında bir çok söz söylemişlerdir. Diğer ya­zarların eseleri gibi Seyyid Razi’nin eserleri hakkında da yeterli bir araştırma yapılamamıştır. Bizde burada itibar ve güven açısından birinci derecede öneme sahip olan Neccaşi’nin sözünü nakletmek istiyoruz.
Neccaşi kendi fihristinde Seyyid Razi’nin kaleme al­dığı on iki kitabı nakletmiştir. Bu kitapları şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Mecaz’ul-Kur’an; 2- ez-Ziyadat fi Şi’r-i Ebi Te­mam; 3- Ta’lik-i Hilaf’il Fukeha; 4- Ta’likat Ala izah-i Ebi Ali el-Farisi; 5- el-Ceyd min şi’r-i İbn-il Haccac; 6- Muhtar-u Şi’r-i Ebi İshak es-Sa’bi; 7- Madare Beynehu ve beyne Ebi İshak; 8- Ziyadat fi Şi’r-i Ebi’l Haccac; 9- Nehc’ul Belağa; 10- Hesais’ul Eimme; 11- Hakaik’ul Tenzil (Te’vil); 12- Mecazat’un Nebeviyye (Mecazat’ul Asar’in Nebiyye)[71]
Merhum Allame Emini bu listeye beş kitabını daha eklemektedir.[72] Ama sözünü ettiğimiz konu için Hakaik’ut-Tenzil ve Mecazat’un Nebeviyye adlı iki kitabı kaynak olarak kabul ediyoruz. Çünkü Nehc’ul Belağa’nın senetleri hususunda bu iki kitap dışında şüpheye düşülmüştür. Bu iki kitabı Seyyid Razi’nin yazdığı konusunda hiç kimse şekke düşmemiştir. Ehl-i Sünnet alimlerinden olan İsmail Paşa bu iki kitabın adınıdan söz etmiş[73] ve Bağdadi ise Hakaik’ut Tenzil kitabı hususunda şöyle söylemiştir, “Seyyid Razi Kur’an’ın manaları husu­sunda bir benzerini kaleme almanın mümkün olmadığı bir kitap yazmıştır ve öte yandan Seyyid Razi her iki kita­bında da Nehc’ul Belağa adlı kitabından söz etmektedir. Şöyle ki:
1- Seyyid Razi, Kitab’ul Mecazat’un Nebeviyye adlı kitabında beş yerde Nehc’ul Belağa’ya işaret etmektedir:
a)      “Benim nezdimde insanlardan en çok gıpta edil­mesi gereken kimse, yükü hafif olan mümin­dir.” hadisi hakkında şöyle diyor: Bu sözün beyanı ise müminlerin emiri Ali (a.s)’ın şu sözlerinde yer almıştır: “Yükünüzü hafif tutun ve katılın...” ki biz bunu Nehc’ul Belağa adlı kitabımızda zikrettik.[74]
b)      Seyyid Razi, “Bana en çabuk ulaşacaklarınız eli uzun (cömert) olanlarınızdır.” Hadisindeki bu cümleyi Nehc’ul Belağa’dan naklettiği Hz. Ali (a.s)’ın şu sözüne benzetmektedir: “Kısa elle ihsan edilene uzun elle ihsan edilir.”[75]
c)      “Şüphesiz ki dünya göçüp gitmiştir” ha­disi husu­sunda ise bu kelamın müminlerin emiri Ali (a.s)’dan da nakledildiğini beyan etmekte ve burada Nehc’ul Belağa’yı zikretmektedir.[76]
d)      “Kur’an’da hiç bir ayet nazil olmamıştır ki...” ha­disi ise Hz. Ali (a.s)’ın Nehc’ul Belağa’da yer alan şu sözünü hatırlatmaktadır: Kur’an çok yüzlü bir taşıyıcı­dır.”[77]
e)      “Kalpler kaplara benzer, bazısı diğerinden daha çok alır.” Hadisini tabir farklılığıyla Nehc’ul Belağa’da Hz. Ali (a.s)’dan nakletmektedir.[78]
2- Maalesef sadece beşinci cildi bulunan diğer ciltle­rinin ise nerede olduğu bilinmeyen Hakayik’ut Te’vil kitabı­nın Necef’te basılan mevcut cildinde 167. sayfada şöyle demektedir: “Eğer birisi sözlerimizin delilini bulmak isti­yorsa yazdığımız ve adını Nehc’ul Belağa koyduğumuz kitabı dikkatle incelemelidir.[79]
Daha öncede dediğimiz gibi Nehc’ul Belağa kitabı Seyyid Razi’nin daha önce kaleme aldığı Hesais’ul Eimme kitabının bir bölümüdür. Bu kitabın bir nüsha­sını merhum Muhaddis Nuri, Şeyh Hadi Al-i Kaşif’ul Gıta kütüphanesinde, diğer nüshası ise Hin­distan Rambever kütüphanesindedir. Dolayı­sıyla bu ki­tabı Seyyid Razi’nin yazdığı kesin ve şüphe götürmez bir gerçektir ve H. 1369 yılında Necef’te ba­sılmıştır.[80]

Nehc’ul Belağa’nın Şerhleri

Bildiğimiz kadarıyla Kur’an’ı Kerim’den sonra Nehc’ul Belağa kadar dünyadaki kitaplar ara­sında İslam bilginlerinin dikkatini bu ka­dar çeke­bilen bir başka kitap yoktur. Nehc’ul Belağa hakkında şerh, ta’lik, tercüme ve bir çok ilgili kitaplar yazılmış çok çeşitli dünya dillerine tercüme edilmiştir. Bir çok alimler tarafından bazı bölümleri şerh edilmiş, şiir diliyle ifade edilmiş, hakkında müstedrek kitapları yazılmış, lügatleri açıklanmış, seçmeler yapılmış, ke­limelerinin anlamı izah edilmiş ve kaynakları belirtil­miştir. Bütün bu hususlarda bir çok eserler kaleme alınmıştır ve henüz de alınmakta­dır. Evet, canlı olmak, sürekli parlamak ve bilginlerin dikkatini çekmek budur.
Nehc’ul Belağa’yı merhum Muhaddis Nuri, Seyyid Muhsin Emin, Merhum Şeyh AbdulHüseyin Emini, Mer­hum Hacı Şeyh Ağabozorg Tehrani (Razi), Seyyid Abduzzehra Hatip Hüseyni ve benzeri bir çok ünlü alim­ler de detaylı olarak şerh etmişlerdir.
Merhum Şeyh Tehrani, tercüme ve şerh hususunda 147 eserden söz etmektedir.[81] Ama o sadece Şiilerin yazdığı eserleri zikretmiştir. Dolayısıyla da ez-Zeria ki­tabının di­ğer ciltlerinde özel isimlerle yazılmış olan bazı şerhleri hesaba katmamıştır. Merhum Emini 81 şerh saymış,[82] Seyyid Abduzzehra Hatip ise 143 şerh, ter­cüme ve açıklama zikretmiştir.[83] İbn-i Ebil Hadid’in Şerh-u Nehc’ul Belağa kitabına yazılmış olan beş açıklama, eser gibi Nehc’ul Belağa’nın bazı şerhlerine yapılan açıklamalar yanı sıra, eğer bir kimse bütün bu mecmuaları toplar ve birleş­tirirse şüphesiz ki 250 den yukarı çıkmaz. Elbette bunlar arasında 20 cildi bulan eserler de vardır. Şerh-i Huyi ve Şerh-i İbn-i Ebil Hadid gibi.
Şeyh Nuri, Nehc’ul Belağa’yı şerh eden ilk kişinin Beyhaki olduğunu ifade etmektedir.[84] Muhaddis Kumi’yi de el-Künye ve’l elkab adlı kita­bında bu görüşü kabul etmiştir.[85] Bizzat Beyhaki de şöyle söylemiştir: “Ben­den daha önce hiç bir alim Nehc’ul Belağa’yı şerh etme­miştir.”
İbn-i Ebil Hadid ise, Nehc’ul Belağa’yı şerh eden kim­senin Kutb-i Ravendi olduğunu söylemektedir.[86]
Hakeza Riyaz’ul Ulema kitabının sahibi de bu gö­rüşü kabul etmiştir. Ama hiç şüphe yok Seyyid Razi’nin çağ­daşı olan Ali b. Nasır’ın, A’lam-u Nehc’ul Belağa kitabı Nehc’ul Belağa hakkında yazı­lan ilk kitaptır. Seyyid Muhsin Emin ise onun “el-Mearic fi Şerh-i Nehc’ul Belağa” adlı bir kitabı oldu­ğunu da ifade etmektedir.[87] Şimdi de zahiren Ehl-i Sün­net ve’l Cemaat’tan olan (kalplerini Allah daha iyi bilmektedir) ve Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı alimlerin adını zikretmek istiyo­ruz.
1-      Muhammed b. Amr, Fahr-u Razi adıyla tanınmış ve H. 606 yılında vefat etmiştir. Kıfti’nin Tarih’ul Hukema kitabında dediği üzere şerhi ya­rım kalmıştır.
2-      İbn-i Ebil Hadid adıyla tanınan Abdulhamid b. Muhammed Mutezili Medayini ise 656 yılında vefat etmiş ve şerhini dört yıl sekiz ayda bitirmiştir. Bu şerh oldukça kapsamlı tam ve hatta mevcut şerhlerin en iyi­sinden sayılmaktadır. Hatta bazı Şia alimleri ise onun ki­tabına özet eserler yazmışlardır: İkd’un-Nezid, Selasil’ul- Hadid ve er-Red-i Ali b. Ebil Hadid gibi.
3-      Yazarının sadece bazı Ehl-i Sünnet alim­leri olduğu belirtilen ve Astane Kütüphanesinde bulunan en-Nefais fi Şerh-i Nehc’ul Belağa adlı kitap.
4-      Mutevvel İrşad ve Tehzib’ul Mantık kitapla­rının sa­hibi olan ve hicri 792 yılında vefat eden Molla Saduddin Taftazani Şafii.
5-      Keşf’uz-Zunun kitabında yer aldığı üzere hicri 922 yılında ölen Kıvamuddin Yusuf b. Ha­san Kazi-i Bağ­dadi.
6-      Sahihi Buhari’ye şerh yazan ve hicri 650 yı­lında ölen lügat ve hadis alimlerinden olan Ha­san b. Muhammed Sagani Hanefi .
7-      Hicri 1322 yılında ölen Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh.
8-      Muhammed Abduh’un şerhini, İbn-i Ebil Hadid’in şerhinden eklerle nakleden Muhyiddin Hayyat.
9-      El-Ezher Üniversitesinin Edebiyat fakül­tesi öğre­tim üyesi Muhammed Muhyiddin.
10-   Nehc’ul Belağa’nın zor kelimelerini şerh eden Üstat Muhammed Hasan Nail Mersefi, Talik eseri hicri 1328 yılında Mısır’da basılmıştır.
11-   Muhammed Ebul Fazl İbrahim. Şerh-i iki cilt olup H. 1383 yılında Dar-u İhya’İl Kütüb’il Arabiyye’de ba­sılmıştır.
Sünni veya Şii bütün bu alimlerin hepsi de yazdıkları kitapların ön sözünde, Nehc’ul Belağa kitabının Hz. Ali’nin sözleri olup, Seyyid Razi tarafından bir araya geti­rildiğine kesin bir şekilde inandıklarını dile getirmişlerdir. Hatta Şeyh Muhammed Abduh, Nehc’ul Belağa’nın için­deki kelimelere dayanmakta ve bunlarla lügat ehli aleyhine deliller getirmektedir. 195. hutbenin içinde yer alan bazı cümleler hakkında edebiyatçıların yanıldı­ğını ve Hz. Ali’nin sözünün hüccet olduğunu dile getir­miştir.

Nehc’ul Belağa’nın Hafızları

Hadis alimleri, sürekli Kur’an-ı Kerim’den sonra Nehc’ul Belağa’yı hıfzetmeye önem vermişlerdir. Burada onlardan bazısını zikretmek istiyoruz.
1-      Şeyh Muntecebuddin’in dediği üzere, Seyyid Razi’ye yakın bir zamanda yaşamış olan Kadı Cemalüddin Kaşani.
2-      İbn-i Kesir’in tarihinde ve İbn-i Cevzi’nin ise Muntezem adlı eserinde belirttiği üzere, H. 564 yılında ölen Ebu Abdullah Muhammed Faruki. [88]
3-      H. 1280 yılında vefat eden Seyyid Muhammed Mekki Hairi.
4-      Şeyh Muhammed Hüseyin Mürüvvet Hafız Amili[89]
Elbette Nehc’ul Belağa’nın bütün hafızlarını saya­bil­mek mümkün değildir. Çünkü bir çok insan bunu açıklamamış ve tarih de adını kaydetmemiştir. Bazıları ise yüzde doksan beşini ezberlediği halde hafız sayıl­mamış­lardır. Ben de bu son gruptan üç çağdaş alimi bizzat ta­nıdım ki içlerinden biri de vefat etmiştir.
Ayrıca yazarlık hususunda neredeyse darb-ı mesel ha­line gelen ve H. 2. asrın başlarında yaşamış bulunan Abdulhamit Katip de şöyle söylemektedir: “Ben, Ali (a.s)’ın yetmiş hutbesini ezberledim daha sonra zihnim kayna­dıkça kaynadı. [90]
Arap Hatiplerinin darb-ı meseli haline gelen İbn-i Nubate ise şöyle diyor: “Ben, Hz. Ali (a.s)’ın sözlerin­den yüz bölüm ezberledim ve bu benim için bitmeyen bir ha­zine oldu.[91]

Nehc’ul Belağa’nın Kur’an’la olan İlişkisi;

Müminlerin emiri Ali (a.s), bazı yerlerde sözlerine de­lil olarak Kur’an ayetlerini zikretmiştir. Seyyid Razi, bunlardan bazısını Nehc’ul Belağa’da zikretmiştir. Ör­ne­ğin:
1-      “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[92]
2-      “Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”[93]
3-      “Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.”[94]
4-      “Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk...” [95]
5-      “Melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah'tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar.”[96]
6-      “Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip bir­birine karışmıştır.” [97]
7-      “Gizliliklerin ortaya çıkacağı gün” [98]
8-      “Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman, yarat­maya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu Biz yaparız.”[99]
Dr. Suphi Salih, Nehc’ul Belağa’nın şerhinde bu Kur’an ayetleri için özel bir fihrist hazırlamıştır ve 110 ayete yer vermiştir.[100] Bunlardan bazısında birden fazla ayet şahit gösterilmiştir ve bazısında ise bir ayetin sadece bir bö­lümü şahit gösterilmiştir ama çoğu tam bir ayet ola­rak şa­hit tutulmuştur. Bunların dışında Ra­bıta-i Kur’an ve Nehc’ul Belağa adında yazmış olduğum kitapta ve ge­çen yıl Bünyad-i Nehc’ul Belağa kurumu tarafından ba­sıldı. Bu kitapta anlam açısından Kur’an ile uyuşan Nehc’ul Belağa’nın 150’ye yakın sözlerini zikrettim. Ör­neğin:
1-      Nehc’ul Belağa: “Sayıcılar nimetlerini sayamaz­lar." [101]
Kur’an: “Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremez­siniz.” [102]
2- Nehc’ul Belağa: “Sonra onu gezegenlerle ve ışılda­yan yıldızlarla süsledi.” [103]
Kur’an: “Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldız­larla süsledik.” [104]
3- Nehc’ul Belağa : “Sizleri düşmanınızla cihada da­vet edince korkudan gözleriniz dönüyor, adeta ölümün çetinliği ve gaflet sarhoşluğu içinde çırpınıyorsunuz.” [105]
Kur’an: “Kalplerine korku gelince ölüm baygınlığı geçiren kimse gibi gözleri dönerek, sana baktıklarını gö­rürsün. “[106]
Ben Nehc’ul Belağa’nın Kur’an ile olan ilişkisinin bu 150 husus ile sınırlı olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü tümüyle sayabilmek için insanın öncelikle Nehc’ul Belağa’yı hıfzetmiş olması ve zihnine yerleştirilmiş bu­lunması gerekmektedir. Ancak böylece Kur’an ayetlerinden birini görünce Nehc’ul Belağa hazinesinden hıfzettikleri arasında ilgili cümleyi bulup ayırabilir veya Nehc’ul Belağa’nın bütün ta­birleri arasında Kur’an’ın bu ayetiyle uyuşsun bir söz ol­madığını ifade edebilir. Bu uygulamayı Kur’an’ın bütün ayetleri hususunda hayata geçirebilir yada bu tatbik işinde öncelikle Kur’an’ı ezberleyip ve sonra da Nehc’ul Belağa’yı mütalaa ederek ilgili yerleri kaydedebilir.
Bununla birlikte Nehc’ul Belağa’nın bazı hutbeleri de Kur’an’dan bir ayet veya surenin tefsiri niteliğindedir. Örneğin: 219. hutbe Tekasür suresinin tefsiridir. 221. hutbe, “Ey insan çok cömert olan Rabbine karşı seni al­datan nedir?” ayetinin tefsiri konumundadır. 220. hutbe ise “Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O’nu tespih ederler.” ayetinin tefsiridir.
Bütün bu söylenenlerin yanı sıra çağdaş alimlerden biri olan Mecellet’un Necef’te, “Elfaz’ul Kur’aniyye fi Nehc’ul Belağa” adında çok güzel bir eser yazmıştır ama şu anda elimde olmadığından özelliklerini açıklayamayacağım. Ayrıca Nehc’ul Belağa’da 21 yerde Kur’an’ın niteliklerinden söz edilmiştir. Bu Dr. Subhi Salih’in fihris­tinde de vardır. Elbette bazı hususları da yine gözden kaçır­mıştır ki bunlara da benim yazmış olduğum el-Kaşif ki­tabın­daki “Kur’an ve Kitabullah” kelimesinin beyanında yer verilmiştir. Dolayısıyla altı yerinde Kur’an ile Nehc’ul Belağa kitabının ilişkisini açıklayan “Rabita-i Kur’an ba Nehc’ul Belağa” isimli kitabım bu hususta araştırma­cılar için bir kılavuz konumundadır.

Nehc’ul Belağa’nın Lafızlarına İstinad Edilebilir mi?

Bilindiği gibi Nehc’ul Belağa Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın hutbeleri, mektupları ve kısa sözleri olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Hz. Ali (a.s)’ın mek­tup ve kısa sözleri hususunda hiç bir şüphe yoktur ve biz­zat lafızları muteber ve istinad edilebilir bir konumdadır. Öyle ki bir mektubu olduğu gibi korumak ve kısa sözleri ez­berlemek kolay ve yaygın görülen bir olaydır. Ama Nehc’ul Belağa’nın uzun ve detaylı hutbeleri hususunda şöyle söylenmektedir: “Eğer Ali (a.s) o hutbeleri bir minbe­rin üzerinde veya savaş meydanlarında söylemiş ise du­yan kimselerin o kelimeleri olduğu gibi ezberlemesi ve yazması nasıl mümkün olabilir? Dolayısıyla bu soruya şöyle cevap vermek gerekir ki hutbelerin ravileri anlam ve içeriğini ezberlemiş ama kendi fikir ve dikteleriyle birtakım ifa­deler beyan etmişler ve yazmışlardır.”
Bu cevapta bir çok yönden kabul edilemez konumda­dır.
Birinci olarak daha öncede belirttiğimiz gibi Nehc’ul Belağa fesahat ve belagat açısından bilginlerin ve edebi­yatçıların şaşkınlığa düştüğü sözlerden oluşmaktadır. Bu yüzden Nehc’ul Belağa’nın beşer sözünün üstünde, Allah’ın sözünün altında yer aldığını beyan etmişlerdir. Ayrıca bilindiği gibi fesahat ve belagat lafız ile ilgili nitelikler değildir. Aksine cümlenin akıcı, revan, karmaşalıktan uzak, itici olmayan anlamsız karşılaştırmalara yer vermeyen ve benzeri niteliklerden uzak olmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla eğer Nehc’ul Belağa’nın lafızlarını raviler inşa etmişlerse o halde Ali’yi değil, bizzat inşa eden kimseleri fesahat ve belagat açısın­dan övmek gerekir.
İkinci olarak, Nehc’ul Belağa’da yer alan uzun hutbele­rin bir benzerini Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarından öğüt ve delil gösterme noktasında nakledilen hadis ve ri­vayetlerde de görmek mümkündür. İslam bilginleri özel­likle de büyük fakihler Nehc’ul Belağa’nın lafız ve iba­retlerinin bizzat kendisini şahit göstermişlerdir. Aynı zamanda Nehc’ul Belağa’nın bütün şarihleri de hutbeleri şerh ederken kayıtlara geçen lafızların edebi ve lügavi özel­liklerini zikretmiş ve açıklamışlardır. Hatta bazen şöyle demektedirler: “Eğer bu kelime yerine örneğin fa­lan ke­lime kullanılmış olsaydı şu ayıpları taşırdı.” Dolayısıyla açıkça görüldüğü gibi bütün alim ve bilginleri böylesine sorunlardan gafil bilmek mümkün değildir.
4- Ayrıca Hz. Ali (a.s) zamanında yaşayan bazı şair­lerden de oldukça uzun ve detaylı şiirler nakledilmiştir. Ayrıca bu şiirler irticali ve bir ya­zıya dökülmeksizin be­yan edilmiştir. Örneğin, Ha­san b. Sabit’in Gadir-i Hum’da okuduğu şiir on beş beyitten oluşmaktadır ve el-Gadir kitabında da nakledilmektedir. Ayrıca Kays b. Sa’d, Kemiyyet, Ferazdak gibi kimselerden uzun şiirler ve Sahban Vail ve Kays b. Harice gibi kimseler­den ol­dukça uzun hutbeler nakledilmiştir. Bunların hepsi ön hazırlığı yapılmadan yazıya dökülmek­sizin beyan edilen şiir ve hutbelerdir. Şuanda da edebiyat ve tarih kitapla­rında kayıtlıdır.
Dolayısıyla bu şiir ve hutbelerin kaydedilmesi hu­su­sunda şöyle demek gerekir: Araplar oldukça güçlü ve sağlam hafızaları sayesinde şiirleri olduğu gibi ez­berliyor­lardı ya da bu şiirlerin yazılmasında onlara büyük kolaylık sağlıyordu. Veya raviler, şair ve hatiplerin konuşma­sından sonra birbirlerine ya da bilemediğimiz bir tarzda ibare ve kelimeleri olduğu gibi kaydediyorlardı. Zira belli bir vezin ve kafiye öl­çüsü olan şiirleri sadece anlamıyla nakletmek mümkün değildir. Nitekim Nehc’ul Belağa’daki hutbelerin çoğu da belli bir kafiye ve vezne sahiptir. Lafızları de­ğiştirmek bu sözün kelam ve veznini bozmaktadır. Hatta bazen iki kelimeden sadece bir keli­mesi kafiye ve vezne sahiptir. Nitekim aşağıdaki cümleler Hz. Ali (a.s)’ın Garra adıyla bilinen uzun hutbesinde yer almış­tır. “O insan, rahimlerin karanlıklarında gizlice tasar­lanıp kararlaştırılan dökülmüş erlik suyu ve yaratılışı noksan bir kan parçası, bir pıhtı değil miydi? Sonra ra­himde bir yavru oldu. Çıkıp süt emen bir çocukken, er­genlik çağına geldi. Sonra da kendisine duyduğunu bel­leten bir gönül, konuşan bir dil, bakıp gören bir göz ve­rildi ki duyup gördüğünü anlasın, ibret alsın ve kötülük­lerden kaçınsın. Ama o büyüyüp geliştiğinde tekebbüre kapıldı, yüz çevirdi, heva ve hevesine uydu, lezzetlere dalsın diye dünyası için çalışıp çabaladı, zorluğa düştü. Belaya düşeceğini ummaz, korkması gerekenden korkmaz oldu.”
Az da olsa Arapça bilen herkes bu tür tabirlerin Sahban ve Kays gibi kimselerin olmasına imkan ver­mez. Zira fesahat ve belagat dahilerinin kitaplarında bile böy­lesine cümleler görülmemektedir. Bu lafız ve ibarelerin kafiye ve vezni korunduğu halde değiştiril­mesi mümkün değildir. Örneğin, hutbede geçen “yafien” kelimesi yerine “mürahiken” kelimesi koyu­labilir veya “müzdeciren” ke­limesi yerine “müntehiyen” kelimesi geçirilebilir. Ama bu değişiklik mana açısından doğru olsa da “ayn” ve “ra” harflerinin kafiye ve veznini ortadan kaldırmaktadır. O halde şöyle demek zorundayız: Bu kelime ve lafızların ol­duğu gibi İmam Ali (a.s)’ın mübarek ağzından çıkan ke­limeler olduğunu kabul etmek zorundayız.

Nehc’ul Belağa’nın Kaynakları

Bazı İslami fırkalar araştırılmamış, kendile­rine miras kalmış inançları doğrultusunda Nehc’ul Belağa’da yer alan bazı konuların kendi inançlarıyla çeliştiğini sanmış­lardır. Dolayısıyla da Nehc’ul Belağa’nın Hz. Ali (a.s)’ın sözleri olduğu hakkında şüpheye düşmüş ve bu kitabı Seyyid Razi ve kardeşi Seyyid Murteza’nın yazdığını söylemişlerdir. Bu yüzden bazı yazarlarımız ve araştır­macılarımız Nehc’ul Belağa’daki bütün hutbe, mektup, vasiyet ve kısa söz­lerin Seyyid Razi daha doğmadan veya bizzat o asırda yada sonraki asırda yazılmış olan kay­naklardan elde etmeye çalışmışlardır. Bu sözlerin sağlam, güvenilir kaynaklarla Hz. Ali (a.s)’a ulaşmış olmasına büyük özen göstermişlerdir. Bu konuda buldukları kitap­ları, sayfa numaralarını ve kitabın diğer özelliklerini en ince detayına kadar zikretmişlerdir. Bu konuda büyük bir başarı elde etmişlerdir. Benim bu konuda tanıdığım kim­seler şunlardır:
1-       Hadi Kaşif’ul Gıta, kendi Müstedrek-i Nehc’ul Belağa kitabının bir bölümünü Nehc’ul Belağa’nın kay­naklarına ayırmış 236. Sayfada 265. sayfaya kadar bu kaynakları zikretmiştir. Ama sayfa numaralarını çok az açıklamıştır.
2-       Seyyid Hibbetütdin Şehristani, “Mahuve Nehc’ul Belağa” adlı kitabında daha çok itiraz edilen Şıkşıkıyye hutbesinin kaynaklarını zikretmiş ve bu hutbeyi Seyyid Razi’den önce ve sonra, ken­disiyle çağdaş dokuz kaynak­tan nakletmiştir. Ay­rıca ifade farklılıklarını da beyan et­miştir. Araştır­malarım neticesinde bulduğum ve merhum Şehristani’nin görmediği kitaplardan biri de Sipt İbn-i Cevzi’nin Tezkiret’ul Hevas kitabıdır. Bu şa­hıs adı geçen kitabının 124. sayfasında şöyle söylemektedir: “Nehc’ul Belağa’nın sahibi İbn-i Razi, Şıkşıkiye hutbesinin bir bö­lümünü zikretmiştir ve bir bölümünü de atmıştır. Ama ben bu hutbenin tümünü zikrediyorum.
Daha sonra da hutbenin senedini şeyhi olan Ebul Ka­sım Anbari’den İbn-i Abbas’a ulaşana dek zikretmekte­dir.
3-       Abdullah Nimet ise Mesadir-u Nehc’ul Belağa kita­bının ikinci bölümünde 130 ila 320 . sayfalarda bu kaynakları sıralamakta, cilt ve say­falarını belirtmek­tedir.
4-       Ali Han Arşi ise “İstinad-u Nehc’ul Belağa” adlı ki­tabında sadece Hindistan Ranbaver kütüp­hanesinde bulduğu kaynaklardan söz etmiştir. Ali Han Arşı de bu kü­çük cüzvesinde söz konusu kütüpha­nelerdeki nüshalarda Nehc’ul Belağa’nın hutbe, mektup ve hikmetli sözlerin­den bulduklarını cilt ve sayfa numaralarıyla birlikte zik­retmiştir.
5-       Seyyid Abd’uz-Zehra Hüseyini Hatip ise, Mesadir-u Nehc’ul Belağa ve Esanidihi adlı kita­bında bütün gü­cüyle Nehc’ul Belağa’daki sıralamayı göz önüne alarak tüm Nehc’ul Belağa’nın kaynaklarını bulmaya ve zikretmeye çalışmıştır. Anladığım kadarıyla bu kitabın sadece dört cildi bası­labilmiştir. Muhterem yazar, tüm Nehc’ul Belağa’nın kay­naklarını 26 ila 37. sayfalarında yer verdiği 109 kay­nak kitaptan çıkarıp nakletmiştir.
Okuyucuların bu araştırmacının metodunu yakından tanıması için Nehc’ul Belağa’nın üç bölümünden beşer örnek vermek istiyorum. Bu beş kitabın tümü de şu anda yanımda mevcuttur. (Mesadir-i Nehc’ul Belağa ise tam dört cilttir.)

Hutbeler

Birinci Hutbe: Bu hutbe “Hamd, Allah’a mahsustur ki övenler onu hakkıyla övemezler.” cümlesiyle başla­mak­tadır ve bu hutbe aşağıdaki şu kitaplarda yer almıştır:
1-      İrşad-i Müfit[107]
2-      Tuhaf’ul Ukul, Necef baskısı, s. 43[108]
3-      Tevhid-i Saduk s.24 ila 28
4-      Emali-i Şeyh Tusi, (H. 460 yılında vefat et­miştir) c. 1, s. 22
5-      Mecalis-u Müfit, s. 149,[109] Merhum Meclisi ise Bihar, c. 77, s. 302’de bu hutbenin büyük bir bölümünü Uyun’ul Hikmet-i Vasiti’den naklet­mektedir.
İkinci hutbe: Bu hutbe de “Nimetini tamamladığı için ona hamd ederim” cümlesiyle başlamaktadır. El Müsterşid-u Taberi, kitabında s. 73’de birtakım fazlalık­lar ve farklılıklarla nakledilmiştir.
Üçüncü Hutbe: Bu hutbe ise meşhur olan “Şıkşıkıye” hutbesidir. İlal’uş Şerai’ s. 144, Mean’il Ahbar[110] 404. bab, s. 361, Emali-i Şeyh Tusi, c. 2, s. 382- 384, Şafi-i Seyyid Murtaza (H. 426 yılında vefat etmiştir) s. 203, İrşad-i Şeyh Müfit s. 166 ve bir başka baskısında s. 135, ve aynı zamanda Şeyh Müfit bu hutbeyi el-Cemel s. 46 ve 76 da, el-İfsah kitabında ise s. 17’de nakletmiştir. Ebu Said Mansur ve H. 422 yılında ölen Zirabi Nesr’ud- Durer kitabında Nehc’ul Belağa’dan az bir farklılıkla bu hutbeyi naklet­miştir.
Adı geçen hutbe, bu kitaplarda farklı ve İbn-i Abbas’a ulaşan senetleriyle nakledilmiştir. Senet zinciri arasında Ehl-i Sünnet alimlerinden bir gurup da göze çarpmakta­dır. Örneğin H. 303 yılında vefat eden Ebu Ali Cebai, H. 317 yılında vefat eden Ebul Kasım Belhi ve hakeza H. 606 yılında vefat eden İbn-i Esir Nihaye kitabında “Şıkşıkıye” lafzı hususunda şöyle diyor: “Bu kelimeyi Hz. Ali (a.s) bu hutbesinde kullanmıştır.”
Firuzabadi de Kamus adlı kitabında şıkşıkıye hutbesini Hz. Ali’ye isnat etmiş ve “Aleviyye” diye ad­landırmıştır. Bütün bu söylenenlerin yanı sıra İbn-i Ebil Hadid de bu hutbeyi Ebul Kadım Belhi-i Mutezili’nin kitabından nakletmiştir ve bu kitap Seyyid Razi’nin do­ğumundan yıllar önce yazılmıştır. Musaddık Vasiti’den şöyle söylediğini nakletmektedir: “Üstadım İbn-i Haşşab’a şunu sordum: “Acaba bu hutbe yalan yere mi Ali’ye isnat edilmiştir?” Üstadım: “Allah’a and olsun ki ben bu hutbenin Hz. Ali’nin sözleri olduğu husu­sunda yakin içindeyim.” Bende: “halkın çoğu Nehc’ul Belağa’yı Seyyid Razi’nin uydurup Hz. Ali’ye isnat etti­ğini söylüyorlar.”dediğim zaman bunun üstadım bana şu cevabı verdi: “Seyyid Razi ve diğerlerinin böylesine nefis üslupları ola­bilir mi? Biz Seyyid Razi’nin yazılarını gör­dük. Onun söz ve şiirlerinin metodunu ve tarzını biliyoruz.”[111]
Dördüncü Hutbe: Bu hutbe de “karanlıklarda bizimle hidayete erdiniz” diye başlamaktadır ve el Müstedrek, s. 76 ile İrşad-i Müfit s. 119’da nakledilmiştir. İbn-i Ebil Hadid şöyle diyor: “Bu hutbe de Hz. Ali’nin en uzun hut­belerinden biri sayılmıştır.” Daha sonra hutbenin tümünü nakletmekte ve bazı kelimeleri hususunda görüş belirt­mektedir.
Beşinci Hutbe: Bu hutbe de “Ey insanlar fitne dalgala­rına karşı direnin” diye başlamaktadır. İhticac-ı Tabersi, s. 127, Tezkiret’ul Havas, s. 128 de senet zincirleriyle ve tabir farklılıklarıyla nakledilmiştir. İbn- i Ebil Hadid ise hutbenin söyleniş nedenlerinden, ön bilgilerinden ve atılmış fazla­lıklarından söz etmektedir.

Mektuplar

Birinci Mektup: Bu mektup “Allah’ın kulu ve Mü­minlerin Emiri Ali’den Kufe ehline” diye başlamaktadır. H. 286 yılında ölen İbn-i Kuteybe’nin El İmame ve’s-Siyase kitabı s. 58 de, başka bir baskısında ise s. 67 de ve aynı zamanda Şeyh Müfid’in el Cemel kitabında s. 115 ve bir başka baskısında ise s. 131 de nakledilmiştir.
İkinci Mektup: Bu mektup da Şeyh Müfid’in el- Cemel kitabı s. 200 ve en-Nasre, s. 215’de senet fazla­lıkları ve farklılıklar ile kaydedilmiştir.
Üçüncü Mektup: mektup ise “Ey Şureyh, ama şüphe­siz sana... gelecektir...” diye başlamış olup Emali-i Şeyh Seduk, s. 87, H. 654 yılında ölen Sibt İbn-i Cevzi’nin yazdığı Tezkiret’ul-Havas, s. 654 ve 185 ve H. 454 yılında ölen Kadı Kudai’nin yazdığı Destur-u Mea­lim’il-Hikem, kitabı s. 454 ve 135’de nakledilmiştir.
Dördüncü Mektup: Tezkiret’ul-Havas, s. 157’de nakledilmiştir.
Beşinci Mektup: “Senin sorumluluğun, ekmek ve su vesilesi değil, boynundaki emanetin hakkını vermek için çalış­maktır.” diye başlayan bu mektup İbn-i Kuteybe’nin el-İmame ve’s-Siyase kitabı, c. 1, s. 79 bir başka baskıda ise s. 91’de, İbn-i Abdurrabbeh’in[112] İkd’ul-Ferid, c. 2, s. 232 bir başka baskısında ise c. 3, s. 14 ve H. 212 yılında vefat eden Nasr b. Müzahim’in Siffin kitabı, s. 20’de nakledilmiştir.

Kısa Sözler

1- “Fitneye karşı iki yaşındaki deve gibi ol”
H. 380 yılında ölen Ebu Hayyan Tevhidi, el-İm­tina’ ve’l-Muanese kitabında c. 2, s. 31; Amedi’nin Gurer’ul-Hikem kitabında, “kaf” harfinde nakledilmiştir. Aynı zaman Al­lame Hilli’nin kardeşi Şeyh Raziyuddin de el-Aded’ul-Kaviyye kitabında bu cümlenin tamamını ayrıntılı olarak nakletmiştir.
2- “Tamaha sarılan, kendini alçaltır.” Tuhuf’ul-Ukul, s. 201’de nakledilmiştir.
3-            “Cimrilik ardır (utançtır), korkaklık noksanlıktır.” Tuhuf’ul-Ukul, s. 201’de nakledilmiştir.
4- “İlim, en değerli mirastır.” Emali-i Şeyh Tusi, c. 1, s. 114; Tuhef’ul-Ukul, s. 201; Mecalis-i Müfid, s. 295’de nakledilmiştir.
5- “Dünya, bir kimseye ikbal gösterirse...” [113] H. 346 yı­lında vefat eden Mesudi, Muruc’uz-Zeheb kitabında, c. 3, s. 434’de; Destur-u Mealim’ul-Hikem, s. 25 ve Amedi, Gurer ve Durer kitabında, s. 142’de nakledilmiştir.

Nehc’ül-Belağa’nın Senetleri Hususunda Şüphe Etmek

Şüphesiz muhterem okuyucular bu söylenenler ışı­ğında Nehc’ül-Belağa’nın senetleri konusunda şüpheye düşmenin söz konusu edilmesini şaşkınlıkla karşılayacaklar­dır. Ama bilmek gerekir ki bu tür şüpheler bir takım ya­zarların cehalet, bağnazlık, yersiz, boş inançlara taraftarlık etmek ve benzeri şeylerden kaynaklanmıştır ve de kitap­larda oldukça çok görülmektedir. Meşhur deyimle bunlar “delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz” türünden şüphe­lerdir.
Tam iki yüz elli yıl boyunca bütün Rical ve biyografi alimleri Nehc’ül-Belağa’yı Seyyid Razi’nin telif ettiği kitap olarak kabul etmiş ve içindeki sözlerin Müminlerin emiri Hz. Ali’ye ait olduğu hususunda yakin içinde ol­muşlardır. Aniden Musul bölgesinde, Erbil kalesinde Şemsuddin İbn-i Hallekan adında bir şahıs.[114] Vefiyyat’il-A’yan kitabında Nehc’ül-Belağa’yı Seyyid Razi’nin kardeşi Seyyid Murtaza’nın kitabı olduğunu iddia etmiştir. Daha sonra da hiçbir delili olmadan kendi düşüncelerini şöyle aktarmıştır: İnsanlar, Ali b. Ebi Talib’in söz­lerinden oluşan Nehc’ül-Belağa hususunda ihtilafa düş­müşler ve bu kitabı Seyyid Murtaza’nın veya Seyyid Razi’nin kaleme aldığı hususunda şüphe etmişlerdir. Kitabı yazanın da toplayanın da bir olduğunu ve Ali’ye yalan yere isnat edildiğini söylemişlerdir.[115] İbn-i Hallakan’dan sonra Yafii[116], Zehebi[117], İbn-i Hacer[118], İbn-i İmad Hanbeli[119] ve Ahmed Emin[120] gibi ortaya çıktı ve İbn-i Hallakan’ın sözünü tekrar ettiler. Ama Hatip Hüseyni’nin bu gruptan saydığı[121] Selahuddin Safedi ise İbn-i Teymiye’nin bunu in­kar edip şöyle dediğini nakl etmektedir: “Nehc’ül-Belağa Seyyid Razi’nin diktesi olamaz, Nehc’ül-Belağa’da yer alanlar Ali b. Ebi Talib’in kelamıdır, Seyyid Razi’nin Nehc’ül-Belağa’daki sözleri (önsözü ve açıklamaları) ise bilinmektedir.[122]
İbn-i Hallakan’ın yolunu takip etmek isteyen bazı kim­seler sözde bu hayali iddialarına bir takım deliller de getirmişlerdir. Bu delillerden bazıları şöyledir:
1-Nehc’ül-Belağa Peygamber’in ashabına hakaret ile doludur.
2-Gayb ilmini bildiğini iddia etmektedir.
3-Uzun hutbeleri vardır.
4-Lafzi kafiyesi ve... vardır.
5-Konuları oldukça dikkatli bir şekilde inceden inceye nitelendirmiş ve ayırmıştır.
6-Hıristiyanlarınkine benzer bir şekilde insanlara sü­rekli ölümü hatırlatmakta, dünyayı terk etmeye davet et­mektedir, gibi...
Nehc’ül-Belağa’nın konuları Seyyid Razi’den çok ön­celeri telif olmuş ve kaynak kitaplardan çıkarılmadan önce bazı Şii ve Sünni yazarlar bu hayali itiraz­lara cevap vermeye çalışmışlardır. Örneğin Seyyid Abduzzehra Hüseyni,[123] Seyyid Hibbetuddin Şehristani[124], Seyyid Abdullah Nimet,[125] Muhammed Muhyiddin,[126] ve Şeyh Hadi Kaşif’ul-Gıta[127] gibi bazı kimseler bu konuda bü­yük çaba sarf etmişlerdir.
Alimlerin o gün verdiği bu tür cevaplar bize göre in­sanları suvaran, kuyuya atan taşa benzemektedir. Ama bugün artık Nehc’ül-Belağa, kelime kelime incelenmiş ve çok sağlam kaynaklardan çıkarılmıştır. Dolayısıyla artık böyle bir tartışma yersizdir ve insanın vaktini boşuna harcamaz anlamına gelmektedir. Ama söylemek gerekir ki bu itiraz edenler evvela Ali b. Ebi Talib’i o yüce ilmi ve ilahi ma­kamından aşağı indirmiş ve onu kendileri ile eşitlemişler­dir. Onun yüce ve ruhani sözlerini kendi kısır akıllarıyla değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla kafalarına takılan problemleri de hemen kağıda dökmüşlerdir.

Psikolojik Yorum

Gerçi daha önce de söylediğimiz gibi Nehc’ül-Belağa’nın senetlerinden şüphe etmek şaşırtıcı bir şeydir. Elbette bir açıdan fazla şaşırmamak da gerekir çünkü İbn-i Hallakan ve takipçileri çocukluk dönemlerin de anne ve babasın­dan bütün sahabelerin adil, takvalı, doğru sözlü ve güve­nilir insanlar olduğunu işitmişlerdir. Daha sonra kendi öğretmen ve üstatlarından da bunu duymuşlardır. Kitap­la­rında da bunu okumuşlar toplumlarında da bunu derk et­mişlerdir. Bir ömür boyu sahabelerin tümünün mukad­des ve münezzeh melekler olduğuna inanmışlardır. Dola­yı­sıyla bu tür insanlar ellerine kalem alıp da Nehc’ül Belağa hususunda hüküm vermek istediklerinde kendi inançlarına aykırı olan Şıkşıkiye hutbesi gibi ko­nuları görünce, Ali (a.s)’ı ne tasdik edebilmekteler ve ne de tekzip! Çünkü Ali (a.s)’da sahabeden biridir. Bu nedenle sığınacakları tek çare olarak şöyle diyorlar: “Bu kitap Ali’nin sözü değildir.”
Elbette onlar böyle derken bu acele hükümleri ile ken­dilerinden sonra bir takım insanların çıkıp Nehc’ül-Belağa’da yer alan konuları bizim muteber kitaplarımız­dan da çıkarabileceklerini ve bu durumda rüsva olacakla­rını düşünememişlerdir. Biraz daha anlayışlı ve uzak gö­rüşlü olanlar ise böyle kötü bir akibeti görmüşler ve başka bir çare bulmaya çalışmışlardır. Onlara göre de Nehc’ül-Belağa, Hz. Ali’nin sözleridir. Ama kendi inançlarına ay­kırı olan yerleri kendileri açıklama getirmeye çalışmaktadırlar. Yani bu tabirleri manevi doğruluğundan uzaklaştırmakta ve kendilerine miras kalan inançlarına uyarlamaya çalış­maktadırlar. İbn-i Ebi’l Hadid’in aşağıdaki cümleler hakkında yaptığı hatalı yorumlar gibi:
1- “Allah’a and olsun ki Ebi Kuhafe oğlu, hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. [128]
2- “Baktım da, Ehl-i Beyt'imden başka yardım edip destekleyen, hakkımı savunan kimsenin olmadığını gör­düm.”[129]
3- “...Ve velayet hakkının hususiyetleri onlarındır.”[130]
4- “Vasiyet ve veraset onlardadır.”[131]
(İbn-i Ebi’l Hadid bazen bu tevilleri “ashabımız öyle diyor” diye nakletmektedir ve belki kendisi de buna inan­mamaktadır.)
5-Kadi’ul Kudat’ın Şıkşıkıye hutbesindeki İbn-i Ebi Kuhafe kelimesi hakkında yaptığı açıklama ve yanlış yorum gibi...[132]
Diğer bir grup ise bu tür yerlerde sessiz kalmayı tercih etmekte ve hiç bir açıklama yapmamaktadır. Şeyh Muhammed Abduh, Mersifi, Muhammed Ebul Fazl ve benzeri kimseler bu gruptandır. Allah, kullarının içinde gizlediklerini herkesten daha iyi bilmektedir.


[1]- Seyyid Razi’nin Biyografisi hakkında aşağıdaki kitaplara müracaat ediniz: Enbah’ur-Rubat, 3/114, el-Bidayet-u ve’n-Nihaye, 3/12, Tarih-i Bağdat, 2/246, Kamil-i İbn-i Esir H. 406. Yıl olayları, Tarih-i İbn-i Ebil Feda, 2/145, ed-Derecat’ur-Rafie, s. 466, Revzet’ul-Cennat s. 573, Şezerat’uz-Zeheb, 3/182, el-İber 3/95, Lisan’ul-Mizan, 5/141, Mirat’ul-Cinan, 3/18, el-Muntezem, 7/279, Mizan’ul-İ’tidal, 3/523, el-Vafi bil Vafiyat 2/374, el-Gadir, 4/180 ve Reyhanet’ul-Edeb, 2/121-128
[2]- Seyyid Razi’nin Nehc’ül-Belağa, kitabının ön sözünden özetle
[3]- İstinad-i Nehc’ul Belağa, s. 7
[4]- Mesadir-u Nehc’ul Belağa, Abduzzehra Hüseyini Hatip, s. 97
[5]- a.g.e, s. 93
[6]- a.g.e, s. 97
[7]- a.g.e, s. 93
[8]- a.g.e, s. 98
[9]- a.g.e, s. 99, Nezerat’un fil Kur’an kitabından naklen.
[10]- a.g.e, s. 99
[11]- Şerh-u İbn-i Ebil Hadid, c. 7, s. 202
[12]- a.g.e, c. 6, s. 246
[13]- Mesadir-u Nehc’ul Belağa, Hüseyni, s. 100
[14]- a.g.e, 100 ila 106. Sayfalar, özetle.
[15]- a.g.e, s. 100 Abkeriyyet’üş-Şerif’ten naklen.
[16]- a.g.e, s. 105, el-Teraz kitabından naklen.
[17]- Abkariyyey’ul İmam, s. 178
[18]- Mukaddeme-i Nehc’ul Belağa, Şerh-i Muhammed Abduh, Özetle.
[19]- el-İmam Ali c. 1, s. 102
[20]- el-Beyan ve’t-Tebyin, c. 1, s. 83
[21]- Şerh-i İbn-i Ebil Hadid c. 7, s. 212
[22]- Subh’ul A’şa c. 1, s. 59
[23]- el-İmam Ali (a. s) c. 1, s. 174
[24]- ez-Zeria c. 7, s. 189, Mesadir-u Nehc’ul Belağa, c. 1, s. 48
[25]- ez-Zeria, s. 7, s. 191; Mesadir, c. 1, s. 49
[26]- Mesadir, c. 1, s. 53
[27]- Mesadir, s. 1, s. 51
[28]- Mesadir, c. 1, s. 51
[29]- Fihrist-i Neccaşi s.148
[30]- Ez-zeria, c. 7, s. 188
[31]- Fihrist-i İbn-i Nedim, s. 140
[32]- Mesadir, c. 1, s. 59
[33]- Mesadir, c. 1, s. 50
[34]- ez-Zeria, c. 7, s. 190
[35]- Ez-Zeria, c. 7, s. 191 ve Mesadir, c. 1, s. 62-65
[36]- el-Kunye ve’l Elkab, c. 2, s. 448
[37]- Mesadir-u Nehc’ul Belağa, c. 1 s. 16
[38]- Mucem’ul Buldan, Beyn’es-Sureyn kelimesinde
[39]- ez-Zeria, c. 7, s. 192; Kütüphanenin yakılış tarihini 447, İbn-i Esir ise 450 olarak kaydetmiştir.
[40]- Ez-Zeria, c. 7, s. 192
[41]- Bu hutbeler Hui’nin 21 ciltlik şerhinde şu sıralamayla yer almıştır: c. 4, s. 14, c. 4,s. 118, c. 4, s. 141, c. 7, s. 69, c. 10, s. 288.
[42]- Bu hutbeler hakkında El Kaşif kitabında İbn-i Ebil Hadid’in kitabının dördüncü baskısından bazı örnekler verdik.
[43]- Muruc’uz-Zeheb c. 4, s. 441. (Fransızca tercümesiyle) ve c. 2, s. 431 (Mısır baskısı)
[44]- Tuhaf’ul-Ukul, s. 60
[45]- ez-Zeria, c. 7, s. 192; Menakib-i Al-i Ebi Talib’den naklen.
[46]- Seyr-i der Nehc’ül-Belağa, s. 6
[47]- Mesadir-u Nehc’ul Belağa, s. 330
[48]- a.g.e.
[49]- a.g.e. s. 332
[50]- Gurer ve Durer-i Amedi, c. 3, s. 392
[51]- a.g.e. c. 6, s. 159
[52]- a.g.e., c. 6, s. 378
[53]- a.g.e., c. 6, s. 250
[54]- a.g.e, c. 2, s. 467
[55]- Mesadir, c. 1, s. 68
[56]- a.g.e., c. 1, s. 71
[57]- a.g.e.
[58]- a.g.e. c. 1, s. 73
[59]- Mesadir, c. 1, s. 72 (Tebersi, H. 548 yılında vefat etmiştir. Mezarı Meşhed’de olup Şiiler tarafından ziyaret edilmektedir ve aynı zamanda Mecme’ul-Beyan kitabının da yazarıdır.)
[60]- Mesadir, c. 1, s. 75
[61]- Mesadir, c. 1, s. 75
[62]- a.g.e., s. 81
[63]- a.g.e. s. 84
[64]- a.g.e., s. 85
[65]- a.g.e., s. 85
[66]- a.g.e., s. 86
[67]- ag.e., s. 87
[68]- a.g.e., s. 89
[69]- a.g.e., s. 90
[70]- a.g.e., s. 91
[71]- Fihristi Neccaşi s. 282
[72]- el-Gadir, c. 4, s. 199
[73]- Keşf’uz Zunun, s. 428 ve 159
[74]- Mesadir, c.1, s.117
[75]- a.g.e, s. 117
[76]- a.g.e, s. 118
[77]- a.g.e, s. 118
[78]- a.g.e, s. 118
[79]- a.g.e, s.119
[80]- a.g.e s, 121
[81]- ez-Zeria, c. 14, s. 112- 155
[82]- el-Gadir, c. 4, s. 186- 192
[83]- Mesadir-u Nehc’ul Belağa, s. 1, s. 247- 329
[84]- Müstedrek, c. 3, s. 326
[85]- Mesadir-i Nehc’ul Belağa, c. 1, s. 248
[86]- a.g.e, s. 248
[87]- a.g.e. s. 249
[88]- el-Muntazam, c. 1, s. 222
[89]- el-Gadir, c. 4, s. 186
[90]- Mesadir-i Nehc’ul Belağa, c. 1, s. 40
[91]- a.g.e, s. 41
[92]- Nehc’ul Belağa-i dr. Subhi Salih, s. 49
[93]- a.g.e, s. 61
[94]- a.g.e, s. 61
[95]- a.g.e, s. 126
[96]- a.g.e, s. 129
[97]- a.g.e, s. 164
[98]- a.g.e, s. 176
[99]- a.g.e, s. 167
[100]- Ama kendisi de tümüyle sayamamış ve bir takım yerleri gözden kaçırmıştır.
[101]- 1. hutbe
[102]- İbrahim suresi, 34. Ayet.
[103]- 1. hutbe
[104]- Saffat suresi 6. ayet
[105]- 34. hutbe
[106]- Ahzap suresi 19. ayet
[107]- Şeyh Müfit, Seyyid Razi’nin üstadıydı. H. 413 yılında 77 yaşında vefat etmiştir.
[108]- Bu kitabın yazarı Hasan bin Şube Harrani’dir. Vefat tarihi belli değildir. Rical alimleri kendisini dördüncü asır alimlerinden saymıştır ve muhtemelen daha Seyyid Razi doğmadan vefat etmiştir.
[109]- Şeyh Hadi Kaşif’ul Gıta Behc’ul Belağa’nın birinci hutbesini Bihar, s. 113’de Uyun’ul Hikme ve’l Muvaize’den nakletmiştir. Ama herhalde Garra hutbesiyle karıştırılmıştır ki c. 17, s. 113’de (eski baskı) bu kitaptan nakletmiştir.
[110]- Saduk diye meşhur olan Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Babeveyh Kummi H. 381 yılında 70 küsür yaşında iken vefat etmiştir. Şıkşıkıye hutbesini bu iki kitapta farklı senetlerle nakletmiştir. Merhum Şehristani ise Nehc’ul Belağa’dan farklı tabirlerini “Mahuve Nehc’ul Belağa” kitabında izah etmiştir.
[111]- Şerh-u Nehc’ul Belağa-i İbn-i Ebil Hadid, eski baskı, s. 41, (Şıkşıkiye hutbesinin şerhinin sonunda)
[112]- Gaybet-i Suğra asrının edebiyatçılarından ve muhaddislerinden olup Şafii mezhebindendir. 328 yılında 82 yaşında iken vefat etmiştir.
[113]- Bu arada Nehc’ül-Belağa’da nakledilmiş olan üç cümle için ise baktığım kaynaklarda herhangi bir senedi ve kaynağı zikr edilmemiştir. Sadece Seyyid Abduzzehra Naziri, 2. cümlesi için kaynak zikr etmektedir.
[114]- Hallakan diye meşhur olan Ahmed b. İbrahim b. Ebi Bekr ceddine mensuptur ve İbn-i Hallakan diye bilinmektedir. H. 608 yılında öldü ve 681 yılında da vefat etti. Şair ve edip biriydi. Özellikle de Yezid b. Muaviye’nin şiirlerine karşı büyük bir ilgisi vardı. Ömrünün sonunda Melik Muzafferin oğluna aşık olmuştu. Bir gün onu sokakta gördü. Üzerindeki kadılık elbisesini çıkararak onun ayaklarının önüne attı. Saltanat ailesi çocuklarını İbn-i Hallakan ile birlikte olmaktan men etmişlerdi. İbn-i Hallakan bu çocuğun aşkından çılgına dönmüş sürekli şu şiirleri okuyordu:
“Ben Vallahi Helak oldum
Yaktı beni o boy poz ki
Şüphesiz kıyametim kopmuştur.”
İbn-i Hallakan ölüm halinde dahi bu şiiri okuyordu ve bu hal üzere öldü. Mesadir-u Nehc’ul-Belağa, c. 1, s. 114; Fevat’ul-Vefiyyat, c. 1, s. 17’den naklen ve hakeza Tezyin’ul-Esvak, s. 17
[115]- Vefiyyat’il-A’yan, c. 3, s. 313
[116]- Mir’at’ul-Cinan, c. 3, s. 55, H. 768 yılında vefat etmiştir.
[117]- Mizan’ul-İ’tidal, c. 3, s. 124, H. 748 yılında vefay etmiştir.
[118]- Lisan’ul-Mizan, c. 3, s. 223, H. 852 yılında vefat etmiştir.
[119]- Şezerat’uz-Zeheb, c. 3, s. 257, H. 1089 yılında vefat etmiştir.
[120]- Fecr’ul-İslam, s. 178,
[121]- Mesadir-u Nehc’ul-Belağa, c. 1, s. 115
[122]- el-Vafi bil Vefiyyat, c. 2, s. 370
[123]- Mesadir-u Nehc’ül-Belağa, c. 1, s. 127-220
[124]- Tercüme-i Mahuve Nehc’ül-Belağa, Seyyid Abbas Mirzade, s. 104-126
[125]- Mesadir-u Nehc’ül-Belağa, s. 70-128 (bu kitapta on yedi itiraz nakledilmiş ve hepsine cevap verilmiştir.)
[126]- Mukaddeme-i Nehc’ül-Belağa-i Şerh-i Abduh,
[127]- Medarik-u Nehc’ül-Belağa, s. 226-234
[128]- Minhac’ul-Beraa, Seyyid Habibullah Hui, c. 2, s. 414
[129]- a.g.e., c. 3, s. 372
[130]- a.g.e., c. 2, s. 332
[131]- a.g.e., c. 2, s. 341
[132]- a.g.e., c. 3, s. 38




TAKDİM

Fasâhat ve belâgatta, gerçekten de eşi bulunmayan, mevzû' bakımından İslam dininin esaslarına, o esasların gerektirdiği hükümlere, hükümlerin teşrii sebeplerine değinen, bunları İslam Peygamberinden (s.a.a) tevârüs ettiği sınırsız bilgi kudretiyle açıklayan, içtimâî ve iktisadi meselelere, İslâm dininin insanî görüşüne aydınlatıcı, şüpheleri giderici ışıklar tutan, ayrıca da tarihi olayları, sebepleri ve sonuçlarıyla belirten "Nehc'ül Belâga", Emir'ül-Mü'minîn Ali b. Ebi-Talib'in (a.s) hutbelerinin, sözlerinin, öğütlerinin, vasiyetlerinin, mektuplarının ve vecîzelerinin toplanmasından meydana gelmiştir. Bunları, Şerif Radıy Muhammed b. Huseyn, toplayıp kitap haline getirmiş, üç bölüme ayırmıştır. Birinci bölüme hutbelerini, bâzı sözlerini, duâlarını almış, ikinci bölüme, bilhassa mektuplarını üçüncü bölümeyse vecîzelerini dercetmiştir.
Şerif Radıy diye tanınan Ebu'l-Hasan Muhammed b. Ebi-Ahmed'il-Huseyn, Aliyy b. Ebi-Tâlib'in (a.s) oğlu İmâm Huseyn'in (a.s) oğlu İmâm Zeyn'ül Âbidîn Ali'nin (a.s) oğlu İmâm Muhâmmed'ül Bâkır'ın (a.s) oğlu imâm Ca'fer'us-Sâdık'ın (a.s) oğlu İmâm Mûsâ'l Kâzım (a.s) oğlu İbrahim oğlu Musâ oğlu Muhammed oğlu Mûsâ oğlu Ahmed Huseyn'in oğludur. Soyu, annesi Fâtıma vasıtasıyla da imâm Huseyn'e (a.s) dayanır ve ana ve baba tarafından siyâdet şerefine sahiptir.[1] Hicrî 359 da (969- 970) doğmuş, usûl ve edebiyatta pek yüce bir mevki elde etmiş, 383'te (993) Bağdat'ta seyyidlerin nakaabet hizmetini deruhde eylemiştir. "Kitâb'ül-Müteşâbih fi'l-Kur'ân, Mecâzât'ül - Âsâr'in - Nebeviyye, Telhis-ül Beyân an Mecâzât'il - Kur'ân, Kitâb'ül-Hasâis, Ahbâr-u Kuzât-i Bağdad" adlı eserleri, babasının ahvâline ait bir kitabı, üç cilt risâleleri, Ebû-Abdillâh Huseyn b. Ahmed b. Haccâc'ın (ölm. 391 H. 1000) şiirlerinden seçmeleri ve dîvânı vardır. En meşhur eseri, "Nehc'ül- Belâga" adıyla topladığı, Hz. Ali'nin (a.s) hutbe, mektup ve sözlerini ihtivâ eden telifidir (Umdet'üt- Tâlib, s.196-197). Hicretin 406. yılı Muharreminin altıncı günü (26 Haziran 1015) Bağdat'ta vefât etmiş, Kerh'teki evine defnedilmiştir (Hâc Şeyh Abdullâh'il - Mamakaanî: Tenkıyh'ul-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl, Necef-Murtazaviyye mat. 1352 H.c.111, s.107).
Seyyid Radıy, bu hutbe, mektup ve vecîzeleri toplarken bir hayli kaynağa sâhipti. İlk olarak Ebû-Ca'fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy'it- Tûsi'nin (460 H. 1067) rivâyet ettiği gibi Kûfeli Zeyd b. Veheb'il-Cühenî, toplum-larda, bayramlarda ve başka vakitlerde, Hz. Emir'in (a.s) okudukları hutbeleri yazmıştır. Bu zat, Emir'ül-Mü'minî'nin ashabındandı; Nehrevan'a giderlerken de maiyetlerinde bulunmuştu (aynı, 1, 1329 H. s.471-472). Tûsî, bu kitabı, Ebû-Mıhnef Lût b. Yahyâ'dan, o, Ebû- Mansûr-ı Cühenî'den o da Zeyd b. Veheb'den rivâyet etmiştir; Zeyd'se rivâyet ettiği hutbeleri, bizzât Emir-ül Mü'minîn'- den (a.s) duymuştur. İbn-i Hacer, Zeyd b. Veheb'in Câhiliyye devrini ve Asr-ı Saâdeti idrâk ettiğini, fakat Hz. Resûl-i Ekrem'le (s.a.a) görüşemediğini, Tâbiinin uluların-dan olduğunu, Kûfe'de yerleştiğini, hicri 96. yılda vefât ettiğini (714) kaydediyor. Zeyd Hz. Peygamber'in (s.a.a) bi'setinden evvelki zamanı idrâk ettiği takdirde yüzyıldan fazla yaşamış demektir. Câhiliyye devrinden maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.a) dâvete başlamasından sonra bir müddet İslâm'ı kabul etmediğini bildirmekse, gene yüz yaşını geçkin olarak vefât ettiğini kabul etmek icâp eder. Hâsılı Kûfeli Zeyd, Hz. Emirin hutbelerini ilk toplayan zattır ve kitabı da Seyyid Radıy'nin zamanına intikal etmiştir. Ehli Sünnet de Zeyd b. Veheb'i sıkadan saymış, Sıhâh'larda ondan rivâyette bulunmuştur.
Hz. Emirin (a.s) hutbelerini zaptedenlerden biri de İbrâhim b. Hakem b. Zuhayr'il- Fezârî'dir. Hakem b. Zuhayr, 127 hicrîde (744) vefât eden İsmâîl b. Abdürrahman'is-Süddi'nin tefsîrini rivâyet eden zattır. Şii olduğu halde, hiç bir tefsir yoktur ki, bu tefsirden, rivayette bulunmasın; Tirmizî de Sahîh'inde bu zattan rivâyette bulunmuştur. Hakem b. Zuhayr, 180 sularında (796) vefât etmiştir. Oğlu İbrahim'inse, Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini ihtivâ eden bir kitabı vardır (Tenkıyh, 1, s. 15. İsmâil b. Abdurrahmân b. Ebi -Kerîmet'is- Süddî için aynı cildin 137. sahifesine bk.).
Hutbeleri toplayanlardan biri de İsmâil b. Mihrân'is- Sekûnî'dir. Bu zat, İmâm Ca'fer'üs- Sâdık'la (a.s 148 H. 765) İmâm Aliyy'ür- Rıza'nın (a.s 202 H. 817) zamanlarında yaşamış, onlarla müşerref olmuş, birçok kitaplar yazmış, bu arada Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini de toplamıştır ki Ali b. Hasan b. Faddâl ondan rivâyet etmiştir (1, s. 142- 146; 11, s. 278- 280).
Hz. Emir'in (a.s) ashabının ileri gelenlerinden ve İmâm Hasan'ın (a.s) zamânına erişenlerden Asbag b. Nübâte; Mâlik'ül -Eşter'i Mısır'a vâli tayin buyurdukları zaman, ona yazdıkları "Ahd- Nâme"yi ve Muhammed'ül- Hanefiyye'ye vasiyetlerini rivâyet etmiştir. Mâlik'ül- Eşter'le gönderilen ve Mısırlılara hitâben  yazılan mektuplarını da, Cemel savaşında Hz. Ali (a.s) ile bulunan ve ashabının ileri gelenlerinden olan Sa'saa b. Sûhan rivâyet etmiştir. (1, s. 150-151; 11, 98-99).
İmâm Aliyy'ün -Nakıyy'ül -Hâdî'nin (a.s) zamanına erişen (254 H. 868) Sâlih b. Ebi- Hammâd Ebü'l- Hayr-ı Râzî de hutbeleri ihtivâ eden bir kitap telîf etmişti (11, s. 91). Hutbeleri toplayanlardan biri de gene aynı İmâm'ın zamânına erişen, İmâm Hasan'ın (a.s) oğlu Zeyd'in oğlu Hasan oğlu Abdullah'ın oğlu Abd'ül Azîm'dir (11, s. 157-158).
Bunlardan başka 283'te (896) vefât eden ve Muhtâr b. Ebi-Ubeydet'üs- Sakafi'nin amcası Sa'd'in soyundan olan İbrâhim b. Muhammed b. Said-i Sakafî (c.1; s.1), 330 dan (844) sonra vefat eden, iki yüze yakın kitabı bulunan Abdül'Azîz b. Yahya'l -Celûdiyy'il- Bısrî (c.11; s.156-157), 260'ta (873) vefât eden ve babası, İmâm Sâdık'ın (a.s) zamânını idrâk etmiş olan Hişâm b. Muhammed b. Sâib de (260 H. 873-874) hutbeleri toplayanlardandır. Hişâm'ın babası, bütün tefsir kitaplarında rivâyetleri  yer alan bir zat olduğu gibi kendisinin de tarih ve ensâba dâir birçok kitabı vardır (111, s.303). İmâm Aliyy'ün- Nakiy'nin (a.s) zamanına erişen ve Kitâbu Mahâsin sâhibi Ahmed'in babası olan Muhammed b. Hâlid'il - Barkıy'nin (111, s. 113- 114), aynı yüzyılda yaşayan Muhammed b. İsâ b. Abdullah b. Sa'd'il -Aş'arî'nin (aynı, s. 167), fıkha dâir birçok eseri bulunan Muhammed b. Ahmed'il-Cu'fî'nin (11; İkinci bölüm, s. 65-66)de Hz. Emir'in hutbelerini ihtivâ eden kitapları vardır. Bunlardan başka, Şîîlikle ilgisi bulunmayan birçok eseri olan meşhur müverrih Ebü'l- Hasan Aliyy b. Muhammed-i Medâinî de (225 H. 839), Emir-ül Mü'minîn Ali'nin (a.s) hutbelerini ve âmillerine yazdığı mektupları bir kitap haline toplamıştır.[2] Bunlardan, Hişâm ve Celûdî'nin, Hz. Emir'in (a.s) hutbelerini topladığını İbn-i Nedîm de kaydeder (s. 140, 160). Aynı zamanda İbn-i Nedîm, hatiplerden bahsederken ilk olarak Aliyy b. Ebi-Tâlib'i (a.s) anar (s. 181).
Bunlardan başka tarih, siyer, magaazî ve ensâb kitaplarının çoğunda, Ali'nin (a.s), Cemel, Sıffîn, Nehrevan savaşlarından bahsedilir ve şehadeti anlatılırken, münasebet düştükçe sözleri de nakledilmiş, ayrıca Ya'kubî, Taberî ve diğer tarihçiler, kitaplarında, sözleriyle istişhadlarda bulunmuşlardır. Mes'ûdî (346 H. 957), Hz. Ali'nin dört yüz seksen hutbesini elde etmişti. Muhammed b. Ya'kub-ı Küleynî'nin "Kâfî"sinde ve Hz. Ali'nin zamanından İmâm Muhammed-ül Bâkır'ın (57- 114 H. 677- 733) zamânına erişen Süleym b. Kays-ı Hilâlî'nin kitabında da Hz. Emir'in (a.s) sözleri geçmektedir.[3]
Görülüyor ki Seyyid Radıy, Hz. Ali'nin (a.s) hutbelerini, mektuplarını, vecîzelerini toplarken, çağından önceki birçok kaynağa sâhipti; çağdaşları da onun topladıklarını bu kaynaklarla karşılaştırmak imkânına mâliktiler; Şerif Radıy'nin  kardeşi Alem'ül- Hüdâ Seyyid Murtazâ'nın (436 H. 1044) kütüphanesinde seksen bin cilt kitap vardı; Mu'cem'ül Büldân, bu kütüphanenin dünyâda eşsiz olduğunu, kitaplarının hepsinin de, bilginlerin el yazmaları bulunduğunu bildirmektedir.[4]
Bağdat'ın Kerh kısmında Şîa için kurulan Şâh-pur Kütüphanesinde de bir hayli kitap mevcuttu. Hiç şüphe yok ki Hz. Emir'in hutbelerini ihtivâ eden kitaplar da bu kütüphanelerde vardı. Fakat bütün bu kitaplar, 447 deki (1055) yangında yanıp kül olmuştur. Seyyid Radıy'nin, bu bakımdan hizmeti, gerçekten de pek büyüktür; "Nehc'ül Belâga"yı tedvîn etmeseydi belki de bu hutbelerin, bu mektupların ve vecîzelerin çoğu, bize intikal edemeyecekti.
Hz. Emir'e (a.s), "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan bâzı hutbeler de atfedilmiştir ki "el-Lû'lü', El- İftihâr (Hutbet'ül- Beyân olacak), el-Vesîle" gibi hutbeler bunlardandır; nitekim İbn-i Şehrâşub da (588 H. 1192) "Manâkıb"ında bunlardan bahsetmektedi. Çağımızda, Âlu Kâşif'ul-Gıtâ'dan Şeyh Hâdî, "Nech"de bulunmayan hutbeleri toplayıp bastırmıştır.[5] Şüphe yok ki Hz. Ali'nin (a.s) "Nehc'ül-Belâga"da toplananlardan başka hutbe ve mektupları da vardı. Nitekim Âmidî'nin "Gurer'ül- Hikem"- indeki kısa sözleri ve vecîzeleri, 11050 yi bulmaktadır. Ancak "Hutbet'ül- Beyan" gibi bâzı hutbelerde, gulüvve kaçanların inançlarını besleyecek sözlerin bulunması, bu hutbelerin, Hz. Emir'e (a.s) ait olduğunda haklı şüpheler uyandırmıştır.[6]
"Nehc'ül-Belâga"ya çok etraflı bir şerh yazan ve bu sûratle tarih bakımından da pek değerli bir eser meydana getiren İbn-i Ebi'l hadîd Abdülhamîd (655 H. 1275), "Nehc'ül- Belâga"da bulunan sözlerin, Hz. Ali'ye (a.s) âiddiyyetinde şüphe edilemeyeceğini, çoğunun tevâtürle sâbit olduğunu öbürlerinin de aynı edâ ve üslûpta bulunması dolayısıyla Hz. Ali'ye (a.s) âidiyyeti muhakkak bulunduğunu söylemekte, edebiyâta âşinâ olanların, üslûp özelliklerini bilenlerin, şâir, hatip ve münşîlerin şiir, hutbe ve yazılarını kolayca anlayıp ayırabileceklerini, meselâ "Kitâb'üt- Tâc"ın Câhız'a ait olduğunda, üslûp özelliği bakımından şüphe etmeyeceklerini bildirmektedir.[7]
"Nehc'ül-Belâga"nın Seyyid Radıy tarafından meydana getirildiği, yâni bu kitaptaki hutbelerin, sözlerin, Seyyid Radıy'e ait olduğu hakkındaki şüphe, nahv, lügat, şiir, tefsir, hadis, fıkıh, ensâb, kırâat,  hattâ hesap, hendese ve hikmette zamânının eşsiz bir bilgini olan İbn-i Haşşâb Abdullah'a (567 H. 1172) söylenince, Seyyid Radıy-yahut başkası, nereden bu kudrete sâhip olacak; biz Seyyid Radıy'nin risâlelerini görmüşüz; mensûr sözlerindeki üslûbunu da biliyoruz demiştir. İbn-i Haşşâb'ın, "Hutbe-i Şıkşıkıyye"yi, Seyyid Radıy'nin doğumundan iki yüzyıl önceki kitaplarda gördüğünü İbn-i Ebi'l-Hadîd, üstâdı Musaddık b. Şebîb'den rivâyet eder.[8]
Bâzı kimseler, hiçbir delile dayanmadan bu sözlerin, sonradan uydurulduğunu, hattâ bu kadar hutbenin ezberlenip yazılmasına, dört yüz yıla yakın bir zaman sonra da Seyyid Radıy'e ulaşmasına imkân olmadığını söylemişlerse de bunların, Arapların özelliklerini bilmedikleri meydandadır. Arap müverrihleri, Haccâc, Sahbân, Vâil gibi Câhiliyye devrinin ve İslâm çağının hatiplerinin sözlerini, Hâlid b. Abdillâh, Mu'tasım, Ziyâd gibi halîfe ve emirlerin hutbelerini nakletmişlerdir ki bunlar, tarih kitaplarında mevcuttur. Câhiliyye devri şâirlerinin şiirleri, râviler tarafından bellenmiş, ezberlenmiş, onların rivâyetleriyle tesbit olunmuştur; okuma-yazma bilmeyen toplumlarda hâfızanın büyük bir önemi vardır. Ayrıca da Arap, fasâhat ve belâgata âşıktır, düşkündür. Fasâhat ve belâgatta örnek olan şiirleri, sözleri ezberlemek, Arap'ta bir gelenektir. Hattâ 132 hicrîde (570) son Emevî halîfesi Mervan'la öldürülen meşhur Abdülhamîd-i Kâtib'e, yazılarındaki bu belâgatı nasıl elde ettin diye sorulduğu vakit, Asla'ın (başının ön tarafında saç olmayanın, Hz. Ali'nin) hutbelerinden yetmiş hutbe ezberledim, onlarla bu belâgatı elde ettim dediği meşhurdur. Abdulhamîd hakkında, "yazı Abdülhamid'le başlamış, İbn'ül- Amîd'le tamamlanmıştır" denmiştir. Birçok kişilerin hitâbe ve hutbelerinin ezberlenip söylenmesi, yazılması, Emir'ül-Mü'minîn (a.s) gibi fasâhat ve belâgatta eşi olmayan, bilhassa İslâm'da mümtaz bir mevkii olan bir zâtın hitâbe ve hutbelerinin ezberlenmemesi, rivâyet edilmemesi, yazılmaması mümkün değildir, nitekim zamanlarından, Seyyid Radıy'nin çağına kadar geçen müddet içinde hutbelerini, mektuplarını, sözlerini zaptedenleri arzettik.
Bir de, "Nehc-ûl- Belâga"daki hutbelerde, "ezel, ezeliyyet, ma'lûl" gibi devrinde kullanılmayan, daha ziyâde felsefî düşünceden doğmuş, bulunan sözlerin mevcûdiyeti, bu hutbelerin, Hz. Emir'e (a.s) ait olmadığını, yahut hiç olmazsa, hutbelere eklentiler yapıldığını göstermektedir deyenler olmuştur. Oysa ki "ezel", "Sıhâh, Esâs'ul-Luga, Lisân'ül-Arab" sâhiplerinin ve diğerlerinin dedikleri gibi, "lem yezel"den türemiştir ve zamanla, "lem" söylenmez olmuş, "ezel"sözü kullanılmıştır. Sonradan felsefî terim olan sözlere gelince: Hz. Emir'in (a.s) bilgisi, Hâce-i Kâinât'tandır (s.a.a); Ali, O'nun bilgi kapısıdır; O'ysa, Rabbinin emriyle "Şedîd'ül-kuvâ"dan taallüm etmiştir (Kur'ân; 53, 5). Bu bakımdan O, hem tevhîdin, hem hilkatin, dünyevî işlerin künhüne ermiş, sebeplerini, sonuçlarını tahlîl ve îzâh etmiş bir mûrebbî-i âlem, bir hâce-i külldür. Mevlânâ'nın,
Râh-ı istidlâliyan çûpin buved
Râh-ı çûpin seht bî temkin buved*
dediği gibi onun bilgisi istidlâlî değil, yakıynîdir; onu, onun bilgisini gene Mevlânâ'nın diliyle söyleyelim:
Ez Ali âmuz ihlâs-u amel
Şîr-i Hak'ra don munezzeh ez dagal
Çün tu bâbî on medîne'y ilmrâ
Çün şuâî âftâb-ı hilmrâ
Bâz bâş ey bâb-ı rahmet tâ ebed
Bârgâh-ı mâ lehû küfven ahad
Der şecâat şîr-i Rabbânîstî
Der muruvvet hod ki dâned kîstî**
(Mesnevî, Nicholson basımı; 1, s.229-231)
Bu bakımdan filozoflar, ona muhtaçtır, o, filozoflara değil.
Burada şunları da söylememiz gerek:
Bâzı "Nehc'ül-Belâga" nüshalarında, hutbelerin ihtisâr edilmesi mümkündür; istinsâh eden, kendi zevkine, neşesine, ihtiyâcına, gördüğü lüzuma göre bâzı cümleleri yazmayabilir; bu yüzden bir kitabın birkaç nüshasında bu çeşit eksikliklere, fazlalıklara daimâ rastlarız. Bu, fazla cümlelerin, sonradan eklendiğine değil, bâzı sözlerin, istinsâh eden kişi tarafından yazılmadığına delâlet eder. Sözgelimi, "Şakaaık-ı Nu'mâniye"nin basma nüshası, İst. Üniv. K. Türkçe yazmaları arasında bulunan yazmaya nispetle hayli eksiktir. Bir de ezberlenen sözlerde, ezberleyenlerin, mânayı değil, fakat bâzı kelimeleri değiştirmeleri, yazanların, zamâna göre bâzı kelimeleri, kendi çağlarına uyup, aynı mânayı veren kelimelere çevirmeleri mümkündür. Mevlânâ'nın, semâ' esnasında irticâlen söylediği gazeller, rubâîler, çeşitli tarzlarda yazılmıştır; aynı beyitler, aynı vezin ve kafiyedeki birkaç şiirde geçer; bir şiirde bulunmayan beyitler, öbür şiirde bulunur; fakat esas mânâda hiç bir değişiklik görülmez. Yunus Emre'nin şiirlerindeki sözler, dîvânının muahhar nüshalarında çok defâ vezin bozulmadan, zamânın söylenişine uydurulmuş, meselâ "ayıttın", "buyurdun" olarak yazılmıştır. Fakat "Mesnevî"yi Mevlânâ, Çelebi Husâmeddîn'e yazdırdığı; yazıldıktan sonra okutup düzelttiği için bu eserde, hele eski ve sağlam nüshalarda bu çeşit değişiklikler görülmez. Hadisleri nakledenler bile, "Hz. Peygamber böyle buyurdu, yahut buna benzer bir sözle buyurdu ki" diye naklederler. Sahâbeden, hadisleri yazmalarına müsâade edilen kişilerden başkalarının rivâyetlerinde, mânâsı ve mevzûu aynı olan bir  hadis, söz bakımından farklı rivayetlerle tahrîc edilmiştir. Fakat "Kur'ân-ı Mecîd" de, kırâat hususiyetleri müstesnâ, böyle farklar yoktur ve bütün Müslümanlarca bir tek sözü bile değişmeyen, bir sözü bile eksik, yahut fazla olmayan tek bir kitap, Kur'an'dır. Kitâb-ı İlâhîdir.
* * *
"Nehc'ül-Belâga"daki bâzı hutbeler, vaziyetler, kısa sözlerin bir kısmı, ayrıca şerhedilmiştir. "Hutbet'üş- Şıkşıkıyye"nin on altı terceme ve şerhi vardır.[9]
İmâm Hasan'a (a.s) vasiyetleri, asıllarıyla ve diğer iki vasiyetle Farsça olarak İstanbul'da 1329 da, gene Farsça olarak "Hediyyet'ül- Ümem" adıyla 1381 de Necef-i Eşref'te, 1961 de "Menşûr'ül- Edebi İlâhî ve Düstûr'ül-ameli kârgahî, Kitâb'ül -Ahlâk'ın - Nefîse fî Şerhi Hutbet'il -Vasıyye" ve "Nazm'ül- Vasıyye" adlarıyla İran'da basıl-mıştır. Bu vasiyetin, Türkçe'sinden başka altı şerhi vardır; Ebû Ca'fer Muhammed b. Ya'kub-ı Küleyni de bu vasiyeti rivâyet etmiştir.[10]
Mâlik'ül  Eşter'e yazdıkları Ahd- Nâme, "Âdâb'ül-Mülûk, Tuhfet'ül-Mülûk, Tuhfe-i Süleymânî, Düstûr-ı Hikmet, İnvân'ür-Rıyâse, E'r-Râî ve'r- Raiyye, Şerh'ül- Ahd, Nasâyih'ul - Mülûk, Nazm'ül-Ahd, Hidâyât'ül-Husâm fî Acâib'il-hidâyâtı ve'l-hukkâm, Tuhfet'ül-Velî,Tercemet'ül-Ahd, (iki cüz olarak) Şerh-i Ahd-Nâme, Esâs'üs-Siyâse fî Te'sis'ir-Riyâse, Dirâsât'ün-Nehc, Rumûz'ül-Emâre" gibi adlarla şerhedilmiştir; bu Ahd-Nâme'nin şerhi yirmiden fazladır.[11]
Hemmâm Hutbesi diye tanınan ve ittikaayı, mütitakıy-leri, bildiren hutbelerinin on beş şerhi vardır.[12]
Kaasıa hutbesi (Bizde aynı bölümün 26. hutbesi), İstiskaa hutbesi, dînin evvelinin ma'rifet, yâni Allah'ı tanımak olduğuna dâir hutbe (Bizde 1. kısmın 1. Bölümü-nün ilk hutbesi), cenâb-ı Fâtıma'nın (a.s) defnindeki sözleri (5. b. Târîhî hutbeler, 4.) ve bâzı hitâbeleri de ayrı ayrı şerhedilmiştir.[13] Bu şerhlerin bâzılarına ayrıca adlar da verilmiştir.
"Nehc'ül Belâga"nın tam olarak, ihtisâr edilerek, lügatleri tavzîh olunarak, yahut tâlikaat tarzında şerhleri, yetmişi aşmaktadır. Bunlardan başka üç tanesi manzum, otuz yedi tanesi nesirle kırk adet Farsça, beş Orduca, bir Küçerat diliyle şerhi vardır (aynı, s. 111-161).
Bunlardan başka, Hz. Emir'in (a.s) vecîzelerini, kısa sözlerini meşhur Câhiz (225 H. 869), "Mie Kelime- Yüz söz" adıyla toplamıştır ki bu eseri, Safaviyye devri şâirlerinden Âdil ve gene aynı devir ricâlinden Muham-med b. Ebi- Tâlib-i Esterâbâdî, Farsça'ya çevirmişlerdir. Âdil'in eseri, Tehran'da 1304'te basılmıştır.
Ebû- Aliyy-i Tabersî, yahut Aliyy b. Seyyid Fazlullâh-ı Râvendî (573 H. 1178), "Yüz Kelime"yi, harf sırasınca otuz bâba ayırmış ve adını "Nesr'ül-Leâlî" koymuştur. Bu kitap, 1312 de basılmıştır. Hicrî 14. yüzyıl ricâlinden Şeyh Abdüsselâm Ahmed. "Merâku'n-Necâb fî Kavâid'il-kitâbe" de, "Nesr'ül-Leâlî"deki sözleri almıştır.
Reşîdüddîn Muhammed b. Muhammed'il-Vatvât (552 H. 1157), "Tuhfet'us-Sıddıyk, Fasl'ül-Hitâb, Uns'ul-Lehfan" adlarıyla ilk üç halifenin yüzer sözünü topladığı gibi "Matlûbu külli tâlib" adiyle Hz. Emir'in (a.s) de sözünü toplamış, her birerini Farsça bir kıt'ayla terceme etmiştir.
Bunlardan ve Seyyid Radıy'nin "Nehc'ül-Belâga" sonuna aldığı kısa sözlerden başka on tane daha manzum, mensur, Arapça ve Farsça, hatta Fransızca, kısa sözlerinin ve vecîzelerinin şerh ve tercemesi vardır.[14]
Hz. Ali'nin (a.s) kısa sözlerini, bilhassa, "Gurer'ül- Hikem ve Dürer'ül-Kelim" adıyla toplayan, Nâsıhuddin Abdülvâhid b. Muhammed-i Temîmiyy-i Âmidî'dir. 588 yılından on gün önce vefât eden (1192 sonları) İbn-i Şehr-âşûb, Âmidî'yi üstâdlarından gösterdiğine, "Gurer'ül-Hikem"i rivâyet ve nakle ondan icâzet aldığını söylediğine göre, Âmidî'nin, 510 hicrîde (1116) vefât ettiği hakkındaki rivâyetin doğru olması îcâb eder (Reyhânet'ül-Edeb, 1, 2. basım; Çâp-hâne-i Şirket-i Sehâmî-1335, s. 28).
Âmidî, Gurer'ül-Hikem"de, Emir'ül-Müminîn (a.s) 11050 sözünü toplamıştır (6, 1342 Ş. H. s. 493).
* * *
738 de (1337) vefat eden Savcızâde, "Nesr'ül-Leâlî"yi, "Budret'ül-Maâli fi Tercemet'il-Leâlî" adıyla ve her sözü, "mefâîlün mefâîlün feûlün" vezninde Farsça bir beyitle terceme etmiş. Şipâhizâde Ali Galib, Farsça beyitleri birer beyitle Türkçe'ye çevirmiştir ki bu kitap, Nahcuvânîzâde Muhammed'in yazısıyla taşbasması olarak 1315 te Mat. Osmâniye'de basılmıştır. Bu Nahcuvânîzâde'nin, Savcızâde olmasına ihtimâl veremedik.
953'te (1546) yazdığı "Tezkire"sinde 7. yüzyıldan zamanına dek gelen şâirler hakkında, gerçekten de pek değerli bilgiler veren Latîfî Abdûllatîf de (990 H. 1582) "Ners'ül - Lâlî"yi, "Nazm'ul - Cevâhir" adıyla nazmen türkçeye çevirmiştir (Osmanlı Müellifleri; 3, s.135).
Ulemâdan Rusçuk'lu Fethî Ali Osmanzâde, kısa sözlerden kırkını seçip "Terceme-i Kelâm-ı Erbaîn-ı Ali" adıyla Türkçe'ye çevirmiştir. Bu zât, Halvetiyyenin Şa'bâniyye kolundan Kuşadalı İbrâhîm'e (1264 H. 1848) mensuptur; 1274 te (1857) vefât etmiştir (aynı, 1, s.395).
Hazîne-i hâssa müsteşarlığında bulunmuş olan ve kütüphânesi, İst. Üniv. K.nin bir kısmını teşkil eden Hâlis Muhammed de "Gurer'ül-Hikem"den bir seçme meydana getirmiş, küçük boyda 52 sahîfeyi tutan bu eser, taş basması olarak basılmıştır.
Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhlerinden Nesîb Yusuf Dede (1126 H.1714). lügatleri tahlîl, sözleri terceme ve şerhetmek sûretiyle "Nesr'ül Leâlî"yi Türkçe'ye çevirmiştir. Bu esere verdiği "Rişte-i Cevâhir" adı, bizzat kendisi tarafından kitabın yazılış târîhi olarak bildiriliyorsa da bu terkîp, 1121 yılını ifâde etmektedir. Nesîb Dede, "Rişte-i Cevâhir"e, "Mevnevî"den beyitler, Arapça Farsça şiirler katmış, kendi şiirlerini eklemiş, âdetâ "Nesr'ül-Leâlî"yi yeniden yazmış, yeni bir kitap meydana getirmiştir. "Rişte-i Cevâhir", İst. da, Takvîm-i Vakaayyi'Mat.asında 1257 de basılmıştır.
Meclis-i Kebîr-i Maârif Dâire-i İlmiyyesi âzâsından Mustafa Vehbi (Osmanlı Müellifleri, 2, s.19-20), Hz. Ali'nin (a.s) kısa sözlerinden yüz sözü "Mahsûl-i Âlî fî Şerh-i Kelimâtı Ali" adıyla ve her sözden sonra, o sözde geçen kelimeleri gramere tatbıyk edip şerhetmek suretiyle terceme etmiştir. Bu eser, 1288 de Mat. Âmire'de basılmıştır.
Manisa Şer'iye Mahkemesi hâkimi Ali Haydar (1333 H. Osm. Müellif. 1, s.217). "Budret'ül-Maâlî fî Tercemet'il-Leâlî"yi, "Marâsıd'ül-Hikem" adıyla şerhetmiş, "Mesnevî"-den aldığı beyitlerle de îzâhlarda bulunmuştur ki bu eser, 15 Şâban 1298 de taşbasması olarak basılmıştır.
Aynı zât, "Şemmet'ül-Esrâr" adıyla ve Manisa Mevlevîhânesi şeyhi İbrahim Fahreddin Çelebi'nin (1305 H. 1887) emriyle Hz. Emir'in (a.s) yüz sözünü, 18 Şevval 1297 de şerhetmiş ve bu şerh, taşbasması olarak Manisalı Mehmed Tâhir adlı birisinin yazısıyla iki kere basılmıştır; ikinci basımı. 1 Muharrem 1299 dadır.
İst. Burhân-ı Tarakkıy Mektebi, lisan ve Belagat-i Osmânî, fârisî, aruz ve Akaaid Muallimi Hocazâde A. Cevdet tarafından, "Külliyyât-ı İmâm Ali'den birinci kitap -Birinci kısım; Terceme-i Sad Kelime-i Abdullâh-ı Herevî" adıyla, sonunda Hz. Emir'in "yüz sözü, Nesr'ül-Leâlî, Dîvan, Mektûbât, Cümel ve fıkarât" olmak üzere altı kitap çıkacağını vaadettiği bir kitapta yirmi yedi vecîzeyi Farsça "feilâtün mefâilün feilât" vezninde, Türkçe olarak da "fâilâtün fâilâtün fâilât" vezninde kıt'alarla şerhetmiştir. Ancak "Abdullâh-ı Herevî"nin böyle bir kitabı olduğunu bilmiyoruz. Bu eser de matbûdur. Bir kere de, aslı, Câmî'ye atfedilerek Cemâlî adlı birinin tashîhiyle ve Mustafa İzzet'in hurûf-ı cedîdesiyle 1286 da basılmıştır.[15]
Muallim Naci Merhum (1310 H. 1893)da, "Emsâl-i Ali" adıyla Hz. Emir'in (a.s) 283 sözünü, asıllarıyla terceme etmiştir ki bu eser de İst. da, Mat. Ebüzziyâ'da 1303 te tab'edilmiştir.
Hz. Emir'in (a.s), Mâlik'ül-Eşter'e yazdıkları "Ahd-Nâme"leri, Mehmet Celâleddin tarafından, sağdaki kolonda metin, soldakinde tercemesi olmak üzere hazırlanmış, "Şerh-i Ahd-Nâme-i Ali" adıyla, İst. da Şirket-i Mürettibiyye Mat. da 1304'te basılmıştır.
Seyyid  Abdülkaadir-i Belhî'nin (1341 H. 1923) oğlu Seyyid Ahmet Muhtar'ın (1352 H. 1933), "Hânedân-ı Seyyid'ül-Beşer Eimme-i İsnâaşer" adlı ve Hz. Emir'in hâl tercemelerine ait 192 sahîfelik kitabında da, bâzı sözleri, hutbeleri ve sonunda, bu "Ahd-Nâme" terceme ve şerhedilmiştir. Adından da anlaşıldığı gibi, On iki İmâm'ın hâl tercemelerini ihtivâ edecek olan bu kitabın 1. cildinden başka ciltleri, maalesef yazılamamış, 1 kitap, İst. da, 1327 de Ahmet Sâkıy Bey Mat.ında basılmıştır.
Ayrıca Mehmet Âkif Ersoy (1936), Hz. Ali'nin bir devlet adamına Emir-nâmesi" adıyla "Ahd-Nâme"yı Türkçe'ye çevirmiş, Diyanet İşleri tarafından Ankara'da, Ayyıldız Mat. da 1959 da 3. basımı yapılmıştır. 1963'te de Doğangüneş yayınevi tarafından tab'edilmiştir.
Konya Mevlânâ Müzesi yazmaları arasında 650 No. da kayıtlı ve Reşîdüddîn Vatvât'ın "Sad Kelime-i Çhâr yâr-ı güzîn"inin, devrinin çok güzel Türkçe'siyle bir çevirisi vardır. Başta Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleri olduğundan Envanter'e ve Kataloğ'a "Ahâdîs-i Nebî ve Sad Kelime-i Çhâr Yâr-ı güzin" diye kaydedilen bu eserin son kısmı eksiktir 125. a. sonunda, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadislerinin sonunda, bu kitabı, Bedrüddîn b. Himmet-Yâr'ül-Mevlevî'nin 838 yılı Ramazan ayında, Edirne'de (1435) yazdığına dâir bir ketebe vardır ve bu ketebe mütercime aittir; eser, kendi elyazısıdır. 193. a da, üçüncü Halîfe'nin yüz sözü ve tercemeleri bittikten sonra aynı yaprakta, "Kitâb-u Matlûbı Külli Tâlib min Kelâmı Aliyy b. Ebû-Tâlib" başlamaktadır.[16]
Biz de 1940 küsürde, başta Hz. Emir'in (a.s) doğumlarından şehâdetlerine dek hâl tercemeleri olmak üzere 54 hutbe ve hitâbelerini, biri İmâm Hasan'a (a.s) vasiyetleri, biri Mâlik'ül-Eşter'e (r. h.) Ahd-nâmeleri olarak 17 mektup, emir ve vasiyetlerini, 44 hikmet ve vecizeleriyle Dîvan'larından 48 şiirlerini terceme etmiştik. Ankara'da, Emek Basım-Yayınevi tarafından, basıldığı yıl dahi kaydedilmeksizin "İmam-ı Ali Buyruğu" adıyla yayınlanan bu kitabın mevcudu kalmadı.
Elimize, 1956 da, İst. da, Saidi Borak'ın önsözüyle Ege Mat.ında basılan "Hazret-i Ali (a.s) ve Muaviye arasındaki Mektuplar" adlı 46 sahifelik bir kitap geçti. Gevrekzade Hafız Hasan adlı birisi tarafından, Arapça'dan Türkçe'ye çevrilmiş olan bu kitap, Hz. Emir'in, Tırımmah b. Adiyy ile Muaviye'ye gönderdiği mektubu, Tırımmâh'ın Muaviye'yle konuşmasını hikâye ediyor. Baştan sona dek bir masaldan ibaret olan, yazarının ve müterciminin, "Nehc'ül-Belâga"dan bile haberi olmayan, ismi haslar bile yanlış yazılan bu kitabı, Hz. Ali adına yazıldığı için zikretmek zorunda kaldık; özür dileriz.
Türkçe'de Hz. Emir'in (a.s) hutbeleri ve sözleri üzerinde bulabildiğimiz bu çalışmaları bildirdikten sonra artık okuyuculara sunduğumuz bu eseri nasıl hazırladığımızı da biraz anlatalım:
Seyyid Radıy, "Nehc'ül Belâga"yı, önceden de arzettiğimiz gibi iki kısma ve üç bölüme ayırmış, ilk bölüme bilhassa hutbelerini, ikinci kısmın birinci bölümüne, mektuplarını, ikinci bölümüne de vecîzelerini almıştır. Biz de aynı esâsı kabûl ettik. Ancak bu bölümler içinde, mümkün olabileceği kadar konu husûsiyetine ve kronolojik tertibe riâyeti denedik. Tercemede, Şeyh Muhammed Abduh'un "Nehc'ül-Belâga" şerhinin son basımı olan ve Beyrut'ta, "Müesseset-ül-A'lemiyy lil-Matbûât" tarafından geçen yıl yayınlanan son basımını esas  ittihâz ettik; bu basım, dört kısma ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kısımda hutbeler, çeşitli vesîlelerle söylenen sözler, üçüncü kısımda mektuplar, dördüncü kısımda hikmetler ve vecîzeler var. Kendi tertîbimize göre her hutbe, hitâbe ve mektubun, aslının bulunabilmesi için, başına ilk Arapça cümleyi, cilt ve sahîfe numarasıyla aldık. Ancak son kısım olan hikmetler ve vecîzelerde, buna ihtiyaç görmedik. Bu kısma da numara koysaydık, hele Arapça ilk cümleyi alsaydık, hem tertip, hem basım bakımından kitap pek karışık olacaktı. Biz, tercememizi üç kısma ayırdık. Birinci kısmı hutbe ve hitabelere, ikinci kısmı mekputlara, üçüncü kısmı da hikmet ve vecîzelere hasrettik. 1. kısmı beş bölüme ayırdık. 1. bölümde "Allah, Hz. Muhammed (s.a.a), İman-İslâm ve Kur'ân-ı Mecîd", 2. bölümde "Kendileri ve Ehl-i Beyt", 3. bölümde, "Dünya ve Ahiret", 4. bölümde "İçtimâî-İktisadî karakterde olan", 5. bölümde "İlk üç Halîfe ve kendilerinin zamanlarına ait" olan ve târîhi aydınlatan hutbe ve hitâbelerini dercettik. Bu kısımdaki hutbe ve hitâbelerin sayısı 192'dir.
İkinci kısma, mektuplarını, emir-nâme ve vasiyetlerini aldık. Bu kısımda da kronolojik tertîbi gözettik ve bu kısmı dört bölüme ayırdık. 1. bölümü, Cemel savaşından önceki ve sonraki devirlere ait hitâbelerine, 2. bölümü, Muâviye'ye gönderdiği mektuplara, 3. bölümü savaş sırasındaki hitâbelerine ve vasiyetlerine, 4. bölümü, idârî mektuplarına, emir-nâme ve ahd-nâmelerine hasrettik. Bu kısımda da 63 hitâbe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var.
Üçüncü kısma kısa sözlerini, hikmet ve vecîzelerini aldık. Bu kısımda da konuya göre bir tasnîf yapmaya çalıştık. 1. bölüme "Din, İman, Mü'min, Müslim, Kur'ân ve İbâdet", 2. bölüme "Hz. Muhammed (s.a.a), kendileri ve Ehlibeyt", 3. bölüme "Dünyâ-Âhiret", 4. bölüme "Akıl-Bilgi", 5. bölüme çeşitli konulara ait vecîzeler, 6. bölüme târihi ilgilendiren, 7. bölüme de "gerçek, adalet, geçim, insanlık ve savaş" hakkındaki sözlerini aldık. Bu kısmın her bölümünün sonlarına, "Nehc'ül-Belâga"da bulunmayan ve "Gurer'ül-Hikem"de olan sözlerinden de katkılarda bulunduk ve 325 söz seçtik. Böylece hutbeler 192, mektup ve emir-nâmelerle vasiyetler 63, bahisler ve vecîzeler 325, hepsinin tutarıysa 580 oluyor.
Şunu da söyleyelim ki bu tasnîf, sözlerdeki üstün karakterlere göredir. Yoksa meselâ, îman ve Kur'an'dan bahsedilen bir hutbede, dünyâdan, ahiretten, dünyâ ve âhiretten bahsedilen bir hutbede, Hz. Muhammed'den, Ehlibeyt'ten, içtimâî-iktisâdî bölüme aldığımız bir hutbede tarîhî bir olaydan, yahut İslâm'dan bahsedilmiştir; yâni hutbelerde, hattâ mektuplarda ve vecîzelerde, seçtiğimiz tasnîf, tekrâr edelim ki üstün karaktere göredir; yoksa tedâhül, dâima vardır.
Hutbelerde, hitâbelerde, mektuplarda, emir ve vasiyetlerde, hattâ vecîzelerde bir âyet, bir hadise, bir olaya işaret edilmişse, yahut birisine hitapsa, birisinden bahis varsa, o hutbe ve hitâbenin, o sözün altına, işaret edilen numaralarla o âyet ve hadis, o olay, yahut gereken hâl tercemesi, yahut îzah yazılmış, kaynağı da gösterilmiştir ki bu, oldukça etraflı bir şerh mâhiyetini taşımaktadır.
Şeyh Radıy'nin topladığı hutbe ve hitâbeler, 233'ü buluyor. Bunların bir kısmı, çeşitli rivâyetlerden meydana gelmiştir; bir kısmı, duâlarını, bir âyeti ve yâ sûreyi okuduktan sonraki sözlerini, yağmur duâlarını, ashabını mekârim-i ahlâka, ibâdet ve itâata teşviklerini, yahut hilkatteki hikmet ve kudretleri tazammun etmektedir ve çoğu da birbirini tamamlar. Bir hutbede zikredilenler, başka bir hutbede, fakat başka bir tarzda tekrarlanır. Biz, Hz. Emir'in (a.s) hutbelerinin özünü, 192 hutbede bulduğumuz için bunların terceme ve şerhiyle iktifâ ettik.
S. Radıy'nin ikinci bölümünde 76 mektup, vasiyet ve söz vardır. Bunların bir kısmı, ayrı rivâyetlerle gelmiştir. Biz, ikinci, kısımdaki son vasiyetlerini birinci kısma aldık; bu kısımda 72 hitâbe, mektup, emir-nâme ve vasiyet var ki eksiğimiz hiç yok demektir.
Üçüncü kısımdaki sözler ve vecîzeler de "Gurer'ül-Hikem"den seçmelerimizle, diyebiliriz, ki anlamda tekrar olmamak üzere tamdır. Şerhlerde ve sonraki "Bibliyoğraf-ya" da kaynaklarımızı bildirdiğimiz için bu hususta söz söylemeye lüzum görmüyoruz.
İlk olarak "Nehc'ül-Belâga"yı Türkçe sunduğumuzdan, bizi bu emr-i hayra muvaffat ettiğinden dolayı Allah'a hamd-ü senâlar eder, Rasûlüne ve onun Ehlibeytine sonsuz salât-ü selâmlar ihdâ eyler, sözümüze son veririz.
2 Safar'ül-muzaffer 1390
Abdülbâki GÖLPINARLI

 

ALLAH RAHMET VE GUFRÂNINA MAZHAR ETSİN,
SEYYİD RADIY'NİN ÖNSÖZÜNÜN TÜRKÇE'Sİ

Hamd, Allah'a ki ona hamdetmeyi, nimetlerini edâya, belâdan sığınmaya, kurtulmaya vesîle, cennetlerine ve razılığına ulaşmaya bir yol kıldı; ihsanının çoğalmasına sebep etti. Salât-ü Selâm, âlemlere rahmet olarak gönderdiği, kendilerine uyulanlara bile ona uymalarını emir ve takdir buyurduğu, ümmeti aydınlatan bir ışık olarak yolladığı, varlığını kerem hamurundan yoğurduğu, ezelî ululuk soyundan getirdiği, yücelik ağacının kökünden yaratıp üstünlük dalından büyüterek dallarla, budaklarla, meyvelerle yetiştirip geliştirdiği Rasûlüne, onun, karanlık-ları aydınlatan ışıklar, apaçık din yolunun alâmetleri, ölçülemeyecek üstünlük mîzanları olan Ehlibeytine. Onların hepsine de öylesine salât-ü selâm ki üstünlüklerine denk ve eşit, lütuflarına karşılık, soylarına ve asıllarına uygun ve lâyık olsun; tanyeri doğup ağardıkça, yıldız dolunup battıkça rahmet olsun onlara.
Ömrümün dalı henüz terü tâzeydi, henüz yeşermişti ki, selâm onlara, İmâmların husûsiyetlerine, güzel hâllerine ait haberleri, onların incilere benzeyen sözlerini ihtivâ eden bir kitap yazmaya başlamıştım. O kitapta, bu husûsu arzederken belirttiğim gibi maksadım, Emir'ül-mü'minîn'in (a.s) husûsiyetlerini topladıktan sonra zamânın meydana çıkardığı engeller, o kitabı tamamlamama mâni olmuştu. Kitabımı birkaç kısma ve bölüme ayırmıştım; son bölümde de, uzun hutbelere değil de öğütlere, hikmetlere, edeplere ait bâzı sözleri dercetmiştim.
Dostlardan, kardeşlerden bir kısmı o kitabı okudu, beğendi; Hz. Emir'in (a.s) sözlerinin eşsiz, örneksiz oluşuna, fasâhat ve belâgatına hayrân oldu; çeşitli konulara, çeşitli dallara ayrılan sözlerinden bir seçme meydana getirmemi istedi. Çünkü biliyorlardı ki o Hazretin hutbelerinde, mektuplarında, öğütlerinde, hikmetlerinde toplu olarak mevcût olan ve Arapça'nın şaşılacak derecede belâgat ve fasâhatını mündemiç bulunan, dine, dünyâya ait bütün hikmetleri, o derecede toplu olarak ihtivâ eden hiçbir söz, hiçbir kitap yoktur ve olamaz. Çünkü Emir'ül-mü'minin (a.s) gerçekten de fasâhat ve belâgatın menşeidir; belâgat ondan zuhûr etmiştir; fasahât kaideleri, onun sözleriyle yayılmıştır. Hiçbir hatîp yoktur ki onun sözlerine benzer söz söyleyebilsin; hiçbir vâiz yoktur ki onun sözlerinden yardım dilemesin. Bütün bunlarla beraber gene de o, hepsinden de ileridedir; gene de onlar, Hz. Emir'den (a.s) geri kalmışlardır. Çünkü onun sözleri, Allah bilgisiyle ışıklanmıştır, parıldamaktadır; o sözlerde Peygamber'in (s.a.a) kokusu vardır; etrâfa yayılmaktadır.
Hâsılı, isteklerine uydum; bu kitabı, bu kitaptaki sözleri toplamaya koyuldum. Biliyordum ki halk, bu kitaptan pek büyük faydalar edinecek, bu kitabın şöhreti, bütün âleme yayılacak; ecri, sevâbı da âhiret gününde bana bir azık olacak.
Maksadım, o hazretin, ilim, amel, takvâ, şecâat ve di-ğer üstünlüklerdeki yüceliği gibi belâgattaki yüceliğinin de bilinmesi, kendilerinden önce gelip geçen, kendilerinden pek az rivâyetlerde bulunulan bilginlerin, belâgat sâhiple-rinin, hatîplerin belâgatından daha üstün bir belâgata sâ-hip olduğunun, hiçbirinin, onunla boy ölçüşemeyeceğinin meydana çıkmasıydı. Gerçekten de onun sözleri, ucu-bucağı, kıyısı-dibi olmayan bir denizden coşmaktadır ki o deniz, suyunun çoğalmasıyla taşmaz, başkalarının sözleriyle de bulunmaz. Bunun meydana çıkmasını, böylece de Ferazdak'ın, Cerîr'e dediği gibi, ben de
Bunlardır babalarım benim ey Cerîr,
Sende de eşitleri varsa bir yere gelince
göster onları bana, karşıma getir
demeyi isedim.
Gördüm ki o hazretin sözleri birkaç mihver çevresinde dönmede. İlk olarak hutbeleri, emirleri var; ikinci olarak mektupları, üçüncü de hikmetleri, öğütleri. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın tevfîkiyle, önce hutbelerine, sonra mektuplarına, sonra da öğüt ve hikmetlerine birer bölüm ayırmayı, her bölümü yazdıktan sonra, o bölüme ait olup o âna kadar elime geçmeyen, fakat zamanla elde etmeme ihtimâl bulunan sözlerini de ilerde yazmam için birkaç yaprağı açık bırakmayı esas tutarak, bu bölümlerden başka bölümleri girebilecek olanları, meselâ konuşmaları sırasında sorulara verdikleri cevapları da yazmayı gözönünde bulundurarak işe başladım; önce hutbelerini, sonra mektuplarını, sonra da hikmetlerini, öğütlerini seçmeye başladım. Bu bölümlerde, birbirine, konu bakımından uymayanlar, yahut birbirine uyanlar bulunabilir; fakat ben, Hazretin (a.s) sözlerinin tertîbine değil, sözlerini toplamaya çalıştığım, esas maksadım bu olduğu için güzel ve hoş olanlarını, elime geçtikçe yazdım.
O Hazretin şaşılacak hallerinden biri de, hiç kimsenin, üstünlüğünde eşitliği olmayan fasâhat ve belâgatıdır. Zâhitlikte, öğütte, korkutmada, onun düşüncesine ulaşan yoktur; o yücelikte söz söylemek, onun ihâtasına erişmek imkânına hiç kimse sâhip değildir. Bu sözleri okuyup ibretle düşünen kişi, sanır ki o hazretin, dünyâdan nasîbi, ancak zâhitliktir; dünyayı terketmektir, Allah'a kullukta bulunmaktır; o, bir bucağa çekilmiş, yahut bir dağ eteğine sığınmış, halktan ayrılmıştır; kendi duygusundan başka birşey duymaz; kendi soluğundan başka bir şey işitmez; kendinden başka kimseyi görmez. Bu sözlerin, savaş denizlerinde dalgalar yutan, coşup köpüren, savaş deryâla-rına dalıp çıkan, elinde yalın kılıç, haktan baş çekenlerin başlarını bedenlerinden ayıran, ünlü kahramanları, Allah kulluğu yolunda helâk toprağına seren, kılıcından kanlar damlaya-damlaya, canlar döküle-saçılan meydandan dönen birisinin sözleri olduğuna aslâ inanmaz. Oysa, bu hâlle beraber gene de zâhitlikte, gönül alçaklığında, kullukta, dünyânın bütün zâhitlerinin zâhididir; kulluğu üstünlüğe değişenlerin başıdır. Bu hâl, o Hazrete hâs şaşılacak fazîletlerdendir. O zıtları nefsinde toplamıştır; yiğitlikle gönül alçaklığını, üstünlükle kulluğu nefsinde cem'etmiştir.
Bu kitabın ihtivâ ettiği sözleri seçerken, söz bakımın-dan tereddüde düşürenlerine, mâna bakımından tekrar-lanmış olanlarına çok rastladığım olmuştur. Bunun sebebi de o Hazretin sözlerinin rivâyetlerinde ihtilâflar oluşudur. Çok kere, bir rivâyet dayanılarak seçilen ve yazılan bir söz, bir başka rivâyetle, bir başka tarzda da gelmiştir; onda bir cümle fazladır; hattâ mânâ bakımından daha da güzeldir. Bu yüzden, ihtiyâtı elden bırakmayıp seçilen sözlerden birşeyin eksik olmamasını gözeterek, o güzelim sözlerin terkedilmemesine gayret ederek o rivâyeti de yazdım. Zaman uzadıkça ilk rivâyetin unutulması, yahut bilinmemesi yüzünden, kasdî olmamak şartıyla aynı anlamda, fakat başka bir tarzda rivâyet edilmesi de mümkündür.
Bütün bu ihtimâma rağmen o Hazretin sözlerinden hiçbirini bırakmadım, hepsini yazdım gibi bir dâvâya girişmeme imkân tasavvur edilemez. Bana ulaşmayan sözlerinin, ulaşanlardan daha fazla bulunması da mümkündür. Ben ancak, kudretin yettiği kadar çalıştım, çabaladım; gerçeği aydınlatıp doğru yolu apaydın göster-mek ancak Allahu Teâlâ'nın sonsuz lütfüyle olur.
Bütün bu çalışmanın sonucu olarak meydana gelen bu kitaba, "NEHC'ÜL-BELÂGA" adını vermeyi uygun buldum; çünkü bu kitap, okuyanlara, dileyenlere belâgat kapılarını açan, fasâhat kaidelerini onlara ulaştıran bir kitaptır; bilgin kişinin de ihtiyâcı vardır bu kitaba, bilgi öğrenmek isteyenin de; belâgat ve hitâbet erbâbı da ister bu kitabı, züht ve takvâ ashabı da. Sözlerinde, tevhîd, adl ve Allah-u Teâlâ'yı mahlûklarına teşbihten tenzîh hususlarında, dileyenlerin susuzluğunu giderecek, gönüllerdeki dertlere devâ verecek, gözleri her çeşit şüpheden, körlükten kurtarıp aydınlatacak mazmunlar vardır bu kitapta.
Allah-u Teâlâ'dan tevfik, hatâdan ismet, doğruyu bulmada yardım dilerim; dille yapabileceğim hatâlardan önce gönülle düşebileceğim hatâlardan, ayak sürçmesinden önce dilimin sürçmesinden O'na sığınırım; O yeter bana ve O, ne de güzel bir vekildir.

1. KISIM

                             hutbelerİ

1. Bölüm

Allah - Hazreti Muhammed
Sallâllahu aleyhi ve âlihi ve sellem
-İmân -İslâm ve Kur'ân-ı Mecid-

1

Hamd, Allah'a ki övenler onu lâyıkıyla övemezler; nimetlerini sayıp dökenler, onları söyleyip bitiremezler; çalışıp çabalayanlar, hakkını edâ edemezler. Öyle bir ma'buddur ki derin düşünceler onu idrâk edemez; akıl-fikir, denizine dalanlar, zâtının künhüne eremez. Bir sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf yaratılmamıştır ki zatına lâyık bulunsun. Yoktur ona sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman. Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; rüzgarları, rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yer yüzünü, kayalarla perçinlemiş, pekiştirmiştir.[17]
Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemâli, onu tasdik etmektir. Tasdik edişin kemâli, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemâli, ona karşı öz doğruluğuna ermektir. Öz doğruluğunun kemâli onu noksan sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü bilmek gerekir ki ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her sıfat, vasfedilenden gayridir; onunla bilinemez.[18]
Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını ona eşit sayan, ikiliğe düşmüş olur. İkiliğe düşen, tecezzîsini kaail olur; tecezzîsini kaail olan, onu tanımamış olur. Onu tanımayan, ona cihet isnat eder, ona işaret eyler. Ona işaret eden, onu sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Her nerde derse, onu bir yerde sanır, ona mekân isnat eder; bir yerde diyense, başka yeri ondan hâlî sanır.[19]
Vardır, yaratılmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil. İşler yapar; harekete, âlete muhtaç olmadan. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç bulunmadan, hiç bir varın yokluğunu garipsemeden. Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu, düşünüp kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir harekete, âlete muhtaç olmadan işe koyulmadan, koyulup yorulmadan. Her şeyi vaktinde yarattı, birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her şeyde bir istîdat, bir tabiat yarattı; her şeyin maddesini ona göre düzdü-koştu. Her şeyi olmadan bilendir O; sınırlarını, sonlarını kavrayıp kapsayandır O; her şeyin gizli, açık, her yanını bilendir O.[20]
Tenzîh ederim O'nu noksan sıfatlardan, dâima, yarattık-larına, şerîat sahibi bir peygamber göndermiştir; yahut bir kitap indirmiştir; yahut gerekli bir huccet tanıtmıştır; yahut da doğru yolu bildirmiştir. Öylesine peygamberlerdir onlar ki ne sayılarının azlığı yüzünden buyrukları bildirmede bir kusurda bulunmuşlardır, ne yalanlayanların çokluğu yüzünden bir taksîre düşmüşlerdir. Kimisi gelip geçmiştir; kendisinden sonra geleceğin adını bildirmiştir; kimisi çıkıp gelmiştir; ondan önceki onu tanıtmıştır.[21]
Bu yol-yordam üzere çağlar geçmiştir, zamanlar aşmış-tır; atalar geçip gitmişlerdir, oğullar, yerlerine geçip yetmişlerdir. Sonunda, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, va'dini yerine yetirmek, elçiliğini tamamlamak için Rasulullah Muhammed'i göndermiştir; Allah'ın sâlatı ona ve soyuna. Onu tanımak, tanıtmak için peygamberlerden söz almıştır; sıfatları tanınmıştır; doğumu ve doğduğu yer ve zaman yüceltilmiştir.[22]
O gün yeryüzündekiler, ayrı-ayrı yollara sapmışlardı; darmadağın dileklere sarılmışlardı; dağınık yollara sapıtmışlardı. Kimisi, Allah'ı, onun yarattığı şeylere benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup sapıklık etmedeydi.[23]
Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları, vücudunun bereketiyle bilgisizlikten halâs etti onları; sonra da, Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'e noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah kendisine kavuşmayı seçti; katında ihsanda bulunmayı diledi; dünya yurdundan almakla ikrâm etti ona; belâlara eş olmayı reva görmedi ona. Kerem sahibi onu kendi katına aldı; Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun. O, sizin aranızda, peygamberlerin ümmetleri içinde bıraktığını bıraktı. Çünkü peygamberler, ümmetlerini başıboş bırakmadılar; apaçık bir yol bırakma-dan gitmediler; bir bayrak dikmeden onları terketmediler.[24]
Rabbinizin  kitâbı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir, harâmını da. Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe anlaşılanı da beyan edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsir edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir, öyle hükümleri vardır ki, o kitabın, mutlaka bilinmesi için ahit alınmıştır, öyle hükümleri de vardır ki kulların, onları bilmemesi de câiz sayılmıştır. Öyle âyetleri vardır ki kitapta farzdır da neshedilişi, sünnetle bildirilmiştir. Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur, kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir. Bazı hükümleri vaktinde vacîptir, ileri zamanlarda hükmü geçer. Haramlarının da hükümleri çeşit çeşittir; öyle büyük haramlar vardır ki onları yapana cehennem vardır; öyle küçükleri de vardır ki onları yapanların suçlarını örter, bağışlar. Öyle hükümleri vardır ki en azı da makbûldür, en çoğu da yapılabilir.[25]
(Aynı hutbeden):
Hürmeti vacip olan evini (Kâbe'yi) ziyaret edip haccetmenizi de size farzetti; o evi halka kıble kıldı; halk susamış yaratıkların yanıp kavrularak koşuştukları gibi oraya varırlar; sürü-sürü güvercinler gibi oraya sığınırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud, kendi ululuğuna karşı gönül alçaklığını sağlamak, yüceliğini onlara anlatmak için o evi bir sebep olarak icâd etti. Halkın bir kısmını seçti ki onlar, onun çağrısını duydular da icâbet ettiler; onun sözünü gerçeklediler. Peygamberlerinin durdukları yerlerde durdular; arşın çevresinde dolanan meleklere benzediler; ona kulluk etme ticaret yurdunda kârlar elde ettiler, suçları örteceğini vaadettiği yere koşuşup gittiler. Noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce ma'bud, o evi, İslâm için bir alem kıldı; sığınanlara orasını bir harem kıldı. Orayı ziyaret etmeyi farzetti; hakkını tanıyıp korumayı gerekli saydı. Oraya varmanızı farzetti de o noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud buyurdu ki: "İnsanlardan oraya gitmeye gücü yetene, Allah için o evî ziyaret ederek haccetmesi farzdır; inkâr eden eder; Allah, şüphe yok ki bütün âlemlerden müstağnîdir." (Kur'an-ı Mecid, 3, 97).[26]
* * *

2

SIFFÎN'DEN DÖNDÜKTEN SONRA OKUDUKLARI HUTBE

Hamdederim Allah'a, nimetini tamamlamak için; yüceliğine uymak için: O'na isyân etmekten kurtulmak için; O'ndan yardım dilerim yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için. Gerçekten de O, doğru yola sevkettiğini saptırmaz, ona karşı düşmanlıkta bulunanı da kurtarmaz, ihtiyaçtan kurtardığı kişi yoksul olmaz. O'na hamdetmek, tartılıp ağır gelen her şeyden daha ağırdır gerçekten; üstündür saklanıp korunan değerli şeylerden.
Bilirim, bildiririm ki Allah'tan başka yoktur tapacak; ortağı yoktur, birdir ancak. Bu biliş, bildiriş, sınanmış olarak candandır, gönülden; inancı hâlistir, özden. Sağ kaldıkça ona yapışır, sarılırız; uğradığımız korkulardan onunla aman buluruz. Bu inançtır îmân için gerekli olan, lütfe, ihsana başlangıç bulunan; Rahmân'ın razılığını sağlayan; şeytanı sürüp kovan.[27]
Ve bilirim bildiririm ki Muhammed kuludur, rasûlüdür. Onu tanınmış bir dinle gönderdi; üstünde yalım-yalım ateş yakılan, yol yitirenlere yol bulduran dağ gibi belirli âlâmetle, hükmü kesin kılınmış kitapla, parıl parıl parlayan, ışıkla, alev alev balkıyan aydınlıkla, bozulması mümkün olmayan emirle yolladı şüpheleri gidermek, apaçık gerçekleri kesinleştirmek, delillerle halkı kötülüklerden çekindirmek, belâlardan korkutmak için yolladı.
İnsanlar sınanma içindeydiler; öylesine ki din ipi, o yüzden üzülürdü, kopardı; gerçek inanç direkleri yıkılırdı, yatardı. Dinin aslına karışıklıklar düşmüştü; iş darmadağın olmuştu; çıkılıp kurtulunacak yer daraldıkça daralmıştı; vehimlerden sıyrılmak için görecek gözler köreldikçe körelmişti. Doğru yolun adı sanı kalmamıştı; Körlük her yanı kaplamıştı. Rahmân'a isyân ediliyordu; şeytana yardımda bulunuluyordu. İman hor-hakir olmuştu; dayanakları yıkılmış-gitmişti; nişâneleri tanınmaz hale gelmişti; yolları görünmez olmuştu; geçitleri silinip gitmişti. Şeytana itâat etmişti insanlar; onun yollarını tutmuştu canlar; onun kaynaklarından içiyorlardı susayanlar. Şeytanın  bayrakları onlarla yürüyordu; sancağı dikilmişti, dalgalanıyordu. İnsanlar öylesine sınanmalar içindeydiler ki o fitneler, tabanlarıyla eziyordu onları; tırnakları altında  kırıp geçiyordu onları. Neşesinden tırnaklarının ucuna basmış, kalkınmıştı fitneler; insanlarsa o fitneler arasında yollarını yitirmişler, şaşırıp kalmışlar, bilgisiz bir hale gelmişler, fitnelerin içine düşmüşlerdi.
En hayırlı yerde, en şerr komşular arasından gönderdi O'nu, bir haldeydiler ki uykuları uykusuzluktu; sürmeleri göz yaşlarıydı; bilginin ağzına gem vurulmuştu, bir söz söyleyemezdi; bilgisizi ağırlanırdı, sayılırdı, bir sözü iki edilemezdi.[28]
(Bu hutbeden):
O'nun soyu, sırrına sahiptir. O'nun, buyruğu onlardan öğrenilir. Bilgisinin heybesidir onlar; kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin dağlarıdır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur; eli ayağı titrerse onlarla dincelir, dertten kurtulur.
(Aynı hutbeden: Onların düşmanlarıysa,)
Kötülük tohumlarını ektiler; yalanlar, aldanışla suladılar; helâk olup gitmeyi biçtiler, azâba uğramayı derdiler, devşirdiler. Bu ümmetten hiç kimse Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in soyuyla kıyaslana-maz; boyuna onların nimetlerine ulaşan kişiyle hiç bir zaman onlar eşit olamaz. Onlar dînin temelidirler, tam inancın direği; ileri giden döner, onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar da murâda erer. Onlarındır vilâyet hakkının özellikleri elbet, onlardadır vasiyet ve verâset. Şimdi hak ehline döndü; yerine geldi; sâhibini buldu.[29]
* * *

 

49

Hamd Allah'a ki işlerin gizliliklerini örttü, gizledi; fakat ona bütün gizlilikler âşikâr, her şeyden kudretini, sanatını bildiren bir delil eder izhâr; her yanda delilleri berkarar. Gören O'nu göremez; ama görmeyen göz de inkâr edemez; nitekim O'nun varlığını ispat eden gönül de onu göremez. Yücelikte en üstündür; O'ndan üstün bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; O'ndan yakın bir var bulunamaz. Ne yüceliği, yarattığı bir şeyden uzaklaştırır O'nu; ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder O'nu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemiştir; ama O'nun varlığını, birliğini tanımaktan da onları perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık nişaneleri, O'na şehâdet eder, inâdına inkâr edenin gönlü bile varlığını ikrâr eyler. Allah, O'nu yaratıklara benzetenleri, yahut inat edip inkâr edenlerin söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir.[30]

65

Hamd Allah'a; sonradan O'na bir hâl târî olmaz ki âhır olmadan önce evvel olsun, bâtın olmadan önce zâhir bulunsun; O, zevâli olmamak üzere her şeyden evveldir, her şeyden âhır, O'ndan başka birlikle vasfedilen her şey azdır, kimsesizdir; üstün denen her varlık zebundur, âcizdir; kuvvetli denen, zayıftır, kuvvetsizdir; bir şeye sâhip denen, köledir, kuldur. O'ndan başka her bilgi sahibi, bilgisini başkasından elde etmiştir; O'ndan başka her gücü yetenin, gücü yeter de, yetmez de. O'ndan başka her duyan, hafif sesleri duymaz da; çok yüce seslerse kendisini sağır eder, uzaktan söylenenleriyse işitmez de. O'ndan başka her gören, gizli renklere, latîf cisimlere karşı kör olur, görmez de. O'ndan başka her görünen görünmemeyi beceremez de; her görünmeyen, görünmeyi başaramaz da. yarattığını, kudretini sağlamak yüzünden, zamanın sonundan korkmak yönünden, bir benzerinin yardımını dileyerek, bir eşinin emeğini isteyerek, yahut yaptığını istemeyen bir zıdda üstünlük göstererek yaratmamıştır. Fakat bütün yaratıklar, O'nun yarattıklarıdır; O'nun lütfüyle gelişip yetişmededirler; kullardır; O'na karşı alçalmadadırlar.[31]
Eşyaya hulûl etmez[32] ki ordadır densin; eşyâdan ayrı değildir ki aykırıdır, ayrıdır denebilsin. yaratmak ağır gelmez O'na; yarattığını tedbîr ve tasarruf, yormaz O'nu. Hüküm ve takdirinde şüpheye düşmez; takdiri yerindedir, bilgisi tamdır, muhkemdir, emri mutlaka yerine gelir. Azâb eder, kahreder; ama gene de bağışlaması, lütfü umulur. Nimetler verir, lütuflar eder; ama gene de azâbından korkulur.

72

Hazretİ peygamber'e (s.a.a) salavÂt getİrmeyİ bİldİren hutbelerİ

Ey yayılacak şeyleri yayan, ey yüceltilecek şeyleri yücelten, ey gönülleri, yaratılışına, istîdadına göre kötü, yahut iyi kabiliyette halkeden, kulun ve Rasûlün Muhammed'e en yüce rahmetlerinle rahmet et; en fazla bereketlerinle bereketler ver. O'dur kendinden önce gelip geçen peygamberlerin sonuncusu olan; kapanmış şeyleri açan; hakkı hak üzere ilân edip yayan, ortaya koyan. O'dur batılların coşup köpürüşlerini gideren; sapıklıkların saldırışlarını kırıp geçiren. Peygamberliği yüklenmiştir de senin emrini yerine getirmiştir; tez davranmıştır da razılıkların neredeyse, ne ise onlarda acele etmiştir. İleri gitmekten geri kalmamıştır; azminde gevşek davranmamıştır. Vahyine mazhar olmuş, bildirmiş, ahdini yerine getirmiştir; emrin ne ise o yola gitmiştir. Sonunda din ateşini yalım yalım alevlendirmiş, ana yoldan itmeyenlere yol göstermiştir de gönüller, sınanmalara, suça batmalara uğradıktan sonra hidâyete ermiştir. Apaçık bayrakları dikmiştir, apaydın hükümleri bildirmiştir.
O'dur emniyete eriştirilmiş, amana kavuşturulmuş eminin, O'dur senin gizlenmiş, saklanmış bilginin hazînedârı. O'dur herkese yaptığını karşılığı verilecek günde tanığın; O'dur hak üzere gönderdiğin; O'dur halka Rasûlün.
Allah'ım, manevî gölgende geniş mi geniş bir yer ver ona, ihsanından olasıya hayırlar üstüne hayırlar ihsan et O'na. Allah'ım, kurduğu yapıyı yapı yapanların yapıların-dan daha yücelt; derecesini katında yükselttikçe yükselt; ışığını ışıttıkça ışıt; onu elçi olarak gönderdiğinde karşılık tanıklığını kabûl et; sözünü razılığınla makbûl et. Sözü adalete tam uygun olsun; gerçeği batıldan ayırsın, bölsün. Allah'ın, güzel yaşayış, nimetler elde ediş yurdunda, dilenen zevklere, istenen lezzetlere nâil olarak, tam inanca, yücelikler bağışlarına kavuşarak O'nunla bizi buluştur, bizi O'na kavuştur.

90

Hamd Allah'a ki görülmeksizin bilinmiştir; düşünmek-sizin yaratıcıdır. Öylesine bir yaratıcıdır ki her an yaratmaktadır, tedbîr ve tasarruf etmektedir; her an vardır, kaaimdir, dâimdir. Burçları bulunan gökler yaratılmamıştı; büyük kapıları örten perdeler gerilmemişti; kapkaranlık gece kararmamıştı; durgun denizse serilmemişti; geniş yolları olan dağlar dikilmemişti; küçük ve eğri büğrü, şahrem şahrem yollar açılmamıştı; döşenmiş yer yüzü yoktu; güvenç, dayanç sâhibi yaratılmış yoktu; gene de O kaaimdi, dâimdi. İşte budur, böyledir eşsiz-örneksiz olarak halkı yaratan ve onlardan sonra da bâkıy olan; yarattık-larının mâbudu olan ve rızıklarını veren. Güneş ve Ay O'nun rızasını dileyerek yürür giderler, her yeniyi yıpratırlar, köhne kılarlar; her uzağı yaklaştırırlar, yakın ederler.
Yaratan, yarattıklarının rızıklarını pay etmiştir; eserlerini amellerini soluklarının sayısını, hâince bakışlarını, kendilerinden bile gizledikleri gönüllerinden geçen şeyleri, analarının rahimlerinde konaklayacaklarını, babalarının bel-lerinden zuhûr edeceklerini, zamanların sonuna, çağların nihayetine dek saymıştır, bilmiştir. Öylesine bir mâbuddur ki rahmetinin genişliği içinde düşmanlarına olan kahrı, azâbı daralmıştır, çetinleşmiştir; kahrının, azâbının darlığı, çetinliği içinde dostlarının rahmeti genişlemiştir.
Kendisine karşı üstünlük güdeni kahredicidir; O'nunla savaşa girişeni helâk edicidir; O'nunla düşmanlık edeni, O'ndan uzaklaşanı hor hakir bir hâle kor. O'nunla düşman-lığa girişene üstün olur. Kim O'na dayanırsa O, yeter ona; kim O'ndan dilerse O verir ona; kim O'nun yolunda borç verirse O, öder onu, kim O'na şükrederse O karşılığını verir onun.
Allah'ın kulları, yaptıklarınız tartılmadan siz tartın kendinizi; hesâbınız görülmeden siz görün hesâbınızı. Boğazınız sıkılmadan önce soluk alın; zorla sürülüp götürülmeden önce râm olun ve bilin ki kim kendisine yardım etmez, öğüt vermezse, kim kendisini korkutmazsa, korkmazsa, başka bir korkutucu ona fayda vermez; başka bir öğütçünün öğüdü ona tesir etmez.

91

(Mes'ade b. Sadka, İmâm Câ'fer b. Muhammed'is-Sâdık Aleyhimesselâm'dan rivâyet etmiştir: Bir gün birisi gelmiş, Yâ Emir'el-Mü'minin; bize Rabbimizi anlat da O'na sevgimiz çoğalsın, O'nu daha iyi tanıyalım demişti. Hazret bu söze hiddet etmiş, halkı namâza çağırtmış, Kûfe Mescidinde halkı toplamış, mescid dolunca, hiddetleri benizlerinden anlaşılır bir hâlde minbere çıkıp Allah'a hamd ü senâ, Rasûlullah'a salât ü selâmdan sonra bu hutbeyi okumuşlardır. Bu hutbeye "Hutbet'ül-Eşbâh" yâni cisimleri, yaratıkları anlatan hutbe derler ve en beliğ hutbelerinden biridir.)
Hamd Allah'a ki kısmak, vermemek, nimetini çoğaltmaz; vermek ve cömertlikte bulunmak, hayrını lütfünü azaltmaz. Çünkü O'ndan başka her verenin nimeti azalır ve O'ndan başka her vermeyen kötülükte kalır. O'dur nimetlerle kullara bağışta bulunan; O'dur nimetlerin faydalarıyla onları faydalandıran. O'dur ihtiyaçlarından fazla veren, haketmediklerini lütfeden, halk ayâli sayılır O'nun, O'dur rızıklarını vermeyi vaadeden; O'dur rızıklarını takdir eyleyen. Kendisine yönelenlerin yollarını, O'nun nimetlerini dileyenlerin hareketlerini apaçık bildirmiştir; belli-beyan anlatmıştır. Kendisinden isteyene karşı ne kadar cömertse o kadar cömertlikte bulunur.
Öyle bir evveldir ki O'ndan önce hiçbir var yoktur; öyle bir âhırdır ki O'ndan sonra hiçbir var yoktur. Gözbebek-lerini, zâtını görmekten, künhünü anlamaktan âciz kılmıştır. Zâtına nisbetle bir çağ yoktur ki halden hale dönsün, bir mekânı yoktur ki ordan ayrılıp bir başka yere gitmesi mümkün görünsün. Dağlardaki madenler, ne kadar soluk alıp veriyorlarsa, denizlerdeki sedefler, ne kadar ağız açıp gülüyorlarsa, onların sayısınca gümüş ve altın bağışlasa, inciler saçsa, mercanlar devşirip verse, gene de bu bağış, cömertliğine tesir etmez, katındaki hazîneler bitmez; katındaki bütün halkın dileklerine yetecek nimetler öylesine mevcuttur ki tükenmez de tükenmez. Çünkü O öyle bir cömerttir, öyle bir vericidir ki, isteyenlerin istekleri nimetini azaltmaz; ısrarla dileyenlerin dilekleri O'nu nekes kılmaz. Bir bak da gör, Kur'an, O'nun sıfatlarından sana ne bildiriyorsa ona uy ey soru soran, O'nun doğru yolu gösteren ışığı ile ışıklan.
Şeytanın, sana bilmeni teklif ettiği bilgi, kitapta sana farz edilmemiştir; Peygamber sallallahu aleyhi ve âlihî ve sellem'in, ve hidâyete götüren imâmların sünnetinde de eseri belirmemiştir. O'nu bilmeyi, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a bırak; gerçekten de budur Allah'ın sana yüklediği hak. Bil ki bilgide ileri olanlar, o kişilerdir onlar, örtülüp gizlenmiş şeyleri tefsîr etmekteki bütün bilgisizliklerini ikrâr onları gizlenmiş şeylerin yüzüne çekilen perdeleri açmak, o perdelerin ardında neler olduğunu bilmek hevesinden alıkor. Yüce Allah da bilgi bakımından kavrayamadıkları, anlayamadıkları şeylerdeki acizlerini söylemeleri yüzünden onları över ve künhünden bahsetmeleri emrolunmayan şeylerde derine gitmemelerine, bilgide ileri gidiş adını takar. Artık bu kadarını yeter say; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın büyüklüğünü aklınla ölçmeye kalkışma; yoksa helâk olanlara katılırsın; sen de onlardan biri olur, kalırsın.
Öyle bir kudret sâhibidir ki vehimler, kudretinin sonunu bilmeye atılıp koşsa, vesveselerden arınmış düşünceler, O'nun kudret âlemindeki gizliliklere dalıp gitmeye kalkışsa, gönüller, aşka kapılıp sıfatlarının niteliğine ermeye uğraşsa, akıllar, sıfatların da varamayacağı zâtını bilmeye özenip inceden inceye kavramaya çalışsa bile, onları geri çevirir; noksan sıfatlardan münezzeh olun Allah, onları gizliliklerinin kapkaranlık derinliklerine baş aşağı düşmekten kurtarır; onlar da anayoldan çıkıp başka yollara-bellere sapmakla onun zâtını bilmenin, düşüncelere dalmakla üstünlüğündeki ululuğu ölçmenin imkânı bulunmadığını anlarlar; bunu da söylerler, anlatırlar.[33]
Öyle bir yaratıcıdır ki kendinden önce bir yaratıcı mâbud yoktu ki onun örneğine uysun da yaratsın, onun takdirini örnek alsın. Yaratan O'dur ancak, O'ndan başka yaratıcı yoktur mutlak. Bizlere kudretinin tedbîr ve tasarrufunu göstermiştir; hikmetinin eserleri, şaşılacak şeyleri söylemiştir, yaratılmışların O'na muhtâç olduklarını söylemeleri ancak O'nun kudretiyle var olabileceklerini bildirmiştir; aczimiz O'nun kudretini, noksanımız O'nun kemâlini bize tanıtmıştır; O'nu ikrâr etmekten başka bir şey yapamayacağımızı izhâr etmiştir; eşsiz-örneksiz yarattığı, yoktan var ettiği şeylerde, sanatının eserleri, hikmetinin delilleri belirmiştir; her yarattığını, varlığına bir tanık, birliğine bir delil kılmıştır. Yarattığı, sussa da yaratıcısının onu tedbir ve tassarrufu bir delildir ki söyler, durur; eşsiz-örneksiz yaratıcısına delâleti de öylece durur, kalır.
Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm ki seni, yarattık-larının, birbirinden ayrı uzuvları gibi uzuvlara sahip sanıp onlara benzeten, hikmetinle ete, deriye bürüdüğün kemiklere benzer şeylere sâhip sanan, sana cisim isnad eden, seni tanımaya dâir içinden geçen düşünceleri bir şeye bağlaya-mamış, gönlü, eşin, örneğin olmadığına dâir tam bir inanca ulaşamamıştır. Böyle kişi, sanki bu düşüncelere uyanların, O'na eşit tuttuklarına söylediklerini duymamıştır bir an: "And olsun ki gerçekten de biz, apaçık bir sapıklık içindeydik; sizi Âlemlerin Rabbiyle bir tuttuğumuz zaman."[34] yalan söylerler seni putlarına benzetenler, vehimleriyle sana, yaratılmışların sıfatlarını verenler; zanlarıyla seni, cisme sâhip sananlar, onlar gibi seni cüzü'lere bölenler; akıllarıyla kuvvetleri ayrı ve aykırı cisim isnâd edenler. Tanıklık ederim, bilirim, bildiririm ki, seni yaratıklarından bir şeye denk tutan, seni onunla bir sayar; seni bir şeyle denk sayan, hükmü yerinde ve apaçık olarak indirdiğin âyetlerine kâfir olur gider; apaçık deliller olan ve sana şehadet eden sözlerini yalanlar, inkâr eder. Gerçekten de sen, öyle bir Allah'sın ki, akıllara sığmazsın; hatırlara gelen düşüncelere girmezsin; bu yüzden de sınırlanmazsın, bir hâlden bir hâle dönmezsin.
(Bu da aynı hutbeden): Yarattığını takdir etti; takdirini tahkim etti; hikmetiyle tedbîr etti; tedbîrini lütfüyle tedvîr etti; yönelmesi mukadder yere yöneltti onu; o da durağını aşmadı; varacağı yere dek de vardı; taksirde bulunup şaşmadı. Buyruğu neredeyse vardı, gitti; direnmedi. Gerçekten de bütün işler, onun dileğiyle oldu; irâdesi yerini buldu. Eşyanın bütün sınıflarını, onlara dâir bir düşünceye dalmaksızın halketti; bir tasarlamaya girişmeksizin yarattı; yaratışta, çağların meydana getirdiği olaylardan doğan, bir tecrübeden faydalanmadı; şaşılacak şeyleri yoktan ver ederken bir ortağın yardımına dayanmadı. Yarattıklarının yaratılışlarını iradedesiyle tamamladı; onlar da itâatte bulundular ona; dâvetine uydular O'nun; bu hususta ne bir geri kalan oldu, ne bir ağır davranan. Herşeyi düzene soktu; sınırını belirtti; kudretiyle aykırı olanları uzlaştırdı; birbirleriyle bağdaşma sebeplerini ulaştırdı; miktarları, hadleri, tabiatları, durumları bakımından çeşit-çeşit, birbirlerinden ayrı cinslere ayırdı. Yaratıklar meydana getirdi; sanatlarını pekiştirdi; dilediği gibi yoktan var etti onları, icad etti.
(Bu hutbede gökyüzü ve yıldızları anlatırken buyur-muşlardır ki)
Gökleri, bir yere tutturmaksızın yarattı, yollarını tanzim, gediklerini termim etti; buyruğuyla gökten inenlere, yarattıklarına amelleriyle göğe ağanlara, onları râm etti. Bir duman yığınıyken çağırdı onları, bir araya geldiler; sesleri duyulmayan kapılarını açtı; yollarına parıl-parıl parlayan şihaplardan gözcüler dikti; boşlukta titrememeleri için onları kudretiyle kavradı; buyruğuyla durmalarını sağladı. Güneşini, gündüzü için her şeyi gösteren, ayını, gecesi için parlaklığı giderilen bir delil kıldı; ikisini de akıp gidecekleri yerlerde yürüttü; yürüyecekleri yerlerde konaklarını takdir etti de onlarla geceyle gündüzün ayrılmasına, onların yürüyüp gitmesiyle yılların sayısını, sayıların sayılmasını bildirmeyi diledi; dileği de yerine geldi. Sonra bulundukları boşlukta hareket ettikleri medârı tayin etti; göğü yıldızlarla bezedi; öylesine yıldızlar var ki uzaklıkları yüzünden gözlere görülmezler; öyleleri var ki ışıklarıyla göğü bezerler; bazılarını durdukları yerde döndürdü; bazılarını sürdü, yürüttü; kimisini iner, kimisini çıkar bir hale getirdi; kimisini kutlu kıldı, kimisini kutsuz kıldı; hepsi de emir ve irâdesine uydu.[35]
(Sonra Melekleri anlatmışlardır; bu beyanlarından-dır bu sözler):
Onlar ancak, Allah'ın kadirlerini yücelttiği kulladır; O'ndan izinsiz bir söz etmezler; emrine uyarlar da iş görür-ler, kendiliklerinden bir işe girişmezler.
Onları vahyine emin etmiştir, emrine, nehyine dâir emanetleri onlara yüklemiştir de peygamberlere göndermiş-tir. On'ları şüphelerden korumuştur, arıtmıştır; onların içinde onun razılık yolundan sapan bulunmaz; rızasına aykırı iş gören olmaz.[36]

94

Uludur, kutludur O Allah ki yüce himmetler bile onu idrâk edemez; en doğru ve temiz anlayışlar bile onun künhüne eremez. Bir evveldir ki evveline bir ön olamaz; bir ahirdir ki sonuna bir son bulunamaz.
(Bu hutbelerinde Hz. Ali (a.s) peygamberleri (s.a.a) şöyle anlatmaktadırlar):
Onları en üstün kişilere emanet olarak vermiştir; en hayırlı rahimlerde karar ettirmiştir. Onları en yüce bellerden en temiz rahimlere aktarmıştır; onlardan geçenler geçtikçe Allah dinini kurmak ve korumak için yerlerine gelecekleri getirmiştir. Böylece de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın lütfü, Allah'ın rahmeti ona ve soyuna olsun, peygamberlik, Muhammed'e erişmiştir. Onu yetişmek bakımından en üstün yerden yetiştirmiş, dikip boy atmak bakımından en yüce yerden izhâr etmiştir. Bir ağaçtan yetiştirmiştir ki peygamberlerini o ağaçtan meydana getirmiştir; emin kişilerini o kökten seçmiştir. Onun boyu, boyların hayırlısıdır; onun soyu, soyların hayırlısıdır. Ağacı, ağaçların en iyisidir; haremde bitmiştir; kerem alanında boy atmıştır. O ağacın upuzun dalları, budakları vardır; meyvesine herkesin elinin uzanmasına imkân yoktur. O, Allah'tan çekinenin, imâmıdır; doğru yolu bulanın can gözüdür. Bir ışıktır ki parıl parıl parlar; bir yıldızdır ki ışığı balkır durur; bir ışık verir ki parıltısı nurlar saçar. Yolu dosdoğrudur; orta bir yoldur; yordamı gerçektir; sözü hakla batılı ayırır, hükmü adaletin ta kendisidir. Onu, peygamberlerin gönderilmesinin arası kesildiği, halkın iyi işlerden ayakları kaydığı, ümmetlerin bilgisizliğe düştüğü bir çağda göndermiştir.[37]
Allah size acısın, apaçık delillere uyun; yol aydınlıktır, doğrudur, sizi esenlik yurduna çağırmada. Fırsat ve mühlet elinizdeyken uyun o doğru yola. Amel defterleri açık, kalemler yazıp duruyor. Vücutlar  sağ-esen, diller tutulmamış. Tövbe kabûl edilmede, ameller makbûl olmada.
* * *

 

179

(Dı'lib-i Yemâni, yâ Emir'el-Mü'minin, rabbini gördün mü diye sorunca, görmediğime kulluk mu ederim buyurdular. Nasıl gördün onu sorusuna karşılık da buyurdular ki):
Onu gözler, apaçık görüşle göremez; fakat gönüller, İman gerçekleriyle görür. O, her şeye yakındır, fakat onlarla birleşerek değil. Her şeyden ayrıdır, fakat onlara zıt olarak değil. Söyleyicidir, fakat düşünerek, dille, damakla değil. İrâde edicidir, kasıtla, azimle değil. Eşyâyı yapandır, yaratandır, âletle değil. Latîftir, gizlilikle vasfedilemez. Büyüktür, irilikle değil. Görücüdür; duyguyla tavsife imkân yok. Acıyıcıdır, gönül yumuşaklığıyla tarifine imkân yok. Yüzler, onun ululuğuna karşı eğilmiştir, alçalmıştır; gönüller, onun korkusuyla dolmuştur, titrer-durur.[38]

 

[1] - Umdet'üt-Talib fî ânsâbi Âl-i Ebi Talip. Necef'ül- Eşref- 1337 H. 1918; s.193-200. Muhammed Abduh: Şerhu Nehc'il- Belağa; Beyrût; Müesseset'ül-A'lemî basın; M. Abduh'un önsüzü; s.6.
[2] - İbn'ün- Nedîm: El- Fihrist; Mısır, Rahmdniyya Mat. 1348; s.149.
[3] - Süleym için b. Tenkıyh; 2. s. 52- 55; İbn-i Nedîm: Fihrist; s. 307- 308, Küleynî için bk. Tenkıyh; 3, 201- 202; Muhammed Ali Müderris: Reyhânet'ül Edeb; 3, Çâp-hâne-i Şirket-i Sehânî-i tab'ı Kitâb; 1369 H. 1329 Ş. H. s. 379- 381-
[4] - Mısır- 1323 H. 2, Beyn'es- Sûreyn mad. s. 343.
[5] - Âkaa Bozorg-i Tehrânî Muhammed Muhsin: E'z-Zeria ilâ Tasânif'iş- Şîa; 7, 1329 Ş. H. Tehran; s. 187- 193.
[6] - Bütün bu hususların tafsîli, "E'z- Zerîa"nın 7. cildinde, yukarıda, belirtilen sahîfelerdedir.
[7] - İbn-i Ebi'l Hadîd'in hâl tercemesi ve eserleri için "Reyhânet'ül- Edeb"e bk. 5, s. 216-217.
[8] - Reyhânet'ül-Edeb; 5, s. 216-218.
* - İstidlâlle yürüyenlerin yolu tahtadandır; tahta yolsa pek dayanıksızdır.
** - İhlâsı da, ameli de Ali'den öğren; Allah arslanını hîleden, hud'adan münezzeh bil. Değil mi ki (yâ Ali) sen, o bilgi şehrinin kapısısın; değil mi ki ilim güneşinin ışığısın; ey rahmet kapısı, ey eşi, dengi olmayan Tanrı bârigâhı, kapanma, ebedî olarak açık kal. Yiğitlikte Tanrı arslanısın; erlikteyse kimsin; kim bilebilir ki?
[9] - E'z-Zerîa ilâ Tasânîf'iş- Şia, 4, Tehran- 1320- 1322; s. 99-100, 384; 7, 1329 Ş. H. s. 203-204; 12; Necef 1378 H. s.214-215; 14, Necef- 1381- 13961; s. 117-118, 130, 141-142. Terceme ve Şerhimiz, Târîhî hutbeler, 7.
[10] - aynı, 10. Çâphâne-i Meclis - 1375 H. 1956, s. 239; 13, s. 146, 14, s. 122, 129. Bizde, 2. Bölüm; Savaş sırasın-daki hitâbeliri; 11.
[11] - 4, s.119, 14, s. 144-148, 152. Bizde 3. Bölüm; İdârî mektupları emir-nâme ve ahd-nâmeleri, 21.
[12] - 13, s.225-226; 14, s.114-115, 122- 124,133, 145. Bunların biri de Küçerat diliyledir. Bizdeki 4. bölüm, İçtimâî- İktisâdî hutbeler; 27.
[13] - E'z-Zerîa, 13, s.144, 209; 14, s. 118, 126, 133-134.
[14] - Cemâlüddîn Muhammed-i Honsârî'nin "Gurer'ül-Hikem" şerhine Mîr Celâlüddîn'il - Huseyniyy'il - Urumavî Muhaddis'in yazdığı "Önsöz"e bakınız; Tahran Üniv. Yayın. 1. 1339 Ş. H. 1380 H.
[15] - Câmî'nin "Sad Kelime"si için b. Zerîa, 15,1384-1965, s.30.
[16] - Sonu eksik olan ve bilhâssa dil bakımından çok değerli bulunan bu kitabın tevsîfi için, tarafımızdan hazırlanmakta olan "Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu'nun 1. cildine bk. Millî Eğitim Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınlar, Seri: 3, No, 6. Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi-1967; s. 82-84.
[17] - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (İbrahim a.s) 34. âyetiyle, 16. sûrenin (Nahl) 18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (s.a.a) "Allah'- ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuş-tur (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin (Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbîh edilmiştir.
[18] - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, İlâhî hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli İmran, 19) Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada itâat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El-müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, ofset basımı s:175-176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmuştur. Bu âyeti İbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" tarzında tefsir etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" meâlindeki kudsî hadisi  mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin tefsiri bakımın-dan, bu sözün, meâl itibariyle doğru olduğunu söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire-1289, s.62).
Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil vasıtasıyla ve vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son peygamber olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, Nübüvvet, Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere ve kitaplara inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle, nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten, yani Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder.
[19] - Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi, duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ onun zâtına bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Teâlâ'nın zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir.
2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivâsı müeveldir. İstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet husûsunda da kullanılır. İstivâ, "alâ" ile ta'diye edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri  yarattıktan sonra arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu demektir. Gök her cirmi kaplayan fezâdır, arş, tavan, bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi, saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı demek, hükmü kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. Yoksa gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, s.99). Mücessime tâifesi, Allah'ın arşta bulunduğunu kail olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa Allah için muhâldir.
[20] - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiç bir iş yapılamaz. Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müs-tâğnidir, münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, sonunu da bilir.
[21] - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber göndermedikçe hiç bir topluluğu azaplandırmayız" âyeti mucibince (17, İsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir; kimisi bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve ettirmiştir.
[22] - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan Muhammed (s.a.a) ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde, kıyâmet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med  (s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir. 9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği beyan buyurulmaktadır. 61. sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de aynı meâldedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a) dininin son din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul  husûsî  ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusu-dur, dini de son dindir. Ondan sonra peygamberlik iddiâ eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de sömürgenlerin İslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar, yalancılardır.
Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir (3. Âli İmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki: Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid kuruldu dedim, Mescid-i Aksâ buyurdular. İkisinin arasında dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us-Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk).
[23] - Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla tükenmez. İnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, fâiz alıp yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip yeniyordu. Harâm, helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü, yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum görmüyoruz.
[24] - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı, kendilerinin sünnetidir.
[25] - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir. Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılma-sına cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. İçen dünyada da had vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın başkasının hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 181), bâliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki mazeretlerden biri ile mâzur olmayanlara tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli İmran, 182) âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. İbret, "Bak. Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir; mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe benzerler ki koskoca kitapları taşımada" (62; Cumua, 5), "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" (10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38) âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat etmek gerek" (4, Nisâ, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılır; bazı sûrelerin başlarındaki harfler gibi.
Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır:
Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil olmuştur; emir, nehiy, helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da "müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin (İsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin başlarındaki  hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî hikmetleri ihâtadan âcizdir.
Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16. âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli olanın recmi, olmayana had vurulması takarrür etmiştir. Öyleleri vardır ki sünnetle muayyen iken kitapla değişmiştir. İslam'ın ilk zamanlarında Beyt-i Mukaddes'e teveccüh edilerek namaz kılınırken 2. sûrenin (Bakara) 144. âyetinde Mescid-i Harâm'a teveccüh farzedilmiş, sünnet de buna tâbi olmuştur. Öyleleri de vardır ki 4. surenin (Nisâ') 101. âyetinde olduğu gibi seferde namazın kasrına ruhsat verilmişken sünnetle vücûbu sabit olmuştur. Vaktinde vâcip, yâni farz olan, ileride hükmü geçen âyetlerse mensûh âyetlerdir.
Yapanın karşılığı cehennem olan haramlar, büyük günahlardır; suçluları bağışlananlar da küçük günahları işleyip nâdim olanlardır. Azı makbûl olan, fakat çoğu da yapılabilen emirler, meselâ namazda Hamd'den sonra en kısa sureyi okumaktır; fakat insan, en uzun sûreyi de okuyabilir.
[26] - Kur'ân-ı Mecid'in 2. sûresinin (Bakara) 158, 189, 196-200, 3. sûrenin (Âli İmrân) 97, 9. sûrenin 3. âyetinde haccın farz olduğu bildirilmektedir. Haccın iktisâdî ve içtimaî faydaları pek çoktur. İslâm'ın merkezi olan yerde, her taraftan gelip toplanmak, İslâm ülkelerinin imârını, terfihini sağlaya-cağı gibi imân edenlerin bir araya toplanmaları, birbirleriyle tanışmaları, görüşmeleri yılda bir kere umûmi bir İslâm kongresi mâhiyetini taşır. Beytullah, İslâm'ın kıblesi, toplum yeridir. Orası Müslümanlara haremdir; hürmeti vâcip yerdir. Hac esnasında ihrâma bürünen, âdeta ferdiyetinden ölmüş, beşeriyetten çıkmıştır; meleklere benzemiştir. Eli-kolu yoktur; canını Hakk'a teslîm etmiştir. Hiç bir şeyi, hiç bir yaratığı incitemez; tam bir teslîmiyettedir. Bu da ayrıca terbiyevî ve ahlâkî yönüdür. Bundan dolayıdır ki hacca, İslâm dininde büyük bir ehemmiyet verilmiş, bedenî ve malî durumu iyi olanın, yol da eminse bu farîzayı terketmesi, küfürle eşit tutulmuştur (3, 97).
[27] - Yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için; yâni O'ndan yardım dilerim herhalde ve O'dur her hâceti revâ eden, O'na hamdetmekten mahrûm olmamak, bu mânevî yoksulluktan kurtulmak için O'ndan yardım isterim demektir.
[28] - İnsanların, Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilme-sinden önceki hallerini anlatmaktadır. Hidâyet gerçekten de bilinmez olmuştu. Şeref soya sopa bağlıydı, üstünlük ancak kahırla, zulümle elde edilirdi. Elle yapılan putlara kulluk etmek, fakat istenilen elde edilemezse onlara hakarette bulunmak âdetti. İlk kız çocuğu olanın onu, diri diri gömmesi, şerefini korumak için bir vecîbe idi. Kölelik câriyelik bir geçim vasıtasıydı, hürriyet adı anılmaz bir mefhumdu; fazilet bir muammadan ibaretti; batıl inançlar revaçtaydı. Arap yarımadası bu halde olmakla beraber yeryüzünün başka tarafları da sapıklık içindeydi. Mûsevîlik, ırk üstünlüğünü güden, âhireti düşünmeyen, düzeni, başka milletler hakkında mubah sayan bir din haline gelmiş, Hristiyanlık, putperestlik olmuştu. Temizliğin adı sanı yoktu. Din namına ahlâksızlık ve zulüm herkesi bezdirmişti.
En hayırlı yer, Mekke ve Beytullah'tır; o evin en kötü komşuları da müşriklerdir.
[29] - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerine geçen zâtın, Allah'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç "İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imâmetine inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm Muhammed'ül Bâkır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s) zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s) uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer mezheplerden bilhassa ayıran inançtır.
(Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s), hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de vardır.)
[30] - "Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inâdına inkâr ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Neml,14).
[31] - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fenâ bulunduğundan ve bâki yalnız kendisi olduğundan âhırdır; evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevâli de yoktur. Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür, bu bakımdan zâhirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen olmadığından bâtındır; delilleriyle zâhir, yarattıklarının duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zâhirî yakınlığı olmamak üzere zâhir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır, hayat veriş bakımından zâhir, öldürüş bakımından bâtındır tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî oluşuyla âhır, birliğiyle zâhir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil olmakla âhırdır; hikmetiyle zâhirdir; bilgisiyle bâtındır da denmiştir.
[32] - Hulûl, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey birleşirse buna ittihâd denir. Allah tebâreke ve Teâlâ hiç bir şeye hulûl etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir, bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır.
[33] - Bu kısımda Allah Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "Allah'ın halkında düşünün, Allah hakkında düşünmeyin, sonra helâk olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a), "Halkı düşünün; Hâlıkı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir (Cami'üs Sagıyr, 1, s.111). Bu hadisler, Allah'ın kudretini, hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine, hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir. Aynı zamanda, "Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların yorumlarını ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7). Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin 9. notunda izah etmiştik; bakınız.
[34] - 26. sûrenin (Şuarâ') 97-98. âyetleridir. Bu kısmında Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni Allah Süphanehu ve Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara, putları, O'na eşit, yâhut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır.
[35] - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu, boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn) 38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider; bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner. Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38. sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir.
Yıldızların kutlu, kutsuz oluşuna gelince:
Hazret-i Emir'ül-Mü'minîn (a.s), Haricilerle, Nehrevan savaşına giderlerken Eş'as b. Kays-ı Kindî'nin kardeşi Afif b. Kays, Yâ Emir el-Mü'minîn, şimdi gidersen korkarım, üst olamazsın; yıldız bilgisi bunu gösteriyor demişti. Bu adam, yıldız bilgisi bilgini geçinirdi. Hazret-i Emir (a.s) buyurdular ki:
Sen sanır mısın ki bir saat var, o saatte gidene kötülük erişmez ve bir saat da var ki o saatte gidene, korkarsın, zarar erer?
Kim bu sözünü tasdik ederse Kur'ân'ı tekzib eder; zanneder ki dilediği, sevdiği şeye ermek, erişmek için Allah'ın yardımına muhtaç olmaz, kötülüğü gidermek için O'nun yardımına ihtiyaç duymaz. Senin bu sözüne uyanın, Rabbine değil, sana hamd etmesi gerekir. Çünkü sen, zannınca onu, fayda elde edecek yola götürmedesin, zarardan da emin etmedesin.
(Sonra halka dönüp buyurdular ki:)
Ey insanlar, sakının yıldız bilgisi öğrenmekten; ancak karada, denizde, yıldızlarla yol bulacak kadar bir bilgi belleyebilirsiniz. Çünkü yıldız bilgisi, insanı gaybden haber vermeye götürür; müneccim, gaybden haber verene benzer; gaybden haber veren büyücü gibidir; büyücü ise kâfir gibi. Kâfirse cehennemdedir. Yürüyün Allah'ın adıyla (Muhammed Abduh Şerhi, 1, s. 128-129).
Gaybden haber vermek davasında bulunmaya "Kehânet", bu davayı güdene "Kâhin" denir. Hazretin sözlerinde de böyle geçmektedir; remil, cefr vesaire gibi bilgileri bildiklerini iddia edenler de bu hükme girer.
Hz. Peygamber (s.a.a), büyü, üfürükçülük, kuşların uçuşundan hüküm çıkarmak, kâhînlik, yıldız bilgisi, muska takmak gibi batıl inançları tamamıyla men etmiştir. Câmi'us-Sagıyr, 1, s.31, 67, 123, 2. 116, 140, 148, 142, 187; Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.87, 120). Hattâ Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Ali, yıldız bilgisi bildiğini iddia eden kişi ile düşüp kalkma" buyurmuştur (Künuz'ül-Hakaaık, 2, s.206).
Bütün bunlara nazaran kutlu, kutsuz yıldız, arza tesîrî bakımındandır; yoksa yıldızlar da Allah'ın mahluklarıdır; kutluları, kutsuzları yoktur.
[36] - Mes'ade b. Sadka, İmâm Muhammed'ül-Bâkır ve Ca'fer'üs-Sâdık'a ulaşmıştır. Emir'ül-Mü'minin'in hutbelerini hâvi bir kitabı vardır (Tenkıyh, c.3, s.212).
[37] - Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Gerçekten de Allah mahlûkatını yarattı ve beni onların en hayırlı bölüğünden kıldı. Sonra kabilelerden hayırlısını seçti; beni en hayırlı kabileye mensup etti; sonra evleri seçti; beni en hayırlı eve verdi; ben hem en hayırlınızım, hem en hayırlı evdenim" ve "Allah İsmâil evlâdından Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğulları'nı seçti; beni de Hâşimoğulları arasından seçti" buyurmuşlar (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.56, 58) ve atalarını saydıktan sonra kendisine ve atalarına câhiliyyet kirleri bulaşmadığını, Âdem'den îtibâren atalarının, nikâhla doğdu-ğunu, soy ve baba bakımından en hayırlı bulunduklarını bildirmişlerdir (aynl, s. 89).
[38] - Dı'bil, Hazret-i Emrî'nin (a.s) ashabından bir zattır. "Gözler apaçık göremez" sözünde, 6. sûrenin (En'âm), "Gözler onu göremez, O, gözleri görür, O'dur lütfu bol ve herşeyden haberdar" meâlindeki 103. âyet-i kerîmesiyle 7. sûredeki (A'raf), Hz. Mûsâ'ya (a.s), "Beni kesin olarak göremezsin sen" meâlini taşıyan 143. âyet-i kerîmesindeki beyana işaret vardır. Bu âyette, Rabbin dağa tecellîsini İbn-i Abbâs, nûrunun tecellisi, Hasen, vahyinin tecellisi olarak tefsîr etmişlerdir. 75. sûrenin, "O gün yüzler parlar; güzelleşir ve Rablerine bakarlar"; meâlindeki 22. ve 23. âyetlerinin tefsîrinde, 23. âyetteki "Nâzıra" sözünü, "Rablerinin, lütfunu, nimetini beklerler lütuf ve ihsanlarına bakarlar" denmiştir; bu tefsir, yukarıdaki iki âyet-i kerîmenin meâline uyar. Görülen şeyin bir mekânda olup görenle arasında, görülebilecek bir mesâfenin bulunması, görüşün bir zaman dahiline girmesi, görülen şeyin cisim, hayyiz sahibi olması, bu takdirde mürekkep olup tahallülüne de imkân tasavvur edilebilmesi  düşünülerek Allah-u Teâlâ'nın bu gibi evsaftan münezzeh olduğunu kaail bulunanlar, rü'yeti münteni' kabul etmişlerdir ki Eimme-i Hüdâ (Aleyhimüsselâm)dan gelen haberlerin hepsi, bunda müttefiktir. Allah'ın maiyeti, kurbeti, mekân ve zaman kayıtlarından müberrâ olup ilmiyledir; kelâmı, vahiy sûretiyledir; ilmiyle duyulan, görülen şeyleri semî ve basirdir; nitekim dirliği de zâtidir; bu bakımdan, hayydır, ezelî ve ebedî, yani kadîm ve bâkidir. Kudretiyle irâde eder, irâdesiyle mükevvindir. Hülâsa sıfatları da zâtı gibi idrâk edilemez; O'nu tavsif, teşbîhi icab eder ki bu da batıldır.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------



Hazreti Muhammed

sallâlhahu aleyhi ve âlihi ve sellem

Hakkında

95

Allah onu öyle bir çağda yolladı ki, insanlar sapmış-lardı, şaşırmışlardı. Fitne yoluna ayak atmadaydılar; olmayacak şeyler, onları doğru yoldan alıkoymuştu. Büyükler (büyük sandıkları kişiler), onları gerçek yoldan saptırmış-lardı; bilgisizler, bilgisizlikle onları aşağılatmışlardı. İşlerinde şaşkına dönmüşlerdi; cehil yüzünden belâya düşmüşlerdi.
Onlara öğüt vermede direndi; doğru yola yürüdü; onları hikmete, güzel öğüte çağırdı.
* * *

96

Hamd Allah'a ki evveldir, ondan evvel bir var yok; âhırdır, ondan sonra kalan yok. Zâhirdir, fevkinde bir varlık bulunamaz; bâtındır, ondan başka bâtına erişen olamaz.
Hz. Muhammed'in, (s.a.a) Karar ettiği yer, karar edilecek yerlerin en hayırlısıdır; yetiştiği yer, yetişilen yerin en yücesidir. Kerâmet mâdenlerinde yetişmiş, selâmet yaygısının yayıldığı yerlerde gelişmiştir. İyi kişilerin gönülleri ona yönelmiştir; inananların gözleri, ona meylet-miştir. Allah, eski kinleri onunla gömmüştür; gönüllerdeki düşmanlıkları, onunla söndürmüştür. Onunla, inananları uzlaştırmıştır, kardeş etmiştir. O'nunla şirki îmandan ayırmıştır. O'nunla, alçalışı yüceltmiştir; onunla yüceliği alçaltmıştır. Sözü anlatıştır. O'nun; susması, söz söyleyişidir.[1]

160

Bir hutbesinden Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem’i anlatan sözleri
Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü O'nda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah'a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, O'nun izini izleyen kişidir.
O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en açıydı yemek bakımından. Dünya ona arzedildi, O kabûl etmedi bile. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiç bir ayıp olmasa da yalnız Allah'ın Rasûlünün buğzettiğini sevsek, Allah'ın ve Râsûlünün küçülttüğünü büyültsek, Allah'a karşı durmak, Allah'ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.
Yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakka-bısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.
Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını diler. Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken; Rasûlullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.
Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed'e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti, yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah'a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse bilinmesi gerektir ki dünyayı O'nun için yayıp döşediği halde O'na ve O'na en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de O'nun izini izlemesi, O'nun konduğu yere konması gerekir, yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.
Gerçekten de Allah, Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kıyâmete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu olarak gönderdi; O'ysa dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; âhirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üstüne koymadan yolunu tuttu, Rabbinin dâvetine icâbet etti. Allah bize ne büyük bir lütufta bulunmuştur ki Onu bize muktedâ olarak gönder-miştir; O'nun izini izlemekteyiz; yolunda gitmekteyiz.
Andolsun Allah'a ki şu yünden dokunmuş abamı kendim yamadım; yamattığım kişiden utandım artık; çünkü bana bu kadar yamadan sonra hâlâ mı giyeceksin, atmayacak mısın artık bunu dedi. Ben de, uzaklaş benden dedim ona; sabah olup gün ışıyınca halk, gece yol alanları över.[2]

 

161

Hazret-İ Peygamber Sallallahu aleyhİ ve Âlİhİ ve Sellem’İ, Öven hutbelerİnden

Onu apaydın ışıkla, görünüp duran, şüpheleri gideren, delille apaçık yolda, insanları sapıklıktan kurtaran, doğru yola sevkeden kitapla gönderdi. Mensûp olduğu boy, en hayırlı boy; ağacı en hayırlı ağaç, dalları, budakları güzel ve doğru; dileyenler meyvelerinden kolayca yiyebilirler. Doğduğu yer Mekke, göçtüğü yer, tertemiz şehir, Medîne. Anlayışı orada yüceldi; ünü ordan duyuldu.
O'nu, yeter bir delille, şifa veren öğütle, halkı düzene sokacak bir dâvetle gönderdi; bilmeyen ilâhî hükümleri O'nunla belirtti, bildirdi; noksan ve ayıplanacak bid'atları, âdaletleri, onunla söktü, attı; uyulması gereken şeyleri O'nunla tebliğ etti.
İslâm'dan başka bir din arayanın kötülüğü meydandadır; onun kutluluk bağları kopar; başaşağı düşer gider, uzun bir hüzne daldıktan, çetin bir azâba uğradıktan sonra belki döner gelir.[3]

163

Hamd kulları yaratana, yeryüzünü döşeyene, suları yeryüzünde akıtana, yerleri sellere düzleyene. Evveline bir başlangıç, ezelî oluşuna bir son yok. Evveldir, zevâli olmaz; bâkidir, sonu olmaz. Alınlar ona secde eder; dudaklar birliğini söyler. Yarattığı şeyleri sınırladı, benzerlerinden ayırdı. Vehimler, düşünceler, sınırlarla, hünerlerle O'nu takdir edemez; akıllar, uzuvlara âletlere benzeterek O'nu bilemez; O'na bir zaman vardı denemez; zaman isnâd edilemez; hakkında ne vakte dek diye de soru sorulamaz. Görünendir, eserleriyle; neden ve nereden diye bir suâle imkân yok. Görünmeyendir zâtiyle, nerede gizlidir diye de sorulsa buna da bir beyân yok. Ne cismi vardır, görünür; ne bir hicâp altına girer; bilinir. Ne zâtiyle eşyâya yakındır ki bir şey densin; ne kudretiyle eşyadan ayrıdır ki ayrılmıştır densin. Kullarının bakışları, geceleyin adım atışları, karanlıkta dinlenişleri, karanlıklara dalışları, gizli değildir O'ndan. Aydınlatıcı Ay, O'nun bilgisiyle, irâdesiyle doğar, âlemi aydınlatır. Ardından aydın güneş doğar, âlemi ışıtır, batar. Zamanlar döner; günler, geceler geçip gider. Gece yüz gösterir, gelir; gündüz olur, biter; O hepsini bilir, hepsini görür. Bilgisi, her şeyin, her işin sonunu ve müddetini, zamanını ve sayısını kaplar, kavrar. O, sıfat takdir edenlerin, mekân tayin eyleyenlerin takdirinden münezzehtir; tayininden yücedir. Sınır, O'nun yarattıklarına aittir. O'ndan başkalarına mensuptur. Eşyâyı, ezelî olan, ebedî maddelerden yaratmamıştır; yaratılanı O yaratmıştır, O sınırlamıştır; şekil ve sûret sahibi olanların şekillerini, sûretlerini o tasvîr etmiştir; ne de güzel şekil vermiştir, ne de güzel sûretle bürümüştür. Hiç bir şey O'ndan çekinemez; hiç bir şeyin baş eğmesi O'na fayda vermez. Ölüp gidenleri bilmesi, diri kalanları bilmesi gibidir; yüce göklerde olanları bilmesi, aşağılık yerlerde olanları bilmesi gibidir.
(Aynı Hutbeden):
Ey doğru, düzen yaratılmış mahluk, ey rahimlerin karanlıklarında yetiştirilen çocuk, toprağın özünden yaratılmaya başladın, kuvvetli bir karar yerine kondun, bilinen bir zaman, orada durdun; takdir edilmiş bir müddet içinde de dünyada kaldın. Ana karnında bir yavrucaktın, oynar dururdun; ama ne çağırana seslenebilirdin, ne söyleneni duyardın. Sonra o karar ettiğin yerden, hiç görmediğin âleme çıkarıldın; oranın faydalanılacak şeylerinden de haberin yoktu senin. Ananın memesinden gıdalanmayı kim öğretti sana? Arama, isteme yerlerinden ihtiyacını gidermeyi kim belletti sana?.[4]
Bir sûrete, bir şekle, bir heyete bürünmüş, âzâya sâhip olmuş bir yaratığın sıfatlarını bile bilmekten âciz olanın, yaratıcısının sıfatlarını bilmesi ne kadar da uzak; elbette yaratılan, bu hususta daha da âciz olacak. Yaratılmışların hadlerini anlamak imkânı yokken yaratan hakkında söz söylemek; ne de boş; bu, öyle bir şey ki mümkün değil, olmayacak.

176

Kur'an-I Mecİd'İ Vasfeden bİr hutbelerİ

Allah'ın beyanıyla faydalanın; Allah'ın öğüdüyle öğüt-lenin; O'nun öğüdünü kabûl edin, tutun. Çünkü Allah, sizin özürler getirmenize karşı açık deliller serdetti; sevdiği işleri size bildirdi; hoşlanmadığı şeyleri anlattı; bütün bunları da buyruklarına uymanız, nehyettiği şeylerden kaçınmanız için izhâr etti.
Gerçekten de Allah'ın Rasûlü, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, şüphe yok ki cennet hoşa gitmeyen şeylerle kaplanmıştır, cehennem de isteklerle kaplanmıştır buyur-muştur.[5] Bilin ki hiç bir tâat yoktur, ancak tabiatın hoşlan-madığı şeye dayanır ve hiç bir isyân ve suç yoktur, ancak nefsin isteğine, dileğine bağlanır. Allah rahmet etsin şehvetinden kaçınan, nefsinin dileğini söküp atan kişiye; çünkü şu nefis, insanı olmayacak şeylere sürükler, götürür; insan, onun dileklerini söküp atmadıkça boyuna onun dileğine uyar, suça, isyâna düşer gider. Bilin ki Allah kulları, inanan, nefsinden zanlara düşerek, onun düzeninden emin olmadan sabahlar, akşamlar; boyuna nefsini ayıplar, onu kınar durur.
Sizden öncekiler gibi olun; sizden önce gidenlere uyun; onlar, dünyada, göçecek kişiler gibi çadır kurdular, konaklardan göçen kişiler gibi konakları bırakıp göçtüler.
Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol gösterme-de insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan, doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye Kur'ân'dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye ona uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize O'ndan şifâ dileyin; güçlüklerinize O'ndan yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devâdır ki o da küfürdür, nifâktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan Kur'ân'la dileğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu vesile ederek halktan bir şey istemeyin; çünkü kullar, Allah'a, O'na benzer, O'nun değerine denk değerli başka bir şeyle yönelemezler.
Bilin ki O şefaatçidir, şefaati kabûl edilir; öylesine bir söz söyleyendir ki sözü tasdik olunur; Kur'ân kıyâmet gününde kime şefâat ederse şefâati kabûl olur ve Kur'ân, kıyâmet gününde kimin aleyhinde söz söylerse sözü makbûl sayılır.[6]
Çünkü kıyâmet günü bir nidâ eden nidâ eder de der ki: Bilin, Kur'ân'dan başka bir şey eken, ektiğini biçerken belâlara uğrar. Artık siz de O'nu ekin, O'na uyun; Rabbinize O'nu delil eden; nefislerinize O'nu öğütçü yapın; kendi reyleriniz O'na uymazsa reylerinizi töhmetleyin; dilekleriniz O'na aykırıysa dileklerinize hıyânette bulunun.
İyi işe koyulun, iyi işe; sonra da sona dek çalışın, sona dek. Doğru olun, doğru; sonra da dayanın da dayanın; sakının da sakının. Bilin ki size bir son vardır, sonunuza yönelin. Bilin ki size alâmetler dikilmiştir, onlara uyun da yol alın; bilin ki İslâm için bir son durak vardır; o durağa yürüyün.
Allah'a, size hakkından vâcip ettiği şeyleri edâ ederek, bildirdiği vazifeleri yaparak ulaşın. Ben tanıkım size, kıyâmet gününde de hüccet getiren, delil azhâr edenim size. Bilin ki kader, olup biter, kazâ gelir çatar. Ben Allah'ın vaadiyle, deliliyle konuşuyorum sizinle. Yüce Allah buyurmuştur ki: "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra da doğru yürüyen kişilere melekler inerler de korkmayın, mahzûn olmayın, muştuluk size, size vaadedilen cennetle derler."[7] Siz de Rabbimiz Allah'tır dediniz ya, o halde kitabına uyun da doğru olun; emrine uyup kulluğunda doğru yola gidin de doğrulukta bulunun. Sonra da o doğru yoldan ayrılmayın; o yolda bidatler meydana getirmeyin; o yola aykırı harekette bulunmayın. Çünkü ayrılanlar, gerçekten ayrılırlar; kıyâmet gününde, Allah katında, rahmetine ulaşamazlar.
Bundan sonra da halkı ayırmaktan sakının, dilinizi uz tutun; gönlünüz başka düşüncede, diliniz başka sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerektir. Çünkü bu dil, serkeştir; sâhibini eğri yola götürür, saptırır. Andolsun Allah'a ki ben, çekinen kulun, dilini zaptetmedikçe çekinmesinden faydalandığını görmedim. Çünkü inananın dili, gönlünün ardındadır; münafığın gönlüyse dilinin ardında. İnanan, bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir düşünür, hayırsa söyler, şerse vazgeçer. Münâfıksa diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir, hangi söz zarar, düşünmez bile. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, "Bir kulun îmânı, gönlü doğru olmadıkça doğru olmaz; gönlü de, dili doğru olmadıkça doğrulmaz" buyurmuştur.[8]
Kim yüce Allah'a, avucu Müslümanların kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak isterse, dilini onların ayıplarından korusun, bunu yapsın.
Bilin ey Allah kulları, gerçekten de inanan bu yıl helâl bildiğini geçen yıl da helâl bilir; geçen yıl hâram saydığını bu yıl da hâram sayar. Harâm olan şeylerden, insanların helâl saydıkları, size helâl olmaz; helâl, Allah'ın helâl ettiği şeydir, harâm da Allah'ın harâm ettiği şey.
İşlerde tecrübeniz var, onlarda tedbirde bulundunuz; öğütler verildi sizden öncekilerin halleriyle, örnekler gösterildi size; apaçık işe çağrıldınız; bunu ancak sağır duymadı, kör görmedi.
Allah'ın belâlarla sınadığı, tecrübelerle denediği kişiye hiç bir öğüt fayda veremez, tanımadığı, inkâr ettiği kusûr, önüne çıkagelir; tanıdığı şey, önünde belirir; o vakit inkâr ettiğini anlar, ikrâr ettiğini tanır, bilir.
İnsanlar iki bölüktür: Bir bölüğü şeriata uyar; öbür bölüğü bidate sapar. Bu ikinci bölüğün, noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan ne bir delili vardır, ne bir ışığı. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, hiç bir kimseye Kur'an'a benzer başka bir şeyle öğüt vermez; çünkü Kur'ân, Allah'ın sağlam ipidir, emin sebebidir; gönüllerin bahârı ondadır; bilgilerin kaynakları onda; gönüle ondan başka bir şeyle cilâ olamaz; ondan başka bir şey gönlü parlatamaz. Böyle olmakla beraber gene de ondan öğüt alanlar, ona uyup yol almışlardır; unutanlar, unutmaya kapılanlar, yolda kalakalmışlardır.[9]
Bir hayır gördünüz mü, ona yardım edin, bir şer gördünüz mü, bırakın onu, gidin. Çünkü Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rahsûlullâh: "Ey Âdemoğlu, hayır işle, şerri bırak; o vakit cömert olur, orta yolu bulursun" buyurmuştur.[10]
Bilin ki zulüm üç kısımdır: Bir zulüm var, bağışlanmaz, bir zulüm var, terk edilmez; cezâsı verilir; bir zulüm var, bağışlanır, cezası aranmaz. Bağışlanmayan zulüm. Allah'a şirk koşmaktır. Yüce Allah, "Gerçekten de Allah kendisine şirk koşanı bağışlamaz" buyurmuştur.[11] Bağışlanan zulüm, kulun bâzı küçük şeylerde, hoş olmayan işlerde kendisine zulmetmesidir.[12] Terk edilmeyen zulümse, kulların birbirlerine zulmüdür. Burada kısâs pek çetindir; o da bıçakla yaralamak, kamçıyla vurmak değildir; bunlar, onun yanında pek küçük kalır, pek ehemmiyetsiz sayılır.[13]
Sakının Allah dininde renkten renge girmekten. Çünkü gerçeğe ait olup hoşlanmadığınız, fakat birleşerek yaptığı-nız şey, batıla dâir severek, fakat birbirinizden ayrılarak yaptığınız şeyden hayırlıdır. Gerçekten de, noksan sıfatlar-dan münezzeh olan Allah, ayrılıkla ne geçmiş kavimlerden birine hayır vermiştir, ne şimdiki topluluklardan birine hayır verir.
Ey insanlar, ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbı, onu insanların ayıplarını görmekten alıkor; ne mutlu o kişiye ki evinde oturur, rızkını yer, Rabbinin kulluğuyla meşgul olur, kendi hatâlarına ağlar, kendisiyle uğraşır; halk ondan rahattır, esendir.
* * *

198

İslAm ve kur'Ân'A aİt bİr hutbelerİnden

Sonra bilin ki bu İslâm dini, Allah'ın seçtiği, kendi inâyetiyle lütfettiği, tebliği için halkının en hayırlısını seçip gönderdiği, direklerini, sevgiyle yücelttiği Allah dinidir. (Eski ve hurâfelerle karışmış) dinleri, onun yüceliğiyle alçaltmıştır; şerîatları, onu yücelterek neshetmiştir. Ona olan lütfüyle düşmanlarını hor, hakir kılmıştır; karşı duran-ları, o dine yardım ederek aşağılık bir hâle getirmiştir; onun sağlam temeliyle, kuvvetli direğiyle sapıklık ve azgınlık direklerini yıkmıştır; o dinin havuzlarından susuzları suya kandırmıştır; o suyu içenler tüketememişlerdir; onların içtikleri kadar da o havuzu tekrar doldurmuştur.
Sonra da onu, öylesine pekiştirmiştir ki kulpunun kop-masına, halkasının koparılmasına imkân yoktur;[14] mümkün değil harâb olmaz yapısı; yıkılmaz direkleri, çökmez yapısı. Meyveler veren ağacı çürümez; zamanı dolmaz; hükmü eskimez; dalları, budakları kopmaz. O dinin yolları daralmaz; o dümdüz yolu ne sarplık sarar; ne aydınlığı karanlık kaplar; ne sehil gidişini aykırılık kavrar. Ne o yolda çerçöp vardır, ne bir aykırılık görünür; ne açık yoluna bir kumluk çıkar, ayakları batırır, ne ışıkları söner o yolun, ne de tatlılığını bir acılık bozar.
İslâm, öyle bir dindir ki direklerini Allah, gerçek üzerine kurmuş, o direklere sağlam dayanaklar yapmıştır. Sularla dolu kaynakları var, coşup köpürerek akar; ışıkları var, yalımyalım parlar. Dikilmiş işaretleri, alâmetleri var, dileyene yol gösterir; gidenler yol bulur, oraya varır; sağrakları var, gidenlere sunulur, içenleri kandırır. Allah razılığının en üstününü, direklerinin en yücesini, itâatinin en kabûl edilenini o dine bağışlamıştır. Müslümanlık, Allah katında direkleri sağlam, yapısı yüce, nûru aydınlatıcı, kudreti üstündür; nişâneleri uzaktan da görülür; yol bulmak, oraya varmak isteyenler görür, bulur. Yerinden oynatılamaz; kınanmasına imkân bulunmaz. O dini yüce tanıyın, ona uyun; o dinin hakkını verin, lâyık olduğu mevkiye koyun.
Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, gerçekten de Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, dünyanın geçip gitmek, âhiretin doğup ışımak üzere bulunduğu bir çağda, gerçek üzere gönderdi. Dünya aydınlandıktan sonra karanlıklara bürünmüştü; mihnet, diz boyu yücelmiş, görünmüştü. Dünyanın yumuşak döşeği sertleşmişti; ömrü sona ermişti; müddeti bitmişti; kıyâmet alâmetleri belirmişti. Dünyadakiler ümit kesmişlerdi, ondan yüz çevirmişlerdi; halkası kopmak, düğümü çözülmek üzereydi. Nimetleri bozulup gitmiş, ayıpları ortaya çıkmış, uzun sürecek sanılan zamanı kısalmıştı. Böyle bir çağda Allah, haberlerini ulaştırmak, uyanlara lütfetmek, çağını ilkbahara çevirmek, yardımcılarını yüceltmek, yardım edenlere şeref vermek üzere Muhammed'i gönderdi.[15]
Sonra da ona bir kitap indirdi ki o, bir nurdur, ışığı sönmez; bir ışıktır, yalımı tükenmez; bir denizdir, dibine inilmez; bir yoldur, tutan sapmaz, yol yitirmez; bir yalımdır, alevi kararmaz. Hakkı, batılı ayırır; delili reddedilemez. Bir yapıdır, direkleri yıkılamaz. Bir şifâdır, hastalananların, onunla iyileşmeyeceklerinden korkulmaz. Bir üstünlüktür, yardımcıları bozguna uğramaz. Bir gerçektir, ona uyanlar, horluğa düşmez.[16]
O, îmânın mâdenidir, orta yoludur. İlmin kaynaklarıdır, denizleridir. Adaletin bağları, bahçeleridir, kaynakları, sularıdır. İslâm'ın esâsıdır, yapısıdır. Gerçeğin vadîleridir, dümdüz ovasıdır. Bir denizdir, ne kadar su alan olursa olsun, tükenmez. Kaynaklardır ki su alanlar, dibine varamaz-lar; sağraklardır, dolduruldukça doldurulur, gelenlere sunulur, suyu bitmez. Konaklardır, yolcular, yol yitirmezler. Dikilmiş alâmetler, yakılmış, yandırılmış ateşler, yol alanlar, onları görmezlikten gelemezler. Uyulacak kudrettir, ona uyanlar, ondan dönmezler.[17]
Allah, onu bilginlerin susuzluklarını gidermek, din hükümlerini bilenlerin gönüllerine ilkbahar güzelliğini vermek, temiz kişilerin yollarını göstermek için sebep kılmıştır. Bir ilâçtır ki onu kullanana artık hastalık gelmez; bir ışıktır ki onunla beraber karanlık hüküm sürmez. Yapışılacak düğümü sağlam bir iptir; yücesi sarp bir kaledir; ona dost olana üstünlüktür; oraya girene eminliktir; ona uyana yol gösterendir; ona mensûp olana makbûl özürdür; onunla konuşana burhandır; ona uyup düşmanıyla savaşana tanıktır, furkandır; onu yükleneni yüklenir; onunla amel edeni taşır. Kim onu kendisine bir alâmet, bir nişan olarak alırsa delil olur ona; kim onu taşırsa kalkan kesilir ona, dinleyip belleyene bilgi olur; O'ndan rivâyet edene sözdür o, onunla gerçek üzere hüküm verene hükümdür o.[18]
* * *

214

bİr hutbelerİnden

Şehâdet ederim ki Allah tam adalet sahibidir; adaletle muamele eder; tam hikmetle hükmedendir, hakla batılı tefrik eyler ve şehâdet ederim ki Muhammed, O'nun kuludur; kullarının ulusudur. Allah kullarını değiştirdikçe, geçenler geçip, gelenler geldikçe onları iki bölüğe ayırmıştır; O'nun vücudunu o iki bölüğün hayırlı kısmına vermiştir. Soyunda ne zinâ eden vardır, ne kötülük yoluna giden.
Bilin ki Allah, hayır işlemeye ehil olanları, emrine uyup hayra yönelenleri seçmiştir; Hakk'ın direkleridir onlar, itâati, kulluğu koruyanlardır onlar. Sizin için de her kullukta, Allah'tan bir yardım var, onu dillerden söyler, gönüllere ilhâm eder; yeter bulanlara bunda yeterlik vardır; şifâ arayanlara şifâ vardır.
Bilin ki Allah'ın ilmini koruyan kullar vardır ki onu siyânet ederler; kaynaklarını akıtıp dururlar. Birbirleriyle uzlaşarak buluşurlar, birbirlerine sevişerek kavuşurlar. Birbirlerine ilim ve hikmet sağrağını sunarlar; onu içip vefâ ve nasihatle kanarlar. Onları şüphe bulandırmaz; gaybet onlara yol bulmaz. Yaratılışları, huyları böyledir; bu huylarla sevişirler; bu huylarla, birbirleriyle uzlaşırlar. Onlar, ekin için ayrılmış en güzel tohumlardır; kötüleri ayıklanmış, atılmıştır; iyileri seçilmiş, alınmıştır. Öz doğruluğu onları seçmiştir; sınanmalar, onları denemiştir.[19]
Şu halde insanın, Allah emirlerini yüce bilerek kabûl etmesi; her şeyi kırıp geçiren, yıkıp döken kıyâmet gelip çatmadan ondan çekinmesi gerek. İnsanın müddeti az günlerde, duruluşu, konaklanışı, kısa yerde, göçüp bırakacağı, varıp konacağı yer için hazırlıkta bulunması gerek. Ne mutlu o kişiye ki selîm bir kalbe sâhiptir, gıll-u gışı yoktur da kendisine doğru yolu gösterene uyar; onu kötülüğe sevk etmek isteyenden, kaçar; ona yol gösterene uyup, onu hidâyete sevk edene itâat edip esenlik yolunu bulur, o yolu tutar; kapıları kapanmadan, sebepleri yitip gitmeden hidâyete koşar; tövbe kapısını açmak ister; kendisinden suçları atmak ister. Elbette bu kişi hidâyet yoluna sevkedilmiştir, doğru ve aydın yola yönelmiştir.[20]
* * *

2. Bölüm

 

Kendİlerİ ve ehlİbeyt aleyhİmÜsselÂm

4

Karanlıklarda doğru yolu bizimle buldunuz; yüceliklere, üstünlüklere bizimle ağdınız; ayın sonlarındaki karan-lıklarda bizimle aydınlığa çıktınız. Sağır olsun o kulak ki yüksek sesi duymaz; bağırışı duymayan, hafif sesi nasıl duyar? Yatışsın o yürekler ki boyuna titrer, boyuna çarpar.[21]
Sonunda hileye sapacağınızı biliyordum, bekleyip duruyordum; sizde aldanmışların nişânelerini görüyordum. Fakat îman perdesi bürümüştü beni; yüzünüze vurmuyordum; özümün ve niyetimin doğruluğu, sizin hâlinizi göstermişti bana; açıklamıyordum.[22]
Her yana sapan yollar arasında, durdum sizin için doğru yolun başında. Her tarafa bakıyordunuz; yoktu kılavuzu-nuz. Her yeri kazıyordunuz; yoktu suyunuz. Bugün sessiz-dilsiz söylüyorum: Yiter-gider ayrılan benden, bana göste-rildiği andan beri gerçekte şüphe etmedim ben. Mûsâ, kendisi için korkmamıştı; korkmuştu bilgisizlerin üst olmasından; sapıklığın hükmetmesinden.
Bugün ben ve siz, durmuşuz hak yolla batıl yolun üstünde; suya kavuşacağından emin olan susamaz bir an.[23]

37

Onların güçleri kuvvetleri yokken ben kalktım, yardıma koştum: onlar başlarını hırkalarının yakalarına sokmuşlar-ken ben kendimi meydana attım; onlar sözden kalmışlarken ben konuştum; onlar durup dururlarken ben Allah ışığıyla karanlıkları aştım. Gene de en hafif konuşanları bendim; kendini en fazla göstermemeye çalışanları bendim. Gemi salıverip atımı koşturdum atımı koşturdum; öndülü alıp koştum.
Bir dağ gibiydim ki yeller onu yerinden kıpırdatamaz; kasırgalar onu söküp atamaz. Hiç kimsenin gücü yoktu ki yüzüme karşı bir ayıbımı söyleyebilsin; kimsenin haddi değildi ki ardımdan beni kınasın. Aşağılık bir hale düşen, benim katımda yüceydi, üstündü; ona zulmedenden hakkını alırdım ben. Kuvvetli olan, benim katımda zayıftı; mazlûmun hakkını alırdım ondan. Allah'ın kazâsına razı olduk; emrine teslim olup itâatte bulunduk. Hiç gördün mü Allah'ın elçisine, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, yalan isnâd edeyim, O'na iftirâda bulunayım? And olsun Allah'a O'nu ilk gerçekleyen kişiyim ben; O'na yalan isnâd eden ilk kişi olmam ben.
Yapacağım işe baktım; verdiğim sözü hatırladım, tuttum; biat ettim.[24]
* * *

62

Gerçekten de bende, Allah'ın sağlam mı sağlam bir kalkanı var; ecel günüm gelince benden alınır; o vakit ok benden sapmaz; mızrak yarası onulmaz.[25]

87

Bİr hutbelerİnden

Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; nişâneler dikili durmaktadır. Ne diye başı dönmüş bir halde çöllere dalarsınız; neden ve niçin yeler-yortarsınız? Peygamber' inizin itreti aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir onlar. Onları, Kur'ân'ın en güzel konaklarına indirin, kondurun (Kur'ân'da anıldığı, emredildiği veçhile onlara uyun); susamış develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar, bu sözleri, bu inancı, peygamberlerin sonuncusundan alın; bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir,[26] diridir; ölmez; bizden olup da çürüyüp giden çürümez. Bilmediğiniz sözü söylemeyin; çünkü gerçeğin çoğu, inkâr ettiğiniz şeylerdedir; aleyhine kesin bir deliliniz olmayan kişiyi mâzur tutun; o kişi de benim. Sizin içinizde, sizin aranızda, iki değer biçilmez şeyin büyüğüyle amel etmedim mi ben; iki değer biçilmez şeyin[27] küçüğünü aranızda bırakmadım mı ben? İçinize îman bayrağı diktim;  helâl ve harâm sınırlarını size öğrettim; adaletimle kötülüklerden kurtuluş elbisesini size giydirdim. Gözün, özünü sezemediği, düşüncenin, künhüne eremediği reylere uymayın, onlarla amel etmeyin.
* * *

100

Hamd halka ihsanını yayan, onlara cömertliğiyle lütuf elini uzatan, keremlerde, ihsanlarda bulunan Allah'a. O'na ait bütün işlerde hamd ederiz O'na; O'na ait haklara riayet edebilmek için yardım dileriz O'ndan. Şehadet ederiz ki O'ndan başka ma'bud yoktur; Muhammed onun kuludur, Rasûlüdür. Emrini kesin olarak bildirmek, zikrini söylemek için göndermiştir O'nu. O da risâleti emin olarak edâ etmiştir; gerçek ve doğru olarak gitmiştir; yerine, aramızda gerçeklik bayrağını dikmiştir. Kim o bayraktan ayrılır, ileri giderse, yaydan ok fırlar gibi dinden çıkar; kim geri kalır, altına gelmezse helâk-gider; kim o bayrağın altına gelir, gölgesine sığınırsa gerçeğe uyar. Delili de şudur:
Sözü gerçektir; görür de söyler. Kalkışı ihtiyatladır; zamanında kalkar; fakat kalktı mı da tez gider; siz de ona uyar, baş eğersiniz, onu ulular, parmaklarınızla işaret edersiniz, ona ölüm gelip çattı, onu aranızdan alıp gitti mi durun, dayanın; Allah'ın dilediği müddetçe durursunuz, fakat sonunda Allah, sizi derleyip toplayan, dağınıklığınızı giderip sizi bir araya getiren birisini izhâr eder. Size her yönelen kişiye ümit bağlamayın, sizden yüz çevireni de görüp ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü yüz çevirenin bir ayağı kaysa bile öbür ayağını yere basar, direnir; böylece de düşmez, kaymadan durabilir.
Bilin ki Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in soyu gökteki yıldızlar gibidir; bir yıldız yitti mi, öbürü doğar; Allah'ın lütuflarının size verildiğini görüyorum ben; size de umduğunuzu gösterecektir.[28]

109

Bir Hutbelerinde Allah'ın İzzet ve Kudretini; Ezeli ve Ebedi Oluşunu, Melekleri, Ölümü, Ahireti Anlattıktan Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyti Hakkında Buyururlar ki:

Gerçekten de dünyayı horladı, küçük gördü, ehemmiyetsiz gösterdi; aşağılık bir şey saydı, gözlere aşağılattı. Allah'ın kendisini seçtiğini, dünyanın ondan vazgeçtiğini, ondan başkası için halk edildiğini bildi, anladı; onu gönlünden attı; anışını bile öldürdü gitti. Dünyadaki güzelim libaslara, oradaki yüce duraklara kapılmamak için gözünden dünya bezentilerinin kalkmasını diledi; sevdi; kulların, Rablerine karşı bir mâzeretleri olmaması için Rabbinin emirlerini onlara bildirdi; öğüt verip ümmetini korkuttu; müjde verip onları cennete çağırdı.[29]
Biziz nübüvvet ağacı, vahyin indiği mahal; meleklerin inip çıktıkları yer. Biziz ilim mâdenleri, hikmetlerin kaynakları. Bize yardım eden, bizi seven, rahmeti bekler; bize düşman olan, bize buğzeden, azâbı bekler.
* * *

175

Ey gaflete düşenler, sizden gaflet eden yok. Ey emri terk edenler, sizden söz alansa Hak. Ne oldu bana ki sizi Allah'ın emrini bir yana atmış, gidiyor görmedeyim; ondan gayrisine yönelmiş olduğunuzu seyretmedeydim. Sanki hayvanlarsınız, çoban sizi hastalıklarla dolu bir otlağa sürüyor; dertlerle dolu bir sulağa haydıyor. Hayvanlar da otlatılıp semirtildikçe, başlarına neler geleceğini bilmezler de kendilerine lütfediyorlar, ihsanda bulunuyorlar sanırlar. Günlerini, yalnız o gün bilirler; işlerini, yalnız otlayıp sulanmak zannederler.
Andolsun Allah'a ki, sizin her birinizin nereden ve nasıl geldiğini, nereye ve nasıl gideceğini haber versem... Hem de haber veririm, acze düşmem; fakat benim yüzümden Rasûlullâh'ı da inkâr etmenizden korkarım. Bunu ancak emin olduğum özü-sözü doğru kişilere açar, açıklarım.
Peygamberini hak üzere gönderen, halktan seçen, Allah hakkı için bu sözü gerçek olarak söylemedeyim; Allah'ın Rasûlü, bütün bunları bana haber verdi; helâk olacak herkesi bildirdi; ne yüzden, neden helâk olacağını anlattı. Kurtulacak herkesi de söyledi, kurtuluş yerini haber verdi ve bu işi açıkladı; başıma gelecek her şeyi de kulağıma söyledi, bildirdi.
Ey insanlar, andolsun Allah'a ki size, itâat etmenizi buyurduğum şeylerde ben en ileri gideninizim; sizi nehyettiğim isyandan da sizden önce kendim çekinmedeyim.
* * *

189

İman vardır, canlarda, gönüllerde yerleşmiştir; îman vardır, canla beden arasına girmiştir; gönüllere eğreti konur, mâlûm bir zamana dek durur. İş böyle olunca da birisinden kesilmek, ayrılmak istediniz mi bekleyin, ölümüne dek durun, dayanın; ölümü gelip çattı mı, o zaman ondan kesilin, ayrılın; o zaman ona düşman olun, ilenin.
Hicret, ilk zamanda nasılsa gene de öyledir; Allah'ın kulları yeryüzünde durdukça, emri onlara buyruldukça ümmetten hicret kalkmaz; bu ümmet, muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir adı verilemez mutlak; kim onu tanırsa odur muhâcir ancak.[30] Kendisine hüccetin, tanıtıldığı kişi mâzûr olamaz;[31] kulağı duyan, gönlünde bilgi edinen kişinin özrüne bakılamaz.
Gerçekten de bizim işimiz güçtür, güç gelir insanlara; ancak gönlünü, Allah'ın sınadığı kul, bizim işimize tahammül eder; buyruğumuza baş eğer. Sözlerimizi emin gönüller kabûl eder, o sözler, metin akıllara gider.
Ey insanlar, sorun benden beni yitirmeden. Çünkü ben gök yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi tanırım. Sâhibinden kaçan, yularını alıp giden bir deveye benzeyen, uyanların akıllarını yitiren fitneyi, adımını atmadan bilirim; nereye konacak, görürüm.[32]

197

Bİr Hutbelerİnden

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in ashabından olup onun dinini koruyanlar, gerçekten de bilirler ki ben, bir an bile Allah'ın emrini reddetmediğim gibi, Rasûlünün emrini de reddetmemişimdir. Erlerin, yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh vefat ettiği zaman başı, benim göğsümdeydi; ağzının yârı (kanı) elime akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm.
Onu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. Evde, çevresinde feryat yücelmişti. Meleklerin bir bölüğü inmedeydi, bir bölüğü çıkmada. Onu yatacağı yere koyuncaya dek onların sesleri, onların salavat getirişlerinin, namaz kılışlarının ünleri kulağımdan gitmemişti.
Ona hayâtında da, memâtında (ölümünde) da benden daha yakın, halifeliğine benden daha lâyık kim var? Can gözlerinizi açın; düşmanınızla savaş için niyetlerinizi gerçekleştirin. Kendisinden başka bir mâbud olmayan Allah'a andolsun ki ben, elbette dosdoğru anayoldayım; onlarsa kaygan batıl yolda. Duyduklarınızı söylüyorum; Allah'tan benim ve sizin bağışlanmamızı diliyorum.
* * *

224

Andolsun Allah'a ki geceleri deve dikenlerinin üstünde yatsam, ellerimi, ayaklarımı tomruklara vursalar da beni zincirlerle sürüseler bile, bu, kıyâmet günü Allah kullarının bâzılarına zulmetmiş, dünya malından bir şey gasp eylemiş olarak Allah'a ve Resûlüne ulaşmamdan daha sevgilidir; daha yeğdir bence. Nasıl olur da hemencecik pörsüyüp gidecek uzun zaman toprak altında kalacak bir beden için tutar da bir kişiye zulmederim ben?.
Vallahi Akıyl'i gördüm, yok-yoksul bir hâle düşmüştü; gelmiş, benden sizin buğdayınızdan bir batman istiyor, vermemde de ısrar ediyordu. Gördüm ki çocukları per-perişandı, tozlara batmışlar, topraklara bulanmışlardı. Yoksulluktan benizleri kararmıştı; sanki yüzlerini rastıkla boyamışlardı. Dileğinde ısrar ediyordu, sözünü tekrarlayıp duruyordu. Sözlerini dinledim; sandı ki dinimi ona sataca-ğım; yolumdan ayrılıp ardına düşeceğim.
Bir demir parçasını kızdırdım, ibret alsın diye bedenine yaklaştırdım. Acısından hastalar gibi bağırıp inlemeye koyuldu; neredeyse de yaklaştırdığım yer yanacaktı; dağlana-caktı. Ona dedim ki:
Ey Akıyl, analar yasında ağlasınlar; şakacıktan bir insanın bedenine yaklaştırdığı kızgın bir demir bu; sen onun acısından, derdinden bu kadar bağırıyorsun da sonra beni tutuyor, Allah'ın gazabıyla yalımladığı ateşe çekiyorsun; acaba sen şu demirin eleminden feryat edersin de ben, cehennem ateşinden feryat etmem mi?
Bundan daha şaşılacak şey de şu:
Gecenin birinde, birisi üstü kapalı bir kapla, hırsızlama çıkageldi; helva getirmişti bana, oysa ki o helva yılan kusmuğuydu, yılan zehriydi bana. Dedim ki: Hediye mi, zekât mı, sadaka mı? Zekât, sadaka, biz Ehlibeyte harâm edilmiştir. Hayır dedi, ne zekât, ne sadaka; bir armağan bu. Analar ağlasınlar sana dedim; din yoluyla gelip de beni düzene mi düşüreceksin? Aptal mısın sen, deli misin, yoksa sayıklıyor musun? Vallahi bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin kabuğunu almak, bu sûretle de Allah'a isyân etmek için bana yedi iklimi ve bu iklimlerin altlarındaki ülkeleri verseler, gene kabûl etmem ben.
Gerçekten de dünyanız, bir çekirgenin ağzında olan, dişleriyle de dişlenmiş bulunan bir yapraktan da daha aşağıdır bence. Ali nerede, yok olup  gidecek nimete, kalmayacak  devlete, yitecek lezzete aldanmak nerede?
Akılların gaflete kapılmasından, ayakların kötü bir sûrette kaymasından Allah'a sığınır, O'ndan yardım dileriz biz.[33]

 

239

 Âl-İ Muhammed Sallallahu aleyhİ ve aleyhİm’İ, anlatan bİr hutbelerİnden

Onlar ilmin hayatıdır, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri ilimlerinden haber vermede, susuşları, söyleyişlerindeki hikmetleri bildirmededir. Hakka karşı durmazlar, onda aykırılığa düşmezler. Onlar İslâm'ın direkleridir; onlar halkın sığınaklarıdır, hak onlarla yerini bulur; batıl, onlarla yerinden ayrılır; dili kökünden kesilir. Onlar, dîni, onun hükümlerini kavramak, onlara riâyet etmek suretiyle anlamışlardır; duymak, rivâyet etmek yoluyla değil. Çünkü ilmi rivâyet edenler çoktur; ona riâyet edenlerse pek o kadar yoktur.

3. Bölüm

 

dÜnya-Âhİret

20

Gerçekten de siz, içinizden, ölen kişinin gördüğünü görseydiniz feryât eder, inleyip sızlardınız; korkardınız; dinlerdiniz; itaat ederdiniz. Ama onların gördüklerini göremiyorsunuz; perde var gözlerinizin önünde; yakındır, kaldırılacak, atılacak o perde. Elbette görürdünüz görebilseydiniz; duyardınız duyabilseydiniz; doğru yola sevk edilirdiniz sevk edilebilseydiniz. Gerçekten de söylüyorum: İbret alınacak şeyler açıklandı size; sizi yaptığınız şeylerden vazgeçirecek, öğüt verilecek sözler, haberler söylendi, bildirildi size. Gökten emir alan peygamberlerden sonra artık Allah'tan  haber gelmez size; Allah'ın hükümlerini ancak bir insan söyler size.[34]
* * *

21

İşin sonu önünüzdedir, sizi haydayıp yürüten kıyâmet ardınızdadır. Yükünüzü hafifletin de ulaşın, kavuşun sizden önce varanlara. Çünkü son gideniniz, ilk gelecek kişiyi beklemektedir.
* * *

 

28

(Allah'a hamdü senâ, Rasûlüne ve soyuna selâtü selâmdan) Sonra, gerçekten de dünya, yüzünü çevirdi, geçip gitmekte olduğunu duyurdu; gerçekten de âhiret yüzünü gösterdi, gelmekte olduğunu buyurdu. Duyun, bilin ki bugün, idman günüdür, yarın koşu var. Kim koşuyu kazanırsa ödülü cennettir; geri kalanaysa cehennem var. Yok mu ölümü gelip çatmadan tövbe eden; yok mu çetin günü erişmeden kurtuluşu için iş işleyen? Duyun, bilin ki ümit günlerindesiniz; ardındaysa ecel var. Kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta bulunur, iyi iş işlerse ameli fayda verir ona, ecelinden görmez zarar; kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta kusur eder, iyi işler işlemezse ameli ziyân verir ona, eceli verir zarar. Duyun, bilin de korku ânında nasıl amel ediyorsanız, amandayken de öyle amel edin. Duyun, bilin ki ben, isteyeni uykuya dalmış bir nimet görmedim Cennet gibi; korkanı uyuyup gaflette kalmış bir azâp, bir mihnet görmedim Cehennem gibi. Duyun, bilin ki, kimi gerçek faydalandırmazsa batıl zarar verir ona ve kimi doğru yol, doğruluğa sevk etmezse, sapıklık sürüp götürür helâke onu. Duyun, bilin ki emredildiğiniz göçü kaldırmaya, azığı hazırlamaya. Sizin için en fazla korktuğum şu iki şey:
Nefse uymak, uzun-uzun, olmayacak ümitlere kapılmak. Dünyadayken yarın sizi kurtaracak şeyleri derin, devşirin dünyada.
* * *

32

Ey insanlar, inatçı mı inatçı bir zamanda sabahladık, nankör mü nankör ve çetin bir zamana kaldık. Bu zamanda iyi kişi kötü sayılmada; zâlîm, zulmünü, serkeşliğini arttırdıkça arttırmada. Bildiğimiz şeylerle faydalanmaktayız; bilmediklerimizi sormamaktayız; musibet gelip çatmadıkça da korkmamaktayız.
İnsanlar dört bölüktür: Bir bölüğü kendisi alçalmadıkça, kılıcı körleşmedikçe, malı mülkü azalmadıkça, yeryüzünde bozgunculuğu men etmez. Bir bölüğü kılıcını çekmiştir; kötülüğünü izhâr etmiştir; yaya-atlı, adamlarını toplamıştır; kendisini ortaya atmıştır; dinini yok edip gitmiştir; bütün bunları da yok olacak mal elde etmek, yahut orduya baş olmak, başbuğ kesilmek, yahut minbere çıkıp yücelmek, halka ululuk satmak için yapar. Ne kötü alışveriştir dünyayı kendin için para-pul görmen, ondan ibâret bilmen; Allah katında nâil olacağı lütfü, ihsanı karşılık verip dünyayı alman. Bir bölüğü de âhiret ameliyle dünyayı diler; dünya ameliyle âhireti dilemez. Kendini alçak gönüllü göstermeye çalışır; adımlarını sık sık atar; eteğini beline çemrer; kötülüğünü gizleyip, halkı emin etmeye uğraşır; Allah'ın, kusurları örtüşünü de suç işlemeye vesile kılar. Dördüncü bölüğü ise, aslında bir yüceliği olmadığından soy-sop yüksekliğine sahip bulunmadığından bu hal, onu bir başka hale sokar. Kanaat ehli görünür, zâhitlerin libâsına bürünür; bu yüzden de ne gece dincelip yatar, ne gündüz bir şey yiyip doyar.
Geriye kalan erlerse, dönüp gidecekleri yeri anarak gözlerini yumarlar; mahşer korkusuyla göz yaşlarını dökerler. Kimi vakit per-perişan olurlar; kimi vakit korkarlar, kahrolup giderler; kimi susarlar, ağızlarını yumarlar; kimi öz doğruluğuyla Allah'ı anarlar; kimi vakit de yasa düşerler, sızlanırlar. Kendilerini gizlediklerinden dolayı adları-sanları anılmaz; alçalış onları kavramıştır, izlerinin tozları bile belirmez. Acı bir deniz içindedir onlar; ağızları kurumuştur, sesleri çıkmaz; gönülleri feryatları duyulmaz. Halka öğüt vere vere usanmışlardır; kahrola ola alçalmış-lardır, öldürüle öldürüle azalmışlardır.
Dünya, gözlerinizde, deri tabaklanan ağacın yaprağından da aşağı olmalı; koyun kırkılan makastan düşen yün kırpıntısından da bayağı olmalı. Sizden sonrakiler sizden ibret almadan, sizden öncekilerden ibret alın siz; kötüleyip atın onu siz; sizden olup kendisine düşenleri o da attı çünkü.[35]

 

42

Ey insanlar, sizin için korktuğum şeylerin en korkuncu iki şeydir: Hevâ ve hevese uymak, olmayacak uzun dileklere kapılmak. Hevâ ve hevese uymak insanı haktan alıkoyar; uzun dileklere kapılmak âhireti unutturur.
Duyun, bilin ki dünya ardını döndü, gitti gider; ondan kalan, içilmiş, sonra da baş aşağı çevrilmiş kaptan sızacak bir kaç katredir ancak; dökülür, yiter. Duyun, bilin ki âhiret, yönelmiştir, geldi-gelecek. Her  birinin de oğulları var; siz âhiret oğulları olun; dünya oğulları olmayın; çünkü kıyâmet günü, her çocuk anasına katılacak. Bugün iş günüdür, soru günü değil; yarınsa soru günüdür, iş günü değil.
* * *

45

Hamdolsun Allah'a ki rahmetinden ümit kesilmez, nimetinden ümitsizliğe düşülmez. Rahmetinden ye'se kapılan olmaz; kulluğundan baş çeken bulunmaz. Öyle bir Mâbuddur ki, rahmeti eksilmez, nimeti yok olup bitmez.
Dünya bir yurttur ki zevâl bulması, yok olması, ehlinin de onu bırakıp gitmesi, göçüp yitmesi mukadder. Pek tatlı-dır, yemyeşil; ama dileyenden tezce kaçar gider; can gözüyle ona bakan varlığından şüpheye düşer. En güzel, en hayırlı bir azıkla göçüp gidin oradan; yetecek şeyden fazlasını istemeyin, sizi götürecek nesneden ziyâdesini dilemeyin ondan.
* * *

52

Duyun, bilin ki dünya yüzünü çevirdi; geçip gitmekte olduğunu duyurdu; iyisi kötü oldu, hayrı şer kesildi; ardını döndü gitti-gider. İçinde oturanları yokluğa sürer, komşularını ölüme haydar. Ondaki tatlı, acıdı, ondaki berrak su bulandı. Kabın dibine konan çakıl taşlarını ıslatacak, fakat susamış  kişinin boğazını ıslatmayacak, susuzluğunu kandırmayacak kadar su kaldı ancak.
Allah kulları, ehline zevâl mukadder olan şu yurttan göç etmeye hazırlanın; şu yurtta dilek, istek, alt etmesin sizi; fazlaca kalıp eğlenmeniz aldatmasın sizi. And olsun ki gevşeğini yitirmiş, sağa-sola koşan develer gibi bağırsanız, güvercinler gibi dem çekseniz, dünyadan kesilmiş râhipler gibi feryat etseniz, mallarınızı, evlâdınızı bırakıp Allah'a yönelseniz, katındaki yüce derecelere ulaşmayı, ona yaklaşmayı dileseniz, yahut kitaplarında yazılmış suçlarınızın örtülmesini meleklerinin yazdıklarının silinmesini isteseniz, gene size, onun vereceğini umduğum sevâptan pek azı verilir sanırım. Gene de azâba uğrayacağınızdan korkar dururum.
Andolsun Allah'a, yürekleriniz yanıp erise, onun dileğiyle, onun korkusuyla gözleriniz kan ağlasa, sonra da dünyada bu hâl ile yaşayıp gitseniz, boyuna da çalışıp dursanız gene de Allah'ın size verdiği nimetlerin şükrünü yerine getiremezsiniz; gene de sizi îmana hidâyet etmesinin karşılığını ödeyemezsiniz.
* * *

63

Duyun, bilin ki dünya, öyle bir yurttur ki ondan kurtulmak, esenleşmek, ancak oradayken olur; fakat hiç sanmayın ki dünyaya ait işlere sarılmakla dünyadan kurtulunur. İnsanlar, sınanmak için kapılmışlardır ona; oradan ne elde ederlerse ellerinden alınır; hepsinin de hesabı, kendilerinden sorulur. Ama oradan, ondan gayrisi için ne alırlarsa, onun karşılığını bulurlar, onunla faydalanıp kalırlar.
Gerçekten de dünya, akıllılar katında gölgeye benzer; bir bakarsın, uzar, derken kısalıverir. Bir görürsün, yayıldıkça yayılır, derken yok oluverir.[36]
* * *

64

Allah kulları, çekinin Allah'tan; ecellerinizden önce kulluk etmeye çalışın. Mutlaka göçeceksiniz, göçmeye hazırlanın; gölgesi üstünüze düştü; ölüme hazır olun. Kendilerine seslenince uyanan, dünyanın karar edilecek yurt olmadığını anlayıp onun yerine âhireti ele alan bir topluluk olun. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, sizi beyhude yaratmadı; başıboş da bırakmadı. İçinizden biriyle cennet ve cehennem arasındaki konak, ölümdür ancak. Göz yumup açacak zaman bile sonu yaklaştırmadadır; yaşayışı yıkmadadır; ömür pek kısa sayılsa yeri vardır. Bir görünmeyen var şimdilik; ama geceyle gündüz gelip geçtikçe, değil mi ki onu sürüp getirecek; tezce gelmiş-çatmış sayılması gerek. Gelen değil mi ki ya kurtuluş, murâda eriş müjdesiyle, ya da kötülükle gelecek, asıl ona hazırlanılması gerek. Dünyadan yarın ondan kendinizi koruyacağınız, kurtaracağınız şeyleri derin, devşirin, azık edinin. Nefsine öğüt veren, tövbe etmeyi öne alan, şehvetine üst olan kuldur, Rabbinden çekinen sakınan. Çünkü ecel çağı gizlidir kuldan; dileği aldatır onu; şeytan musallat olmuştur ona; üstüne bindirip sürmek için suçu bezer, güzel gösterir ona; bugün ederim, yarın ederim diye tövbeyi geriye atar, derken en gafil bir haldeyken ölüm gelir-çatar. Ne de ziyankârdır gafletle yaşayan, ne de yanar-yakılır ki ömrü, ömründe yaptıkları, delil olarak bir bir gösterilir ona; neyle geçirdin ömrünü denir; günleri, onu kötülüğe sürmüş-götürmüştür; üzülür durur.
Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan etsin.
* * *

 

82

Nasıl anlatayım bir yurdu ki evveli mihnettir, meşakkat-tir; sonu yok olup gitmektir. Helâlinde hesap var; haramında ikap var. Kim o yurtta zenginleşmişse sınanmalara düşmüştür. Kim yokluğa, yoksulluğa uğramışsa hüzünlere batmıştır. Kim onu elde etmeye çalışırsa ondan yiter-gider o; kim oturur, dilemezse ona gelir-çatar o. Kim ibretle ona bakarsa onu görüş sahibi eder o; ama kim ona istekle, hasretle bakarsa, onu kör eder o.
* * *

85

Ve bilirim bildiririm ki yoktur Allah'tan başka tapacak; şerîki yoktur, birdir ancak. Evveldir, ondan önce bir şey yok. Âhırdır, ona bir son ve sınır yok. Vehimler ona bir sıfat bulamaz; onu o sıfatla bilemez. Gönüller, onu bir keyfiyete bağlayamaz; o keyfiyetle anlayamaz. Cüzü'lere bölünemez; parçalara ayrılamaz. Gözler, gönüller onu kaplayamaz, kavrayamaz.
(Bu hutbeden):
Allah kulları, fayda veren ibretlerden öğüt alın; apaçık delillerden ibret alın; adamakıllı anlatılarak korkutulduğu-nuz şeyleri duyun da çekinin, sakının; öğütleri dinleyin de faydalanın. Sanki ölüm, pençesini size atmıştır; dilek-istek bağları, sizden üzülüp gitmiştir. Beklenmedik, kötü, katı işler gelip kavramıştır sizi; güç ve çetin hallere düşürmüştür sizi; gidilmemesine imkân bulunmayan, varılmamasına çâre olmayan yere sürüp götürmüştür sizi.
Her insanın yanında bir sürüp götüren vardır, bir tanık vardır; sürüp götüren, toplanacağı yere sürer götürür onu; tanık da yaptıklarına tanıklık eder onun.[37]
(Aynı Hutbede cenneti tavsif ederken buyururlar ki):
Dereceler vardır, birbirinden üstün; duraklar vardır, birbirinden ayrı. Ne nimetleri bitip tükenir; ne oradakiler başka bir yere göçüp giderler. Ne orada ebedî kalan kocar; ne orasını yurt edinen ümitsizliğe düşer.

99

Ne olup geçtiyse o yüzden de hamdederiz O'na; neler gelip çatacaksa o yüzden de yardım dileriz ondan. Din işlerinde de esenlik dileriz, bedenlere ait işlerde esenlik dilediğimiz gibi.
Allah kulları, sizi terk edecek olan şu dünyayı sizin de terk etmenizi dilerim, tavsiye ederim; onun sizi terk etmesini dilemeseniz de, sevmeseniz de o, bedenlerinizi yıpratacaktır; isterseniz siz, onun yenilenmesini, gençleşmesini dileyin. Bir yola koyulan, yürür-gider, derken varacağı yere varır-ulaşır. Kim vardır ki gelecek gün, ona gelip çatmasın. İnsanı dünyada sürüp götüren, insanı dileyip çeken ölüm, sonunda insanı dünyadan ayırır. Dünyanın yüceliğine, dünya ile övünmeye rağbet etmeyin; onun süsüne-püsüne, onun nimetlerine aldanmayın. Derdinden, mihnetinden acıklanmayın. Onun yüceliği de biter-gider; onunla övünmek de bir gün gelir, yiter. Ziyneti de zevâl bulur; nimetleri de yok olur; derdi de sona erer, mihneti de biter. Dünyadaki her müddetin sonu gelir. Dünyada her diri, sonunda yok olur. Aklınız varsa evvel geçenlerden ibret almaz mısınız? Geçip giden atalarınıza bakmaz mısınız? Görmez misiniz ki içinizden göçüp gidenler gitmekteler; yerlerine kalanlar da durmamaktalar. Görmez misiniz ki dünya ehli, akşamı eder, sabahı bulur çeşitli hallerde:
Ölen vardır, onlardan, ağlanır ona; bir başkası vardır, başsağlığı verilir ona, birisi derde uğramıştır, öbürü gider, dolaşır onu; halini-hatırını sorar. Bir başkası tasını-tarağını toplar, âhirete göçer. Biri dünyayı ister, ölümse onu istemektedir; öbürü gaflete düşmüştür; fakat ondan gaflet eden yoktur; geçip gidenin ardından kalan da geçip gitmektedir.
Kendinize gelin de kötü işlere girişeceğiniz zaman anın lezzetleri yıkıp yok edeni, özlemleri bulandıranı, direkleri kırıp geçireni ve hakkını yerine getirmek, nimetleriyle ihsanlarının sayılmasına imkân bulunmayanın şükrünü edâ etmek için Allah'tan yardım dileyin.
* * *

111

(Allah'a hamd-ü senâ, Rasulüne selât-ü selâmdan):
Sonra dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim. Çünkü dünya, görünüşte tatlıdır, dile, damağa hoş gelir. Yemyeşildir, taptazedir, göze güzel görünür. Özlemlerle kaplanmıştır; tez elde edilen, fakat hemen geçip giden zevkler yüzünden sevdirir kendini, az bir hoşlukla iyi görünür, dileklerle, ümitlerle bezenir, bezendirir; aldatışlarla süslenir; fakat verdiği sevincin bekası yoktur; onun derdinden, eleminden kurtuluş imkânı bulunamaz.
Pek aldatıcıdır, çok zarar vericidir. Geçip gider, yok olup biter; içindekileri de yok eder, sömürür, yer. Onu isteyenler, onu elde etmeye razı olanlar, dileklerini elde etseler bile. noksan sıfatlardan münezzeh olan şanı yüce Allah'ın, "Dünya yaşayışı gökten yağdırdığımız yağmura benzer; yeryüzünün bitkilerini sular, bünyelerine girer de onları yeşertir, yetiştirir; derken bitkileri kurur, ufalanır, yeller de onları savurur-gider ve Allah'ın her şeye gücü yeter" buyurduğu gibi (Kehf, 45) her şey zevâl bulur, bâki kalmaz ve dünyada bundan öte de bir şey olamaz.
Hiçbir sevinip gülen yoktur ki dünya ardından onu kedere düşürmesin, ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali yoktur ki ardında idbar bulunmasın. Dünyada hiçbir sepintiyle ferahlayan yoktur ki ardından onu belâ sağanağıyla ıslatmasın. Dünyanın şanındandır bu; sabahleyin birine yardım eder, akşamleyin ona düşman kesilir. Bir yanı tatlı olur, sindirirse öbür yanı acı gelir, yerindirir. Kişi, onun zevkine erer, güzelliğini elde ederse, mutlaka tezce belâları çatar ona, dertleri erer. Dünyada esenliğe kavuşup akşamı eden, mutlaka korkulara düşer de sabahlar.
Aldatıcıdır dünya, onda ne varsa hepsi de insanı aldatır. Fânîdir, onda olanların hepsi de yok olur. Dünya azıklarında, suçlardan çekinmekten başka hiçbir şeyde hayır yoktur. Dünyadan az bir şey elde eden, ondan emin olabilecek çok şeye sahip olmuş demektir; çok şey elde edense, kendisine helâk edecek çok şey elde etmiş demektir. Dünya, az bir fırsat verir insana, sonra geçer-gider; o fırsata erense ancak hasret elde eder. Nice ona güvenenleri dertlere uğratmıştır; nice ona inananları helâk vâdîsine atmıştır; nice büyükleri hor-hakir etmiştir; nice benliğe düşenleri alçaltmış-gitmiştir.
Dünyanın devleti elden ele dolanır; dünya yaşayışı durulmaz, bulandıkça bulanır. Tatlı suyu acıdır; tadı, dili damağı acıtır. Gıdası ağıdır, öldürür; yapışılacak, tutunulacak her şeyi çürümüştür, kopar, tutanın elinde kalır. Dünyada diri olan, ölümü beklemektedir; sağ-esen kalan, neredeyse hastalığa çatmaktadır. Malı-mülkü alınmış çalınmıştır; orada yücelen mağlûb olmuştur, malına, nimetine sahip olan mihnete uğramıştır; ona komşu olan yağmalanmıştır.
Sizden önce uzun ömür sürenlerin, eserleri kalanların, boyuna olmayacak ümitlere düşenlerin, yardımcıları hazır duranların, orduları çok olanların yurtlarında değil misiniz ki? Onlar da dünyaya taptılar, hem de nasıl taptılar? Dinlerini bırakıp dünyayı aldılar; hem de nasıl aldılar? Ondan sonra da kendilerini, konaklayacakları yere götürmek üzere yolluk almadan, o güç yolları-belleri aşacak bineklere binmeden göçüp gidiverdiler. Dünyanın onlardan birini, karşılık bir şey alıp bıraktığını, yahut onlara yardım edip dostlukta bulunduğunu, yahut da onlarla bir hoşça konuşup dostluk kurduğunu duydunuz mu hiç? Hayır; aksine onları kötü olaylara uğrattı; yaşayışlarını yıprattı; yüzüstü yere attı onları; ayaklarının altında ezdi, bitirdi onları; onlara ancak ölümle yardım etti dünya. Sonunda da ebedî olarak ondan ayrılıp gittikleri çağda, ona uyanları, onu seçenleri tanımadığını, ona dayananları bilmediğini gördünüz mutlaka. Açlıktan, azıksızlıktan başka bir yolluk mu verdi onlara? Darlıktan başka bir yere mi indirdi onları? Yoksa karanlıklardan başka bir ışıklı yere mi kondurdu onları?. Yahut nedâmetten başka bir şey mi sundu onlara? Peki, bu dünyayı bunun için mi seçmektesiniz? Bundan dolayı mı gönlünüzü ona vermektesiniz, ona inanmaktasınız, ona sarıldıkça sarılmaktasınız?
Bilin, bilirsiniz de, onu bırakıp gideceksiniz, oradan göçeceksiniz: "Kimdir bizden daha kuvvetli" (Fussilet 15) diyenlerden öğüt alın, istemedikleri bineklere bindirilerek kabirlerine indirildiler onlar; konukluğa çağrılmadan mezarlarına kondular onlar. Kerpiç parçalarıyla yapıldı kabirleri; çürüdü, toprak oldu kefenleri; çürümüş kemikler komşuları oldu. Onlar da öyle bir komşu kesildiler ki çağı-rana gidemezler artık; düştükleri zilleti gideremezler artık; feryat edene aldırış bile edemezler artık. Üstlerine yağmur yağsa ferahlanmazlar; kıtlık gelip çatsa ümitsizliğe düşmezler. Görünüşte bir topluluktur onlar, ama yapayalnızlar. Birbirlerine komşu olmuşlardır; fakat birbirlerinden ayrılmışlardır, uzaklaşmışlardır. Birbirlerine yakındırlar, fakat birbirlerini dolaşamazlar; akraba olmuşlardır; hallerini hatırlarını soramazlar. Kinleri yitmiş, halim, selim olmuş kişilerdir; hasetleri ölmüş, bilgisizdirler. Ne zararlarından korkulur onların, ne kötülüklerini gidermek için bir şey düşünülür haklarında. Yerin üstünü bırakmışlar, karanlığa varmışlardır. Geniş yeryüzünü bırakmışlar, daracık bir yere sığınmışlardır; ehillerinden, ayallerinden ayrılmışlar, garip olmuşlardır. Ayakları yalındır, bedenleri çıplak. Dünyadan, amelleriyle ayrılmışlardır ancak. Ebedî yaşayış yurduna göçmüşler, orada mekân tutmuşlardır. Nitekim noksan sıfatlardan münezzeh olan da, "Önce nasıl yaratmaya başladık, yarattıysak, tekrar yaratacağız; bu, vaadimizdir bizim ve gerçekten de yapacağız, gücümüz yeter yapmaya" buyurmuştur (Enbiyâ,104).
* * *

113

Dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim; çünkü orası çadırın söküleceği yerdir; suyuna, otuna kapılıp oturulacak yer değildir. Aldanış sebepleriyle bezenmiştir, süsüyle aldatmıştır. Bir evdir ki Rabbinin katında horlanmıştır. Helâlî harâmına, hayrı şerrine katılmıştır. Yaşayışı ölümledir, tatlılığı acılıkla. Yüce Allah, dostlarına arı-duru etmemiştir onu; düşmanlarından da sakınmamıştır onu. Hayrı azdır, şerri çok. Ondan toplanan biter; devleti tez alınır gider; onu onaran harap eder. Ne hayır var o evde ki yapısı çöküp gidecek, ne fayda umulur o ömürden ki yenilen -içilen şeyler gibi eriyip bitecek; ne bereket aranır o yolculuktan ki sonu gelecek; konulacak yere varılıp ulaşılacak.
Allah'ın size farz ettiği  şeylere çalışın, çabalayın; sizden dilediği hakkını edâ etmeye uğraşın; çağrılmadan önce ölümün çağrısına kulak verin, onu duyun. Zâhitlerin, dünyada gülseler bile gönülleri ağlar, ferahlasalar bile hüzünleri artar, lütuflara uğrasalar, halk bu yüzden gıpta etse bile onlar, az kulluk ettikleri  için kendilerine kızarlar.
Sizinse ecellerinizi anmanız yitip gitmiş, yalan istekler sizi kavrayıp kaplamış; dünya, âhiretten fazla sizi avcuna almış; tez elde edilen dünya nimeti, zamanla elde edilecek âhiret nimetini gönüllerinizden çıkarmış. Siz Allah dininde kardeşlersiniz; fakat sizi birbirinizden ancak üzerlerinizdeki pislik, gönüllerinizdeki kötülük ayırdı, aranıza ayrılık saldı; birbirinize yardım etmiyorsunuz, birbirinize öğüt vermiyorsunuz, birbirinize ihsanda bulunmuyorsunuz, birbirinizi sevmiyorsunuz, sevişmiyorsunuz. Ne oluyor size de, dünyada elde ettiğiniz az bir şey sizi ferahlandırıyor, âhiretten yitirdiğiniz çok çok lütuflar, sizi hüzne salmıyor? Dünyadan yitirdiğiniz az, ehemmiyetsiz şeyler, sizi ıstıraba atıyor; belirtisi yüzlerinizde görünüyor, sabrınızın azlığından beliriyor; elinizden çıkana dayanamadığınız anlaşılıyor. Sanki dünya, durup kalacağınız durağınızmış, malı-mülkü de sanki hep elinizde kalacakmış, yitip gitmeyecekmiş. O da ayıbını yüzüne karşı söyler diye korkuyorsunuz da hiç biriniz, kardeşinin ayıbını yüzüne karşı söylemiyor, ona öğüt vermiyor. Bir müddet sonra gelip çatacak âhireti terk etmeyi, elinize hemen geçecek dünya sevgisine katıp onu bulandırdınız; din sözü yalnız ağzınızda, sanki onu bir kerecik tattınız. Sanki her biriniz işini görmüş, bitirmiş, efendisinin razılığını elde etmiş.
* * *

120

Andolsun Allah'a ki tebliğ edilen emirleri, tamamlanan vaadleri,  söylenen tüm sözleri bildim ben. Biz Ehlibeytin katındadır hikmetin kapıları; işlerin, aydınlatıcı ışıkları.
Bilin ki dinin hükmü birdir; yolları pürüzsüz, aksaksız-dır. Kim onlara uyar, o yolu tutarsa umduğuna erer, ganimetler elde eder; kim durursa, o yoldan saparsa nedâmete düşer. Azıkların hazırlandığı gün için, gizli şeylerin meydana çıkacağı çağ için çalışın. Kime, bugünkü aklı fayda vermezse ondan uzak olan akıl, fayda vermekte daha da fazla acze düşer, zahmete uğrar; açık olmayan can gözü göremez olur; gerçekten kayar; bugün bir fayda elde edemeyen, yarın büsbütün hayrete dalar.
Bilin ki Allah'ın insana verdiği güzel dil, doğru söz, elde ettiği maldan da hayırlıdır, kendisine karşı minnet duymayan, şükretmeyen kişiye bıraktığı mirastan da.
* * *

 

131

(Dünyayı kınayan, yeren birisini duyup buyurdular ki:)
A dünyayı yeren, kınayan, sonra da onun aldatışlarına kapılan, olmayacak şeylerine aldanan, sonra gene de tutup onu kınamaya kalkışan, dünyaya aldanan sen değil misin ki tutup kötülüyorsun onu? Dünyada suç işleyen sen misin, o mu? Ne vakit yolunu azıttı senin dünya; ne vakit aldattı seni dünya? Bedenleri çürüyüp dağılmış atalarınla mı aldattı seni; yoksa toprak altında yatan analarının mezarlarıyla mı kandırdı seni? Hastalıklarında nice hizmetlerde bulundun onlara; nice çalıştın iyi olmaları için; onların şifâ bulmalarını istedin, hekimlere başvurdun, çâre diledin. Esirgemen hiç birine fayda vermedi; bu hususta dileğin bir türlü olmadı; gücünle, kuvvetinle onlardan ölümü gideremedin gitti. Dünya onların halleriyle örnek gösterdi sana; mezarlarıyla mezarını hatırlattı sana.
Dünya, gerçekten de onun sözünü gerçek bilene gerçeklik yurdudur; anlayana esenlik yurdu. Ondan azığını düzene zenginlik yurdudur; öğüdünü tutana öğüt yurdu. Allah dostlarının secde ettikleri yerdir; Allah'ın meleklerinin namaz kıldığı yer. Allah'ın vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış-veriş ettiği yer; orada rahmet kazanırlar; orada cennet elde ederler. Kim dünyayı yerebilir, kınayabilir ki o kendisinden ayrılacağını yüce sesle bildirmiştir ona; kendisinin de, ehlinin de zevâlini haber vermiştir ona. Belâsıyla belâya örnek verir; sevinciyle sevince yol gösterir. İnsan, sağ esen yatar; derde, mihnete uğrayıp kalkar. bunu da insanları teşvik için, korkutmak için, ürkütmek için, çekindirmek için yapar. Yarın nedâmete düşenlerdir onu kınayanlar; başkalarıysa onu överler. Çünkü dünya onları korkutmuştur, korkmuşlardır; onlara söz söylemiştir, doğru bulmuşlardır; öğüt vermiştir, öğüt almışlardır.

 

[1] - "Hep birden Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın, bölük, bölük olmayın ve anın Allah'ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalp-lerinizi uzlaştırdı; nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam kıyısındaydınız, sizi kurtardı ondan. Allah doğru yolu bulursunuz diye delillerini böyle açıklar size" (3. Âl-i İmran, 103).
Alçalışı, yâni gönül alçaklığını, mânevî yücelik etmiş, yüceliği, yâni soy-boy şerefini alçaltmıştır.
[2] - Sabah olup... tez giden hakkında söylenen ata-sözüdür.
[3] - Allah katında din, ancak İslâm dinidir. Kendilerine kitap verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık ve haddini aşma yüzünden ihtilâfa düştüler ve kim Allah'ın âyetlerine inanmazsa bilsin ki Allah pek tez hesap görendir (3, Âl-i İmran, 19). Her doğan çocuk, yaratılış dininde (İslâm dininde) doğar; dili konuşmaya yatıncaya dek de böyledir; sonra anası, babası, onu Yahûdi yapar, Hıristiyan eder, Mecûsî kılar (Hadis, Câmi'us-Sagıyr, 2, s.79).
[4] - "And olsun ki biz, insanı balçık mayasından yarattık, sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık. Sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhtısını bir parça et hâline soktuk, der-ken ette kemikler yarattık, derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bir yaratışla meydana getirdik..." (Kur'an-ı Mecid 23, Mü'minûn, 12-14).
[5] - Câmi'us-Sagıyr, 1, s.124, yâni Cennet, insanı dünyadaki zevkten, şehvetten alıkoyan, disiplin altına alan, dileklerini kısan kişiye verilir; Cehennemse dünyada zevkine, şehvetine uyanların yeridir.
[6] - Kur'ân, ilâçtır, dermandır (Ayni, 2, s.74), Kur'ân şefâat edicidir, şefâati kabûl edilendir, ona uyanı gerçekleyicidir; O'nu izleyeni cennete götürür; O'nu ardına atanı cehenneme sevkeder (Aynı, 2, s.74).
[7] - Kur'ân-ı Mecîd, 41, Fussilet, 30.
[8] - "Câmi'us-Sagıyr" deki "Diline sâhip olmayan kul, imânın hakıykatine ulaşamaz" meâlindeki hadise uyar (2, s.74).
[9] - Kur'ân-ı Mecid, 3, 103.
[10] - Hazret-i Emir aleyhisselam'ın rivayet buyurdukları hadis. Bu meâlde birçok hadisler mevcuttur.
[11] - Kur'ân-ı Mecid, 4, 48, 116.
[12] - 4. 123, 6, 54, 9 102.
[13] - Şer'an kısas, dünyadaki cezadır; dünyada kısas icra edilmediği takdirde âhiretteki cezanın, dünyada çekilecek cezaya nispetle çetinliği bildirilmektedir.
[14] - "Dinde zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgın-lık, apaçık meydana çıkmıştır. Kim putları inkâr edip Allah'a inanırsa, şüphe yok, öyle sağlam bir kulpa yapışmıştır ki hiç kopmaz o ve Allah her şeyi duyar, bilir" (2, Bakara, 256).
[15] - Ben, kıyâmetle şunun gibi yollandım (bu hadisi irâd buyururlarken şehâdet parmaklarıyla orta parmaklarını düz olarak birleştirip göstermişler, kendilerinin son peygamber olup artık peygamber gelmeyeceğini ve kıyâmetin yakınlığını işaret etmişlerdir; Câmi'üs-Sagıyr, 1, s.105). Bu sözlerde 9 sûrenin (Tevbe) 33. ve 48. sûrenin (Feth) 28. âyetlerine de işaret vardır.
[16] - "Allah'tan bir nur ve apaçık, hükümleri belli bir kitap gelmiştir size" (5, Mâide, 15); "Onlar, öyle kişilerdir ki ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış olarak bulacakları şerîat sâhibi Ümmî Peygamber'e uyarlar ve O, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeyler onları ve temiz şey-leri onlara helâl etmededir, pis ve kötü şeyleri harâm etmede. Sırtlarındaki ağır yükleri indirmededir, bağlandık-ları zincirleri kırmada. Artık O'na inananlar, O'nu ululayanlar, O'na yardım edenler ve O'na indirilen nûra uyanlardır kurtulanlar, muratlarına erenler" (7, A'raf, 157); Kur'ân-ı Mecid, 4. sûrenin (Nisâ') ve 64. sûrenin (Tegaabün) 8. âyetlerinde de "Nûr" adıyla anılmakta, 10. sûrenin (Yûnus) 57; âyetinde, Kur'ân'ın gönüllere şifâ olduğu bildirilmekte, 41. sûrenin (Fussilet) 44. âyetinde Kur'ân-ı Mecid, hüdâ ve şifâ diye vasfolunmakta, 17. sûrenin (İsrâ) 82, âyet-i kerimesinde de Kur'ân-ı Kerim'in, inananlara şifâ ve rahmet olduğu beyan buyurulmaktadır.
[17] - 2. Sûrenin 13. âyet-i kerimesinde Muhammed Sallâllahu Aleyhi ve Âlihî ve Sellem'in ümmetinin "orta ümmet" olduğu, inanç bakımından ifrât ve tefrite sapmadığı, tam tenzih ve teşbîhe gitmeyip tevhid inancına sâhip bulunduğu bildirilmektedir.
[18] - 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 103. âyet-i kerimesinde, Allah ipine sımsıkı yapışılması, ayrılığa düşülmemesi emir buyrulmaktadır ki Allah ipi Kur'ân-ı Mecid ve Kur'ân ile teşrî edilen, sünnetle tevsik olunan şerîattır. Hutbenin bu son kısmı, bilhassa Kur'ân-ı Mecid'in vasıflarını ihtivâ ediyor.
[19] - Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için mümini sevindirmek, Allah için müminlerin birbirlerini sevmeleri hakkında bir çok hadisler vardır. "Allah için birbirlerini sevenler, arşın gölgesi altında bulunurlar; Allah'a manen yakın olan her melek, her peygamber onların derecesine gıpta eder; onlar cennete sorusuz girerler; onlara kıyâmette Allah komşuları denir" hadisi bunlardandır. Hattâ İmâm Ca'fer-üs Sâdık Aleyhisselâm'ın imânın, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek olduğunu buyurdukları rivâyet edilmiştir (Hâce Abbas-ı Kummî; Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr, 1, s.201). "Amellerin efdali, îmandan sonra, insanları sevmektir" hadisi de bu cümledendir (Câmi', 1, s.40)
[20] - "O gün ne mal fayda verir, ne evlât; ancak Allah'a şirkten ve şüpheden arınmış selîm bir gönülle gelen faydalanır" (26, Şuarâ', 88-89)
[21] - Zübeyr ve Talha'ya hitâben söylemişlerdir. Bağırış, yüksek ses, Allah'ın âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleridir. Onları duymayan, onlara uymayan, benim sözleri-mi hiç duymaz, benim sözlerime hiç uymaz demek istiyorlar.
[22] - "Müminin anlayışından sakının; çünkü o, Allah nûruyla görür" hadisine işaret buyurarak (Câmî', 1, s.7) bu olayları daha önceden bildiklerini, onların yapacaklarını anladıklarını bildiriyorlar.
[23] - 20. sûrenin (Tâhâ) 65-66. âyetlerinde, "Büyücüler dediler ki: İstersen sen at önce sopanı, istersen biz atalım yâ Mûsâ, siz önce atın, dedi. Derken büyüleriyle ipleri ve sopaları, Mûsâ'ya doğru koşuyormuş gibi göründü. Mûsâ'nın içine bir korku düştü. Korkma dedik; hiç şüphe yok ki sen daha üstünsün" buyurulmaktadır. Bu korkunun kendisinin, yahut mûcizesinin üst olmayacağı için olmayıp, bilgisizlerin üst olmaları, sapıklığın hükmetmesi düşüncesiyle olduğunu bildiriyor ve Mûsâ'yı, nefsi için, yâhut buna benzer, kötü bir şüphe yüzünden korkmaktan tenzih ediyorlar.
[24] - Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ilk imân eden, erkeklerden Emir'ül-Mü'minin (a.s), kadınlardan zevceleri Hazret-i Hadice’dir (r.a). Bunda; "Tirmizî, Müstekder-i Sahîhayn, Müsned, Kenz'ül-Ummâl" gibi hadis kitaplarıyla "İsâbe, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe" gibi sahâbenin hâl tercemele-rini bildiren kitaplar, tarihler müttefiktir. Neseî, "Hasâis"inde Ali'nin (a.s) "Ben Allah'ın kuluyum, Rasûlullah'ın kardeşiyim, Sıddıyk-ı Ekber benim; insanlardan yedi yıl önce îman ettim ben" dediğini kaydeder (S.3). İbn-i Mâce'nin "Sahîh"inde de aynı meâlde bir hadis vardır (s.12). Üsd'ül-Gaabe, Ebû Eyyub'ül-Ansârî'den, Hz. Peygamberin (s.a.a), "Melekler bana ve Ali'ye yedi yıl salâvat getirdiler; çünkü benimle ondan başka (Hadice müstesna) namaz kılan yoktu" buyurduğunu rivâyet eder (c.4, s.18).
Bu sözlerde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonraki olaylara, yâhut Osman'ın şehâdetinden sonraki biate de işaret vardır.
[25] - Kendilerine, haberleri olmadan şehit edilmeleri ihtimâli söylendiği vakit buyurmuşlardır.
[26] - "Bizden olup da ölen, ölü değildir" sözü, "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma; onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar" âyet-i kerimesine işarettir (3, Âl-i İmrân, 169).
[27] - İki  değer biçilmez şey sözüyle "Sizin içinizde, sizin aranızda iki değer biçilmez, nefîs, değerli şey bırakıyorum biri Allah'ın Kitabı, öbürü Ehlibeytimdir..." Meâlindeki hadis-i şerife işaret edilmektedir. Müslim, Tirmizi, Müstedrek, Neseî, Müsned, Hılyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz Zevâid, Savaık'ul-Muhrika ve sair hadis kitaplarında bir çok yollarla, bir çok sahâbiden rivâyet edilen bu hadis, mütevâtir derecesine varmış hadislerdendir (Seyyid Mürtaza'l-Huseyniyy-ül Firûzâbadî'nin "Fedâl'ül-Hamseti Min'es Sıhâh'is Sitte"sine bakınız; cüz, 2, Necef-1384; s.43-56).
[28] - "Gerçekten de Ehlibeytim, Nûh'un gemisine benzer aranızda; kim o gemiye binerse kurtuldu, kim binmezse helâk oldu gitti"  hadisine işaret edilmektedir (Ebû-Zer r.a'den câmi, 1, s.81). "Yıldızlar nasıl gök ehlinin emniyetine sebepse, Ehlibeytim de yeryüzündekilerin emniyetine sebeptir" meâlindeki hadise de işaret vardır (çeşitli rivayetleri ve kaynakları için "Fedâil'ül-Hamseti Min'es Sihâh'is-Sitte"ye bakınız; 2, s.59-60).
[29] - Dünyadan maksat, dünya için yaşamak, nefsi için çalışmak, ferdiyetine gömülmek, kendini merkez edinmektir; yoksa kendi, ayâli, milleti ve insanlık için çalışmak, esasen İslâm'ın farzlarındandır; ancak çalışanın kazanacağı, 53. sûrenin (Necm) 39. âyetinde bildirilmiş, bir çok âyet ve hadislerde de bu nükte, beyan buyrulmuştur. İslâm dünya ve âhireti denk tutan, dünyaya daldırmayan, fakat âhireti de unutturmayan bir dindir. Bu bakımdan da orta ümmettir Muhammed ümmeti (s.a.a). "Temiz kişiye temiz mal ne de güzel yaraşır" meâlindeki hadis de bunu bildirir  (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.184).
Mevlânâ'nın,
Nîst dünyâ nokra vo ferzend o zen
Çîst dünyâ ez Hodâ gaafil boden
beyti, bu hususu pek güzel açıklar.
[30] - "Muhâcir, kötülüğü terk eden, kötü işlerden geçendir" hadis-i şerîfî de (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.183) muhâcirliğin hakikatini bildirmektedir.
[31] - Hüccet, yâni kesin delil, Allah'ın kitabı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sünneti ve ümmetin mansûs olan imâmıdır; bunları tanıdığı hâlde itâat etmeyen, mustaz'af, yâni gerçek kendisine ulaşmamış, gerçeği anlayamamış sayılamaz, özrü de kabûl edilmez.
[32] - "Ameller, sonlarına göredir" hadisine nazaran (Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.103), ömrünü suçla, hattâ küfürle geçiren bir kişi son demlerinde tövbe eder, îmana gelirse suçları bağışlanır, küfürden arınır. Ömrünü ibâdetle geçiren bir kişi, son zamanlarda azar, suçlara batar; mümin olduğu halde inkâra sapar; günahkâr olarak ölür, yahut kâfir olarak âhirete göçer. Bir insanın hayrı, şerri ancak son zamanlarında belli olur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki ölüm çağındaki tövbe kabûl edilir, buna "tövbe-i ye's"derler; fakat son çağdaki îman kabûl edilmez; buna da "imân-ı ye's"denir. Mevlânâ,
Bâz â bâz â her onçi hesti bâz â
Ger kâfer o gebr o bot-peresti bâz â
İn dergeh-i  mâ dergeh-i novmidi nist
Sed bâr eger tovbe şikestî bâz â
Yâni "Geri gel, beri gel, her ne isen gene gel. Kâfir olduysan, ateşe, puta taptıysan da dön, bize gel; bizim bu tapımız, ümitsizlik tapısı değildir; yüz kere tövbe etmiş, tövbeni bozmuşsan, ümidini yitirme, gene gel" meâlindeki rubaisini, "De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, Allah rahmetinden ümit kesmeyin; şüphe yok ki Allah, bütün suçları örter, şüphe yok ki O, suçları örter, rahîmdir. Ve dönün Rabbinize ve teslim olun ona, size âzap gelip çatmadan; sonra yardım edilmez size" âyetle-rinin meâli olarak inşad eylemiştir. (39, 53-54); yoksa, kâfirsen de, ateşe, puta tapıyorsan da gel tarzında bir mâna kastetmemiştir; böyle anlayanlar, yanılmaktadırlar, yahut kasten, kendilerine inananları yanıltmak istemektedir.
[33] - Akıyl b. Ebi -Tâlib'in borcu, kırk bin dirhemi bulmuştu. Hazret-i Emir'den borcunun ödenmesini rica etmek üzere nezdine gidince Hazret, onu yanlarında alıkoymuşlar, akşam yemeğini beraber yemeyi teklif buyurmuşlardı. Akşam olunca tuz, ekmek ve biraz bakla geldi. Akıyl, bu sofraya şaşmakla beraber gene de yemekten sonra borcunun tesviyesini rica ve ricasında ısrâr edince, Emir'ül-Mü'minin (a.s), önlerindeki mangala bir demir soktular. Demir ateşten kızarınca da buyurdukları hareketi yaptılar ve sözleri söyle-diler. Akıyl pek müteessir oldu ve Küfe'den kalkıp Şam'a gitti. Muaviye'nin yanına girdiği zaman, onun mükellef bir serir üzerinde oturduğunu, yanına da Şam'da zaptiye işlerine bakan Dahhâk b. Kays'i oturtmuş olduğunu görünce, Hamd Allah'a ki aşağılığı yüceltti, noksanı tamamladı, ayıbı hüner etti diye Dahhâk'e tariz etti. Akıyl, Kureyş'e mensûp olanların kötülük-lerini bildiği, ensab bilgisine sahip olduğu için Dahhâk, Muaviye'ye, ben Kureyş'in iyiliklerini bildiğim gibi Akıyl de kötülüklerini bilir, dedi. Muaviye, Akıyl'e, elli bin dirhem vermiş ve borcunu da ödemiştir. Muaviye, halka kardeşi olduğu halde Akıyl bile benim üstünlüğümü görerek yanıma geldi demiş, Akıyl de bu söze karşılık, Ali, dini için dünyasını bıraktı, sense dünya için dinini terkettin; bu yüzden dünyada sen, kardeşimden hayırlısın; fakat kardeşim nefsi için herkesten daha hayırlıdır; bense sonumun hayra döndürülmesini Allah'tan dilerim, sözleriyle karşılık verdi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'in minbere çıkıp Ali'ye lânet etmesini emretti. Minbere çıkan Akıyl halka, "Ey insanlar, Muaviye, kardeşim Ali'ye lânet etmemi emrediyor; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti ona olsun" dedi ve minberden indi. Muâviye, Akıyl'in ne demek istediğini anlayıp kime lânet ettiğini bildirmedin deyince, Akıyl, söz, o sözü söyleyenin niyetine bağlıdır, dedi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'e, latîfe yollu ey Akıyl, dedi. Ebu-Leheb acaba şimdi nerede? Akıyl, cehenneme gidince dedi, halan Ümmü Cemil'le bulursun onu. Hicretin elli dördüncü yılında doksan altı yaşında vefat etti. Hz. Ali'den (a.s) yirmi yaş büyüktü (Akıyl için Şeyh Abdullâh'il-Mamakaanî'nin "Tenkih'ül-Makaal'inin 2. cildine, s. 255, Dahhâk b. Kays için de aynı cildin 104-105. sahifelerine bakınız. Yukarıdaki izâhâtı Avlunyalı Süreyyâ'nın "Fetret'ül-İslâm"ından naklettik, s. 168-171). Akıyl'in oğlu Müslim, İmâm Huseyn Aliyhisselâm tarafından Küfe'ye gönderilmiş, orada şehit olmuştur; diğer oğulları da Kerbelâ'- da şehâdet mertebesine erişmişlerdir.
Kendilerini sunmak üzere hediye getiren adam, Eş'as b. Kays'il-Kindî'dir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefâtından sonra dinden döndüğü rivayet edilmiştir. Hz. Ali Aleyhisselâm'ın hilâfetinin son devrelerinde Haricî olmuştu. Hazret-i Emir'in (a.s) şehâdetinde dahli olanlardan biridir. Tafsilât için Tenki'ül-Makaal'e bakınız (c.1, s. 149).
[34] - İbretler, öğütler, Kur'ân-ı Mecid ve hadislerdir. 54. sûrenin (Kamer), "Ve andolsun öyle haberler geldi onlara  ki o haberlerde onları vazgeçirecek, onlara öğüt verecek şeyler vardı" meâlindeki 4. âyet-i kerîmesine işaret edilmektedir. Son cümlelerde, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Âlihî vesellem'den sonra hükümleri, ancak onun vasıta-sıyla, ondan aldığı feyizle imâmın söyleyebileceği, nübüvvetin hatmolduğu bildirilmektedir.
[35] - Hazret-i Emir'ül Mü'minîn Aleyhisselâm, bu hutbelerinde, kendilerini tatmin edemeyen kişilerin dünyadaki hallerini beyan buyurmaktadırlar. İnsanların bir bölüğü, kendisine zarar gelmedikçe hiç bir şeye aldırmayan, iyiliği korumayan, kötülüğe karşı durmayan bencillerdir. Onlarca âlemin mihveri kendileridir, medârı da  menfaatleri. Menfaatlerine dokunul-madıkça her şeye razıdırlar; bunlar, "Kimin yanında bir mümin alçaltılırsa da o, o mümine kudreti olduğu halde yardım etmezse Allah onu kıyamet günü halkın önünde alçaltır", "Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sâhibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah dininden çıkmıştır" "Kim bir zâlime, onun zâlim olduğunu bildiği halde, yardım ederek giderse, Müslümanlıktan çıkar", buyuran İslâm Peygamberi'ne (s.a.a) tam inanmış kişiler değildirler (Câmi'üs-Sağir, 2, s.144, 2, 167). Âhireti dünya için isteyen; ibâdeti, gösteriş için yapan; dini, dünyaya âlet eden kişilerse, kesin olarak İslâm'ın ruhuna ermemiş, gerçek Müslüman olmamış riyâkarlar, münâfıklar-dır ki şeyh geçinen, tarikat ulusu görünen kişilerin çoğu, bu tâifedendir.
Hazret-i Emir'ül -Mü'minin'in (a.s) övdüğü kullarsa, Kur'ân-ı Mecid'de şu âyet-i kerîmelerle tavsif buyurulanlardır:
"Ve Rahmânın kulları, öylesine kullardır ki yeryüzünde gönül alçaklığıyla yürürler ve bilgisizler, onlara söz söyleyince sağlık, esenlik size diye cevap verirler. Ve öyle kişilerdir onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek, onun tapısında kıyamda bulunarak geçirirler. Ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, savuştur cehennem azâbını bizden; şüphe yok ki onun azâbı dâimîdir. Gerçekten de orası, karar edilecek ne de kötü yerdir, durulacak ne de kötü yurt. Ve öyle kişilerdir onlar ki yoksul-lara bir şey verince ne isrâf ederler, ne de az verirler, ikisinin ortasını bulurlar. Ve öyle kişilerdir onlar ki Allah'la beraber başka birine kulluk etmezler ve haklı olmadıkça Allah'ın harâm ettiği bir cana kıyıp kimseyi öldürmezler ve zinâ etmezler. Ve kim, bunları yaparsa cezaya düşer... Ve öyle kişilerdir onlar ki yalan tanıklıkta bulunmazlar ve suç yapılan yere uğrarlarsa oradan, suç, yapmadan ve yapılan suça razı olmadan geçip giderler. Ve öyle kişiler-dir  onlar ki Rablerinin delilleri anıldığı ve Kur'ân okunduğu zaman, sağır bir halde ve körü körüne yerlere kapanmazlar ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, eşlerimizden, soylarımızdan, gözlerimizi aydınlatacak kişiler ihsan et bize ve bizi, çekinenlere imâm, kılavuz kıl." (25, Furkan, 63-74).
Cenâb-ı Mevlânâ, Mesnevi'de dünyayı anlatırken: "Dünya nedir? Allah'tan gâfil olmak, yoksa kumaş, gümüş, altın dünya değildir. Malı-mülkü din için yüklenirsen; bunu, Peygam-ber, ne güzel maldır güzel kişinin malı diye övmüştür. Geminin içine dolan su gemiyi batırır, ama altındaki su ona yürüme gücü verir. Süleyman Peygamber, mal-mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığı için kendisine yoksul adını taktı. Ağzı kapalı testi, engin suda, içi havayla dolu olarak yüzer; insanın da gönlünde yokluk havası oldu mu, su üstünde içi havayla, gerçek aşkıyla dolu olarak gider. Gönülde yokluk sevgisi varken insan, dünya suyunun üstünde batmadan durur; bu dünyanın bütün malı onun olsa bu, gözüne görünmez bile" buyurur (1. Nicholson basımı, s.61-62. beyit. 983-989).
"Mal isteklerin esâsıdır, mayasıdır" buyuran Hazreti Emir (a.s), "İnsanlar dünyanın  oğullarıdır; insan, anasını severse kınanmaz" buyurmuşlardır (s.218).
Bu bölümün son yazısı, bu  bahsi  büsbütün açıklayacağı için bu kadar îzâhı, burada yeterli buluyoruz.
[36] - İnsanın, dünyadan elde ettiği şey, ölünce kalır; fakat başkalarına, yok yoksul kişilere yaptığı hayrın ecrine nâil olur. Gönüller alan gönüllerde anılır; bir mescit, bir kütüpha-ne,bir hastane yapanın adı unutulmaz. Sözün kısası, kendi için yaşayanın adı kalmaz; malı mülkü kendine fayda vermez; halk için yaşayansa ölse bile anılır; adı-sanı bâki kalır.
[37] - "Ve üfürülür sûra, işte bugündür azap günü. Ve herkes, yanında bir sürüp götüren ve bir tanık olarak gelir." (50, Kaf, 20-21) Sürüp götüren bir melekle tanıklık eden bir melek. Tanıktan maksat, insanın âzasıdır da denmiştir.

 

3. Bölüm

 

dÜnya-Âhİret

20

Gerçekten de siz, içinizden, ölen kişinin gördüğünü görseydiniz feryât eder, inleyip sızlardınız; korkardınız; dinlerdiniz; itaat ederdiniz. Ama onların gördüklerini göremiyorsunuz; perde var gözlerinizin önünde; yakındır, kaldırılacak, atılacak o perde. Elbette görürdünüz görebilseydiniz; duyardınız duyabilseydiniz; doğru yola sevk edilirdiniz sevk edilebilseydiniz. Gerçekten de söylüyorum: İbret alınacak şeyler açıklandı size; sizi yaptığınız şeylerden vazgeçirecek, öğüt verilecek sözler, haberler söylendi, bildirildi size. Gökten emir alan peygamberlerden sonra artık Allah'tan  haber gelmez size; Allah'ın hükümlerini ancak bir insan söyler size.[34]
* * *

21

İşin sonu önünüzdedir, sizi haydayıp yürüten kıyâmet ardınızdadır. Yükünüzü hafifletin de ulaşın, kavuşun sizden önce varanlara. Çünkü son gideniniz, ilk gelecek kişiyi beklemektedir.
* * *

 

28

(Allah'a hamdü senâ, Rasûlüne ve soyuna selâtü selâmdan) Sonra, gerçekten de dünya, yüzünü çevirdi, geçip gitmekte olduğunu duyurdu; gerçekten de âhiret yüzünü gösterdi, gelmekte olduğunu buyurdu. Duyun, bilin ki bugün, idman günüdür, yarın koşu var. Kim koşuyu kazanırsa ödülü cennettir; geri kalanaysa cehennem var. Yok mu ölümü gelip çatmadan tövbe eden; yok mu çetin günü erişmeden kurtuluşu için iş işleyen? Duyun, bilin ki ümit günlerindesiniz; ardındaysa ecel var. Kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta bulunur, iyi iş işlerse ameli fayda verir ona, ecelinden görmez zarar; kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta kusur eder, iyi işler işlemezse ameli ziyân verir ona, eceli verir zarar. Duyun, bilin de korku ânında nasıl amel ediyorsanız, amandayken de öyle amel edin. Duyun, bilin ki ben, isteyeni uykuya dalmış bir nimet görmedim Cennet gibi; korkanı uyuyup gaflette kalmış bir azâp, bir mihnet görmedim Cehennem gibi. Duyun, bilin ki, kimi gerçek faydalandırmazsa batıl zarar verir ona ve kimi doğru yol, doğruluğa sevk etmezse, sapıklık sürüp götürür helâke onu. Duyun, bilin ki emredildiğiniz göçü kaldırmaya, azığı hazırlamaya. Sizin için en fazla korktuğum şu iki şey:
Nefse uymak, uzun-uzun, olmayacak ümitlere kapılmak. Dünyadayken yarın sizi kurtaracak şeyleri derin, devşirin dünyada.
* * *

32

Ey insanlar, inatçı mı inatçı bir zamanda sabahladık, nankör mü nankör ve çetin bir zamana kaldık. Bu zamanda iyi kişi kötü sayılmada; zâlîm, zulmünü, serkeşliğini arttırdıkça arttırmada. Bildiğimiz şeylerle faydalanmaktayız; bilmediklerimizi sormamaktayız; musibet gelip çatmadıkça da korkmamaktayız.
İnsanlar dört bölüktür: Bir bölüğü kendisi alçalmadıkça, kılıcı körleşmedikçe, malı mülkü azalmadıkça, yeryüzünde bozgunculuğu men etmez. Bir bölüğü kılıcını çekmiştir; kötülüğünü izhâr etmiştir; yaya-atlı, adamlarını toplamıştır; kendisini ortaya atmıştır; dinini yok edip gitmiştir; bütün bunları da yok olacak mal elde etmek, yahut orduya baş olmak, başbuğ kesilmek, yahut minbere çıkıp yücelmek, halka ululuk satmak için yapar. Ne kötü alışveriştir dünyayı kendin için para-pul görmen, ondan ibâret bilmen; Allah katında nâil olacağı lütfü, ihsanı karşılık verip dünyayı alman. Bir bölüğü de âhiret ameliyle dünyayı diler; dünya ameliyle âhireti dilemez. Kendini alçak gönüllü göstermeye çalışır; adımlarını sık sık atar; eteğini beline çemrer; kötülüğünü gizleyip, halkı emin etmeye uğraşır; Allah'ın, kusurları örtüşünü de suç işlemeye vesile kılar. Dördüncü bölüğü ise, aslında bir yüceliği olmadığından soy-sop yüksekliğine sahip bulunmadığından bu hal, onu bir başka hale sokar. Kanaat ehli görünür, zâhitlerin libâsına bürünür; bu yüzden de ne gece dincelip yatar, ne gündüz bir şey yiyip doyar.
Geriye kalan erlerse, dönüp gidecekleri yeri anarak gözlerini yumarlar; mahşer korkusuyla göz yaşlarını dökerler. Kimi vakit per-perişan olurlar; kimi vakit korkarlar, kahrolup giderler; kimi susarlar, ağızlarını yumarlar; kimi öz doğruluğuyla Allah'ı anarlar; kimi vakit de yasa düşerler, sızlanırlar. Kendilerini gizlediklerinden dolayı adları-sanları anılmaz; alçalış onları kavramıştır, izlerinin tozları bile belirmez. Acı bir deniz içindedir onlar; ağızları kurumuştur, sesleri çıkmaz; gönülleri feryatları duyulmaz. Halka öğüt vere vere usanmışlardır; kahrola ola alçalmış-lardır, öldürüle öldürüle azalmışlardır.
Dünya, gözlerinizde, deri tabaklanan ağacın yaprağından da aşağı olmalı; koyun kırkılan makastan düşen yün kırpıntısından da bayağı olmalı. Sizden sonrakiler sizden ibret almadan, sizden öncekilerden ibret alın siz; kötüleyip atın onu siz; sizden olup kendisine düşenleri o da attı çünkü.[35]

 

42

Ey insanlar, sizin için korktuğum şeylerin en korkuncu iki şeydir: Hevâ ve hevese uymak, olmayacak uzun dileklere kapılmak. Hevâ ve hevese uymak insanı haktan alıkoyar; uzun dileklere kapılmak âhireti unutturur.
Duyun, bilin ki dünya ardını döndü, gitti gider; ondan kalan, içilmiş, sonra da baş aşağı çevrilmiş kaptan sızacak bir kaç katredir ancak; dökülür, yiter. Duyun, bilin ki âhiret, yönelmiştir, geldi-gelecek. Her  birinin de oğulları var; siz âhiret oğulları olun; dünya oğulları olmayın; çünkü kıyâmet günü, her çocuk anasına katılacak. Bugün iş günüdür, soru günü değil; yarınsa soru günüdür, iş günü değil.
* * *

45

Hamdolsun Allah'a ki rahmetinden ümit kesilmez, nimetinden ümitsizliğe düşülmez. Rahmetinden ye'se kapılan olmaz; kulluğundan baş çeken bulunmaz. Öyle bir Mâbuddur ki, rahmeti eksilmez, nimeti yok olup bitmez.
Dünya bir yurttur ki zevâl bulması, yok olması, ehlinin de onu bırakıp gitmesi, göçüp yitmesi mukadder. Pek tatlı-dır, yemyeşil; ama dileyenden tezce kaçar gider; can gözüyle ona bakan varlığından şüpheye düşer. En güzel, en hayırlı bir azıkla göçüp gidin oradan; yetecek şeyden fazlasını istemeyin, sizi götürecek nesneden ziyâdesini dilemeyin ondan.
* * *

52

Duyun, bilin ki dünya yüzünü çevirdi; geçip gitmekte olduğunu duyurdu; iyisi kötü oldu, hayrı şer kesildi; ardını döndü gitti-gider. İçinde oturanları yokluğa sürer, komşularını ölüme haydar. Ondaki tatlı, acıdı, ondaki berrak su bulandı. Kabın dibine konan çakıl taşlarını ıslatacak, fakat susamış  kişinin boğazını ıslatmayacak, susuzluğunu kandırmayacak kadar su kaldı ancak.
Allah kulları, ehline zevâl mukadder olan şu yurttan göç etmeye hazırlanın; şu yurtta dilek, istek, alt etmesin sizi; fazlaca kalıp eğlenmeniz aldatmasın sizi. And olsun ki gevşeğini yitirmiş, sağa-sola koşan develer gibi bağırsanız, güvercinler gibi dem çekseniz, dünyadan kesilmiş râhipler gibi feryat etseniz, mallarınızı, evlâdınızı bırakıp Allah'a yönelseniz, katındaki yüce derecelere ulaşmayı, ona yaklaşmayı dileseniz, yahut kitaplarında yazılmış suçlarınızın örtülmesini meleklerinin yazdıklarının silinmesini isteseniz, gene size, onun vereceğini umduğum sevâptan pek azı verilir sanırım. Gene de azâba uğrayacağınızdan korkar dururum.
Andolsun Allah'a, yürekleriniz yanıp erise, onun dileğiyle, onun korkusuyla gözleriniz kan ağlasa, sonra da dünyada bu hâl ile yaşayıp gitseniz, boyuna da çalışıp dursanız gene de Allah'ın size verdiği nimetlerin şükrünü yerine getiremezsiniz; gene de sizi îmana hidâyet etmesinin karşılığını ödeyemezsiniz.
* * *

63

Duyun, bilin ki dünya, öyle bir yurttur ki ondan kurtulmak, esenleşmek, ancak oradayken olur; fakat hiç sanmayın ki dünyaya ait işlere sarılmakla dünyadan kurtulunur. İnsanlar, sınanmak için kapılmışlardır ona; oradan ne elde ederlerse ellerinden alınır; hepsinin de hesabı, kendilerinden sorulur. Ama oradan, ondan gayrisi için ne alırlarsa, onun karşılığını bulurlar, onunla faydalanıp kalırlar.
Gerçekten de dünya, akıllılar katında gölgeye benzer; bir bakarsın, uzar, derken kısalıverir. Bir görürsün, yayıldıkça yayılır, derken yok oluverir.[36]
* * *

64

Allah kulları, çekinin Allah'tan; ecellerinizden önce kulluk etmeye çalışın. Mutlaka göçeceksiniz, göçmeye hazırlanın; gölgesi üstünüze düştü; ölüme hazır olun. Kendilerine seslenince uyanan, dünyanın karar edilecek yurt olmadığını anlayıp onun yerine âhireti ele alan bir topluluk olun. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, sizi beyhude yaratmadı; başıboş da bırakmadı. İçinizden biriyle cennet ve cehennem arasındaki konak, ölümdür ancak. Göz yumup açacak zaman bile sonu yaklaştırmadadır; yaşayışı yıkmadadır; ömür pek kısa sayılsa yeri vardır. Bir görünmeyen var şimdilik; ama geceyle gündüz gelip geçtikçe, değil mi ki onu sürüp getirecek; tezce gelmiş-çatmış sayılması gerek. Gelen değil mi ki ya kurtuluş, murâda eriş müjdesiyle, ya da kötülükle gelecek, asıl ona hazırlanılması gerek. Dünyadan yarın ondan kendinizi koruyacağınız, kurtaracağınız şeyleri derin, devşirin, azık edinin. Nefsine öğüt veren, tövbe etmeyi öne alan, şehvetine üst olan kuldur, Rabbinden çekinen sakınan. Çünkü ecel çağı gizlidir kuldan; dileği aldatır onu; şeytan musallat olmuştur ona; üstüne bindirip sürmek için suçu bezer, güzel gösterir ona; bugün ederim, yarın ederim diye tövbeyi geriye atar, derken en gafil bir haldeyken ölüm gelir-çatar. Ne de ziyankârdır gafletle yaşayan, ne de yanar-yakılır ki ömrü, ömründe yaptıkları, delil olarak bir bir gösterilir ona; neyle geçirdin ömrünü denir; günleri, onu kötülüğe sürmüş-götürmüştür; üzülür durur.
Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan etsin.
* * *

 

82

Nasıl anlatayım bir yurdu ki evveli mihnettir, meşakkat-tir; sonu yok olup gitmektir. Helâlinde hesap var; haramında ikap var. Kim o yurtta zenginleşmişse sınanmalara düşmüştür. Kim yokluğa, yoksulluğa uğramışsa hüzünlere batmıştır. Kim onu elde etmeye çalışırsa ondan yiter-gider o; kim oturur, dilemezse ona gelir-çatar o. Kim ibretle ona bakarsa onu görüş sahibi eder o; ama kim ona istekle, hasretle bakarsa, onu kör eder o.
* * *

85

Ve bilirim bildiririm ki yoktur Allah'tan başka tapacak; şerîki yoktur, birdir ancak. Evveldir, ondan önce bir şey yok. Âhırdır, ona bir son ve sınır yok. Vehimler ona bir sıfat bulamaz; onu o sıfatla bilemez. Gönüller, onu bir keyfiyete bağlayamaz; o keyfiyetle anlayamaz. Cüzü'lere bölünemez; parçalara ayrılamaz. Gözler, gönüller onu kaplayamaz, kavrayamaz.
(Bu hutbeden):
Allah kulları, fayda veren ibretlerden öğüt alın; apaçık delillerden ibret alın; adamakıllı anlatılarak korkutulduğu-nuz şeyleri duyun da çekinin, sakının; öğütleri dinleyin de faydalanın. Sanki ölüm, pençesini size atmıştır; dilek-istek bağları, sizden üzülüp gitmiştir. Beklenmedik, kötü, katı işler gelip kavramıştır sizi; güç ve çetin hallere düşürmüştür sizi; gidilmemesine imkân bulunmayan, varılmamasına çâre olmayan yere sürüp götürmüştür sizi.
Her insanın yanında bir sürüp götüren vardır, bir tanık vardır; sürüp götüren, toplanacağı yere sürer götürür onu; tanık da yaptıklarına tanıklık eder onun.[37]
(Aynı Hutbede cenneti tavsif ederken buyururlar ki):
Dereceler vardır, birbirinden üstün; duraklar vardır, birbirinden ayrı. Ne nimetleri bitip tükenir; ne oradakiler başka bir yere göçüp giderler. Ne orada ebedî kalan kocar; ne orasını yurt edinen ümitsizliğe düşer.

99

Ne olup geçtiyse o yüzden de hamdederiz O'na; neler gelip çatacaksa o yüzden de yardım dileriz ondan. Din işlerinde de esenlik dileriz, bedenlere ait işlerde esenlik dilediğimiz gibi.
Allah kulları, sizi terk edecek olan şu dünyayı sizin de terk etmenizi dilerim, tavsiye ederim; onun sizi terk etmesini dilemeseniz de, sevmeseniz de o, bedenlerinizi yıpratacaktır; isterseniz siz, onun yenilenmesini, gençleşmesini dileyin. Bir yola koyulan, yürür-gider, derken varacağı yere varır-ulaşır. Kim vardır ki gelecek gün, ona gelip çatmasın. İnsanı dünyada sürüp götüren, insanı dileyip çeken ölüm, sonunda insanı dünyadan ayırır. Dünyanın yüceliğine, dünya ile övünmeye rağbet etmeyin; onun süsüne-püsüne, onun nimetlerine aldanmayın. Derdinden, mihnetinden acıklanmayın. Onun yüceliği de biter-gider; onunla övünmek de bir gün gelir, yiter. Ziyneti de zevâl bulur; nimetleri de yok olur; derdi de sona erer, mihneti de biter. Dünyadaki her müddetin sonu gelir. Dünyada her diri, sonunda yok olur. Aklınız varsa evvel geçenlerden ibret almaz mısınız? Geçip giden atalarınıza bakmaz mısınız? Görmez misiniz ki içinizden göçüp gidenler gitmekteler; yerlerine kalanlar da durmamaktalar. Görmez misiniz ki dünya ehli, akşamı eder, sabahı bulur çeşitli hallerde:
Ölen vardır, onlardan, ağlanır ona; bir başkası vardır, başsağlığı verilir ona, birisi derde uğramıştır, öbürü gider, dolaşır onu; halini-hatırını sorar. Bir başkası tasını-tarağını toplar, âhirete göçer. Biri dünyayı ister, ölümse onu istemektedir; öbürü gaflete düşmüştür; fakat ondan gaflet eden yoktur; geçip gidenin ardından kalan da geçip gitmektedir.
Kendinize gelin de kötü işlere girişeceğiniz zaman anın lezzetleri yıkıp yok edeni, özlemleri bulandıranı, direkleri kırıp geçireni ve hakkını yerine getirmek, nimetleriyle ihsanlarının sayılmasına imkân bulunmayanın şükrünü edâ etmek için Allah'tan yardım dileyin.
* * *

111

(Allah'a hamd-ü senâ, Rasulüne selât-ü selâmdan):
Sonra dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim. Çünkü dünya, görünüşte tatlıdır, dile, damağa hoş gelir. Yemyeşildir, taptazedir, göze güzel görünür. Özlemlerle kaplanmıştır; tez elde edilen, fakat hemen geçip giden zevkler yüzünden sevdirir kendini, az bir hoşlukla iyi görünür, dileklerle, ümitlerle bezenir, bezendirir; aldatışlarla süslenir; fakat verdiği sevincin bekası yoktur; onun derdinden, eleminden kurtuluş imkânı bulunamaz.
Pek aldatıcıdır, çok zarar vericidir. Geçip gider, yok olup biter; içindekileri de yok eder, sömürür, yer. Onu isteyenler, onu elde etmeye razı olanlar, dileklerini elde etseler bile. noksan sıfatlardan münezzeh olan şanı yüce Allah'ın, "Dünya yaşayışı gökten yağdırdığımız yağmura benzer; yeryüzünün bitkilerini sular, bünyelerine girer de onları yeşertir, yetiştirir; derken bitkileri kurur, ufalanır, yeller de onları savurur-gider ve Allah'ın her şeye gücü yeter" buyurduğu gibi (Kehf, 45) her şey zevâl bulur, bâki kalmaz ve dünyada bundan öte de bir şey olamaz.
Hiçbir sevinip gülen yoktur ki dünya ardından onu kedere düşürmesin, ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali yoktur ki ardında idbar bulunmasın. Dünyada hiçbir sepintiyle ferahlayan yoktur ki ardından onu belâ sağanağıyla ıslatmasın. Dünyanın şanındandır bu; sabahleyin birine yardım eder, akşamleyin ona düşman kesilir. Bir yanı tatlı olur, sindirirse öbür yanı acı gelir, yerindirir. Kişi, onun zevkine erer, güzelliğini elde ederse, mutlaka tezce belâları çatar ona, dertleri erer. Dünyada esenliğe kavuşup akşamı eden, mutlaka korkulara düşer de sabahlar.
Aldatıcıdır dünya, onda ne varsa hepsi de insanı aldatır. Fânîdir, onda olanların hepsi de yok olur. Dünya azıklarında, suçlardan çekinmekten başka hiçbir şeyde hayır yoktur. Dünyadan az bir şey elde eden, ondan emin olabilecek çok şeye sahip olmuş demektir; çok şey elde edense, kendisine helâk edecek çok şey elde etmiş demektir. Dünya, az bir fırsat verir insana, sonra geçer-gider; o fırsata erense ancak hasret elde eder. Nice ona güvenenleri dertlere uğratmıştır; nice ona inananları helâk vâdîsine atmıştır; nice büyükleri hor-hakir etmiştir; nice benliğe düşenleri alçaltmış-gitmiştir.
Dünyanın devleti elden ele dolanır; dünya yaşayışı durulmaz, bulandıkça bulanır. Tatlı suyu acıdır; tadı, dili damağı acıtır. Gıdası ağıdır, öldürür; yapışılacak, tutunulacak her şeyi çürümüştür, kopar, tutanın elinde kalır. Dünyada diri olan, ölümü beklemektedir; sağ-esen kalan, neredeyse hastalığa çatmaktadır. Malı-mülkü alınmış çalınmıştır; orada yücelen mağlûb olmuştur, malına, nimetine sahip olan mihnete uğramıştır; ona komşu olan yağmalanmıştır.
Sizden önce uzun ömür sürenlerin, eserleri kalanların, boyuna olmayacak ümitlere düşenlerin, yardımcıları hazır duranların, orduları çok olanların yurtlarında değil misiniz ki? Onlar da dünyaya taptılar, hem de nasıl taptılar? Dinlerini bırakıp dünyayı aldılar; hem de nasıl aldılar? Ondan sonra da kendilerini, konaklayacakları yere götürmek üzere yolluk almadan, o güç yolları-belleri aşacak bineklere binmeden göçüp gidiverdiler. Dünyanın onlardan birini, karşılık bir şey alıp bıraktığını, yahut onlara yardım edip dostlukta bulunduğunu, yahut da onlarla bir hoşça konuşup dostluk kurduğunu duydunuz mu hiç? Hayır; aksine onları kötü olaylara uğrattı; yaşayışlarını yıprattı; yüzüstü yere attı onları; ayaklarının altında ezdi, bitirdi onları; onlara ancak ölümle yardım etti dünya. Sonunda da ebedî olarak ondan ayrılıp gittikleri çağda, ona uyanları, onu seçenleri tanımadığını, ona dayananları bilmediğini gördünüz mutlaka. Açlıktan, azıksızlıktan başka bir yolluk mu verdi onlara? Darlıktan başka bir yere mi indirdi onları? Yoksa karanlıklardan başka bir ışıklı yere mi kondurdu onları?. Yahut nedâmetten başka bir şey mi sundu onlara? Peki, bu dünyayı bunun için mi seçmektesiniz? Bundan dolayı mı gönlünüzü ona vermektesiniz, ona inanmaktasınız, ona sarıldıkça sarılmaktasınız?
Bilin, bilirsiniz de, onu bırakıp gideceksiniz, oradan göçeceksiniz: "Kimdir bizden daha kuvvetli" (Fussilet 15) diyenlerden öğüt alın, istemedikleri bineklere bindirilerek kabirlerine indirildiler onlar; konukluğa çağrılmadan mezarlarına kondular onlar. Kerpiç parçalarıyla yapıldı kabirleri; çürüdü, toprak oldu kefenleri; çürümüş kemikler komşuları oldu. Onlar da öyle bir komşu kesildiler ki çağı-rana gidemezler artık; düştükleri zilleti gideremezler artık; feryat edene aldırış bile edemezler artık. Üstlerine yağmur yağsa ferahlanmazlar; kıtlık gelip çatsa ümitsizliğe düşmezler. Görünüşte bir topluluktur onlar, ama yapayalnızlar. Birbirlerine komşu olmuşlardır; fakat birbirlerinden ayrılmışlardır, uzaklaşmışlardır. Birbirlerine yakındırlar, fakat birbirlerini dolaşamazlar; akraba olmuşlardır; hallerini hatırlarını soramazlar. Kinleri yitmiş, halim, selim olmuş kişilerdir; hasetleri ölmüş, bilgisizdirler. Ne zararlarından korkulur onların, ne kötülüklerini gidermek için bir şey düşünülür haklarında. Yerin üstünü bırakmışlar, karanlığa varmışlardır. Geniş yeryüzünü bırakmışlar, daracık bir yere sığınmışlardır; ehillerinden, ayallerinden ayrılmışlar, garip olmuşlardır. Ayakları yalındır, bedenleri çıplak. Dünyadan, amelleriyle ayrılmışlardır ancak. Ebedî yaşayış yurduna göçmüşler, orada mekân tutmuşlardır. Nitekim noksan sıfatlardan münezzeh olan da, "Önce nasıl yaratmaya başladık, yarattıysak, tekrar yaratacağız; bu, vaadimizdir bizim ve gerçekten de yapacağız, gücümüz yeter yapmaya" buyurmuştur (Enbiyâ,104).
* * *

113

Dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim; çünkü orası çadırın söküleceği yerdir; suyuna, otuna kapılıp oturulacak yer değildir. Aldanış sebepleriyle bezenmiştir, süsüyle aldatmıştır. Bir evdir ki Rabbinin katında horlanmıştır. Helâlî harâmına, hayrı şerrine katılmıştır. Yaşayışı ölümledir, tatlılığı acılıkla. Yüce Allah, dostlarına arı-duru etmemiştir onu; düşmanlarından da sakınmamıştır onu. Hayrı azdır, şerri çok. Ondan toplanan biter; devleti tez alınır gider; onu onaran harap eder. Ne hayır var o evde ki yapısı çöküp gidecek, ne fayda umulur o ömürden ki yenilen -içilen şeyler gibi eriyip bitecek; ne bereket aranır o yolculuktan ki sonu gelecek; konulacak yere varılıp ulaşılacak.
Allah'ın size farz ettiği  şeylere çalışın, çabalayın; sizden dilediği hakkını edâ etmeye uğraşın; çağrılmadan önce ölümün çağrısına kulak verin, onu duyun. Zâhitlerin, dünyada gülseler bile gönülleri ağlar, ferahlasalar bile hüzünleri artar, lütuflara uğrasalar, halk bu yüzden gıpta etse bile onlar, az kulluk ettikleri  için kendilerine kızarlar.
Sizinse ecellerinizi anmanız yitip gitmiş, yalan istekler sizi kavrayıp kaplamış; dünya, âhiretten fazla sizi avcuna almış; tez elde edilen dünya nimeti, zamanla elde edilecek âhiret nimetini gönüllerinizden çıkarmış. Siz Allah dininde kardeşlersiniz; fakat sizi birbirinizden ancak üzerlerinizdeki pislik, gönüllerinizdeki kötülük ayırdı, aranıza ayrılık saldı; birbirinize yardım etmiyorsunuz, birbirinize öğüt vermiyorsunuz, birbirinize ihsanda bulunmuyorsunuz, birbirinizi sevmiyorsunuz, sevişmiyorsunuz. Ne oluyor size de, dünyada elde ettiğiniz az bir şey sizi ferahlandırıyor, âhiretten yitirdiğiniz çok çok lütuflar, sizi hüzne salmıyor? Dünyadan yitirdiğiniz az, ehemmiyetsiz şeyler, sizi ıstıraba atıyor; belirtisi yüzlerinizde görünüyor, sabrınızın azlığından beliriyor; elinizden çıkana dayanamadığınız anlaşılıyor. Sanki dünya, durup kalacağınız durağınızmış, malı-mülkü de sanki hep elinizde kalacakmış, yitip gitmeyecekmiş. O da ayıbını yüzüne karşı söyler diye korkuyorsunuz da hiç biriniz, kardeşinin ayıbını yüzüne karşı söylemiyor, ona öğüt vermiyor. Bir müddet sonra gelip çatacak âhireti terk etmeyi, elinize hemen geçecek dünya sevgisine katıp onu bulandırdınız; din sözü yalnız ağzınızda, sanki onu bir kerecik tattınız. Sanki her biriniz işini görmüş, bitirmiş, efendisinin razılığını elde etmiş.
* * *

120

Andolsun Allah'a ki tebliğ edilen emirleri, tamamlanan vaadleri,  söylenen tüm sözleri bildim ben. Biz Ehlibeytin katındadır hikmetin kapıları; işlerin, aydınlatıcı ışıkları.
Bilin ki dinin hükmü birdir; yolları pürüzsüz, aksaksız-dır. Kim onlara uyar, o yolu tutarsa umduğuna erer, ganimetler elde eder; kim durursa, o yoldan saparsa nedâmete düşer. Azıkların hazırlandığı gün için, gizli şeylerin meydana çıkacağı çağ için çalışın. Kime, bugünkü aklı fayda vermezse ondan uzak olan akıl, fayda vermekte daha da fazla acze düşer, zahmete uğrar; açık olmayan can gözü göremez olur; gerçekten kayar; bugün bir fayda elde edemeyen, yarın büsbütün hayrete dalar.
Bilin ki Allah'ın insana verdiği güzel dil, doğru söz, elde ettiği maldan da hayırlıdır, kendisine karşı minnet duymayan, şükretmeyen kişiye bıraktığı mirastan da.
* * *

 

131

(Dünyayı kınayan, yeren birisini duyup buyurdular ki:)
A dünyayı yeren, kınayan, sonra da onun aldatışlarına kapılan, olmayacak şeylerine aldanan, sonra gene de tutup onu kınamaya kalkışan, dünyaya aldanan sen değil misin ki tutup kötülüyorsun onu? Dünyada suç işleyen sen misin, o mu? Ne vakit yolunu azıttı senin dünya; ne vakit aldattı seni dünya? Bedenleri çürüyüp dağılmış atalarınla mı aldattı seni; yoksa toprak altında yatan analarının mezarlarıyla mı kandırdı seni? Hastalıklarında nice hizmetlerde bulundun onlara; nice çalıştın iyi olmaları için; onların şifâ bulmalarını istedin, hekimlere başvurdun, çâre diledin. Esirgemen hiç birine fayda vermedi; bu hususta dileğin bir türlü olmadı; gücünle, kuvvetinle onlardan ölümü gideremedin gitti. Dünya onların halleriyle örnek gösterdi sana; mezarlarıyla mezarını hatırlattı sana.
Dünya, gerçekten de onun sözünü gerçek bilene gerçeklik yurdudur; anlayana esenlik yurdu. Ondan azığını düzene zenginlik yurdudur; öğüdünü tutana öğüt yurdu. Allah dostlarının secde ettikleri yerdir; Allah'ın meleklerinin namaz kıldığı yer. Allah'ın vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış-veriş ettiği yer; orada rahmet kazanırlar; orada cennet elde ederler. Kim dünyayı yerebilir, kınayabilir ki o kendisinden ayrılacağını yüce sesle bildirmiştir ona; kendisinin de, ehlinin de zevâlini haber vermiştir ona. Belâsıyla belâya örnek verir; sevinciyle sevince yol gösterir. İnsan, sağ esen yatar; derde, mihnete uğrayıp kalkar. bunu da insanları teşvik için, korkutmak için, ürkütmek için, çekindirmek için yapar. Yarın nedâmete düşenlerdir onu kınayanlar; başkalarıysa onu överler. Çünkü dünya onları korkutmuştur, korkmuşlardır; onlara söz söylemiştir, doğru bulmuşlardır; öğüt vermiştir, öğüt almışlardır.

 

[1] - "Hep birden Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın, bölük, bölük olmayın ve anın Allah'ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalp-lerinizi uzlaştırdı; nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam kıyısındaydınız, sizi kurtardı ondan. Allah doğru yolu bulursunuz diye delillerini böyle açıklar size" (3. Âl-i İmran, 103).
Alçalışı, yâni gönül alçaklığını, mânevî yücelik etmiş, yüceliği, yâni soy-boy şerefini alçaltmıştır.
[2] - Sabah olup... tez giden hakkında söylenen ata-sözüdür.
[3] - Allah katında din, ancak İslâm dinidir. Kendilerine kitap verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık ve haddini aşma yüzünden ihtilâfa düştüler ve kim Allah'ın âyetlerine inanmazsa bilsin ki Allah pek tez hesap görendir (3, Âl-i İmran, 19). Her doğan çocuk, yaratılış dininde (İslâm dininde) doğar; dili konuşmaya yatıncaya dek de böyledir; sonra anası, babası, onu Yahûdi yapar, Hıristiyan eder, Mecûsî kılar (Hadis, Câmi'us-Sagıyr, 2, s.79).
[4] - "And olsun ki biz, insanı balçık mayasından yarattık, sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık. Sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhtısını bir parça et hâline soktuk, der-ken ette kemikler yarattık, derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bir yaratışla meydana getirdik..." (Kur'an-ı Mecid 23, Mü'minûn, 12-14).
[5] - Câmi'us-Sagıyr, 1, s.124, yâni Cennet, insanı dünyadaki zevkten, şehvetten alıkoyan, disiplin altına alan, dileklerini kısan kişiye verilir; Cehennemse dünyada zevkine, şehvetine uyanların yeridir.
[6] - Kur'ân, ilâçtır, dermandır (Ayni, 2, s.74), Kur'ân şefâat edicidir, şefâati kabûl edilendir, ona uyanı gerçekleyicidir; O'nu izleyeni cennete götürür; O'nu ardına atanı cehenneme sevkeder (Aynı, 2, s.74).
[7] - Kur'ân-ı Mecîd, 41, Fussilet, 30.
[8] - "Câmi'us-Sagıyr" deki "Diline sâhip olmayan kul, imânın hakıykatine ulaşamaz" meâlindeki hadise uyar (2, s.74).
[9] - Kur'ân-ı Mecid, 3, 103.
[10] - Hazret-i Emir aleyhisselam'ın rivayet buyurdukları hadis. Bu meâlde birçok hadisler mevcuttur.
[11] - Kur'ân-ı Mecid, 4, 48, 116.
[12] - 4. 123, 6, 54, 9 102.
[13] - Şer'an kısas, dünyadaki cezadır; dünyada kısas icra edilmediği takdirde âhiretteki cezanın, dünyada çekilecek cezaya nispetle çetinliği bildirilmektedir.
[14] - "Dinde zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgın-lık, apaçık meydana çıkmıştır. Kim putları inkâr edip Allah'a inanırsa, şüphe yok, öyle sağlam bir kulpa yapışmıştır ki hiç kopmaz o ve Allah her şeyi duyar, bilir" (2, Bakara, 256).
[15] - Ben, kıyâmetle şunun gibi yollandım (bu hadisi irâd buyururlarken şehâdet parmaklarıyla orta parmaklarını düz olarak birleştirip göstermişler, kendilerinin son peygamber olup artık peygamber gelmeyeceğini ve kıyâmetin yakınlığını işaret etmişlerdir; Câmi'üs-Sagıyr, 1, s.105). Bu sözlerde 9 sûrenin (Tevbe) 33. ve 48. sûrenin (Feth) 28. âyetlerine de işaret vardır.
[16] - "Allah'tan bir nur ve apaçık, hükümleri belli bir kitap gelmiştir size" (5, Mâide, 15); "Onlar, öyle kişilerdir ki ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış olarak bulacakları şerîat sâhibi Ümmî Peygamber'e uyarlar ve O, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeyler onları ve temiz şey-leri onlara helâl etmededir, pis ve kötü şeyleri harâm etmede. Sırtlarındaki ağır yükleri indirmededir, bağlandık-ları zincirleri kırmada. Artık O'na inananlar, O'nu ululayanlar, O'na yardım edenler ve O'na indirilen nûra uyanlardır kurtulanlar, muratlarına erenler" (7, A'raf, 157); Kur'ân-ı Mecid, 4. sûrenin (Nisâ') ve 64. sûrenin (Tegaabün) 8. âyetlerinde de "Nûr" adıyla anılmakta, 10. sûrenin (Yûnus) 57; âyetinde, Kur'ân'ın gönüllere şifâ olduğu bildirilmekte, 41. sûrenin (Fussilet) 44. âyetinde Kur'ân-ı Mecid, hüdâ ve şifâ diye vasfolunmakta, 17. sûrenin (İsrâ) 82, âyet-i kerimesinde de Kur'ân-ı Kerim'in, inananlara şifâ ve rahmet olduğu beyan buyurulmaktadır.
[17] - 2. Sûrenin 13. âyet-i kerimesinde Muhammed Sallâllahu Aleyhi ve Âlihî ve Sellem'in ümmetinin "orta ümmet" olduğu, inanç bakımından ifrât ve tefrite sapmadığı, tam tenzih ve teşbîhe gitmeyip tevhid inancına sâhip bulunduğu bildirilmektedir.
[18] - 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 103. âyet-i kerimesinde, Allah ipine sımsıkı yapışılması, ayrılığa düşülmemesi emir buyrulmaktadır ki Allah ipi Kur'ân-ı Mecid ve Kur'ân ile teşrî edilen, sünnetle tevsik olunan şerîattır. Hutbenin bu son kısmı, bilhassa Kur'ân-ı Mecid'in vasıflarını ihtivâ ediyor.
[19] - Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için mümini sevindirmek, Allah için müminlerin birbirlerini sevmeleri hakkında bir çok hadisler vardır. "Allah için birbirlerini sevenler, arşın gölgesi altında bulunurlar; Allah'a manen yakın olan her melek, her peygamber onların derecesine gıpta eder; onlar cennete sorusuz girerler; onlara kıyâmette Allah komşuları denir" hadisi bunlardandır. Hattâ İmâm Ca'fer-üs Sâdık Aleyhisselâm'ın imânın, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek olduğunu buyurdukları rivâyet edilmiştir (Hâce Abbas-ı Kummî; Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr, 1, s.201). "Amellerin efdali, îmandan sonra, insanları sevmektir" hadisi de bu cümledendir (Câmi', 1, s.40)
[20] - "O gün ne mal fayda verir, ne evlât; ancak Allah'a şirkten ve şüpheden arınmış selîm bir gönülle gelen faydalanır" (26, Şuarâ', 88-89)
[21] - Zübeyr ve Talha'ya hitâben söylemişlerdir. Bağırış, yüksek ses, Allah'ın âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleridir. Onları duymayan, onlara uymayan, benim sözleri-mi hiç duymaz, benim sözlerime hiç uymaz demek istiyorlar.
[22] - "Müminin anlayışından sakının; çünkü o, Allah nûruyla görür" hadisine işaret buyurarak (Câmî', 1, s.7) bu olayları daha önceden bildiklerini, onların yapacaklarını anladıklarını bildiriyorlar.
[23] - 20. sûrenin (Tâhâ) 65-66. âyetlerinde, "Büyücüler dediler ki: İstersen sen at önce sopanı, istersen biz atalım yâ Mûsâ, siz önce atın, dedi. Derken büyüleriyle ipleri ve sopaları, Mûsâ'ya doğru koşuyormuş gibi göründü. Mûsâ'nın içine bir korku düştü. Korkma dedik; hiç şüphe yok ki sen daha üstünsün" buyurulmaktadır. Bu korkunun kendisinin, yahut mûcizesinin üst olmayacağı için olmayıp, bilgisizlerin üst olmaları, sapıklığın hükmetmesi düşüncesiyle olduğunu bildiriyor ve Mûsâ'yı, nefsi için, yâhut buna benzer, kötü bir şüphe yüzünden korkmaktan tenzih ediyorlar.
[24] - Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ilk imân eden, erkeklerden Emir'ül-Mü'minin (a.s), kadınlardan zevceleri Hazret-i Hadice’dir (r.a). Bunda; "Tirmizî, Müstekder-i Sahîhayn, Müsned, Kenz'ül-Ummâl" gibi hadis kitaplarıyla "İsâbe, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe" gibi sahâbenin hâl tercemele-rini bildiren kitaplar, tarihler müttefiktir. Neseî, "Hasâis"inde Ali'nin (a.s) "Ben Allah'ın kuluyum, Rasûlullah'ın kardeşiyim, Sıddıyk-ı Ekber benim; insanlardan yedi yıl önce îman ettim ben" dediğini kaydeder (S.3). İbn-i Mâce'nin "Sahîh"inde de aynı meâlde bir hadis vardır (s.12). Üsd'ül-Gaabe, Ebû Eyyub'ül-Ansârî'den, Hz. Peygamberin (s.a.a), "Melekler bana ve Ali'ye yedi yıl salâvat getirdiler; çünkü benimle ondan başka (Hadice müstesna) namaz kılan yoktu" buyurduğunu rivâyet eder (c.4, s.18).
Bu sözlerde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonraki olaylara, yâhut Osman'ın şehâdetinden sonraki biate de işaret vardır.
[25] - Kendilerine, haberleri olmadan şehit edilmeleri ihtimâli söylendiği vakit buyurmuşlardır.
[26] - "Bizden olup da ölen, ölü değildir" sözü, "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma; onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar" âyet-i kerimesine işarettir (3, Âl-i İmrân, 169).
[27] - İki  değer biçilmez şey sözüyle "Sizin içinizde, sizin aranızda iki değer biçilmez, nefîs, değerli şey bırakıyorum biri Allah'ın Kitabı, öbürü Ehlibeytimdir..." Meâlindeki hadis-i şerife işaret edilmektedir. Müslim, Tirmizi, Müstedrek, Neseî, Müsned, Hılyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz Zevâid, Savaık'ul-Muhrika ve sair hadis kitaplarında bir çok yollarla, bir çok sahâbiden rivâyet edilen bu hadis, mütevâtir derecesine varmış hadislerdendir (Seyyid Mürtaza'l-Huseyniyy-ül Firûzâbadî'nin "Fedâl'ül-Hamseti Min'es Sıhâh'is Sitte"sine bakınız; cüz, 2, Necef-1384; s.43-56).
[28] - "Gerçekten de Ehlibeytim, Nûh'un gemisine benzer aranızda; kim o gemiye binerse kurtuldu, kim binmezse helâk oldu gitti"  hadisine işaret edilmektedir (Ebû-Zer r.a'den câmi, 1, s.81). "Yıldızlar nasıl gök ehlinin emniyetine sebepse, Ehlibeytim de yeryüzündekilerin emniyetine sebeptir" meâlindeki hadise de işaret vardır (çeşitli rivayetleri ve kaynakları için "Fedâil'ül-Hamseti Min'es Sihâh'is-Sitte"ye bakınız; 2, s.59-60).
[29] - Dünyadan maksat, dünya için yaşamak, nefsi için çalışmak, ferdiyetine gömülmek, kendini merkez edinmektir; yoksa kendi, ayâli, milleti ve insanlık için çalışmak, esasen İslâm'ın farzlarındandır; ancak çalışanın kazanacağı, 53. sûrenin (Necm) 39. âyetinde bildirilmiş, bir çok âyet ve hadislerde de bu nükte, beyan buyrulmuştur. İslâm dünya ve âhireti denk tutan, dünyaya daldırmayan, fakat âhireti de unutturmayan bir dindir. Bu bakımdan da orta ümmettir Muhammed ümmeti (s.a.a). "Temiz kişiye temiz mal ne de güzel yaraşır" meâlindeki hadis de bunu bildirir  (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.184).
Mevlânâ'nın,
Nîst dünyâ nokra vo ferzend o zen
Çîst dünyâ ez Hodâ gaafil boden
beyti, bu hususu pek güzel açıklar.
[30] - "Muhâcir, kötülüğü terk eden, kötü işlerden geçendir" hadis-i şerîfî de (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.183) muhâcirliğin hakikatini bildirmektedir.
[31] - Hüccet, yâni kesin delil, Allah'ın kitabı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sünneti ve ümmetin mansûs olan imâmıdır; bunları tanıdığı hâlde itâat etmeyen, mustaz'af, yâni gerçek kendisine ulaşmamış, gerçeği anlayamamış sayılamaz, özrü de kabûl edilmez.
[32] - "Ameller, sonlarına göredir" hadisine nazaran (Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.103), ömrünü suçla, hattâ küfürle geçiren bir kişi son demlerinde tövbe eder, îmana gelirse suçları bağışlanır, küfürden arınır. Ömrünü ibâdetle geçiren bir kişi, son zamanlarda azar, suçlara batar; mümin olduğu halde inkâra sapar; günahkâr olarak ölür, yahut kâfir olarak âhirete göçer. Bir insanın hayrı, şerri ancak son zamanlarında belli olur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki ölüm çağındaki tövbe kabûl edilir, buna "tövbe-i ye's"derler; fakat son çağdaki îman kabûl edilmez; buna da "imân-ı ye's"denir. Mevlânâ,
Bâz â bâz â her onçi hesti bâz â
Ger kâfer o gebr o bot-peresti bâz â
İn dergeh-i  mâ dergeh-i novmidi nist
Sed bâr eger tovbe şikestî bâz â
Yâni "Geri gel, beri gel, her ne isen gene gel. Kâfir olduysan, ateşe, puta taptıysan da dön, bize gel; bizim bu tapımız, ümitsizlik tapısı değildir; yüz kere tövbe etmiş, tövbeni bozmuşsan, ümidini yitirme, gene gel" meâlindeki rubaisini, "De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, Allah rahmetinden ümit kesmeyin; şüphe yok ki Allah, bütün suçları örter, şüphe yok ki O, suçları örter, rahîmdir. Ve dönün Rabbinize ve teslim olun ona, size âzap gelip çatmadan; sonra yardım edilmez size" âyetle-rinin meâli olarak inşad eylemiştir. (39, 53-54); yoksa, kâfirsen de, ateşe, puta tapıyorsan da gel tarzında bir mâna kastetmemiştir; böyle anlayanlar, yanılmaktadırlar, yahut kasten, kendilerine inananları yanıltmak istemektedir.
[33] - Akıyl b. Ebi -Tâlib'in borcu, kırk bin dirhemi bulmuştu. Hazret-i Emir'den borcunun ödenmesini rica etmek üzere nezdine gidince Hazret, onu yanlarında alıkoymuşlar, akşam yemeğini beraber yemeyi teklif buyurmuşlardı. Akşam olunca tuz, ekmek ve biraz bakla geldi. Akıyl, bu sofraya şaşmakla beraber gene de yemekten sonra borcunun tesviyesini rica ve ricasında ısrâr edince, Emir'ül-Mü'minin (a.s), önlerindeki mangala bir demir soktular. Demir ateşten kızarınca da buyurdukları hareketi yaptılar ve sözleri söyle-diler. Akıyl pek müteessir oldu ve Küfe'den kalkıp Şam'a gitti. Muaviye'nin yanına girdiği zaman, onun mükellef bir serir üzerinde oturduğunu, yanına da Şam'da zaptiye işlerine bakan Dahhâk b. Kays'i oturtmuş olduğunu görünce, Hamd Allah'a ki aşağılığı yüceltti, noksanı tamamladı, ayıbı hüner etti diye Dahhâk'e tariz etti. Akıyl, Kureyş'e mensûp olanların kötülük-lerini bildiği, ensab bilgisine sahip olduğu için Dahhâk, Muaviye'ye, ben Kureyş'in iyiliklerini bildiğim gibi Akıyl de kötülüklerini bilir, dedi. Muaviye, Akıyl'e, elli bin dirhem vermiş ve borcunu da ödemiştir. Muaviye, halka kardeşi olduğu halde Akıyl bile benim üstünlüğümü görerek yanıma geldi demiş, Akıyl de bu söze karşılık, Ali, dini için dünyasını bıraktı, sense dünya için dinini terkettin; bu yüzden dünyada sen, kardeşimden hayırlısın; fakat kardeşim nefsi için herkesten daha hayırlıdır; bense sonumun hayra döndürülmesini Allah'tan dilerim, sözleriyle karşılık verdi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'in minbere çıkıp Ali'ye lânet etmesini emretti. Minbere çıkan Akıyl halka, "Ey insanlar, Muaviye, kardeşim Ali'ye lânet etmemi emrediyor; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti ona olsun" dedi ve minberden indi. Muâviye, Akıyl'in ne demek istediğini anlayıp kime lânet ettiğini bildirmedin deyince, Akıyl, söz, o sözü söyleyenin niyetine bağlıdır, dedi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'e, latîfe yollu ey Akıyl, dedi. Ebu-Leheb acaba şimdi nerede? Akıyl, cehenneme gidince dedi, halan Ümmü Cemil'le bulursun onu. Hicretin elli dördüncü yılında doksan altı yaşında vefat etti. Hz. Ali'den (a.s) yirmi yaş büyüktü (Akıyl için Şeyh Abdullâh'il-Mamakaanî'nin "Tenkih'ül-Makaal'inin 2. cildine, s. 255, Dahhâk b. Kays için de aynı cildin 104-105. sahifelerine bakınız. Yukarıdaki izâhâtı Avlunyalı Süreyyâ'nın "Fetret'ül-İslâm"ından naklettik, s. 168-171). Akıyl'in oğlu Müslim, İmâm Huseyn Aliyhisselâm tarafından Küfe'ye gönderilmiş, orada şehit olmuştur; diğer oğulları da Kerbelâ'- da şehâdet mertebesine erişmişlerdir.
Kendilerini sunmak üzere hediye getiren adam, Eş'as b. Kays'il-Kindî'dir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefâtından sonra dinden döndüğü rivayet edilmiştir. Hz. Ali Aleyhisselâm'ın hilâfetinin son devrelerinde Haricî olmuştu. Hazret-i Emir'in (a.s) şehâdetinde dahli olanlardan biridir. Tafsilât için Tenki'ül-Makaal'e bakınız (c.1, s. 149).
[34] - İbretler, öğütler, Kur'ân-ı Mecid ve hadislerdir. 54. sûrenin (Kamer), "Ve andolsun öyle haberler geldi onlara  ki o haberlerde onları vazgeçirecek, onlara öğüt verecek şeyler vardı" meâlindeki 4. âyet-i kerîmesine işaret edilmektedir. Son cümlelerde, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Âlihî vesellem'den sonra hükümleri, ancak onun vasıta-sıyla, ondan aldığı feyizle imâmın söyleyebileceği, nübüvvetin hatmolduğu bildirilmektedir.
[35] - Hazret-i Emir'ül Mü'minîn Aleyhisselâm, bu hutbelerinde, kendilerini tatmin edemeyen kişilerin dünyadaki hallerini beyan buyurmaktadırlar. İnsanların bir bölüğü, kendisine zarar gelmedikçe hiç bir şeye aldırmayan, iyiliği korumayan, kötülüğe karşı durmayan bencillerdir. Onlarca âlemin mihveri kendileridir, medârı da  menfaatleri. Menfaatlerine dokunul-madıkça her şeye razıdırlar; bunlar, "Kimin yanında bir mümin alçaltılırsa da o, o mümine kudreti olduğu halde yardım etmezse Allah onu kıyamet günü halkın önünde alçaltır", "Kim Allah'ın gazap ettiği bir buyruk sâhibinin yaptığı kötülüğe razı olursa Allah dininden çıkmıştır" "Kim bir zâlime, onun zâlim olduğunu bildiği halde, yardım ederek giderse, Müslümanlıktan çıkar", buyuran İslâm Peygamberi'ne (s.a.a) tam inanmış kişiler değildirler (Câmi'üs-Sağir, 2, s.144, 2, 167). Âhireti dünya için isteyen; ibâdeti, gösteriş için yapan; dini, dünyaya âlet eden kişilerse, kesin olarak İslâm'ın ruhuna ermemiş, gerçek Müslüman olmamış riyâkarlar, münâfıklar-dır ki şeyh geçinen, tarikat ulusu görünen kişilerin çoğu, bu tâifedendir.
Hazret-i Emir'ül -Mü'minin'in (a.s) övdüğü kullarsa, Kur'ân-ı Mecid'de şu âyet-i kerîmelerle tavsif buyurulanlardır:
"Ve Rahmânın kulları, öylesine kullardır ki yeryüzünde gönül alçaklığıyla yürürler ve bilgisizler, onlara söz söyleyince sağlık, esenlik size diye cevap verirler. Ve öyle kişilerdir onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek, onun tapısında kıyamda bulunarak geçirirler. Ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, savuştur cehennem azâbını bizden; şüphe yok ki onun azâbı dâimîdir. Gerçekten de orası, karar edilecek ne de kötü yerdir, durulacak ne de kötü yurt. Ve öyle kişilerdir onlar ki yoksul-lara bir şey verince ne isrâf ederler, ne de az verirler, ikisinin ortasını bulurlar. Ve öyle kişilerdir onlar ki Allah'la beraber başka birine kulluk etmezler ve haklı olmadıkça Allah'ın harâm ettiği bir cana kıyıp kimseyi öldürmezler ve zinâ etmezler. Ve kim, bunları yaparsa cezaya düşer... Ve öyle kişilerdir onlar ki yalan tanıklıkta bulunmazlar ve suç yapılan yere uğrarlarsa oradan, suç, yapmadan ve yapılan suça razı olmadan geçip giderler. Ve öyle kişiler-dir  onlar ki Rablerinin delilleri anıldığı ve Kur'ân okunduğu zaman, sağır bir halde ve körü körüne yerlere kapanmazlar ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, eşlerimizden, soylarımızdan, gözlerimizi aydınlatacak kişiler ihsan et bize ve bizi, çekinenlere imâm, kılavuz kıl." (25, Furkan, 63-74).
Cenâb-ı Mevlânâ, Mesnevi'de dünyayı anlatırken: "Dünya nedir? Allah'tan gâfil olmak, yoksa kumaş, gümüş, altın dünya değildir. Malı-mülkü din için yüklenirsen; bunu, Peygam-ber, ne güzel maldır güzel kişinin malı diye övmüştür. Geminin içine dolan su gemiyi batırır, ama altındaki su ona yürüme gücü verir. Süleyman Peygamber, mal-mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığı için kendisine yoksul adını taktı. Ağzı kapalı testi, engin suda, içi havayla dolu olarak yüzer; insanın da gönlünde yokluk havası oldu mu, su üstünde içi havayla, gerçek aşkıyla dolu olarak gider. Gönülde yokluk sevgisi varken insan, dünya suyunun üstünde batmadan durur; bu dünyanın bütün malı onun olsa bu, gözüne görünmez bile" buyurur (1. Nicholson basımı, s.61-62. beyit. 983-989).
"Mal isteklerin esâsıdır, mayasıdır" buyuran Hazreti Emir (a.s), "İnsanlar dünyanın  oğullarıdır; insan, anasını severse kınanmaz" buyurmuşlardır (s.218).
Bu bölümün son yazısı, bu  bahsi  büsbütün açıklayacağı için bu kadar îzâhı, burada yeterli buluyoruz.
[36] - İnsanın, dünyadan elde ettiği şey, ölünce kalır; fakat başkalarına, yok yoksul kişilere yaptığı hayrın ecrine nâil olur. Gönüller alan gönüllerde anılır; bir mescit, bir kütüpha-ne,bir hastane yapanın adı unutulmaz. Sözün kısası, kendi için yaşayanın adı kalmaz; malı mülkü kendine fayda vermez; halk için yaşayansa ölse bile anılır; adı-sanı bâki kalır.
[37] - "Ve üfürülür sûra, işte bugündür azap günü. Ve herkes, yanında bir sürüp götüren ve bir tanık olarak gelir." (50, Kaf, 20-21) Sürüp götüren bir melekle tanıklık eden bir melek. Tanıktan maksat, insanın âzasıdır da denmiştir.

 

4. Bölüm

 

İÇtİmaÎ-İktİsadİ hutbelerİ

Ümmet arasInda, ehİl olmadIklarI halde hÜkmetmeye kalkIŞanlar hakkInda

17

Allah'ın yarattıklarından en fazla sevmediği iki kişidir: Birisi, dalâlete düşmüş, doğru yolda yürümekten vazgeç-miş, gerçek yoldan sapmış, başı boş bir hale gelmiştir. Sonradan uydurulan şeyleri över, onlarla oyalanır; halkı da sapıklığa sürer, yoldan çıkarır. Kendisine uyup azana fitnedir; kendisinden öncekilerin yolundan azmıştır. Yaşarken de, ölümünden sonra da kendisine uyanları azdırır. Başkalarının suçlarını da yüklenmiştir; kendisi de kendi suçuna batmış gitmiştir.
Birisi de bilgisizlikleri nefsinde toplamış kişidir; bilgisizlerin yollarını azdırır. Yeni çöken, her yanı kaplayan fitne karanlıklarına dalmıştır; uzlaştırmada kör mü kördür. Bilmeyenler, bilgin adını takarlar ona; oysa bilgiden haberi bile yoktur. Geceyi sabahlamıştır da azı daha hayırlı olan şeylerin çoğunu toplamıştır. Sonunda pis, kokmuş suyla karnını şişirir; aşağılık şeyleri toplar, yığar, defîne, hazîne sanır. İnsanların arasında, kendisinden gayrı kişileri şüpheli şeylerden kurtarmayı iş edinerek hüküm vermeye oturur. Kendisine, bilinmeyen şeylerden biri sorulsa saçma-sapan sözlere başlar; kesin hükmü verir; oysa ki kendisi, şüpheler içindedir de örümcek ağına düşmüş sineğe benzer. Doğru mu hüküm verdi, yanlış mı, kendisi de bilmez. Doğru hüküm vermişse, yanlış olmasın diye korkar; yanlış hüküm vermişse, doğru olmasını umar.
Bilgisizdir, bilgisizlikler karanlığında sendeler, yürür gider; kör develere binmiştir, haydar, sürer. Bir bilgiye diş vurmamıştır; dişi, bir bilgi lokmasını kesmemiştir, çiğnememiştir. Yelin, ovadaki kuru otları savurduğu gibi rivâyetleri savurur gider. Andolsun Allah'a ki kendisine sorulan şeylerde hüküm vermeye gücü olmadığı gibi kendisine tapşırılan işe de ehil değildir. İnkâr ettiği şeyi başkası da bilmez de inkâr eder sanır; kendi vardığı, bulduğu yoldan-yordamdan başka bir yol-yordam olmadığına, başkalarının ayrı birer rey sahibi olamayacağına inanır. Kendisine karanlık görünen bir şey oldu mu, onunla kendisini de örter; kimseler bilmediğini bilmesin ister. Onun hükmündeki cevr-ü cefa yüzünden dökülen kanlar, kan ağlar, feryat eder; miraslar, haksızlığından şikâyetlenir, inler.
Allah'a  şikâyet ederim bilgisiz yaşayanlardan, sapıklıkta ölenlerden. Hakkıyla okunduğu takdirde onların katında kitaptan daha değersiz bir meta' yoktur; ama sözleri, söylediği yerlerden alınır, anlamı değiştirilirse onlarca, satışta daha ehven kâr getiren, değerde daha üstün olan bir metâ' yoktur. Onlarca iyilikten daha kötü bir şey olamaz; kötülükten daha iyi bir şey bulunamaz.
* * *

Bİlgİnlerİn fetvÂlardakİ AyrIlIklarI hakkInda

18

Onlardan birine bir mesele söylenir; hükümlerden bir hükme bağlanması istenir, reyince bir hüküm verir. Sonra bu mesele, olduğu gibi ondan başka birine anlatılır; onun hükmüne aykırı bir hüküm verir. Sonra bu hüküm verenler, kendilerini hüküm vermeye memur eden imâmın katında toplanırlar; hükümlerini anlatırlar. O da hepsinin hükmünün doğru olduğunu hükmeder. Peki, Allah'ları bir, Peygamber'leri bir, kitapları bir bunların, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah mı birbirlerine aykırı hüküm vermelerini emretmiştir onlara da, itâat etmişlerdir bu emre? Yoksa onları bundan nehiy mi etmiştir de isyan eylemişlerdir ona? Yoksa ortak mıdırlar onunla da onlar söyleyecekler, o da razı olacaktır onlardan? Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, tam bir din indirmiştir de Rasûl sallallahu aleyhi ve âlihî, onu tebliğ ederken anlatır, ahkâmını icra eylerken bir kusurda, bir noksanda mı bulunmuştur? Halbuki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" der (En'âm, 38). "Biz sana her şeyi açıklayıp anlatan kitabı indirdik" buyurur (Nahl, 89). Kitabın bâzı âyetlerinin, bazı âyetlerini tasdik ettiğini bildirir; onda birbirini tutmaz sözler olmadığını beyan eder de o münezzeh mâbud, "Allah katından gayrı bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı" buyurur (Nisâ', 82).
Gerçekten de Kur'ân'ın dışı, güzel mi, güzeldir; insan şaşırır kalır; iç yüzüyse derin mi, derindir; sonuna erilemez; künhüne varılamaz. Sırlarının sonu bulunmaz; karanlıklar, ondan başka bir şeyle aydınlanmaz.
* * *

 

23

(Allah'a hamd'ü senâ, Peygamber'ine ve soyuna selavattan) Sonra, gerçekten de rızık, gökyüzünden yere, yağmur katreleri gibi iner; herkese ayrılan miktarca, artık-sız, eksiksiz gelir çatar. Biriniz, kardeşinde ehil, ayâl, mal, yahut sıhhat, şeref, mevki gibi bir yönden fazlalık görürse kötü düşüncelere kapılmasın; ona fitne olmasın. Çünkü Müslüman olan kişi, anıldığı zaman aşağılığa düşecek, kötü kişiler tarafından söylenip kınanacak, aşağılık bir şeyi varsa onu gizler, halka göstermez. Kumar oynayana benzer âdeta; kendisini zarardan, ziyandan kurtaracak ilk zarı bekler ki faydalar elde etsin; borcundan, ziyanından silkinsin, gitsin. Kendisinde hâinlik olmayan Müslüman da Allah'tan, iki güzel şeyden birini[1] bekler: Ya Allah tarafından çağıranın çağırışını; çünkü Allah katındaki onun için daha da hayırlıdır; yahut da Allah'ın vereceği rızkı, o, bu bekleyişin sonucunda ehle, ayâle, mala-mülke kavuşur, dînini, soyunu, sopunu da korumuş olur.
Gerçekten de mal ve oğullar,[2] dünya ekinidir, dünya kazancıdır; iyi işlerse âhiret ekinidir, âhiret kazancıdır, Allah bâzı kişilere ikisini de verir.
Allah'tan sakının; çekinmenizi buyurduğu şeylerden çekinin; korkun ondan; ama özür getirerek değil. Kullukta bulunun; halk görsün, duysun diye değil[3]. Çünkü kim, Allah'tan başkası için kulluk eder, iyi iş işlerse Allah, kimin için kulluk ettiyse, iyi işler işlediyse ona havâle eder o kulu. Bizse Allah'tan, şehitlerin duraklarını istemekteyiz; kutlu kişilerin geçimlerini, yaşayışlarını dilemekteyiz; peygamberlere yoldaş olmayı niyaz etmekteyiz.
Ey insanlar, hiçbir kimse, isterse mal mülk olsun, soyuna-boyuna muhtaç olmaktan müstağnî kalamaz; elleriyle, dilleriyle onu korumalarına, kötülükleri ondan gidermelerine boş veremez. Soy-boy, adamı koruyan en güçlü kişidir; insanlar içinde onun perişanlığını en fazla derleyip toplayan onlardır; ona bir belâ gelip çatsa, ona en fazla taraftarlık eden, onu görüp gözeten onlardır.
Allah'ın, insanlardan birine verdiği doğru söz, doğru öz, başkasına miras olarak bırakacağı maldan hayırlıdır.
Duyun, bilin ki içinizden biri, yakınlarından birinin ihtiyacını gördü mü, vermezse malını arttırmayacak, verirse eksiltmeyecek şeyi versin; onun ihtiyacını gidersin. Kim soyundan-boyundan el çeker, onlara karşı elini yumarsa, onlardan bir el çekilmiş olur; ama kendisi için de onlardan bir çok elin çekilmesine sebep olur. Kim soyuna-boyuna karşı yumuşak davranır, lütufta, ihsanda bulunursa, soyundan-boyundan boyuna sevgi bulur, saygı görür.
* * *

38

ŞÜpheye dÂİr

Şüpheye, gerçeğe benzediğinden şüphe adını verdiler; ama Allah dostlarının ışıklarında tam gerçeği görüş, hakkı buluş vardır; delilleri doğru yolu gösterir. Allah düşmanla-rının çağrılarındaysa sapıklık vardır; delilleri körlüktür; ölümden korkan, ondan kurtulamaz; yaşamayı seven, yaşayışı elde edemez.
* * *

41

Gerçekten de vefâ, doğrulukla ikizdir; ondan daha vefâlı bir kalkan da bilmiyorum ben; dönüp varacağı yeri bilene gadretmez o. Öyle bir zamana geldik, öyle bir günde sabahladık ki bu zamandakiler, bu günde yaşayanlar, vefâsızlığı, hâinliği, iş başarma sanıyorlar, tedbirde bulunma sayıyorlar; bilgisizler de bu çeşit kişileri, iyi iş bilir kişiler biliyorlar, güzel düzenler düzüyorlar diyorlar. Ne oldu onlara? Allah gebertsin onları. Aklı fikri olan, hîleyi, düzeni görür, ona giden yolu bulur; ama onun ardında Allah'ın emrinden, nehyinden bir engel vardır. Apaçık gördüğü hîleye gücü kudreti yeterken bırakır onu, tenezzül etmez ona. Ona tenezzül eden, fırsatını bulup o düzene başvuran kişi, din hususunda çekinmesi, sakınması olmayan kişidir ancak.
* * *

 

50

Gerçekten de fitnelerin meydana çıkışı, dileklere uyul-madandır ancak; sonradan uydurulan hükümlere kapılma-dandır mutlak. Bunlarda Allah'ın kitabına muhâlefet vardır. Bunlara sarılanlar, Allah'ın dîninde olmayanlara katılanlardır. Batıl, gerçekten tam ayrılsaydı, arayanlardan gizli kalmazdı. Gerçek de batıl oluş şüphesinden tam arınsaydı inatçıların dillerine düşmezdi. Fakat bundan bir avuç alınmıştır; ondan da bir avuç; sonra birbirine karılmıştır, katılmıştır. Bu yüzden de şeytan, dostlarına saldırır; onları batıla daldırır; ancak Allah, önceden kimlere güzel bir mazhariyet verdiyse, onlar kurtulur.
* * *

76

Allah rahmet etsin o kişiye ki hükmü duyar, işitir de beller, tutar; doğru yola çağrılır da yaklaşır, o söze uyar; bir kılavuzun kemerine yapışır, eteğine sarılır da kurtulur gider. Rabbinin emrini gözetir; ona karşı suç işlemekten korkar; özü doğru olarak iyi işlere, kulluklara koyulur; iyi işlerde, kulluklarda bulunur. Azık olarak saklananı kazanır; çekinilmesi gereken şeyden kaçınır;oku atar, amacı vurur; karşılığını elde eder, bulur. Dilediğine karşı durur; isteğini yalancı bulur; sabrı, kurtuluşuna binek yapar; çekinmeyi ölüm günü için hazırlar. Apaçık, besbelli yola at sürer; bembeyaz, apaydın delile sarılır gider; fırsatı ganimet sayar, ecele hazırlanmaya yeler, kulluğu kendisine azık eder.
* * *

81

Ey insanlar, zahitlik, az ummaktır; nimetler elde edilince şükretmektir; haramlardan çekinmektir. Olmayacak ümitlerden, erişilmeyecek isteklerden vazgeçerseniz, bunlar sizden uzaklaşırsa haram da sabrınıza üst olamaz. Nimetlere ulaşınca şükretmeyi unutmayın. Gerçekten de Allah size, apaydın, apaçık delillerle özür dilemenizi bildirmiştir; özür dilenmesi aydınlanmış, görüp duran kitapla bunu anlatmıştır.

83

Hamd Allah'a ki kudretiyle, yarattıklarından münezzehtir,üstündür; kuvvetiyle, lütfuyla yakındır; her ganimeti, her üstünlüğü verendir, her büyük belâyı, çetin musîbeti giderendir. Boyuna gelip duran, coşup akan lütuflarına, eksilmeyip erişen nimetlerine hamd ederim, onu överim. İnanırım ona ki evveldir, halkedendir; hidâyet isterim ondan ki kula yakındır, doğru yola sevk edendir. Yardım isterim ondan ki üstündür, gücü yetendir; dayanırım, güvenirim ona ki yardımı yeter bana, yardım edendir. Bilirim-bildiririm ki Muhammed Sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem kuludur, rasûlüdür; göndermiştir onu buyruğunu yerine getirmesi, delillerini bildirmesi kulların çekinmelerini sağlaması için. Allah kulları, size Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim ki size örnekler getirmiştir; size vakitler tayin ve takdir etmiştir. Bezendiğiniz libasları giydirmiştir size; geçiminizi yüceltmiştir sizin; yaptıklarınızı kavramıştır; amellerinizin karşılığı verilecek güne sizi hazırlamıştır. Seçmiştir sizi olgun nimetlerle, geniş ihsanlarla ve korkutmuştur sizi açık ve yerinde delillerle. Bir-bir saymıştır sizi; müddetlerinizi tayin etmiştir sizin; şu sınanma konağında, şu ibret yurdunda. Siz sınanmadasınız burada; yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz orada. Gerçekten de dünya bir sudur ki, bosbulanık, kapkara. İçilecek yeri çamurludur, meşakkatli. Görünüşü hoştur; aldananı helâk eder. Bir aldatıcı düzencidir, yok eder; bir aydınlıktır, batıp gider. Bir gölgedir, geçiverir; bir dayançtır, çöküverir. Kendisinden korkan alışıncaya, ürkenin yüreği yatışıncaya dek durur; sonra ayaklarıyla ezer, çiğner; tuzağına düşürür, ipleriyle avlar; oklarıyla oklar; insanı ölüm kementleriyle kıskıvrak bağlar; onu uyunacak daracık yere sürer-götürür; dönülüp varılacak korkunç yere iletir; apaçık görgü yerine, yapılan işlerin karşılığı verilecek yere yürütür. Böylece sonra gelenler, geçip gidenlerin peşlerine düşerler. Ne ölüm öç almaktan, can yakmaktan kalır; ne yaşayanlar suç işlemekten usanır. Herkes birbirine uyar-gider; ard arda tâ sona dek yok oluncaya dek hepsi de geçer. Sonunda işler biter; zamanlar tükenir-gider, yayılma zamanı yaklaşır. Onları kabirlerin içlerinden, kuşların yuvalarından, yırtıcı canavarların inlerinden, helâk olacak yerlerden çıkarır da herkes, onun emrine uyup koşar; mahşer yerine yüz tutar. Toplanmışlardır, susarlar. Ayaktadır onlar, saf kurarlar. Göz onları görür; çağıran onları duyar. Düşkünlük libâsını giyinmişlerdir; aşağılık bir hale düşmüşlerdir. Hileler yitip gitmiştir; ümitler kesilip bitmiştir; yürekler korkudan sinmiştir; sesler ürkmekten dinmiştir; ter ağızlarına gem vurmuştur; korku büyüdükçe büyümüştür; kulaklar bile ürküp tir-tir titrer hakla batılın arasını kesin olarak ayıranın, herkese yaptığının karşılığı verileceğini bildirenin sesinden, azâbın çetinliğinden, elde edilecek sevâbın ümidinden.
Onlar, kudretle yaratılmışlardır; takdir edilerek beslen-mişlerdir, yetiştirilmişlerdir; ölümün gelip çatmasıyla alın-mışlardır; kabirlere konulmuşlardır; toprak olmuşlar, çürü-müşlerdir; tek-tek, kimsiz, kimsesiz haşredilmişlerdir; yaptıkları neyse karşılığını elde etmişlerdir; soru için ayrıl-mışlardır. Dünyada kurtuluş vesîlelerini elde etmeleri için mühlet verilmişti onlara; doğru yol gösterilmişti onlara; yapacakları, edecekleri işleri düşünüp yapmaları için ömür ihsan edilmişti onlara. Düşünceyle hareket etsinler, koşu için cins atlar hazırlasınlar, onları yetiştirsinler, iyi bir konak elde etmeye çalışsınlar, aceleye kapılmasınlar diye onlara fırsat verilmişti, mühlet verilmişti, gözlerinin önünden karanlıklar, şüphe sisi, işkil pusu kaldırılmış, giderilmişti.
Ne yazık, ne yazık... Bu dos-doğru örnekler, bu şifâ veren öğütler, keşke tertemiz gönüllere, işitip duyan kulaklara, ayak direyip yapan erlere, ileriyi gören akıl-fikir sahibi kişilere söylenseydi. Duyup korkan, suç işleyip nâdim olan, itirafta bulunan, korkup kulluğa yönelen, ibâdete koyulan, çekinip tâatlere başlayan, iyice bilip, inanıp güzel işler işleyen, ibret alıp kendine gelen, çağrıya uyup kötülükten geçen, geri dönüp tövbe eden, uyup yürüyen, gösterilen ve gören kişinin korktuğu gibi korkun, çekindiği gibi çekinin Allah'tan.
Acele etti isteyip dileyen, kurtuldu korkan; buldu azığını; tertemiz etti özünü; onardı dönüp varacağı yeri. Göçeceği gün için, yöneleceği yol için, ihtiyacı olacak azığı, yokluk-yoksulluk yurdunda gerekecek konaklayacağı yerde hora geçecek azığı hazırladı; önceden yolladı.
Allah kulları, Allah sizi ne için yarattıysa onu bilin de ona göre sakının ondan; sizin neden çekinmenizi buyurduysa iyice anlayın da ona göre çekinin ondan; gerçek olarak söylediği, vaadettiği nelerse, lâyık olun onlara, dönüp varacağınızı bildirdiği yerde azâba uğrayacak suçlar da nelerse çekinin onlardan.
(Gene bu hutbeden):
Size, kendisine kâr verecek, zarar getirecek sözleri, sesleri işitip duyan kulaklar, karanlıkları aydınlatacak, görüp anlayacak gözler, âzâsını derip devşirecek, düzülüp koşulmada, ömürleri boyunca birbirine uyacak yanları, yöreleri olacak bedenler verdi. Öyle bedenlerle bezedi sizi ki faydası dokunacak şeyler için duruşurlar; gönüller verdi size ki rızıklarını elde etmek için çalışırlar; onun en güzel nimetlerine  ulaşmak,  şükredilecek lütuflarına kavuşmak, esenlik bağışlarını almak, belâlarından kurtulmak için uğraşırlar.
Sizin için ömürler takdir etmiştir ki müddetini gizlemiştir sizden; sizin için ibretler bırakmıştır, sizden önce gelip geçenlerden. İbretler var sizin için, yaşayıp ömür sürdükleri alanlarda; ölüm kemendi boğazlarına atılıp yok edilmeden önce mühlet bulup yaşadıkları mekânlarda. Ölümleri, muratlarına ulaşmadan sürdü-götürdü onları; ecelleri dağıttı, per-perişan etti onları. Bedenleri sağ-esenken hazırlanmamışlardı; fırsat ellerindeyken ibret almamışlardı. Acaba gençliklerinin en güzel çağlarında bulunanlar, ihtiyarlığı, kocalığın düşkünlüğünü mü beklerler? Sağ-esen yaşayanlar, hastalık zamanını mı isterler? Yaşayıp ömür sürenler, yokolma çağını mı dilerler? Üstelik, kişinin dünyadan geçip gitmesi, göçüp yürümesi, el-ayak titremesi, yüreğin yanıp erimesi, tatlı tükürüğün boğazdan acı-acı geçmesi, yardıma koşsunlar, bir meded etsinler diye torunlara, yakınlara, yücelere, eşe-dosta bakınması da yakındır. Ama soylar-boylar, bu sonucu hiç giderebildiler mi? Yahut ağlaşıp sızlaşanlar bir fayda verebildiler mi? O anda kişi, ölüp gidenlerin mahallesine bırakılmıştır; daracık mezarda tek başına kalmıştır: O anda kurt-kurş derisini didip sökmededir; yiyip sömürenler, nazlı, nâzik bedenini çekip sökmededir; kasırgalar tozunu-toprağını savurmadadır; olaylar adını-sanını silip süpürmededir. Bedenler taptazeyken çürüyüp dökülmüştür; kemikler kuvvetle dururken erimiş gitmiştir. Canlar, ağır yüklerin altına girmişlerdir; gizli âlemin haberlerini duyup iyice inanmışlardır. Artık onların iyi işlerinin fazlalaşması da istenilmez; kötü işlerinden dolayı özür dilemeleri de beklenilmez. Siz de o toplumun oğulları, babaları, kardeşleri, yakınları değil misiniz? Onlar gibi siz de gideceksiniz; onların yoluna yöneleceksiniz; onların ana yoluna ayak basacaksınız. Ama gönüller, o paydan nasipsiz, gaflete dalmış, kararmış; doğru yoldan habersiz, her yanlarını kötülükler sarmış. Gidilecek yoldan başka bir yola düşmüşler; sanki söylenenler onlara değilmiş; sanki doğru yolu buluş, dünyalarını elde etmekten ibaretmiş.
Bilin ki geçidiniz sırattır; uğradığınız, ayakları kaydıran, kayıp sürçüp düşülmekten korkutan, korkuları bir daha, bir daha çatan yerleridir. Allah'tan korkun, düşünceler gönlünü alan, korku bedenini yoran, gece namazları uykusunu kendisine harâm eden, ümit, gündüzlerini susuzlukla geçirten, akıllı-fikirli kişinin korktuğu gibi. Sakınıp çekinmek, öyle kişiyi nefis isteklerine uymaktan men etmiştir; Hakk'ı anmak, başka sözlerden dilini almıştır; korkuyu, emin olmaktan daha öne salmıştır; dosdoğru yoldan alıkoyan düşünceler bir yanda kalmıştır; dileğine varan yola gitmek için yoların en doğrusuna, en aydınına dalmıştır. Onu aldatmamıştır aldatan, kandıran şeyler; gözlerini örtmemiştir, kapatmamıştır şüpheli şeyler; oysa ki müjde ferahlığını, sevincini elde etmiştir; en tatlı uykusuna, esenlik nimetleriyle yatmıştır, soru gününden eminliğe yetmiştir. Gerçekten de şu çabucak geçilen geçitten geçip gitmiştir; ilerde varılacak yerin azığını önceden tedarik etmiştir; ürkmüştür de işe koyulmuştur; mühleti fırsat bilip tez davranmıştır; isteğe rağbet eylemiştir; korkulacak şeyden kokmuştur; bugünden yarını gözetmiştir; varılacak olan, önünde bulunan âleme bakmıştır, görmüştür. Artık cennet yeter sevâp olarak, mükâfât olarak; cehennem yeter azâp olarak, mücâzât olarak; Allah yeter öç almak ve yardım etmek bakımından ve kitap yeter delil getiriş ve düşmanlığa kalkış bakımından.
Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; özür getirmenize meydan bırakmadı; korkuttuğu şeyleri bildirdi size. Gösterdiği apaçık ana yolu delilleriyle anlattı size. Gönüllere gizlice görülmeden giren, kulaklara işitilmeden afsunlar okuyan, üfleyen düşmandan çekinmenizi buyurdu size. O düşman, kendisine uyanları saptırdı, helâk etti; vaad etti, aldattı; suçların kötülerini bezedi; helâk, eden büyük günâhları kolay gösterdi. Derken kendisine eş-dost  olanı yavaş-yavaş avladı; sözlerine uyanı kıskıvrak bağladı; sonra da bezediğini inkârdan geldi; kolay gösterdiğini büyüttü, büyük bir suç olduğunu söyledi; yapılmasında hiçbir şey olmadığına kandırıp işlettiği günahlardan çekindirmeye kalkıştı.
(Aynı Hutbeden, İnsanın Yaratılışına dâir buyurdular ki):
Bu, o yaratık değil midir ki onu rahimlerin karanlık-larında, perdelerin içinde düzdü-koştu; dökülüp saçılmış erlik suyuydu; yaratılışı noksan kan parçasıydı, pıhtıydı; rahimde bir yavruydu; çıkıp süt emer oldu; bir çocukcağızdı, ergenlik çağına geldi. Sonra ona, duyduğunu belleyen bir gönül, söyleyip konuşan bir dil, bakıp gören bir göz verdi de duyup gördüğünü anlar, ibret alır, kötülüklerden kaçar, kaçınır bir hale getirdi. Derken dümdüz kalktı; bedeni boy attı; boynunu kaldırdı, baş çekti; kötülüğe yüz çevirdi, yöneldi; hevâ ve hevesini yüklendi; dünyasına çalıştı, meşakkate düştü; zevkindeki tatlara atıldı; aklına gelen dileklere kapıldı. Öyle bir halde ki bir musibete uğrayacağını ummaz; çekinilecek bir şeye düşeceğinden korkmaz; bu sürçmelerle az bir ömür sürer; bu fitneler içinde aldanarak ölür gider. Dünyada bir karşılık elde etmez; kendisine farz olan şeyleri de yerine getirmez. Bu sırada o serkeşlik çağının geri kalan bir ânında, zevkine pervâsızca dalmışken ölüm belâsının mihnetleri gelir-çatar; şaşırır-kalır; ağlayıp inleyerek geceyi gündüz eder; uykusuzluktan biter; elemlerin pençesine düşer, zahmetler çeker; ağrılara-sızılara uğrar, illetlere, hastalıklara karar. Yüreğinin başı kardeşinin yanında, esirgeciyi babasının katında  eyvahlar olsun der; göğsünü döver. Can verirken kendinden geçer; öyle bir andır o ki derdi arttıkça artar; inledikçe inler; canı bedenden çekilir; mihnetlerine mihnetler katılır. Ölünce dünyadan elini-ayağını çeker; kefenine sarılır; her şeye boyun verir, çekilir; sonra onu tabutuna korlar; yorulmuş, işi bitmiştir; hastalıktan erimiş-gitmiştir. Oğullar, kardeşler  toplanırlar; onu yüklenirler; gariplik yurduna, bir daha ziyaretçisi gelmeyecek yerine getirirler onu. Geçirenler ayrılınca, acısına düşenler dönünce onu, şaşırıp kalınacak soruya cevap vermek, derde dert katan sınanmaya hazırlanmak için çukurunda oturturlar. Belâların en büyüğü de oradadır, o zamandır: "Kaynar suyla ziyafet veriliş ve cehenneme atılış." (56; Vâkıa, 93-94) Alev-alev yanan ateşin coşup kavrayışı, çekip alan azâbın saldırışı. Ne azâbın durması var ki kişi biraz rahat etsin; ne dinlenmesi var ki eziyet birazcık gitsin; ne bir kuvvet var ki onu gidersin; ne ölüm var ki insan kurtulsun; ne birazcık uyku var ki azâbı unuttursun. Kişi, çeşit-çeşit ölümler içinde, zamandan zamana yenilenen azaplar içinde yaşar; gerçekten de biz, Allah'a sığınırız.
Ey Allah kulları, nerede o ömür sürenler ki nimetlere gark oldular; nerede o bilgi belleyenler ki anlar, bilir bir hâle geldiler? Mühlet verildi onlara, gaflete daldılar; sağ-esen oldular, unutup gittiler. Uzun zaman mühlet buldular; fırsat elde ettiler; lütuflara, ihsanlara nâil oldular; çetin azaplarla korkutuldular; büyük sevaplarla müjdelendiler.
Korkun insanı helâk çukuruna atan günahlardan, gazaba uğratan ayıplardan. Ey gören gözleri, duyan kulakları olanlar; ey âfiyete dalanlar, dünya matahını elde edenler. Var mı bir kaçacak durak, kurtulunacak oğrak? Var mı bir sığınılacak, güvenilecek, uğranılacak yatak? Var mı, yoksa yok mu? Öyleyse nereye dönüyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, neye aldanıyorsunuz? Bu kadar uzunluğuna enliliğine karşı gene de her birinizin yeryüzünden payı olan yer, düşüp yanağını yere koyacağı, boyunca bir yer. Allah'ın kulları, şimdi çalışmaya koyulun ki henüz ip, boynunuza atılmamıştır; can henüz bedenlerinizdedir. Şimdi doğru yolu arayıp bulmak, geri kalan ömrünüzden faydalanmak zamanıdır; bedenleriniz sağ-esendir; toplaşıp çâre bulmaya zamanınız vardır; elinizdedir ömrünüzden kalan mühlet; elinizdedir güç-kudret; tövbe etmeye henüz vardır müddet; genişlik çağındasınız; dileyebilirsiniz hâcet; çalışın sıkıntıya, darlığa düşmeden önce; darlığa, dağınıklığa çatmadan önce; çalışın görünmeyen, fakat beklenen gelmeden; üstün ve kudret sahibi olan sizi ansızın almadan.[4]
* * *

86

Şüphe yok ki gizli şeyleri bilir; içten geçenlerden haber alır. Onundur her şeyi kavrayış, her şeye üst oluş, her şeye gücü yetiş. Artık sizden iş gören görsün mühlet günlerinde eceli gelip çatmadan;  işsiz çağlarında iş başa gelmeden; soluk alıp verme yolu açıkken kavrayıp sıkılmadan, fırsat geçip gitmeden. İnsanın varacağı yeri döşeyip dayaması, oturacağı yere azık hazırlayıp götürmesi gerek.
Allah için olsun ey Allah kulları; çalışın kitabında buyurduklarını korumaya, size âriyet olarak verdiği hakları gözetmeye. Çünkü Allah sizi boş yere yaratmadı; başı boş bırakmadı; bilgisizliğe, körlüğe atmadı. Eserlerinize ad taktı; yaptıklarınızı bildi; ecellerinizi yazdı. Size her şeyi anlatan bir kitap indirdi; Peygamberini bir zaman sizin içinizde yaşattı; sonunda, kendi razı olduğu dînini, kitabında indirdiği, bildirdiği şeylerle, onun için de tamamladı, kemâle getirdi; sizin için de ve onun dilinden bildirdi size, amellerden sevdiklerini ve sevmediklerini; nehyettiklerini ve emreylediklerini. Artık özür getirmeyi size bıraktı da kesin delili aleyhinize tamamladı; tehdîdi öne sürdü de bildirdi size; önünüzdeki çetin azapla korkuttu sizi. Günlerinizin geri kalanlarından faydalanın da o müddet içinde olsun nefislerinizin isteklerine karşı dayanın; çünkü gaflet içinde geçen bir çok günlerinize karşı bu sabredeceğiniz günler azdır; o günlere dalacağınız, onları tutacağınız zaman kısadır. Nefislerinize ruhsat vermeyin ki o ruhsat verişler, zulmedenlerin yollarına sürer, götürür sizi; gönüllerinizin kabûl etmediği şeylere yönelmeyin ki o yönelişler, suçlara yürütür sizi.
Allah'ın kulları, gerçekten de kendisine en fazla öğüt veren, Rabbine en fazla itâat edendir; kendisini en fazla aldatan da Rabbine en fazla isyanda bulunandır. Aldanan, kendisini aldatır; özenilen, gıpta edilen dînini selâmette tutandır. Kutlu kişi, o kişidir ki başkasını görür de ibret alır; kötü kişi, o kişidir ki isteğine kapılır, kendisini aldatır. Bilin ki az riyâ şirktir; hevâ ve heves ehliyle düşüp kalkmak, îmânı unutmaktır; şeytanı çağırmak, onunla düşüp kalkmaktır. Sakının yalandan; yalan, îmânın zıddıdır; gerçek kişi, kurtuluş yerindedir, ululuk mahallindedir, yalancıysa hevâ ve hevesine uyup horluğa düşülecek yerdedir. Birbirinize haset etmeyin; çünkü haset, ateş, olduğunu nasıl siler süpürürse, îmânı öyle siler süpürür. Birbirinize buğzetmeyin; çünkü buğuz, iyilikleri yok eder, bereketleri giderir-gider. Bilin ki dilek, istek, aklı yanıltır; Allah'ı anmayı unutturur. Dileği-isteği yalanlayın; çünkü o aldatıştır; sâhibi de aldanmıştır.
* * *

87

Allah kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl-parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da (izlerin sonunu) görmüştür; anmıştır da (hayır işleri) çoğaltmıştır. Tatlı, duru suyu kana-kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit haline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl-parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça-buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini-gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîp etmiştir. O, Allah dîninin mâdenlerindendir; Allah'ın yerinin direklerindendir. Kendisine adaletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adaletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar.
Bir başkası da var; adını bilgin takar; o adın ehli değildir; bilgisi yoktur; bilgisizlerden birkaç bilgisizliği; sapıklardan bir kaç sapıklığı yanına-yöresine toplamıştır; insanlara, aldatış ağlarını germiştir; kandırış tuzaklarını kurmuştur; yalanlar söylemektedir; kitabı, dileğince anlatmaktadır; gerçeği isteğine uydurmaktadır. İnsanları pek büyük tehlikelerden kendine emin eder; büyük suçları onlara kolay gösterir gider. Der ki: Şüpheli şeylerde duraklarım; oysa şüpheli şeylerin ta içine düşer; bidatlerden çekinirim der; oysa onların içinde uykuya dalar, kendinden geçer. Yüzü, şekli insan yüzüdür, insan şeklidir; kalbi hayvan kalbidir.[5] Hidâyet kapısını bilmez ki uysun; körlük, sapıklık kapısını bilmez ki kaçınsın; dirilerin ölüsüdür o kişi.
(Burada, 2. bölümdeki 4. beyanattan sonra buyur-muşlardır ki):
Sanan, sanır ki dünya, Ümeyye oğullarından ayrılmaz; hayrını, bereketini onlara sunar; arı-duru suyunu onlara verir; bu ümmetten onların ne sopası kalkar, ne kılıcı. Böyle sanan, böyle diyen, yalan bir zanna düşer, yalan söyler. Bu, ancak bir tadımlık baldır ki onlar tadarlar; sonra onu yutamazlar da birden ağızlarından düşer-gider.

88

Bundan sonra gerçekten de, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, zamanede cebir ve zulümde bulunanları, bir müddet onlara mühlet vermeden, bir zaman onlara esenlik göstermeden hiç bir vakit kırıp geçirmemiştir; ümmetlerden hiç birinin kırılmış kemiğini, onlara bir darlık ve sıkıntı çektirmeden, onları belâya düşürmeden onarmamıştır. Bir hoşluğa, esenliğe yüz çevirdiniz mi, bir ağır ve sıkıntılı şeye ardınızı döndürdünüz mü, ibret almanız gerek.
Her gönül sâhibi akıllı değildir; her kulağı olan duyup işitmez; her bakan görmez. Ne de şaşılacak şey. Şu bölük-bölük halkın, dinlerinde delil saydıkları şeylerin birbirine aykırı oluşuna, Peygamber'in izini izlemeyişlerine, Vasî'sinin yaptığına uymayışlarına, gaybe inanmayışlarına, ayıptan arınmayışlarına nasıl şaşmam ben? Şüpheli şeyleri yaparlar; şehvetlerde koşarlar; iyi ve hayır işler, onlarca kendi bildikleri işlerdir; kötü ve yapılmayacak şeyler de inkâr ettikleri şeylerdir. Güç ve ağır işlerde kaçıp sığındıkları kendileridir, örtülü ve anlaşılmaz şeylerde dayançları, kendi reyleridir. Sanki onların her biri, kendisinin imâmıdır da kendince sağlam gördüğü şeylere yapışmıştır; yanılmaz sebeplere el atmıştır.

103

Dünyaya zâhitlerin, ondan yüz çevirenlerin gözleriyle bakın; çünkü andolsun Allah'a ki dünya, pek az bir zamanda, kendisinde yurt tutanları yok eder gider; ondan emin olarak nimetlenenleri elemlere gark eder. Dünyadan göçen bir daha geri gelmez; ondan beklenen nedir; sevinç mi, keder mi, bilinmez. Sevinci hüzünlerle karılmıştır; erlerin takatleri, buna dayanmada arıklaşmış, zayıflamıştır. Size hoş gelen şeyler sizi aldatmasın; bu aldatış, elde edeceğiniz iyilikleri azaltmasın.
Allah rahmet etsin o kişiye ki düşünür de ibret alır; ibret alır da can gözü açılır. Dünyadaki şeyler, az bir zamanda yok olur-gider; âhirete ait şeylerse sürer de sürer. Sayıya sığan her şey son bulur; beklenen her şey gelip çatar, her gelen şey de yakındır, çok sürmez, gelir.
(Bu hutbeden):
Bilgin o kişidir ki kadrini, mertebesini bilir; kadrini, mertebesini bilmeyen kişiye bu bilgisizlik yeter. Allah'ın en hoşlanmadığı kişi, kendi başına buyruk kuldur; o kişi doğru yoldan sapar, kılavuzsuz yola girer; yürür gider. Dünyada ekip biçmeye çağrılsa işe koyulur; âhiret için ekip biçmeye çağrılsa tembellik eder, yorulur. Sanki yaptığı iş gerektir ona da tembel davrandığı gerekmez ona.
(Aynı hutbeden):
Bir zamandır o zaman ki adsız-sansız müminden başkası kurtulamaz o zamanın derdinden; bir mecliste bulunsa kimse onu tanımaz; bulunmasa kimse onu sormaz. İşte onlardır doğru yolun ışıkları; karanlık yollarda, şüpheli bellerde hidâyet alâmetleri. Halk içinde fazla söz söyleyip bozgunculuk peşinde gezmezler; kulların ayıplarını ifşa etmezler. Allah'ın, kendilerine rahmet kapılarını açtığı kullardır onlar; kötülüğü giderdiği, gazabını üstlerinden kaldırdığı kişilerdir onlar.
Ey insanlar, size içi dolu bir kabın baş aşağı edildiği gibi İslâm'ın da baş aşağı edileceği zaman, gelip çatacaktır. Ey insanlar, gerçekten de Allah, size cevretmez; bundan korumuştur sizi; ama sizi sınamaktan da vazgeçmez; O ulular ulusu, "Bunda elbette deliller var; biz kulları sınarız elbette" buyurur (Mü'minûn, 30).
* * *

110

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a yönelenlerin yapıştıkları en büyük vesile, ona ve Rasûlüne inanmak, yolunda savaşmaktır. Savaş, İslâm'ın en yüce rüknüdür. Aynı zamanda Allah'ın birliğini ikrar etmek de bu vesîlelerdendir; çünkü bu ikrar, yaratılışa uymaktır. Ve namaz kılmaktır, çünkü bu dînin esâsıdır. Ve zekât vermektir; çünkü bu, gerekli bir farzdır. Ve Ramazan ayının orucunu tutmaktır; bu da azaptan bir kalkandır. Ve Kâbe'yi ziyaret etmektir, hacdır, umredir; bunlar da yoksulluğu giderir, günahları yıkar, arıtır. Ve akrabâdan kesilmemek, onları görüp gözetmektir. Bu malın, ahvalin genişlemesine, ecelin gecikmesine sebeptir. Ve gizli sadaka vermektir ki bu suçları bağışlatır. Ve açıkça sadaka vermektir; bu da kötü ölümleri defeder; iyi işlerde bulunmaktır; buysa kötülüklere, kötü çağlara düşmekten korur insanı.
Toplu olarak Allah'ı anın, bu anışların en güzelidir; çekinenlere vaad ettiği şeylere yönelin; çünkü onun vaadi, vaadlerin en gerçeğidir. Peygamberinizin gösterdiği doğru yolda yürüyün; çünkü o doğruluk, en üstün bir doğruluk-tur; onun sünnetine uyun, çünkü onun sünneti, sünnetlerin en doğrusudur. Kur'ân'ı öğrenin; O, sözlerin en güzelidir; hükümlerini belleyin; çünkü bu belleyiş, gönüllerin ilkbaharıdır. Işığıyla şifâ bulun; çünkü O, gönüllere şifâdır; O'nu güzel bir tarzda okuyun; bu okuyuş, haberlerin en faydalısını almaktır, onlardan faydalanmaktır.
Bilgisinden sapıp başka işler işleyen bilgin, bilgisizliğinden kurtulması mümkün olmayan, şaşırıp kalan bilgisize benzer. Böylesi bilgine karşı gösterilen delil, en büyük ve kuvvetli delildir; onun hasrete düşmesi, en yerinde bir şeydir; Allah katında en fazla kınanacak da odur.[6]
* * *

 

129

Allah kulları, ne umuyorsunuz şu dünyadan? Bu evde konuksunuz bir vakit için, borçlusunuz, istenecek sizden o borç. Ömürleriniz sona ermede; yaptıklarınız yazılıp bilinmede. Nice kişi vardır ki işi düzene koymaya çalışır; oysa elden yiter o iş. Nice zahmet çeken vardır; sonunda bozulur gider o iş. Öyle bir zamandasınız ki hayır geri kalmada, şer çoğalıp durmada; şeytansa insanları helâk etmeyi ummada. bir zaman ki şeytan kuvvetlenmiş, düzeni her yanı tutmuş, kolaylaşıp gitmiş.
Dilediğin tarafa bak; yoksulluğa düşmüş fakirden, Allah'ın nimetini küfre değişmiş zenginden, Allah'a ait hakları, malını çoğaltmak için sakınan nekesten, kulağı öğütlere sağır olmuş inatçıdan başka bir kimseyi görebilir misin? Nerede hürleriniz? Nerede temiz kişileriniz? Nerede cömertleriniz? Nerede kazançlarında sakınanlarınız; yolunda yordamında temizliği güdenleriniz?
Hepsi de şu aşağılık dünyadan göçüp gitmedi mi? Şu tez geçen, dertle, elemle yaşanan âlemi terk etmedi mi? Onların zemminde hiç kimse dudağını bile oynatamaz; onları anarken baş sağlığı bile dileyemez artık.
Bozgun meydana çıktı; kötülüğü değiştiren yok. Zulüm ortalığı kapladı; kendini bile kurtaran yok. Bu işlerle mi Allah'ın tertemiz yurduna gitmeyi umuyorsunuz; onun kadri yüce dostlarından olmayı istiyorsunuz? Ne kadar da uzak. Düzenle Allah'ın cennetine girilemez; Ona itâat edilmedikçe rızası elde edilemez. Allah'a lânet etsin kendisi terk ettiği halde iyiliği buyurana; kendisi yaptığı halde kötülüğü men etmeye kalkışana.
* * *

140

(Halkın ayıbını söylemekten men' hususunda)
Temiz kişilerin, Hakk'ın lütfuyla kötülüklerden esen kalanların, suçlulara, kötülere acımaları gerekir. Onların, Allah'a şükretmeleri, halkın ayıplarını görmemeleri icab eder. İnsan nasıl olur da kardeşinin ayıbını görür, söyler. Onu uğradığı suç yüzünden kınar, yerer? Onu ayıpladığı suçtan daha büyüğünü yaptığı zaman Allah'ın, bu ayıbı örttüğünü hatırlamaz mı? Nasıl olur da onu zemmedebilir; onun yaptığı suça benzer bir suç işlediğini anmaz mı? O suça benzer bir suç yapmadıysa bile elbette ondan büyük bir suç işlemiştir; ondan başka bir suçla Allah'a isyan etmiştir. Andolsun Allah'a, büyük bir suç işlemediyse küçük bir suç işlemiştir elbette; fakat insanların ayıbını görüp onları yermesi, işlediği suçtan da büyük bir suçtur.
Ey Allah kulu, hiç bir kulu, ayıbını görüp, suçunu bilip ayıplamakta acele etme; belki bağışlanır o. Küçük bir suç yüzünden de kendini emin sayma, belki onun yüzünden azâba uğrayacaksın sen.
Sizden hiçbir kimse, kendi ayıbını bildiği halde, başkasının ayıbını açmasın, söylemesin. Allah'a şükre koyulsun da bu şükrediş, onu başkalarının ayıbını söylemekten alıkoysun.
* * *

141

Ey insanlar, kim kardeşinin dîninde bir sağlamlık, tuttuğu yolda bir gerçeklik olduğunu bilmiş, onu öyle tanımışsa, insanların, onun hakkındaki sözlerini dinlememesi gerek. Çünkü ok atan atar, ok amacından sapar; söz bâzı kere yanlış olur, seni gerçekten savurur, atar. O sözün butlânı yok olur gider; Allah'sa duyar ve tanıklık eder. Hakla batıl arasında, ancak dört parmak vardır.
(Bu sözün mânâsı sorulunca, parmaklarını bitiştirip kulaklarıyla gözlerinin arasına koyup buyurdular ki):
Batıl, duydum, işittim dediğindir, haksa gördüm dediğin.

142

Hayır ve ihsan lâyık olmayana, ehil bulunmayana bezle-denin, o hayırdan o ihsandan nasîbi, ancak aşağılık kişilerin övgüsü, kötülerin sevgisi, bilgisizlerin sözleridir; onlara ihsan ettikçe, gerçekte eli açık sayılmaz, hiçbir şey vermemiştir; Allah yolunda nekes sayılır.
Allah kime mal-mülk verdiyse, önce yakınlarına vermesi, konukları doyurması, tutsakları hürriyete kavuşturması, yoksullara, borçlulara ihsan etmesi, hakları vermek, kötü-lüklerden korunmak, sevap, elde etmek için dayanıp direnmesi gerekir. Bu huyları elde ediş, Allah dilerse, dünya ululuklarının yücelerini elde etmektir, âhiret üstünlüklerine ermektir.
* * *

145

Ey insanlar, siz bu dünyada, atılacak oklara amaçlar-sınız. Her yudum suda, bir boğaza kaçıp boğulma, her lokmada, bir boğaza durma tehlikesi var. Dünyada bir nimete nâil olmazsınız ki bir başkasından ayrılmayasınız. Sizden bir tek yaşayan yoktur ki bir gün yaşasın da ömründen bir gün geçip gitmesin. Kimsenin yemesinde bir fazlalık, bir yenilik olmaz ki ondan önceki rızık, yok olup bitmesin. Dünyanın bir eseri dirilmez ki bir başka eseri ölmesin. Bir şey yenilenmez ki bir başka yeni, yıpranıp geçmesin. Orda biten her fidan düşer, biçilir. Asıllarımız geçip gittiler; köklerimiz yitip bittiler; bizse onların dalları, budaklarıyız; kök gittikten sonra dalın, budağın ne hükmü vardır?
(Aynı hutbeden):
Hiçbir bidat yoktur ki meydana çıksın da bir sünnet, onun yüzünden terk edilmesin. Bidatlerden çekinin, apaçık hidâyet yoluna yönelin, kökleşmiş, kurulup düzülmüş işler, işlerin en üstünüdür; sonradan meydana gelenleriyse en kötüleri.[7]

147

Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kullarını, putlara kulluk etmekten kurtarıp kendisine kulluk etmeleri, şeytana itâatten ayırıp kendisine itâat eylemeleri için Kur'an'la gönderdi; kullar, bilmezlerken bilsinler, Rablerini tanısınlar, ona karşı gelirlerken ikrar etsinler, onu inkâr ederlerken ispat eylesinler diye de apaçık delillerle, sağlam hükümlerle indirdi; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kitabında tecellî etti hükümleriyle, hikmetleriyle onlara; oysa ki onlar, onun hikmetlerini görmemişlerdi; kudretini gösterdi onlara, kahrıyla korkuttu onları. Kahrettiklerini felâketlerle nasıl kahretmiştir; âfetlerle köklerinden biçtiklerini nasıl biçmiştir, bildirdi onlara.
Bilin ki benden sonra size  bir zaman gelip çatacak; o zaman haktan daha gizli, daha bilinmez bir şey olmayacak, batıldan daha açık, daha görünür bir şey bulunmayacak; Allah'a ve Resûlüne karşı yalan söylemekten daha çok bir şey ortaya çıkmayacak. Bu zaman ehlince, hakkıyla okunsa bile Kur'an'dan daha ucuz bir matah, mânâları değiştirilse bile, ondan daha revaçta bir mal bulunmayacak. Şehirlerde, iyilikten daha fazla inkâr edilen, kötülükten daha fazla tanınan bir şey olmayacak. Kitabı bilenler hükümlerini artlarına atacaklar; onu ezberleyenlerse emirlerini unutacaklar. O gün, kitap ve ona uyanlar, iki kovulmuş sürgün olacak, bir yolda giden, birbirlerine yoldaş olan iki arkadaş kesilecek; fakat hiçbir yurt sahibi, onlara yer, yurt vermeyecek. O zamanda  kitap ve kitaba uyanlar, insanların arasındadırlar, fakat sanki aralarında değiller; onlarladırlar, fakat sanki onlarla değiller. Çünkü beraber olsalar da sapıklıkla gerçeklik eş olamaz, birbirine uyamaz.
O toplum bir aradadır; fakat birlikten ayrılmışlardır; sanki kitapla hükmeden imamlardır; fakat kitap onların imamı değil. Onların katında kitabın ancak adı vardır; ancak yazısını, yazılışını tanırlar; mânâsını bilmezler.
Bundan önce de onlar, temiz kişilere her çeşit zulmü revâ gördüler; onların, Allah'a karşı gerçekliğine iftiradır dediler; iyiliklerine karşı kötülükte bulundular. Sizden öncekiler de, dileklerinin  uzak ve çok oluşu, zamanlarının, kendilerince bilinmeyişi yüzünden helâk oldular. Sonunda özrün kabûl edilemeyeceği gün, vaad edilmiş olan o gün geldi çattı onlara; tövbenin makbûl olduğu çağ geçip gitti onlardan; bunlarla beraber de o çetin azap ve ceza çöktü, kavradı onları.
Ey insanlar, kim öğüt diler, kabûl etmeyi isterse, Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah'a sığınan emin olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü Allah'ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, ona teslim olmalarıdır. Haktan, sağ esen kişinin uyuzdan tiksindiği gibi tiksinmeyin; sıhhatli adamın hastadan kaçtığı gibi kaçmayın, bilin ki gerçek yolu bırakanları tanımadıkça doğru yolu tanıyamazsınız; kitabın ahdini bozanları bilmedikçe kitabın ahdine yapışamazsınız; onu uzağa atanları anlamadıkça ona sarılamazsınız. Bunu ehlinden dinleyin; çünkü onlar bilginin yaşayışıdırlar, bilgisizliğin ölümü. Onlar öyle kişilerdir ki hilimleri (hükümleri) ilimlerinden, susmaları söylemelerinden, görünüşleri iç yüzlerinden haber verir size. Onlar, dîne karşı durmazlar ve din de ayrılıklara düşmezler. Din, onların arasında gerçek tanıktık, sustuğu hâlde onların üstünlüğünü söyler durur.
* * *

150

Ümmet, azgınlık yolunda sağı solu tuttu; doğru yolu bir yana attı. Tez olmayın; olacak şey gelip çatacak. Uzak san-mayın; mukadder olan fitne gelecek. Bir şeye tezcek ulaş-mak isteyen nice kişi vardır ki ulaşınca keşke ulaşmasaydım der; bugün, ne de yakındır yarının gelip çatması; alâmetleri belirir gider.
Ey benim kavmim, bu vaad edilen şeyin geleceği vakittir; tanımadığınız şeylerin görülmesi yakındır. Bilin ki o zamana ulaşan, bizden bir ışık elde ederse yürür gider; temiz kişiler gibi yol alır, yeler; o fitne çağında tutsakların boyunlarından bağı çözer; onları azad eder. Batıl topluluğu dağıtır; yarılıp kırılanı onarır. Bunu da insanlar görmeden yapar; eserini izleyen, yaptığını gözleyen bile ne kadar dikkat ederse etsin, göremez bunu. Sonra dileyen topluluğun can gözlerini açar; körleşmiş kılıçla biler gibi onların görüşlerini biler. Kur'ân'ın nûru gözlerinin nûrunu ışıtır, görgülerini güçlendirir; tefsirle kulaklarını, duyuşlarını keskinleştirir; onlar da sabahleyin marifet kadehini içtikten sonra hikmet nûruyla susuzluklarını giderirler, suya kanarlar.
(Bu hutbeden:)
Horluk çağları tamamlansın diye hükmettikleri müddet uzadı; hallerinin değişmesi gerekli oldu. Sonunda müddetleri doldu; o toplum, fitne ve dalâletin sürüp gideceğine inandı; fakat devenin doğurma çağında kuyruğunu kaldırması gibi savaş zamanı da geldi çattı.
(Gene bu hutbede sahâbenin ve mücahitlerin şânını anlatırlarken buyururlar ki:)
Onlar cefâya sabrettiklerinden dolayı Allah'ı minnet altına almaya kalkmazlar, ululanmazlardı; hak uğruna can vermelerini de büyük bir şey görmezlerdi. Nihayet gelecek vakit uygun olarak geldi, belâ çağı geçti. Zırhlarını aldılar, İslâm uğrunda Rablerine itâat ettiler, kendilerine öğüt verene uydular da savaşa giriştiler. Bu, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun; Resûlünün vefâtına dek böyle gitti. Onun vefâtından sonraysa bir bölük, gerisin geriye topukları üstünde döndüler; sapıklık yolu onları helâk etti; şüphelere uydular, zanlara dayandılar; Hazreti Rasûl'ün yakınlarından başkalarına tâbi oldular; sevmeleri, uymaları buyrulan sebebi terk ettiler; yapıyı temelinden söküp başka yere götürdüler; kurulduğu yerden başka bir yere kurdular. Onlar, her hatânın mâdenleridirler; insanı şaşırtan bilgisizliğin gelip getirdiği her hâlin kapılarıdırlar. Şaşkınlıkta bocaladılar, Firavun soyunun tuttuğu yolu tutup  sarhoşlukta kendilerinden geçtiler. Bir kısmı âhiret düşüncesini kesti, dünyaya meyletti; bir kısmı da dinden ayrıldı, hidâyete zıt oldu.[8]
* * *

 

151

Hz.  Peygamber'i  (s.a.a)  Öven,  Araplara Öğüt Veren, Savaşları Anlatan Hutbeleri

İnsanı Hak'tan uzaklaştıran, itâatten men eden şeytana karşı Allah'tan yardım dilerim; onun iplerine yapışmaktan, aldatmalarına uymaktan Allah'a sığınırım ve şehâdet ederim ki Muhammed, kuludur onun, Rasûlüdür; seçtiği, lütfuna mazhar ettiği zattır. Onun üstünlüğüyle hiçbir kimse eşit olamaz; onun yokluğunu hiçbir şey gideremez. Kapkaranlık sapıklıktan sonra şehirleri onunla ışıttı; her şeyi kavrayan bilgisizliği onunla giderdi; merhametsizce cefâ ve cevri onunla yok etti.
O çağlarda halk, harâmı helâl saymadaydı; hikmet sâhibini alçaltmadaydı; Peygamberlerin gönderilmediği çağda yaşamadaydı; küfür üzere ölmedeydi.
Sonra ey Arap toplumu, size yaklaşmakta olan fitne oklarına amaçsınız; nimet aklınızı almış; fakat nimet sarhoşluklarından sakının. Çetin belâlar geliyor, çekinin; toz duman olmuş, esip gelen belâlara karşı durun; fitne yolunun belirmez kıvraklarından, dönemeçlerinden ürkün. Sakının bu fitnenin zamâne rahminden doğuşundan, gizliyken meydana gelişinden, milinin doğru duruşundan, değirmenin dönüşünden. Gizli yollardan gelip çatar; apaçık kötülüklerle meydana çıkar. Gençliği bir delikanlının gençliğine benzer; izleri taş izini okşar. Zâlimler, ahitlerle, vasiyetlerle onu birbirlerinden miras olarak alırlar; ilk gelenleri, son gelenleri çekip yederler; son gelenleri ilk gelenlerine uyarlar. Aşağılık dünyayı elde etmek için savaşırlar; kokmuş leşe saldırıp dalaşırlar. Az zamanda buyruğa uyan, buyruğuna uyduğundan ayrılır, ona düşman olur; hükmeden, hükmettiğine düşman kesilir. Birbirlerine buğzederek birbirinden ayrılırlar; buluştular mı da birbirlerine lânet ederler.
Bundan sonra bir zaman gelir ki daha da çetin, daha da kırıp geçirici bir fitnedir, gelip çatar. Gönüller doğruluktan sapar; halk esenlikten sonra yol azıtır. O fitne saldırınca dilekler darmadağın olur; o fitnenin eserleri bir bir geldikçe reyler zanlarla karışır. Kim bu fitneye çatar da bunu gidermek dilerse onu paramparça eder, yok eder; kim ona uyar da içine dalarsa onu vurur, kırar. O fitnede insanlar, birbirlerini yaban eşekleri gibi ısırırlar, yaralarlar. Din işinin düzeni bozulur; işin yüzü örtülür. Hikmet, o fitne çağında aşağılaşır; karanlık söze gelir. Çöl ehlini demir gemiyle kırar döker, azgın merkepler gibi ayağının altına alır, çiğner ezer. Kopardığı toz toprak içinde yalnız gidenler yiter; atlılar helâk olup gider. Kazânın acılığı gelir çatar; tâze, hâlis kanlar coşup kaynar; din yolunun alâmetlerini söküp atar; yakin bağı çözülür. Aklı başında olanlar, korkarlar ondan; kısa düşünenler, ona sarılıp tedbîre girişirler. O fitnenin şimşeği  yıldırımı çoktur; diz boyu çıkar, meydanı tutar. O fitnede yakınlıklar kopar; o fitneyle İslâm'dan çıkanlar çıkar. O fitneden kaçınan hastalanır; o fitneden kaçmak isteyen kaçınamaz olur.
(Bu hutbeden:)
İnsanlar, o fitnede öldürülürler, kanlarına bulanıp yerlere serilirler; yahut da korkarlar, meded umarlar. Yeminlerle aldatılırlar; onları îmân ehli sanıp kanarlar, kandırılırlar.
Fitnelerin bayrakları, bidatlerin alâmetleri olmayın, toplumun bağlandığı bağa sarılın; itâat direklerinin dikildiği yerlere yönelin. Allah'a mazlûm olarak varmaya çalışın; zâlim olarak ulaşmaya kalkışmayın. Şeytanın yollarından çekinin; düşmanlık yerlerinden kaçının; karınlarınıza haram lokmalar sokmayın. Çünkü sizi, size isyanı, suçu hâram eden, itâat yolunu kolaylaştıran mutlaka görür.
* * *

154

Akıllı kişinin görür gözü, işinin sonunu görür; onun önünü, sonunu, iyisini, kötüsünü bilir.
Çağıran çağırır insanları; güden güttü onları; icâbet edin çağırana, uyun çobana.
Fitnelerin denizleri coştu kabardı; bidatler sünnetlerin yerine geçti, kabûl edildi. İnananlar sustular; halkı saptıran yalancılar söze başladılar.
Oysa ki biziz Rasûlullâh'ın libâsı, eşi dostu. Biziz hazînesinin hazînedarları ve kapıları. Evlere kapılardan girin ancak, kapılarından girmeyenlere hırsız denir muhakkak.
(Bu Hutbeden:)
Onlardadır (Ehlibeyt) Kur'ân'ın yücelikleri; onlardır Rahmân'ın defineleri, hazineleri. Söylerlerse doğru söyler-ler, gerçeklenirler, susarlarsa kimse onlara karşı söz söyle-yemez. Toplumun başına geçenin doğru söylemesi, aklını başına devşirmesi gerek.
Hepinizin de âhiret evlâdı olmanız icab eder; çünkü herkes oradan gelmiştir, oraya gider. Can gözüyle bakan, görüp iş işleyen, işe başlarken o işin kâr mı getirecek, zarar mı verecek, bilip görmesi gerekir. Kâr getirecekse işlemeli, zarar verecekse bırakmalı. Çünkü bilgisiz işe girişen, anayolda gitmeyene benzer; yol aldıkça, elde edeceği şeyden uzaklaşır. Bilgiyle işe girişense, apaçık anayolda gidene benzer. Demek ki bakanın görmesi gerek; yol mu alıyor, yoldan mı kalıyor?
Bil ki her şeyin görünüşü, ona benzer bir iç yüzü olduğuna delâlet eder. Bir şeyin dış yüzü temizse iç yüzü de temizdir; fakat dış yüzü pis mi, iç yüzü de pistir. Gerçek Rasûl, Allah'ın bir kulunu sever, amelini sevmez; bir ameli de sever, işleyeni sevmez.[9]
Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi da acı.[10]
* * *

187

Babam, anam fedâ olsun onlara, onların adları gökyü-zünde bilinmektedir, kendileri yeryüzünde bilinmekte. Bekleyin o zamanı ki işleriniz tersine döner, aranızdaki bağlar kopar; içinizden kadri küçük kişiler size hükmeder.
Bunlar, o zaman olur ki inanana, kılıç vurulması, helâlinden elde edilen paradan, puldan daha kolay gelir; verilen ecir, para, pul, onu verenden daha değerli görünür. Bunlar, o zaman olur ki şarap içmeden sarhoş olursunuz nimet yüzünden; yemin edersiniz zora düşmeden; yalan söylersiniz zorlanmadan. Bunlar o zaman olur ki belâ ısırır, kemirir sizi, dağların sarp, sivri kayaları, deve hamutlarını sıyırıp yıprattığı gibi. Bu dert, bu belâ sürdükçe sürer; bundan kurtuluş ümidi uzadıkça uzar, kalmazsa da kalmaz.
Ey insanlar, sırtlarına, ellerinizle vebâl, suç yüklediğiniz şu develerin yularlarını atın ellerinizden; size buyruk verene itâat edin; kınayacaksanız kendinizi kınayın. Yöneldiğiniz şu fitne ateşine korkusuzca dalmayın; uzlaşın, çevresinde dolanmayın; savulun, yalayıp geçeceği yola varmayın. Andolsun ömrüme ki onun yalımı mümini yakar, helâk eder; ondan ancak Müslüman olmayan kurtulur, onunla rahat eder.
Ben sizin içinizde, sizin aranızda, karanlıklardaki ışık gibiyim; karanlıklara dalan o ışıkla aydınlanır, yol bulur. Ey insanlar, duyun, dinleyin; can kulaklarınızı açın, anlayın.
* * *

190

Nimetlerine şükrederek O'nu överim; bana yüklediği vazifeleri yapabilmek için O'ndan yardım dilerim. Ordusu (Melekleri, peygamberleri ve seçkin kulları) üstündür pek, yüceliği de uludur gerçek. Ve bilirim, bildiririm ki Muhammed, kuludur, rasûlüdür; halkı ona itâate çağırdı; savaşarak düşmanlarını kahretti; O'nu yalanlayanların toplanıp birleşmeleri bu işten alıkoymadı; ışığını söndürmek isteyenlerin gayreti, bu işten onu vazgeçirmedi.
Allah'tan çekinme, suçtan kaçınma yoluna yapışın; çünkü o çekinip kaçınmak, halkası sağlam bir iptir; yücesine çıkılmaz bir kaledir. Ve hazırlanın ölüme, onun çetinliğine; yayın döşeğinizi o gelip çatmadan genişliğine; gelmeden hazırlanın gelişine, konuşuna. Çünkü işin sonu kıyâmettir; aklı olana öğütçü olarak yeter kıyâmet; bilmeyene de yeter ibret alınacak ölüm elbet. İş sona varmadan da bilirsiniz kabirlerin darlığını, mihnetin çetinliğini, varılacak yerin korkusunu; düşülecek çukurun derinliğini; kemiklerin ayrılışını; kulakların duymayışını, mezarın karanlığını, vaadin korkunçluğunu, çukurun gamını, gussasını, taşın kapanıp örtüşünü.
Allah için olsun, Allah için, Allah kulları, hazırlanın; çünkü dünya, sizden öncekilere ne yaptıysa size de onu yapacak; öyle bir andasınız ki kıyâmet, neredeyse kopacak. Sanki alâmetleri belirdi, belirtileri göründü hemen; bu işte size ayan-beyan.  Sarsıntılarıyla sanki geldi çattı; deve gibi ıhladı, karnı üstüne yattı; dünya sütünü ehlinden kesti, kucağından attı. Sanki bir gündü, geçip gitti; sanki bir aydı, sona erip bitti. Yenisi yıprandı, semizi arıklandı. Halkı dar bir güne, ne olacağı belirsiz büyük, çetin işlere, yalımlanan, kükreyen, yandıkça yanıp süren bir ateşe attı ki yalımlandıkça yalımlanmakta; homurdandıkça homurdanmakta; ürkütüşü korkunç; dibini görmek güç mü güç; ona düşüp orda kalmaksa daha da güç. Yanı-yöresi kapkaranlık, kabı-kaçağı kızgın, yaptığı işse pek büyük, pek yaygın.
Ama "Çekinenleri, Rableri bölük-bölük cennete sevkeder" (Zümer, 73); onlar azaptan emin olmuşlardır; itâba uğramamışlardır. Ateş'ten uzaktır onlar; rahat yurduna yaslanmışlar, hoşnutluğa ulaşmışlar, esenlikte karar etmişlerdir. Onların işleri, dünyâda tertemizdi; gözleri ağlardı. Dünyâlarında, gecelerini kullukla alçalarak gündüze çevirmişlerdi onlar; yargılanmak, bağışlanmak dilerlerdi; gündüzlerini herkesten çekinerek geceye çevirmişlerdi onlar, herkesten kesilmişlerdi. Allah da onların konacakları yeri cennet etti; yaptıklarının karşılığını onlara verdi; lâyıktılar buna onlar; artık o yurtta dâim oldular; o nimette kadim oldular.
Allah kulları, sizden, murâdına erenlerin riâyet ettikleri şeylere riâyet edin; onlara ehemmiyet vermeyip ziyana düşenlerin yaptıklarından çekinin. Ölüm çağlarınıza, şimdiden hazırlanın; çünkü yaptıklarınızı bulacaksınız; ettiklerinize ereceksiniz. Tutun ki o korkunç çağ gelip çatmış size; geri dönmenize imkân yok ki yitirdiğinizi elde edesiniz; yaptığınız suçlardan da vazgeçesiniz. Allah bize de, size de kendisine ve Rasûlüne itâat etmede başarı versin; bizi de, sizi de rahmetinin üstünlüğüyle affetsin.
Yeryüzünde direnin, sabredin; söylentilere uyup da ellerinizi oynatmayın, kılıçlarınızı sıyırmayın; Allah'ın tez olmasını dilemediği hususlarda acele etmeyin. Çünkü Rabbinin, Rasûlünün, O'nun Ehlibeytinin hakkını tanımak sûretiyle içinizden, yatağında ölen de şehittir, ecri de Allah'a aittir; temiz amelinin sevâbına ermesi de muhakkaktır; niyeti, kılıcını sıyırıp cihâd etmiş derecesine eriştirir onu. Çünkü her şeyin bir zamânı vardır, bir müddeti vardır.
* * *

192

KaasIa Hutbesİ

Kas', birini horlamak anlamına gelir; Hz. Emir (a.s), bu hutbede İblis'i ve ona uyup ululananları kına-dıklarından hutbeye bu ad verilmiştir.
Hamd Allah'a ki kendisine, üstünlükle ululuğu hicâp etti; halkına bu iki sıfatı  vermeyip kendisine seçti; kendisinden başkasına bunları harâm eyledi. Kendisinin haremi ve harimi olan bu iki sıfat hakkında, kullarından kim onunla dâvâya kalkışırsa onu lânetledi.
Sakının ey Allah kulları, İblis sizi, kendi hastalığına uğratmasın; atlı yaya askerleriyle sizi kendisine çekmesin; andolsun ömrüne ki o, sizi azâba düşürme okunu yayına koymuş, yayını kurmuştur; sizi yakın bir yerden oklamaya koyulmuştur. Demiştir ki Rabbim; sen beni azgınlığa attın; ben de yeryüzünde Âdemoğullarına dünya nimetlerini bezeyeceğim, onların hepsini azdıracağım.[11] O, bu sözü bilmeden, doğru olmayan bir zanna kapılarak söylemiştir;  fakat soy-boy gayreti güden oğullar, taassup kardeşleri, ululuk ve bilgisizlik meydanında at koşturanlar, onun bu sözünü gerçeklemişlerdir. Bâzınız itâatten baş çekip ona uydukça onun da size karşı tamahı artmaya, hırsı coşmaya başlar; gizli olan iş, meydana çıkar; size karşı kuvveti artar; ordusunu size sürer; sizi alçaklık ve helâk vâdilerine sürükler, sizi candan eden yaralarınızın üstüne ayak basar. Gözlerinizi mızraklarla oyar; bıçaklarla yaralar; boğazları-nızı keser, burunlarınızı ezer; can alacak yerlerinizde yaralar açar; burunlarınıza yularını takar; sizi, sizin için hazırlanmış ateşe sürüyüp geçer. Onun dîninizde açtığı yara, düşman saydığınız, ona karşı birbirinizden yardım dilediğiniz, düşmanın açtığı yaradan çetindir; onun alevlediği ateş, düşmanın tutuşturduğu ateşten üstündür. Asıl bu düşmana saldırın; asıl bunu defetmeye uğraşın. Andolsun ki o, atanıza karşı övünmüştür; sizi, soyunuzu yermiştir; atlılarını size karşı sürmüştür; yayalarını, sizi yoldan alıkoymak için yürütmüştür. Ordusu, her yandan size saldırmadadır; her yerde parmaklarınızın uçlarına vurmadadır; hiç bir düzenle karşı gelemezsiniz onlara; hiç bir direnmeyle defedemezsiniz onları.[12]
Horluk denizinin en derin yerindesiniz; daracık bir halkaya kıstırılmışsınız; ölüm alanındasınız; belâ uğrağındası-nız. Artık gönüllerinizdeki şu gizli taassup ateşini, bilgisizlik kinlerini söndürün; çünkü Müslüman'ın gönlündeki bu ululanma, ancak şeytanın iğvâsındandır, onun ululanmasındandır, vesvesesindendir. Başlarınızı gönül alçaklığıyla eğin; başlarınızdaki ululuk duygusunu ayaklarınızın altlarına alın; büyüklük bağlarını çözün. Gönül alçaklığını düşmanlarınız olan İblis'le onun ordusu arasında sınır koruyucusu dikin; çünkü her ümmette, şeytanın orduları vardır, yardımcıları vardır, yayaları vardır, atlıları vardır.
Allah, kendisine bir üstünlük vermediği halde hasetten doğan düşmanlık yüzünden, kalbindeki öfkeyle yanıp tutuşan ululanma ateşine düşüp, şeytanın burnuna üfürdüğü ululuk yeliyle savrulup anasının oğluna karşı kibirlenen kişiye dönmeyin. Allah, o iş yüzünden onu pişmanlığa düşürdü; kıyamete dek adam öldürenlerin suçlarını, kendilerinden eksiltmemek üzere ona da yükledi.[13]
Bilin ki siz, Allah'a karşı durmakla, inananlarla savaşmakla azgınlıkta pek ileri gittiniz; yeryüzünde bozgunculuk ettiniz. Allah için olsun, Allah için, ululanmaktan, cehâlet devrindeki övünmenizden kaçının;[14] çünkü her ikisi de buğzun, kinin, düşmanlığın mayasıdır; onlardan nefret doğar, düşmanlık meydana gelir; her ikisi de şeytanın üfürdüğünü üfürdüğü, tuzağını kavurduğu şeydir ki, o, bunlarla geçmiş ümmetleri aldatmıştır, eserleri bile kalmamış toplumları tuzağına düşürmüştür de onlar, şeytanın bilgisizlik karanlıklarından sapıklık dağlarında, bellerinde yelip yortmuşlar, boyunlarını uzatmışlar; derken onları ıhlıyan deve gibi yere çökertmiş gitmiştir. Bu, öylesine bir iştir ki  gönüller, o işe düştü mü, hep birbirine benzer, gelen toplumlar da geçip gidenlere uyar; bir ululanmadır bu ki, gönüller, ona düştü mü daralır, sıkıntıya düşer. Amanın, sakının, sakının soylarıyla ululanan, sülâlelerini öne süren, büyüklük satan, kendilerini büyük bilen, yoksulları aşağı gören, Allah'ın takdirine karşı inada girişen, onun nimetleriyle yok-yoksul kişileri horlayan ulularınıza, büyüklerinize itâat etmekten. Çünkü onlar, kendilerini büyük görüş sapıklığının ulularıdır; fitne ve sapıklık yapısının temelleridir, direkleridir; cahiliye devrinin kılıçlarıdır onlar. Allah'tan çekinin, sakının size verdiği nimetlere karşı küfrana düşmekten, size ihsan ettiği üstünlüğe güvenip hasede yapışmaktan. Arı-duru suyunuzu bulanık sularına kattığınız, katıp da içtiğiniz, sıhhatinizi, onların hastalıklarına buladığınız, batıl inançlarını, gerçek inançlarınıza karıştırdığınız kişilerin, sonradan içinize dalanların, sizden görünenlerin sapıklıklarına uymayın. Onlar kötülüklerin esaslarıdır; isyanların ayrılmaz parçaları. İblis, onları sapıklık develeri edinmiştir; onun ordularıdır onlar. Onlarla insanlara saldırır; onlar, İblis'in tercemanlarıdır, onlarla söz söyler; böylece de akıllarını çelip aşırmak, gözlerinize girmek, kulaklarınıza üfürmek, ok atacağı yere sizi amaç olarak dikmek, sizi, ayak bastığı yer haline getirmek, elinin tuttuğu yer, yapıştığı eser yapmak ister.
Sizden önce Allah'ın azâbının, gelip çattığı, belâlara, dertlere uğrattığı ümmetlerden, kendilerini büyük görenle-rin başlarına gelenlerden ibret alın; onların yüzlerinin yerlere sürtündüğü, yanlarının topraklara döşendiği yerleri görün de akıllarınızı başlarınıza devşirin. Zamanın ansızın gelen belâlarından Allah'a sığındığınız gibi nefsi, benliklere düşüren ululanmadan da Allah'a sığının. Allah kullarından birisinin ululanmasına müsâade etseydi, peygamberlerine müsâade ederdi; oysa ki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onların ululanmalarını hoş görmedi; alçak gönüllü olmalarından razı oldu; onlar da yüzlerini yerlere koydular, topraklara sürdüler; inananlara karşı esirgeme kanatları gerdiler. Onlar zayıf bir topluluktu; düşmanları onları öyle görüyorlardı; Allah onların çetin belâlarla, korkulu olaylarla sınanmalarını diledi, onları cefâlarla, dertlerle arıttı.
Fitne ve sınanma vakitlerinde bilgisizliğe kapılıp mal, evlât sahibi olmanızı Tanrı'nın rızasına, zengin olmanızı onun lütfuna, yoksulluğa düşmenizi kahrına vermeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh yüce Allah, "Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlât vererek mükâfatlandırmadayız, yardım etmedeyiz onlara, hayırlara ulaşıvermelerini sağlamadayız? Hayır, anlamıyorlar" buyurmuştur (Mü'minûn, 55-56). Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, ululanan kullarına, dostlarını küçük, zayıf göstererek onları sınamaktadır.
İmran oğlu Mûsâ, kardeşi Hârun'la, ikisinde de selâm olsun, Firavun'un yanına gitmişti. Eğinlerinde yünden abalar, ellerinde sopalar vardı, Hakk'a teslim olursa saltanatının süreceğini, üstünlüğünün yürüyeceğini söylediler, Firavun'a bunları şart koştular. Firavun'sa, dedi ki : Şaşmaz mısınız şu yok-yoksul, hor hakir kişilere; bir bakın hallerine, sonra da bana, üstünlüğümün sürüp gideceğini, saltanatımın devam edeceğini söylüyorlar; bunun için de onlara uymayı şart koşuyorlar. O, altını, altın sahibi olmayı üstünlük, yünü yünden eğrilen elbise giymeyi alçaklık sandı da onlara, neden altınlarınız, altın kolçalarınız yok, hele bir bakın şunlara dedi. Allah dileseydi. Peygamberlerini gönderdiği zaman, onlara altın defînelerini, altın mâdenlerini açar, ihsan eder, bağlar, bahçeler verir, onların çevrelerine gökten uçan kuşları, yeryüzünün vahşi hayvanlarını derler-toplardı; buna da gücü-kuvveti yeterdi. Fakat böyle yapsaydı belâ ortadan kalkar, yapılan işlere verilecek karşılıklar hiçe gider, haberler yok olur, yiterdi; o zaman, zahmete düşenlere ecirler verilmez, inananlar, ihsanda bulunanların sevabını elde etmezler, adlar da anlamlarına uygun düşmezdi.[15] Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, peygamberlerini, azimlerinde kuvvetli kıldı; halleriniyse görenlere karşı zayıf gösterdi; oysa onlarda öyle bir kanaat vardı ki gözler, gönüller, onunla dolardı; öyle bir yokluk-yoksulluk verdi onlara ki gözler görünce şaşırır, kulaklar duyunca hoşlanmazdı. Peygamberler, karşı durulamayacak bir kuvvete, kendilerine cefâ etmek mümkün olamayacak bir üstünlüğe, görenlerin başlarını uzatıp, boyunlarını çevirip dalacakları bir saltanata, develere, bineklere yüklenecek mala, mülke sahip olsalardı, elbette halk, onlara karşı eğilir, bu şevkete kapılır, onlara karşı büyüklük satmaz, onlara karşı durmaya kalkmazdı. Onlardaki kudretinden korkarak, onların yüceliklerine kapılarak îman etseydi insanlar, niyetlerinde bir birlik olur, iyiliklerinde hem dünyaya meyil, hem âhirete rağbet bulunurdu; inançlar da hâlis olmazdı. Ama Allah, peygamberlerine uymayı, kitaplarını gerçeklemeyi, kendisine karşı eğilmeyi, emrini kabûl etmeyi, tâatine teslim olmayı, başka işlerle karıştırmamak, ona bir riyâ, bir başka istek bulaştırmamak şartıyla takdir buyurdu; belâ ve sınanış ne kadar büyük olursa sevap ve mükâfat da o kadar çok olur.
Görmez misiniz ki Allah, Allah'ın salavâtı O'na olsun Âdemden Son Peygamber'e dek bütün gelip geçenleri, bu âlemde, ne kimseye zararı dokunan, ne de faydası olan, görmeyen duymayan taşlarla denedi; o taş yığınını hürmeti vâcib evi kıldı; halkı orada topladı.[16] O beyti de yeryüzünün taşlık, toprağı az; bitki bitmez, susuz, dar bir vâdisine koydu; sarp dağlar arasında, uçup savrulan kumlar içinde birbirinden uzak köylerin, suyu az kaynakların bulunduğu bölgede kurdu; orada ne deve yayılır, ne başka bir hayvan barınır, havası da buna uygun değildir.[17]
Sonra Âdem'e ve evlâdına, oraya yönelmelerini buyurdu; seferlerinin konağı, yüklerinin durağı kıldı orayı. Gönüller oraya meyleder, gönül ehli olanlar orada birbirlerini bulurlar, faydalanırlar; çöllerden, ovalardan kalkarak, yurtlarından ayrılıp engin çöller, derin denizler aşarak, yücelerden inerek, geniş yolları bırakarak, yurtlarından ayrılıp, adaları bırakıp oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, horluğa, dileyerek düşerler, koşarlar, yelerler, tozlara bulanmış yüzlerle Tanrı rızasını elde etmek isterler. Elbiselerinden soyunurlar, ihramlara bürünürler; güzelim saçlarını kestirirler; bütün bunlar büyük bir sınanmadır; çetin bir denenmedir; apaçık bir imtihandır; mânâsı yerinde bir temizliğe burhandır. Allah o evi rahmetine sebep, cennete ulaşmaya bir vesîle kılmıştır. Noksanlardan münezzeh Allah dileseydi, hürmeti vacip evini, kadri yüce ibadet yerlerini, bağlar, bahçeler, nehirler, ırmaklar arasında yeğin ve düz bir yerde, ağaçları çok, meyveleri bol, yapıları yakın, köyleri birbirine bitişmiş bir yerde kurardı; kızıla çalar buğdayların bittiği, yemyeşil çayırlıkların yeşerdiği, sulak bir yerde, taze bitkilerin bulunduğu, güzelim suların aktığı mâmur yolların bulunduğu bir yerde binâ ederdi. Ama böyle yapsaydı, mihnetin azlığına karşılık mükâfat ve sevabın da azalması gerekirdi. O yapı, yapıldığı gibi olmasaydı da yeşil zümrütle kızıl yakut taşlarla bezenip ışıklar saçarak, parıltılarla parıl-parıl parlar bir halde yapılsaydı, elbette gönüllerdeki şüphe azalır. İblis'in azdırma savaşı söner, insanların şüphelerinin gelip gitmesi de giderilmiş olurdu. Fakat Allah, kullarını çeşitli çetinliklerle sınamakta, türlü güçlüklerle kullukta bulunmalarını buyurmakta, onlara güç gelen şeylerle onları denemektedir; böylece de kalplerinden ululanmayı çıkarma-yı; gönüllerine alçalma duygusunu yerleştirmeyi takdir etmektedir; buna da kendi lütfüne kapılar açmak, bunları da bağışlamasına sebep etmek murâdındadır.
Allah için, Allah  için ey Allah kulları, şu tez geçip gitmekte olan dünyada zulümden, azgınlıktan, bir müddet sonra gelip çatacak olan âhiret âleminde zulmün kötü âkıbetinden, ululanmanın fena sonucundan sakının; çünkü ululuk İblis'in pek büyük bir av yeridir, pek büyük bir düzen yeridir; bu haller insanların gönüllerine yapışır; öldürücü zehirler gibi gönüllerine girer, onları zehirleyip yok eder; buna da gücü yeter; bu savaşta herkese karşı gücü-kuvveti kesilmez; açtığı yara tam yerindedir; hata etmez; ne bilgi sahibi, bilgisiyle ondan kurtulur; ne yoksul olan, bir şeyi bulunmayan, yıpranmış elbisesiyle ondan kurtulacak bir yer bulur. Allah, kullarını; bu ululanmadan, namazlarla, zekâtlarla, farz günlerdeki oruç tutup mücâhede etmeleriyle, onların âzâsını sâkinleştirerek, gözlerini haramdan çekindirerek, nefislerini alçaltarak, gönüllerine dincelme ihsan ederek, kendilerini büyük görmeyi onlardan gidererek korur. Çünkü namazda gönül alçaklığıyla en yüce yeri, alınları toprağa koymak, yüzleri toprağa indirip âzânın en değerlilerini yeryüzüne koyup küçülmek, oruçta da karınları açlıkla sırta yapıştırarak kibirden kurtulmak, insanları alçalmaya alıştırmak gibi hikmetler vardır. Zekâtta da yeryüzünden biten şeyleri, bunlardan başka varlıkları, yok-yoksul kişilere vermek, onlara yaklaşmak vesîleleri mevcuttur. Bunlarda bulunan, insanda görünen, övünmeye ait şeyleri yok eden, ululanmaya dair beliren sıfatlardan insanı men eden şeylere bakın.[18]
Ben, âlemlerde herhangi bir şey yüzünden ululanan kişilerden bir tanesini bile görmedim ki o, bilgisizliğe düşüp yalanı doğru sanacak bir sebebe yapışmasın; yahut aklı kıt kişilerin akıllarına uyup kendisini, bir delille ulu görmesin. Siz bir iş için ululanmadasınız ki onun ne bir sebebi tanınmaktadır, ne de nasıl ve neden olduğu bilinmektedir. Ama İblis, Âdem'e karşı yaratılışı bakımından kendini ulu gördü; onun yaratılışını kınadı, ben ateşe mensubum, sen topraktansın dedi. Ümmetlerin hâli yerinde olan zenginleriyse elde ettikleri nimetler yüzünden ululandılar; kendilerini büyük gördüler de "Bizim mallarımız, evlâdımız daha çok, biz azâba uğramayız" dediler (34, Seb', 35).
Ululanmak mutlaka gerekse güzel huylarla, övülecek, beğenilecek işlerle ululanın, övünün; nitekim Arap boylarının ileri gidenleri, erleri, yiğitleri, kabilelerin başbuğları, güzel huylarla, yüce akıllarla, üstün işlerle, övülmesi gereken eserlerle övünürlerdi; bunlarla birbirlerine üstünlük dâvâsına girişirlerdi. Siz de, insanların haklarını korumak, ahde riâyet etmek, ululanmayı bırakmak, üstün huylarla huylanmak, isyandan , zulümden el çekmek, kan dökmeyi büyük suç tanımak, halka insafla muamelede bulunmak, öfkeyi yenmek, yeryüzünde bozgunculuktan kaçınmak gibi övülmesi gerekli huylarla övünün.
Sizden önce ümmetlerin, kötü işlerde bulunmaları, fena amellere düşmeleri yüzünden uğradıkları belâlardan kaçının. Hayırda, şerde, onların hallerini anın, onlara benzemekten çekinin. Onların uğradıkları kötülükle elde ettikleri hayır arasındaki ayrılığı aykırılığı düşündünüz, bu iki hali kıyasladınız mı, onların üstünlüklerini sağlayan, bu yüzden düşmanlarını kendilerinden uzlaklaştıran, esenlik çağlarını sürdüren, onları nimetlere kavuşturan, sarıldıkları ıştıkları iş yüzünden yüceliğe ulaştıran hallerine özenin de o hallerle bezenin; ayrılıktan çekinmek, uzlaşmayı gerekli bilmek, birbirinizi ona teşvik etmek, ona sevk etmek gibi hani. Gönüllerinde birbirlerine kin gütmeleri, düşmanlık duymaları, emellerinin bir olmayışı, birbirlerine yardımda bulunmayışları gibi onların belkemiklerini kıran, güçlerini zayıflatan huylardan kaçının.
Sizden önce geçip gitmiş olan inananların hallerini düşünün; onlar belâya uğradıkları, sınanmaya düştükleri zaman neler yaptılar? Onların yükleri, en ağır yük mü değildi; kulların içinde en çetin belâya mı uğramadılar; dünya halkı içinde en sıkıntılı hale mi düşmediler? Firavunlar, onları kul etmişlerdi; evlâtlarını öldürerek azâp ediyorlardı; onlara azâbın tadını tattırıyorlardı. Helâk olmak aşağılığından, düşmanların üstün olarak kahretmelerinden bir türlü kurtulamıyorlardı; halleri hep buydu; ne onların cefâlarından kurtulacak bir düzen buluyorlardı; ne o zulmü giderecek bir yol elde ediyorlardı.
Sonunda Allah, kendisine olan sevgileri yüzünden düşmanların cefâlarına dayandıklarını, ondan korktukları için kendilerine yapılan kötülüklere tahammül ettiklerini gördü de belâ darlıklarından bir kurtuluş yolu açtı onlara; halâs etti, kurtardı onları. Alçalış yerine onlara üstünlük, korku yerine eminlik verdi. Padişah oldular; buyruk verdiler, alemlere muktedâ kesildiler; Allah onlara ummadıkları yücelikler verdi. Onlar birlikken, dilekleri birken, gönülleri birbirlerine uygunken, elleri, yardımda birbirlerine uzanırken, kılıçları birbirlerine yardım ederken, can gözleri görürken, azimleri tek iken ne haldeydiler; bir bakın, görün. Yeryüzünün bölgelerinde buyruk yürütmediler mi; âlemdekilere padişahlık etmediler mi?
Bir de işlerinin sonuna bakın; birbirlerinden ayrıldıkları, uzlaşmaları bozulduğu, dilekleri, gönülleri birbirine aykırı bir hale düştüğü, bölük-bölük oldukları, ayrılıp birbirleriyle savaşa giriştikleri zaman ne hale düştüler? Allah onlardan yücelik elbisesini soydu; nimetlerinin güzelliğini ellerinden aldı; onlardan yalnız ibret almanız gereken hikâyeler kaldı.[19]
Esenlik onlara, İsmâil'in evlâdından, İshak oğullarından, İsrail oğullarından ibret alın. İnsanların halleri ne kadar da birbirlerine benzer; benzerlikte birbirlerine ne kadar da yakın düşer. Araplar da dağıldıkları, ayrıldıkları zaman Kisralar, Kayserler, nasıl onlara hüküm yürüttüler, bir düşünün. Kisralar, Kayserler, onları dolaylardan, mâmur yerlerden, Irak'taki ırmaklardan, dünyanın yemyeşil, taptaze otlarla dolu yerlerinden çıkardılar, yalnız çalılar çırpılar biten, yaşanması güç çöllere sürdüler; onlar, sırtı yaralı develeri, otlayan hayvanları haydamak üzere yok-yoksul bir halde, toplumların en hor-hakiri, bir bakımdan en perişan ve fakiri olarak çöllere sığındılar; ne el atacakları, kanatlarının altına sığınacakları bir kimse vardı; ne üstünlüğüne güvenip dayanacakları bir düzenlik gölgesi. Halleri perişandı; dilekleri darmadağın. Çokluklardı, fakat dağınık; ezelî bir belâya tutulmuşlardı, bosbulanık. Çetin ve kat-kat belâlarla bilgisizlik onları kavramıştı; zulüm ve kötülük çevrelerini kaplamıştı; kızlarını yoksulluk yüzünden diri-diri görmüyorlardı; putlara tapıyorlardı; yakınlığı inkâr ediyorlardı; yağmalar, onları birbirinden ayırıp gidiyordu.[20]
Bir de Allah'ın onlara verdiği nimet çağına, onlara peygamber yolladığı çağa bakın: Dinle itâatlerini pekiştirdi; dâvetiyle uzlaşmalarını mümkün kıldı; bu birlik, bu topluluk yüzünden yücelik kanatlarını nasıl gerdi onlara, çeşit-çeşit faydalarını, bereketlerini nasıl akıttı onlara.
Bu toplum, Allah nimetlerine daldı, o nimetlerine daldı, o nimetlerle yaşayışın zevkine ulaştı; güçlü bir kuvvetin gölgesinde işleri düzene girdi; üstün bir güçle halleri yüceldi; işleri, oturamaklı, sağlam bir kudretle düzeldi. Âlemlere hükmeder oldu, yeryüzü dolaylarında padişah kesildiler;  önceden kendilerine hükmedenlere hükmettiler; başkalarının buyruğuna uyarlarken onlara buyruk yürüttüler. Kimse onların mızraklarını kınayamaz, kimse onların taşını kıramaz, kimse onlara ok ve taş atamaz bir hale geldiler.
Fakat şunu da bilin ki siz, ellerinizi itâat bağından kurtardınız; sizin için kurulmuş olan Allah kalesini, cahiliyet hükümleriyle deldiniz, yıktınız. Noksanlardan münezzeh olan Allah, bu toplumun arasını düzenlik ipiyle bağlamış, onlara birlik, düzenlik vermişti, gölgesinde gölgelendirmişti; kendisine sığınmalarını sağlamıştı; yaratılanlardan hiç birinin değer biçemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün kıymetlerden yüce bir nimet ihsan etmişti; böylece de onlara lütufta  bulunmuştu.  Bilin ki hicretten sonra sizler, çöl Arapları haline geldiniz; uzlaşıp birbirinizi sevdikten sonra bölük-bölük dağıldınız; Müslümanlıktan ancak bir ad kaldı sizde; îmandan ancak bir lâf tanımaktasınız siz; utanca düşmektense cehenneme gitmek yeğdir dediniz siz. Sanki hürmetini gidererek, hiçe sayarak İslâm kâsesini başaşağı çevirmek, Allah'ın, yeryüzünde size esenlik vermek, halkı arasında da emniyeti sağlamak üzere sizden aldığı ahdi bozmak istiyorsunuz. Müslümanlıktan vazgeçer, başka bir yol tutarsanız, kâfirler savaşa girişir sizinle; sonra ne Cebrâil yardım eder size, ne Mikâil: ne muhâcirler imdadınıza koşar, ne ensar; ancak Allah aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşılır sizinle. Bir de şu var ki Allah'ın azâbına uğrattığı, dertlere, belâlara, çetin olaylara düşürdüğü kullara ait birçok örnekler var; bunu bilirsiniz; bilgisizlikle Allah'ın azâbının gecikmesi sizi aldatmasın; azâbından ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah sizin de bildiğiniz geçmiş toplumları, ancak gerçeği ve doğruyu buyurmayı, kötülükleri nehyetmeyi bıraktıklarından lânetlemiştir; kötülere, suç işledikleri, içlerindeki bilgili, anlayışlı olanlara da, kötülüğü nehyetmedikleri için lânet etmiştir.
Bilin ki siz, İslâm bağını kestiniz; Müslümanlık sınırlarını elden çıkardınız; hükümlerini de öldürdünüz. Bilin ki Allah bana, isyan edip itâatinden çıkanlarla, biat edip biatinden dönenlerle, yeryüzünde bozgunculuk edenlerle savaşmayı emretmiştir. Biatten dönenlerle savaştım, gerçekten sapanlarla mücahede ettim; dinden çıkanları kahrettim, Redhe şeytanının belâsını da, onu bayılmış bulup, yüreğinin çarptığını duyup, göğsünün titrediğini görüp İslâm'dan giderdim. Âsîlerden, ardımda kalanlar kaldılar. Allah izin verirse onları da bu sefer kahrederim; onlardan, yeryüzünde ancak çevreye dağılanlar, kalırlarsa kalırlar.[21]
Ben daha çocukken Arab'ın baş kaldıranlarını yere serdim, Rabia ve Mudar boylarının boynuzlarını kırdım. Allah'ın salât'ı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a ne kadar yakın olduğumu onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz o beni bağrına basardı; yatağına alırdı; vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür. O, sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti; o melek gece-gündüz, ona yücelikler yolunu gösterirdi; âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o, her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hırâ dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. O gün İslâm, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la Hadice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve peygamberlik nûrunu görürdüm, peygamberlik kokusunu duyardım. O'na vahiy gelirken Şeytanın feryadını duydum da yâ Rasûlallah dedim, bu feryat nedir? Buyurdu ki: Bu feryat eden Şeytandır; kendisine halkın kulluk etmesinden ümîdini kesti  artık. Sen benim duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin; ancak sen peygamber değilsin; fakat vezirsin ve hayra karşısın, ona ulaşmışsın.[22]
Gerçekten de ben o toplumdanım ki Allah yolunda onlar, kınayanın kınayışına aldırış etmezler; yüzleri gerçeklerin yüzleridir; sözleri hayırlı kişilerin sözleri. Geceyi kullukla geçirip mâmur ederler; gündüzü hidâyetle geçirip uyanlara alem kesilirler. Onlar, Kur'an ipine yapışmışlardır; Allah'ın buyruklarını Rasûlünün sünnetlerini diriltirler. Ne ululanırlar, ne yüce görürler kendilerini; hıyânette bulunmazlar, bozgunculuk etmezler. Kalpleri cennetlerdedir, bedenleri kullukta.
* * *

193

Emir'ül-Mü'minîn aleyhisselâm'ın ashabından Hemmâm adlı biri, Yâ Emir'el-Müminîn dedi, bana Allah'tan çekinenleri anlat; hem de öylesine anlat ki onları görür gibi olayım. Hazret, onun bu sözünü duymazlıktan gelerek Yâ Hemmâm buyurdu, Allah'tan çekinin, iyi amelde bulunun, çünkü "Allah, çekinenler ve iyilikte bulunanlarladır" (16, Nahl, 128). Hemmâm bu sözü yeter bulmadı; and verdi. Hazreti Emir (a.s) bunun üzerine Allah'a Hamd'ü senâ edip Rasûlüne ve soyuna salât ü selâm ihdâsından sonra buyurdu ki:
Noksan sıfatlardın münezzeh, yüce Allah halkı yarattı; yarattığı vakit onların itâatlerinden de müstağni idi, isyanlarından, suçlarından da. Çünkü isyan edenin suçu, isyanı O'na bir zarar vermez; itâati, O'nu faydalandırmaz. Halkın geçimini taksim etmiştir O; herkesi lâyık olduğu yere koymuştur O.
Çekinenlere gelince: Onlar üstünlüklere sâhiptirler; sözleri gerçektir onların, elbiseleri orta halli; ne fazla özentili, ne pek bayağı. Yürüyüşleri gönül alçaklığıyladır onların. Gözlerini, Allah'ın onlara harâm ettiği şeylerden yumarlar; kulaklarını, onlara fayda verecek bilgiye verirler.[23] Bunlara uymayanların gönülleri, nasıl nimete erince rahat ve huzûr içindeyse, bunların gönülleri de belâ ve mihnette rahat ve huzûr içindedir. Allah, kullarının ecellerini takdir etmeseydi, ölüm vakitlerini tayin buyurmasaydı, onların ruhları, sevâba iştiyak duymak, azaptan korkmak dolayısıyla göz yumup açacak bir müddet bile bedenlerinde karar etmezdi. Gözlerinde, yaratan, uludur. O'ndan başkası küçük. Sanki cenneti görmekteler, orada azâba uğramaktalar, kalpleri mahzundur, şerlerindense herkes emin. Hasetleri zayıftır, yoktur; dilekleri önemsiz, nefisleriyse tertemiz; tez geçip giden günlerde sabretmişlerdir, ardından süreli bir rahat ve huzur gelir; o vakit kârlı bir alış-verişi onlara kolaylaştırmıştır Rableri. Dünya onları diler, onlarsa dünyayı dilemezler; dünya onları tutsak etmiştir, fakat onlar, canlarını fidye olarak verip ondan kurtulmuşlardır.[24] Gece oldu mu, ayaklarına basarlar, saflar kurarlar, ibâdete koyulurlar. Kur'an âyetlerini, harfleri sayılacak kadar ağır, anlamını düşünerek okurlar; kendilerini bu sûretle hüzünlere atarlar; dertlerinin devâsını Kur'an'da bulurlar. Kur'an'dan teşvike, sevaba, mükâfata ait bir âyet okuyunca o sevâbı elde etmeyi umarlar, gönüllerini özlemle ona verirler; sanırlar ki o mükâfat, gözlerinin önüne gelmiş, serilmiştir. Korkutucu bir âyet geçti mi, kulaklarını ona verirler; sanırlar ki cehennemin yalımlanması, alevi yücelirken çıkardığı ses, kulaklarına gelmektedir, onu işitmededirler. Rüku ederek iki kat olmuşlardır; alınlarını, ellerini, dizlerini, ayak parmaklarını yerlere döşemişlerdir; secdeye kapanmışlardır; yüce Allah'tan azaptan, zincirlere vurulmaktan kurtulmayı dilemeye koyulmuşlardır.[25]
Gündüzlerine gelince; Yumuşak huyludur onlar; bilginlerdir, iyi kişilerdir, çekinenlerdir, korku, onları, okçunun yonduğu ok gibi inceltmiştir, zayıflatmıştır; onları gören, hasta sanır; oysa ki hastalıkları yoktur; onlara bakan, akıllarını yitirmiş sayar; oysa ki akıllarında ancak o büyük çağ, âhiret vardır. Az ibâdete razı olmazlar; kulluklarını yeter bulmazlar; fazla ibâdeti de çoğumsamazlar. Kendilerini töhmetli tutarlar; amellerinden korkarlar. Onlardan birini, birisi üstün görür, temiz sayarsa söylenen sözden korkar da der ki: Ben kendimi, başkalarından daha iyi bilirim, Rabbimse beni benden daha iyi bilir; Allah'ım, söyledikleri sözler yüzünden beni suçlu sayma; onları zanlarından daha üstün et beni; onların bilmedikleri suçlarımı da yarlığa benim.
Onlardan her birinin alâmetlerindendir: Onu dinde güçlü, yumuşaklıkta, kullukta ihtiyatlı, îmanda şüphesiz, ilme haris, bilimde örnek, zenginlikte ortak, ibâdette özü doğru ve Rabbine karşı alçalmış, yoklukta bezenmiş, çetin zamanlarda direnir, helâl rızık elde etmeye savaşır, hidâyette neşeli, tamahtan kurtulmuş, güzel ve temiz işlere koyulmuş, fakat Allah'tan da korkup duran biri olarak görürsün.
Gündüzü akşam eder, düşüncesi şükürdür. Geceyi sabahlar, uğraştığı zikirdir. Korkuyla geceler, neşeyle sabahlar. Korkar, gaflete düşmekten çekinerek. Neşelenir, lütfe, ihsana nâil olarak. Nefsi, onun istediği bir şeye onu zorlarsa, o da onun sevdiğini vermez ona, onu zorlar.
Gözü, zevâlsiz nimettedir. Zâhitliği, sürüp gitmeyecek, yok olup bitecek şeydedir. Hilmini ilimle karmıştır; sözünü amelle sarmıştır. Görürsün ki umduğu yakındır, uzak değil; sürçtüğü azdır, çok değil. Nefsi, elde ettiğini yeter bulur, hırsa düşmez; yediği az bir şeydir; çok istemez. İşi kolaydır; dîni korunmuştur; şehveti ölmüştür; öfkesi yenilmiştir. Ondan hayır umulur; şerrindense emin olunur.[26]
Gafiller içindeyse zikredenlerden olur; zikredenlerleyse gafillerden sayılmaz. Kendisine zulmedeni bağışlar; kendisine vermeyene verir; kendisini dolaşmayanı dolaşır; hem de kötü söz ondan uzaktır; sözüyse yumuşaktır. Kınanacak işi mefkuttur; iyi işleriyse her an mevcuttur. Hayrı, ona yönelmektedir; şerriyse dönüp gitmekte. Sarsılacak işlerde vakar sâhibidir; hoş olmayan işlerde sabreder; genişliklerdeyse şükreder.[27]
Kendisine düşman olana cevr etmez, bu işe hayıflanmaz; onu seven de günaha girmez. Tanıklık verilmeden gerçeği söyler; kendisine verilene, ısmarlananı yitirmez; kendisine anılanı unutmaz. Halkı lâkaplarla çağırmaz; komşusuna zarar vermez; musîbetlere düşenlere sevinmez; batıla boyun eğmez, batıl iş işlemez; halktan ayrılmaz. Susarsa susması kendisini tasalandırmaz, gülerse sesini yüceltmez. Ona zumedilirse dayanır; sonunda da onun öcünü Allah alır.[28]
Nefsi, onun elinden rahatsızlığa düşmüştür; fakat insanlar, onun yüzünden rahattadır. Nefsini âhiret için yorar; insanları nefsinden rahata ulaştırır, emin kılar. Birinden uzaklaşması zâhitliğindendir, temizliğinden. Birine yaklaşması yumuşaklıktandır, rahmetten, esenlikten. Uzaklaşması kibirden, ululuktan olmaz; yaklaşması hîleden, düzenden doğmaz.
(Söz buraya gelince Hemmâm feryat edip düştü ve can verdi. Hazreti Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular:)
Vallahi ben, bundan korkuyordum.
(Sonra): İşte tam yerinde öğütler,  ehline  böyle  tesir  eder buyururdular. Haricîlerden İbn-i Kevva adlı birisi, Ey müminler Emir'i dedi; mademki hal budur, neden o söylediğin sözler, neden o verdiğin öğütler, seni bu hale getirmedi? Hazret buyurdular ki:)
Vay sana; her iş için bir zaman vardır; o zamanı aşmaz. Her şey için bir sebep mevcuttur; o sebebi geçmez. Hele dur, bir daha böyle bir söz söyleme; zâten bu, Şeytanın iğvasıydı; senin dilinden söyledi.[29]

 

[1] - İki güzel şeyden biri, 9. sûrenin (Tövbe), "De ki: Bizim ya gazi, yahut şehit olmamızdan, o iki güzel âkıbet-ten birine uğramamızdan başka bir şey mi gözetmede-siniz" meâlindeki 52. âyetine işarettir.
[2] - Mal ve oğullar. 42. sûrenin (Şûrâ), 20. âyetine işaret edilmektedir. 3. sûrenin (Âl-i İmran), 146-147. âyetlerinde, Allah'tan yarlıganmak, kâfirlere üstün olmak için yardım dileyenlere, Allah'ın, dünya nimetlerini ve âhiretin güzel mükâfatını verdiği beyan buyrulmaktadır; bu âyetlerden iktibaslarda bulunulmuştur.
[3] - "Kullukta bulunun, halk görsün diye değil" sözlerinde, gösterişin ameli batıl kıldığı bildirilir. Emre uyup çekinen, suç işlemekten uzaklaşır; uymayan, suç işledikten sonra nâdim olur, özür diler; elbette birincisi daha makbuldür.
[4] - Bu hutbeyi okurlarken tüyler ürpermiş, gözler nem-lenmiş, gönüller halden hale girmiştir.
[5] - "Yüzü, şekli insan yüzüdür, insan şeklidir, kalbi hayvan kalbi. Andolsun ki biz cinlerin ve insanların çoğunu  cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, düşünmezler onunla; gözleri vardır, görmezler o gözlerle; kulakları vardır, duymazlar o kulaklarla. Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hattâ daha da sapıktır onlar. Onlardır gaflette kalanların ta kendileri." (Kur'ân-ı Kerîm; 7, A'râf, 179).
[6] - Bu hutbelerinde, Allah rızasını kazanmaya vesîle olan şeyleri beyan buyuruyorlar. İç ve dış düşmanlarla savaş, gerçekten de bir toplumun bağımsızlığı için bir zarurettir. Allah'a inancın ve bu inancın yaratılışa uyuş oluşunun hikmeti de şu olsa gerektir: Hz. Peygamber (s.a.a), "Her doğan çocuk, yaratılışı sâlim olarak doğar, yaratılışa uygun olarak meydana gelir; dili, merâmını anlatıncaya dek böyle kalır; sonra anası, babası onu Mûsevi, yahut Hıristiyan, yahut da Mecûsî yapar" buyurmuşlardır (Câmi',2, s.79). Kur'an-ı Mecid'de "Artık yüzünü tam doğru dîne döndür; Allah'ın ilk yarattığı selâmet hâline ki insanları, o tabîî halde, selâmet hâlinde yaratmıştır; Allah'ın yaratışı, dîni değiştirilemez; budur en doğru din. Ve fakat insanların çoğu bilmez" buyrulmaktadır (Rûm, 30). Fıtrat dîni, İslâm'dır ve bu dinde soy-boy gayreti, asalet şerefi gibi şeyler yoktur. Hz. Peygamber (s.a.a), insanları, çulha dokunan tarağın dişlerine benzetmiş, birbirlerine eş olduklarını bildirmiştir (Künûz'ül-Hakaaık; 2, s.185). Namazın, zekâtın, orucun, içtimâî, iktisadî faydalarını burada anlatmaya kalkışmak, yeni bir kitap yazmayı icab eder. Orucun bir kalkan olduğu, bununla şehvet ateşinden, cehennem ateşinden korunulacağı hakkında da hadisler vardır (Câmi', 2, s.43). Toplu olarak Allah'ı anmak, cemaatle namaz kılmaktır.
[7] - Bidat, kitap ve sünnette olmadığı halde sonradan konan şeylerdir. Bunların iyileri vardır, kötüleri vardır. İyileri, kitabı ve sünneti bozmayanlarıdır; bunları zamanın imâmı koyar, yahut kabûl eder. Hz. Peygamber'in (s.a.a) zamanında, ezan, yüksek bir yerde, yahut mescidin damında okunurdu;  sonra minare yapıldı ve cumhur, bunu kabûl etti; yahut asra göre giyim, kuşam, kitaba ve sünnete aykırı olmadıkça, israfa varmadıkça caiz görülür. Kötüleriyse, esasen kitaba, sünnete uymaz, bilginler de bunları nehyeder. Sokağı aydınlatmak gibi bir maksat güdülmeden mezarlarda mum yakmak, yahut, din bakımından büyük bir zâtın merkadı ziyaret edilirken, bu lütfe nailiyetten dolayı şükür secdesi kastedilmeksizin yere kapanmak, çocuklara muska takmak, gaipten haber vermeye kalkışmak gibi.
[8] - Hutbenin sonlarında, kıyamet günü, bâzı kişilerin kıyısından uzaklaştırılacakları, "Ya rabbi, onlar benim ashabım, ashabım" buyurmalarına karşılık, "sen bilmezsin, senden sonra neler yaptılar, onlar, topuklarının üstünde hemencecik gerisin geriye döndüler" meâlindeki hadis-i şerîfe işaret vardır (Buhârî ve Tabarânî'den naklen, El-İthâfât'is-Seniyye fî'l Ahâdîs'il-Kudsiyye; s.220; Buhârî, Müslim ve Müsned'den naklen Câmi', 2, s.111).
[9] - Allah'ın sevdiği kul, sonunun hayırla, tövbeyle, bağışlanmakla kutlu bir hale geleceğini bildiği kuldur; kötülük işlerse, yaptığını sevmez, fakat sonunu bildiği için kendisini sever. Kendisini sevmediği, amelini sevdiği kulsa riyâ için ibâdette, hayırda bulunan kuldur. Riyâ ile yaptığı için, yaptığı hayırdan kendisine bir ecir verilmez; fakat hayrı, halka faydalı olursa sevilir.
[10] - Bu hutbede, 2. surenin (Bakara) 189. âyetinde, evlere kapılarından girilmesinin emir buyurulduğuna ve "Ben ilmin şehriyim; Ali kapısıdır. İlmi isteyen kapıya gelsin" meâlindeki hadis-i şerife işaret edilmektedir (Câmi, 1, s.90).
[11] - 7 sûrenin (A'raf) 11-18. âyetlerinde, Şeytan'ın emre uymadığı, ben, Âdem'den daha hayırlıyım; onu topraktan yarattın, beni ateşten dediği, ululandığı, lânete uğradığı, onun da, insanları doğru yoldan çıkarmak için pusu kuracağını insanların çevrelerinden çıkıp çoğunu azdıracağını söylediği anlatılmaktadır; 38. sûrenin (Sâd). 71-85. âyetleri de aynı meâldedir. 26. sûrenin (Şuarâ) 94-95. âyetlerinde de İblisin ordusundan bahsedilmektedir. 18. sûrenin 50. âyetinde İblis'in cin tâifesinden olduğu tasrîh edilmiştir.
[12] - 7. sûrenin 27. âyetinde, Şeytan'la ona mensup olanların, insanları görmeyecekleri yerlerden gözleyip gördükleri ve onların, ancak inanmayanlara dost oldukları beyan buyurulmaktadır.
[13] - Kardeşi Hâbil'i, kıskançlık yüzünden öldüren Kaabil'e işaret edilmektedir (5, 27-32).
[14] - Cehâlet devri Hz. Muhammed'den (s.a.a) önceki devirdir; bu çağ da Arapların halleri evvelce anlatılmıştır, tarih kitaplarında da tafsilâtı vardır.
[15] - Adların anlamlarına uygun düşmemesi, meselâ, refah halinde itâatte bulunana tam mânâsıyla itâat eden, zahmete düşüp zoraki sabredene,sabırlı denmeyeceğine işarettir.
[16] - Kur'an-ı Mecid'in 5. sûresinin (Mâide) 95. âyetinde "Kâbe" diye anılan ve 3. sûrenin (Âl-i-İmrân) 96. âyetinde, Allah'a ibadet için ilk kurulan  "beyt" olduğu bildirilen mabed, birçok âyetlerde "Beyt" diye geçer. "Allah evi" denmekten maksat, Allah'a inananların toplandıkları, Allah'a ibâdette, yâni namazda, oraya yöneldikleri cihetle izafî ve hürmet için söylenen bir sözdür; nitekim Recep ayına da Allah ayı denmiştir. Yoksa haddi zâtında Allah, bütün bunlardan münezzehtir, yücedir. Kâbe-i Muazzama, hicretten on altı ay sonra bir öğle namazında, 2. sûrenin (Bakara) 144. âyeti Hz. Muhammed'e (s.a.a) vahyedilerek kıble olmuştur. Aynı sûrenin 149. âyetinde de bu emir, tekit edilmektedir. Aynı sûrenin 191, 196, 217, 5. sûrenin (Mâide). 2., 8. sûrenin (Enfâl) 34. 9. sûrenin (Tevbe) 7, 19, 28., 17. sûrenin (İsrâ) 1. âyetlerinde. Kâbe'ye "Mescid'ül-Harâm" denmektedir. 5. sûrenin (Mâide). 1. âyetinde Kâbe'nin hareminde avlanmanın haram olduğu bildirilir, 95. âyetinde, ihramdayken avlanmanın haram olduğu beyan buyrulur. 9. sûrenin (Tevbe) 3. ve 36. âyetlerinde Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarının, hürmeti vacip aylar olduğu, bu aylarda, zarûret olmadıkça, câhiliye devrinde olduğu gibi savaşın yapılmaması, fakat zarûret halinde savaşılabileceği bildirilir. 29. sûrenin (Ankebût) 67. âyetinde, haremin emin bir yer kılındığı anlatılır. 9. sûrenin (Tövbe) 28. âyetinde müşriklerin pis oldukları, Kâbe'nin haremine yaklaştırılmamaları emir buyurulmaktadır ki bu sûre, Medine'de, Veda'haccından sonra nazil olmuş, Hz. Muhammed, önce, Mekkelilere bildirmek üzere Ebubekir'i yolladığı halde sonra Hz. Âli'yi (a.s) göndermiş, Hz. Ali (a.s) Rasûlullah'ın (s.a.a) devesine bindiği halde, bu yıldan sonra müşriklerin hac etmemelerini, çıplak tavaf edilmemesini, Kâbe'ye, mümin olanlardan başkasının girmemesini, muâhedesi olanlara, bitinceye dek dokunulmayacağını, fakat dört ay sonra bildirilen şartlara riâyet lüzûmunu tebliğ etmiştir. Kâbe'ye, harem dâhiline müşriklerin girmeleri harâm olduğundan, hac esnasında, helâl olan bâzı şeylerin haram olmasından, ihramsız hareme girilemeyeceğinden, hürmeti vacip olan bir beyt bulunduğundan "Mescid'ül-Harâm" denmiştir.
[17] - 14. sûrenin (İbrâhim) 37. âyet-i kerîmesinde İbrâhim Peygamber'in, Alâ nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm, "Rabbimiz, soyumun bir kısmını ekin bitmez bir yere, hürmete vacip olan evinin yanına yerleştirdim; Rabbimiz, namaz kılsınlar diye. Artık insanların bir kısmı da onlara gönül versin, sevsinler onları ve şükretmeleri için de meyvelerle rızıklandır onları" diye dua ettiği bildirilmektedir. Bu sözlerle, bu âyete işaret edilmektedir.
[18] - Hac töreninde, gerçekten de insan, irâdesini Allah'a verir; helâl olan şeyleri kendisine haram eden Tanrı irâdesine teslim olur; baş açık, yalın ayak, âdeta bir kefen olan ihrama bürünüp hac ve umre menâsikini edâ eder; sanki ölmeden önce ölmüştür; elsizdir, dilsizdir, belsizdir. Oruçta da büyük bir irâde imtihanı vardır. Namaz ve bilhassa namazdaki secde de, tam bir alçalış, bir yok oluştur. Zekâttaki iktisadî hikmetse, anlatılmaya bile hacet olmayacak kadar çoktur ve Kur'an-ı Mecid'de daima namazla anılan zekât, sınıf farkını kaldırmak için  teşrî' edilmiş bir farîzadır. Allah sırrını takdis etsin. Saduk, "Fakıyh"de, Sekizinci İmam Aliyy'ur-Rıza'nın (a.s) Muhammed b. Sinân'ın sorduğu sorulara cevap verirken namaz hakkında, "Namazın farz edilmesindeki sebepler yüce Allah'ın rubûbiyetini, ortağı, eşi, benzeri olmadığını tasdik etmek, alçalarak onun huzurunda durmak, geçen suçlarını itiraf etmek, bağışlanmayı dilemek, her gün, onun ululuğuna, üstünlüğüne karşı yüzünü toprağa koymak, din ve dünyada lütfunu dileyip ona yönelmek, bütün bunlarla beraber gece-gündüz onu anmaktır; çünkü kul, sahibini, yaratıcısını, tasarruf ve tedbir ıssını unutursa azar, doğru yoldan sapar, rabbini anması, onun huzurunda bulunması da kulu, isyanlardan, suçlardan alıkor, bozgunculuk etmesine engel olur" buyurduğunu bildirir. Zekât hakkında da, "Zekât yoksulları rızıklandırmak zenginlerin mallarını korumak içindir; nitekim Allah Tebâreke ve Teâlâ, "Andolsun ki mallarınızla, canlarınızla sınanacaksınız" buyurmuştur (3, Âl-i İmran, 186). Mallarınızla sınanacaksınız; yâni mallarınızın zekâtını ayırıp vererek; canlarınızla sınanacaksınız; yâni buna sabrederek. Bununla beraber bunda, Allah'ın şükrünü eda etmek, ziyâde vermesini ummak, yoksullara, zayıflara acımak, onları görüp gözeterek kuvvetlendirmek, onlara dînen yardımda bulunmak, istekleri azaltmak, tez göçüp giden dünyaya aldanmamak, dünyada da, âhirette de yok-yoksul kişilerin çektiklerini bilip âhiret için onlara delil olmak da var" sözlerini söylemiştir (Hâc Molla Sâlih-i Kazvinî şerhi, 2. 1380 Hicrî, s. 330-332, 1 not.).
[19] - Bu kısımda İsrail oğullarının sonlarını beyan buyurmaktadırlar.
[20] - Arapların, cahiliyye devrindeki halleri anlatılmaktadır; aynı zamanda 81. sûrenin (Tekvîr) 8-9. âyetlerine işaret edilmektedir. İlk çocuğu kız olan, gelenek olarak Araplarda haysiyetsiz sayılırdı; babası onu diri-diri gömmek zorundaydı. Köpek, yılan, kertenkele yerlerdi. Asma'î der ki: Çölde giderken bâzı çadırlar gördüm; oraya gittim. Beni konukladılar; bir kap içinde süt sundular. Sütü içtikten sonra ne de temiz kap dedim. Evet dediler, gündüzleri, içinde yemek yeriz; geceleri ona işeriz; sabahleyin köpeklerin önüne koruz, onlar kabı yalarlar; temizlerler; onun için böyle tertemizdir. Bu sözleri duyunca, Allah lânet etsin sana da, senin bu temizliğine de dedim (Molla Sâlih-i Kazvinî şerhi; 2. s. 341-342, not).
[21] - Biatten dönerler. Cemel savaşına sebep olanlardır; gerçekten sapanlar ve itâatten çıkanlar, Muâviye'ye uyanlardır. Dinden çıkanlarsa Hâricîlerdir. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Zübeyr'e, savaştan önce, "Biz ansardan bir bölüğün sofasındaydık, sen de vardın, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve âlihi ve sellem beni işaret ederek sana, onu sever misin buyurdu; sen, ne mâni var deyince, ama buyurdu, sen onun aleyhine kıyâm edecek, onunla savaşa girişeceksin ve bu takdirde de sen zâlim olacaksın; hatırlar mısın bunu?" demişti (Müstedrek'üs-Sahîhayn'den; c.3, s.366; Üsd'ül-Gaabe; 2, s.199; El-İsâbe'den; 3, s.6; Kenz'ül-Ummâl'den; 6, s.82-85; İstîâb'dan; 1, s. 207; Mecma'dan; 7, s.27, İbn-i Kutayba'nın El-İmâmetü ve's-Sitâse'sinden, s. 63, naklen "Fedâil'ül-Hamseti min'es-Sihâh'ıs-Sitte; Necef-1384 H. 2, s.364-369). Ümm'ül-Mü'minin'i de Hz. Rasûl (s.a.a), Ali'ye karşı çıkmaktan men buyurmuştu (Müstedrek, Kenz'ül-Ummâl, Müsned, İsâbe, Mecma', El-İmâmeti ve's-Siyâse, Nûr'ül-Absâr, Hiylet'ül-Evliyâ, Tabakkaat-u İbn-i Sa'd, Târihu Bağdâd v.s.den naklen aynı; s. 369-374). Hz. Rasûl-i Ekrem sallâllahu aleyhi ve âlihi vesellem, Emir'ül-Mü'minin'e, biatinden dönenlerle, isyan edenlerle, dinden çıkanlarla savaşacağını bildirmişler, savaşmasını emir buyurmuşlardı (Müstedrek, Târih-u Bağdâd, Üsd'ül-Gaabe,ed-Dürr'ül-Mensûr, Kenz'ül-Ummâl ve Mecma'dan naklen aynı; s.358-363). Redhe, dağ başlarında bulunan ve içine su dolan çukura denir. Redhe Şeytanı, Hâricîlerden Zü'l-Huvaysarat'üt-Temîmî Harkus b. Züheyr'dir. Bu adam, Hevâzin ganimetlerini bölerken Hz. Resûl'e (s.a.a), adalete riâyet et demek cür'etinde bulunmuş, Hazret "Vay sana, ben adalete riâyet etmezsem kim eder" buyurunca Ömer, izin ver yâ Rasûlallah, şunun boynunu vurayım demiş, Hz. Rasûl (s.a.a), bırak onu; onun öyle arkadaşları olacak ki biriniz, onların namazını, orucunu görünce kendi namazını, orucunu, ona nispetle ehemmiyetsiz bulacak; Kur'an okuyacaklar, fakat boğazlarından aşağıya geçmeyecek (mânasını anlamayacaklar, hükmüne riâyet etmeyecekler), yaydan ok çıkar gibi dinden çıkacaklar; kara yüzlü, kolunun birinde kadın memesine benzer bir ur bulunan kişi de onların başı olacak; insanların en hayırlı bölüğüne karşı çıkacaklar buyurmuştu. Ebû Saîd'il-Hudrî (r.a), ben bu hadisi Rasûlullah'tan duydum, tanıklık ederim ki Ebû-Tâlib oğlu Ali, onlarla savaştı; ben de onunlaydım; öldürülenler arasında bu adamı bulmamı istedi; buldum ve Rasûlullâh'ın buyurduğu alâmeti de onda gördüm demiştir (Buhârî'nin Kitâb-u Bed'il-Halk'ından naklen Fadâil'ül-Hamse; 2, s.400). Nese'î'nin "Hasâis"inde, Zehebî'- nin Mîzan'ül-İ'tidâl'inde, Sahihu Müslim'in Kitâb'üz-Zekat'-ında, Müstedrek'te, Ebû-Dâvud'da, Müsned'de, Tabakaat'ta, Hilyet'ül-Evliyâda, Târih-u Bağdâd'da, Mecma' ve Kenz'ül-Ummâl'de bu husustaki hadisler için aynı kitabın 400-410. s.e, Hâriciler hakkındaki âyetler için de 410-412 s. e. bk.). Zü's-Sedye denen bu adamı görünce Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), Bu, ümmetimin içinde beliren şeytan boynuzlarının ilkidir buyurduğu rivayet edilmiştir. Nehrevan savaşında bu herif, Hazreti Emir aleyhisselâmın nârasını duyunca kendisini, içinde su bulunan bir çukura atmıştı; orada ölü olarak bulundu.
[22] - İbn-i Ebi'l-Hadîd Fazl b. Abbas'tan rivayet eder; demiştir ki: Babama, Hazreti Rasûl (s.a.a) erkeklerden en fazla hangisini severdi diye sordum; Ebu-Tâlib oğlu Ali'yi hepsinden fazla severdi dedi. Ben, oğulları sordum deyince dedi ki: Ebu-Tâlib oğlu Ali'yi herkesten çok severdi; oğullarından daha fazla ona muhabbeti vardı. Biz, Hazreti Rasûl'ün Ali'ye olan muhabbeti derecesinde oğlunu seven bir baba görmediğimiz gibi Ali'nin Hazreti Rasül'e itâatinden daha fazla itâat eden bir oğul da görmedik. Huseyn oğlu Ali Zeyn'ül-Âbidin'in oğlu Zeyd'in oğlu Huseyn demiştir ki: Babam Zeyd'den duydum ; derdi ki: Hazreti Rasûl (s.a.a) eti, hurmayı çiğner, sonra, henüz küçük olan ve kucağında bulunan Ali'nin ağzına verirdi (Hâcı Molla Sâlih-i Kazvîni şerhi, 2, s.356, 1 ve 2. notlar).
İbn-i Eb'il-Hadid'in Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden, Hz. Ali'nin (a.s) "Ben Hz. Peygamber'in (s.a.a) mîraç edeceği gecenin sabahında onun hücresindeydim; namaz kılıyordu, namazını bitirdi, ben de bitirdim; o sırada bir feryat duydum. Yâ Resûlullah dedim, bu feryat nedir? Buyurdular ki: Bilmiyorum musun, bu, Şeytanın feryadı; anladı ki geceleyin ben göğe ağacağım; artık yeryüzünde onun peşinden gidecek kimse kalmadığını, ona kulluk edecek kimsenin bulunmaya-cağını idrâk ederek ye'se düştü (Şarih Hoyî'den naklen Hâc Molla Sâlih Kazvinî'nin şerhi, 2, s.357, not). Emir'ül-Mü'minin (a.s), Hazreti Peygamber'in (s.a.a) risâlete meb'us oluşun-dan önce kendisiyle beraber, aydınlığı görür, meleğin sesini duyardı. Hazreti Rasûl (s.a.a), Ben Peygamberlerin sonuncusu olmasaydım sen de Peygamberlikte şerîk olurdun; fakat sen Peygamber değilsin ama Peygamber'in vasîsi ve vârisisin; hattâ sen, vasîlerin seyyidisin buyurmuştur (İbn-i Ebi'l-Hadid ve Şârih Hoyî'den naklen, Aynı, s.358, not).
Hz. Rasûl (s.a.a) 26. sûrenin (Şuarâ) 214. âyeti olan ve "En yakın hısımlarını korkut" meâlindeki âyet-i kerime nâzil olunca Hz. Ali'ye (a.s) bir ziyafet tertip etmesini ve Abdül-Muttalib oğullarını çağırmasını emir buyurmuş, içlerinde Ebu-Tâlib, Hamza, Abbas ve Ebû-Leheb olduğu halde kırk kişi toplanmıştı. Yemek yedikten sonra Hz. Rasûl (s.a.a) söze başlayacakken Ebû-Leheb lafa koyulmuş, bunun üzerine ertesi günü ziyafet gene tekrarlanmış, yemekten sonra Hz. Rasûl Rasûl (s.a.a) Ey Abdül-Muttalib oğulları, Arap kavmi içinde, benim size geldiğim, gönderildiğim şeyden daha üstün bir şeyle kimse gelmemiş, gönderilmemiştir. Ben size dünyanın da, âhiretin de en hayırlı şeyiyle geldim; yüce Allah, sizi ona inanmaya çağırmamı buyurdu; bu işte kim bana zahîr olursa o, kardeşim, vasîm ve halîfem olacaktır sizin içinizde buyurdu. Hiç kimse bir şey söylemedi;  Ali, Ey Allah'ın Peygamberi dedi, ben senin vezîrin olurum; Hz. Rasûl (s.a.a) onun omuzunu tutarak bu, benim kardeşimdir, vasîmdir, içinizde halifemdir, duyun ve ona itâat edin buyurdu. Ziyâfettekiler, oğlunun sözünü dinlemeni, ona itâat etmeni emretti sana diye Ebû-Talib'le alay ettiler (Kenz'ül-Ummâl'den, İbn-i İshas, İbn-i Cerir-i Tabarî, İbn-i Ebi-Hâtem, Ebu-Nuaym ve Beyhakıy'den naklen Fazâil'ül-Hamse Min'es Sıhâh'ıs-Sitte, 2, s.19-21).
Hz. Emir'in (a.s), Hz. Hadice (r.a) müstesnâ, İslâm'ını ilk izhâr eden, ilk imân eden zat olduğu, yedi yıl, Hz. Muhammed (s.a.a), Ali (a.s) ve Hadîce'den (r.a) başka hiçbir kimsenin Allah'a ibâdet etmediği hakkındaki hadisler ve bu hadislerin bulunduğu kitaplar için "Fedâil'ül-Hamse"ye bk. (c.1, Necef-1383 H.Ş. 178-200).
[23] - Hemmâm, Şurayh adlı birinin oğludur. "Kâfî"de bu sorusu ve Hz. Emir'ül-Müminin'in (a.s) cevapları, İmam Ca'fer'us - Sâdık'tan (a.s) rivayet edilmektedir. Bu rivâyet İbn-i Tâvûs'tan da gelmektedir (Hâcc Şeyh Abdullâh-ı Mamakaanî: Tenkıylı'ul -Makaal, Necef-1352 H. Taş bas. 3, s. 304. İlk kısımda, Allah'ın, kullarının itâatinden, isyânından mustağnî oluşu bildirilirken, 3. sûrenin (Âl-i İmran) 97. 14. sûrenin (İbrâhim), 8., 27. sûrenin (Neml) 40., 29. sûrenin (Ankebut) 6, 31. sûrenin 12., 39. sûrenin (Zümer) 7., 57. sûrenin 24., 60. sûrenin 6. âyetinin meâlidir. "Çekinenlere gelince" sözüyle başlayan kısım, 25. sûrenin (Furkan), "Ve Rahmân'ın kulları, öylesine kullardır ki yeryüzünde gönül alçaklığıyla yürürler ve bilgisizler, onlara söz söyleyince sağlık, esenlik size diye cevap verirler ve öyle kişilerdir ki onlar, gecelerini Rablerine secde ederek, onun tapısında kıyamda bulunarak geçirirler ve öyle kişilerdir onlar ki Rabbimiz derler, savuştur cehennem azâbını bizden; şüphe yok ki onun azâbı daimîdir" meâlindeki âyetlerinin tefsiri mahiyetindedir (63-76); esasen bu hutbe, bu âyetlerin  meâllerinin tefsir ve izâhıdır.
Takvâ, yâni çekinmek, lügatte fazlasıyla korunmak, örfte, nefsi, âhirette ona zarar verecek şeylerden korumak, fayda verecek şeylere yöneltmek anlamınadır. Üç derecesi vardır: 1) İnancı düzelterek nefsi, edebî azaptan korumak, 2) Şerîatta yapılması, yahut terk edilmesi suç olan şeylerden çekinmek, 3) Gönlü, Allah'tan gaflete düşürecek şeylerden kaçınmaktır. İmam Cafer'us - Sâdık aleyhisselâmdan takvâ nedir diye sorulunca, "Sana emredilen şeyleri, gereğince yapmandır; Rabbinin seni nehyettiği şeyleri yaptığını da görmemesidir; onlara yaklaşmamandır" buyurmuşlardır. "Takvâ ile az ibâdet, takvâsız çok ibadetten hayırlıdır sözü de Sadık-ı Âli Muhammed'in (s.a.a) sözlerindendir. Takvânın on alâmeti vardır: Sabır, kötülüklerden çekinmek, Allah'ın yardı-mını dilemek, çetin şeylerden, suçlardan kurtulmak, helâl rızık elde etmek, ibâdeti riyâsız yapmak, Allah'ın yarlıgama-sına mazhar olmak, Allah'ın sevgisini kazanmak, ibâdetlerinin kabûl edilmesine ulaşmak, Allah'ın keremine kavuşmak, müjdesini elde etmek v.s. gibi (Hâcc Şeyh Abbâs-ı Kummî: Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr; 2, "Vakıy" maddesi; s.677-679). Takvâ hakkında Kur'ân-ı Mecîd'de bir çok âyetler vardır.
[24] - İshak b. Ammâr, İmâm Cafer'us-Sâddık'tan (a.s) rivâyet eder; buyurmuştur ki: Bir gün Rasulullah (s.a.a), ashabıyla namaz kıldıktan sonra mescitte bir genci gördü. Rengi sararmış, bedeni zayıflamış, gözleri içeriye çökmüştü. Rasulullah (s.a.a), ona bu günü nasıl sabahladın diye sordu: Genç, yâ Rasûlullah dedi, benim yakinim şu: Hüzünlere batmışım, gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz geçmede; dünyadan da kendimi aldım, dünyadaki şeylerden de; sanki Rabbimin arşını görüyorum. Hesap için mahşer kurulmuş, halk toplanmış, ben de aralarındayım; cennet ehlini görüyo-rum, cennette nimetlere nâil oluyorlar, sedirlere kurulmuşlar, birbirleriyle tanışıyorlar; cehennem ehlini görüyorum, orada azap çekiyorlar; sanki şimdi bile cehennemin soyuluşunu duyuyorum; alevlerinin sesi kulaklarımda çınlıyor. Rasulullah sallallahu aleyhi ve âlihi,  buyurdu, bir kul ki Allah, kalbini îmanla ışıklandırmış; sonra bulunduğun hali devam ettir dedi. Genç, ya Rasûlullah dedi, Allah'a dua et de bana şehâdet nasip etsin senin maiyetinde. Rasûlullah (s.a.a) dua etti. Bundan az bir müddet sonra  da Rasûlullah'la bir gazaya gitti; dokuz kişiden sonra şehit olan onuncu zat, bu genç oldu (Sefinet'ül-Bihâr 2, s.733).
Mevlânâ Celâleddin kaddessanAllahu bi esrârihî, "Mesne-vî"nin birinci cildinde bunu, büyük bir kudretle dile getirmiştir; Mevlânâ bu gencin adının Zeyd olduğunu söyler. Hz. Peygamber (s.a.a) bir sabah Zeyd'e, nasıl sabahladın diye sorar; O da, mümin olarak diye cevap verir. Hz. Peygamber (s.a.a), îman bahçen çiçeklendiyse, gülleri açtıysa nişanı nedir buyurur. Zeyd, gündüzleri susuz, geceleri yanıp yıkılarak uykusuz geçirdim. Halk göğü görür, ben arşı, arşın çevresindekileri görüyorum. Sonra sekiz cennetle yedi cehennem gözümün önünde; halkın hangisinin cennetlik, hangisinin cehennemlik olduğunu, yılanla balığı ayırt eder gibi ayırt etmedeyim. Kadın, erkek, kıyâmet gününe dek, herkesin âkıbetini seyretmedeyim; cennet ehli, birbirlerini kucaklamaktalar; cehennem ehli feryat edip ağlamaktalar der. Hz. Peygamber, susmasını emreder. (1. Reynold A. Nicholson basımı; Leiden - 1925, s.215-228, beyit. 3500-3706).
Bunu Ebû-Nasr-ı Serrâc, "El-Luma"da, Gazâlî, "İhyâ'u Ulûm'id-Dîn"de, İbn'ül-Esîr, "Üsd'ül-Gaabe"de, Bedir'de şehit olan Hârise b. Surâkat'il-Ansâriyy'il-Hazreci'nin hâl terceme-sinde zikreder. Son kitapta bu olay şöyle anlatılmaktadır:
"Rasûlullah'la gidiyorduk, ansârdan bir gence rastladık. Peygamber (s.a.a), ona, Yâ Hâris buyurdu, nasıl sabah-ladın? O, Allah'a gerçek inanmış olarak sabahladım dedi. Hazreti Peygamber'e, (s.a.a), ne dediğine iyi dikkat et, her sözün bir hakikati var deyince o, Yâ Rasûlallah dedi, dünyadan kendimi çektim; gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim; sanki üstün ve ulu Rabbimin arşını apaçık görüyo-rum; sanki cennet ehlini görüyorum, birbirlerini ziyaret etmedeler; sanki cehennem ehlini görüyorum, orada feryat etmedeler. Hz. Peygamber bir kul ki bu buyurdular, Allah gönlünü îmanla ışıklandırmış. Bu, Ebü'l-Fütûh tefsîrinde de geçmektedir. Ebu-Nuaym-i İsfahânî, "Hilyet'ül-Evliyâ"nın 1. cildinin 242, sahifesinde bu gencin, Muaz b. Cebel olduğunu zikreder (Bedi'üzzaman Firûzanfer: Maâhiz-i Kasas ve Temsilât-ı Mesnevî; Tehran Üniv. Yayın 1. basım-1333 Şemsî Hicrî: s.35-36).
Hârise b. Surâka, Bedir'de şehit olanlardandır; Bedir'de bulunduğu, Uhud savaşında şehit olduğu da rivayet edilmiş-tir. Şehâdetinden sonra anası, ağlıya- ağlıya Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) yanına gelip yâ Rasûlallah, cennetteyse ağlamaya-yım, fakat cehennemdeyse yaşadıkça ağlayayım ona demiş, Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.a), Ey Hârise'nin anası, cennet bir tane değil ki; oğlun en yüce cennet olan Firdevs'te buyurmuş, kadın, bu söz üzerine gülmeye başlayıp, Rasûlullâh'ın yanından ayrılmış, ne mutlu sana, ne mutlu Ey Hârise demiştir. Hârise, ansardan ilk şehit olandır (Tenkih'ul-Makaal fî Ahvâl'ir-Ricâl; 1, s.249). Bu genç Muaz b. Cebel olamaz; çünkü bu zat, hicretin on yedinci, yahut on sekizinci yılında, Ürdün'de tâundan ölmüştür (Aynı. 3. s.220-221).
Mevlâna'nın bu genci, Zeyd b. Hârise olarak kabûl ettiğini sanıyoruz. Zeyd b. Hârise'yi, Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Hadice-i Kübrâ'nın (r.a) parasıyla satın almış, azad etmişti. Babası, bunu duyunca Mekke'ye gelip oğlunu istedi. Zeyd, Müslüman olmuştu. Rasûlullah (s.a.a), Zeyd hürdür buyurdu, dilediğine gider. Zeyd, ben Rasûlullah'tan ayrılmam deyince babası, ey Kureyş  uluları diye bağırdı, ben Zeyd'i evlâtlıktan reddettim; o benim oğlum değildir; ben de onun babası değilim artık. Bunun üzerine Hz. Rasûl (s.a.a), Zeyd benim oğlumdur buyurdular ve bundan sonra da "Muhammed'in oğlu" diye anılmaya başladı. Zeyd, Mu'te savaşında, hicretin sekizinci yılında şehit olmuştur (fazla bilgi için Tenkih'ul-Makaal'e; 1, s. 462. "Sosyal açıdan İslâm tarihi", Hz. Muhammed ve İslâm" adlı eserimize bakınız; Milliyet kültür kulübü yayınları, birinci baskı- 1969; s.124-125 ve 193-198).
Fidye, tutsak olanın, yahut kölenin, hürriyetini elde etmesi için bir mal, para vermesi, yahut muayyen bir müddet hizmet etmesidir.
[25] - Kur'an-ı Mecid'i, harfleri sayılabilecek kadar yavaş, yâni anlamını düşünerek okumak, 73. sûrenin (Müzzemmil) 4. âyet-i kerimesinde emredilmektedir. Hutbenin bu bölü-münde, gene 2. notta izah edilen olaya işaret vardır. Kur'an'ın gönüllere şifâ, inananlara şifâ ve rahmet olduğu 10. sûrenin (Yunus. a.s.) 57., 17. sûrenin (İsrâ') 82. âyeti kerimelerinde bildirilmektedir. 41. sûrenin (Fussilet) 44. âyetinde de Kur'an'a, şifâ ve hidâyet denmektedir.
Secdede yedi uzvun yere gelmesi şarttır: Alın, avuçlar, dizler ve ayak parmakları.
[26] - Hutbenin bu kısmında, "Gerçekten de göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklı tam olanlara deliller var. Onlar, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan üstüne yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz derler, bunları boş yere yaratmadın; noksan sıfatlardan arısın sen; koru bizi ateşin azabından. Rabbimiz, gerçekten de sen kimi ateşe atarsan şüphe yok ki onu hor-hakir bir hale sokarsın ve zalimlere hiçbir yardımcı yoktur. Rabbimiz, gerçekten de biz, bir seslenen duyduk, inanç için sesleniyordu, Rabbinize inanın diyordu; hemencecik inandık. Rabbimiz, yarlıga suçlarımızı, ört kötülüklerimizi; iyiliklere kat bizi; onlarla al ruhumuzu. Rabbimiz, bize ver peygamberlerine vaad ettiklerini ve aşağılık bir hale getirme bizi kıyâmet gününde, gerçekten de sen vaadinden dönmezsin. Gerçekten de Rableri, duâları kabûl etti..." âyet-i kerîmelerine (3, Âl-i-İmran; 190-195) ve aynı sûrenin, "O sakınanlar, ferahlıkta, darlıkta mallarını yoksullara harcayanlar, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir ve Allah, ihsanda bulunanları sever" meâlindeki âyet-i kerîmesine işaret edilmektedir (134). Aynı zamanda, "Amellerin en üstünü Allah'ı tanımak suretiyle bilgi elde etmektir", "Cihadın en üstünü, insanın kendi nefsiyle, hevâ ve hevesiyle savaşmasıdır", "Kazancın en üstünü güzel alış-veriştir ve insanın elinin emeğiyle geçinmesidir", "İnananların en üstünü, Müslümanların, elinden, dilinden esen kaldıkları kişidir; inananların, inanç bakımından en üstünü, ahlak bakımından en güzel ahlâka sahip olanıdır;muhâcirlerin en üstünü, Allah'ın nehyettiği şeyleri yapmayanıdır; savaşın en üstünü de, Allah uğrunda nefsiyle savaşan kişinin savaşıdır", "Helâl rızık aramak savaştır", "Allah'ın farz ettiği şeylerden sonra farz olan, helâl rızık için çalışmaktır" gibi hadislere de işaret vardır (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.40-42, 2, s.45).
[27] - "Öyle erler vardır ki onları ne ticaret, ne alım-satım, Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar onlar." (24, Nûr, 37) "Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip durmanız, hayır sayılmaz ki. Hayır ve tâat sahipleri, Allah'a, son güne, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve esirlere mal veren, namaz kılan, zekât veren, ahdettikleri zaman ahitlerine vefâ eden, sıkıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişilerdir. Onlardır sözleri doğru olanlar, onlardır sakınanlar." (2, Bakara, 177).
[28] - "Gerçekten de kurtulmuşlardır, muratlarına ermişlerdir inananlar. Öyle kişilerdir ki onlar namazlarını gönül alçaklığıyla kılarlar; ve öyle kişilerdir ki onlar boş şeylerden yüz çevirirler; ve öyle kişilerdir onlar ki zekâtlarını verirler, ve öyle kişilerdir onlar ki ırzlarını korurlar; ancak eşleri ve cariyeleri müstesnâ ve bunda da hiç kınanmazlar onlar. Bunun ötesinde bir şey isteyenlerse, onlardır haddi aşanlar. Ve öyle kişilerdir onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler; ve öyle kişilerdir onlar ki namazlarını korurlar; onlardır mirasçılar; öyle kişilerdir onlar ki Firdevs'i miras alırlar, orada ebedî olarak kalırlar." (23, Müminûn, 1-11).
"Ey inananlar, içinizden bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin; olabilir ki alay edilenler, öbürlerinden daha hayırlıdır. Ve kadınların bir kısmı da başka kadınlar-la alay etmesin; olabilir ki alay edilen kadınlar öbürlerin-den daha hayırlıdır. Ve birbirinizi kınamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın; inançtan sonra buyruktan çıkmışla-ra ait adlar, ne de kötüdür ve kim tövbe etmezse artık onlar, zulmedenlerin ta kendileridirler." (49, Hucurât, 11).
Allah'ın öç alması, mazlûmun öcünü alması, suçları zûlmedenleri kahretmesidir ve bu hususta birçok âyetler vardır.
[29] - İbn-i Kevvâ Abdullah, Haricîlerindendir; bir gün Hz. Emir aleyhisselâmın hutbelerini dinlerken (hâşâ), Allah öldürsün seni, ne de güzel anlayışlısın, ne de fasihsin demek cür'etinde bulunmuş, bir gün de abdest alırken Hz. Emir, suyu israf ettiğini ihtar buyurunca, sen de Müslümanların kanlarını israf ettin demek denâetini irtikâp eylemiştir (Tenkih, 11, s.204).

 

5. Bölüm

 

TARİhÎ Hutbeler

İlk Üç Halîfe Zamanı

235

(Hazreti Rasûlullah sallâllahu Aleyhi ve âlihî vesel-lem'i, gasil ve teçhiz sırasında buyurdular ki:)
Babam anam fedâ olsun sana; senden başkasının vefâtıyla kesilmeyecek olan şey, peygamberlik, din haberleri, gökten gelen hükümler, senin vefâtınla kesildi-gitti. Başkasından ayrılsak tesellî bulurduk; senden ayrılışaysa tesellî yok, bu da umumî bir şey. Sabrı emretmeseydin, feryattan men etmeseydin, göz yaşlarım tükeninceye dek ağlardım sana; feryadım kesilmezdi; elemin bitmezdi; gene de bu senin için az görünürdü. Fakat neyleyeyim ki ölüme karşı durmaya kimsenin gücü yok; bunu düşünüp susuyorum. Babam, anam fedâ olsun sana, Rabbinin katında bizi an; şefaat kanadını üzerimize ger.
* * *

5

(Rasûlullah salâllahu aleyhi ve âlihî vesellem'in, vefâtından sonra Abbas ve Ebû-Süfyan, hilâfet için kendisine biat etmek istedikleri zaman buyurdular ki:)
Ey insanlar, fitneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle aşın; birbirinizden nefret etme yolunu yarın, geçin; övünmek tacını başlarınızdan atın. Kurtulur ancak kanatlanarak uçan; yahut teslim olup esenliğe kavuşan.
Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş. Vakitsiz, olmamış meyveyi da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem derler ki: Baş olmaya hırsı var, sussam derler ki: Ölümden korkar. Şu büyük, küçük savaştan sonra buna imkân mı var? Andolsun Allah'a, Ebu Tâlib oğlu, çocuğun anasının memesine düşkün olmasından, daha da düşkündür ölüme. Bir de şu var: Öyle gizlenmiş bir bilgiye sâhibim ki açsaydım size, derin mi derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz.[4]

 

67

(Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem'in vefatlarından sonra Sakıyfe'de olup bitenleri duyunca Ansar ne dedi diye sordular; bizden bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dediler cevabını alınca buyurdular ki:)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellemin, iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanlarını bağışlamayı vasiyet buyurduğunu söylemediler mi? (Bu vasiyette ne gibi bir delil var diye sorulunca da.) Emir olmak hakkı onlarda olsaydı onları tavsiye buyurmazdı (dediler, sonra) Kureyş ne dedi (diye sordular, Rasûl sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin Kureyş'ten olduğunu, Kureyş şeceresine mensup bulunduğunu söyleyerek delil getirdiler denince buyurdular ki) Şecereye delil getirdiler; meyveyi yitirdiler.[5]

202

Seyyidet'ün Nisâ Fâtımat'üz-Zehrâ selâmullah aley-hâ'nın defninde Rasûlullah'a (s.a.a) hitapları.
Selâm olsun sana beden ve civarına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Resûlullah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı, kudretim kalmadı yâ Rasûlullah. Ancak senden ayrılmam, senin vefâtını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek.
Seni kabrine yatırdım; senin rûhun, boynumla göğsüm arasında kabzedildi. "Gerçekten de biz Allah'ınız ve gerçekten de ona kavuşacağız". (2, Bakara, 151) Emanetin benden alındı; bana verdiğin, elimden çıktı. Fakat Allah, beni de senin bulunduğun yurda alıncaya dek derdim sürüp gidecek; gecelerim uykusuz olarak sabahı bulacak.
Ümmetinden çektiklerimizi kızın sana haber verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de bunlar, senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti.
Selâm olsun ikinize de, selâm verip vedâ eden kişinin selâmıyla, incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla değil. Ayrılıp gidersem usancımdan değil; oturur, derdimi söylersem de Allah'ın sabredenlere vaad ettiği ecir hakkında kötü bir zanna düştüğümden değil.[6]

217

İmÂmet hususunda kureyŞ'ten ŞİkÂyetİ tazammun eden sÖzlerİ

Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullah'a olan yakınlı-ğımı inkâr etiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başka-sından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevki'de benimle kavgaya giriştiler. Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen açıklanarak öl dediler.
Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yâr ve yâver. Onların tehlikeye düşmelerini revâ görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin bulunan bu işe dayandım.
* * *

3

ŞIkŞIkIyye hutbesİ

Andolsun Allah'a ki filân, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.[7]
Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirâsımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona falâna verip gitti[8] (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular:)
Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;
Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?[9]
Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı.[10] Bu iki kişi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni  incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.[11] Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halîfeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim sanıldı.
Allah'ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.[12]
Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti.[13]
Derken, halkın benim etrâfıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.[14]
Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itâatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın "İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 83). Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.[15]
Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, Allah'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım;  ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.
(Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular ki:)
Heyhât ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti.[16]
* * *

 

 

146

Ömer zamanI

ÖMER, İRAN SEFERİNE BİZZAT GİTMEK İSTEDİĞİ ZAMAN, ONA BUYURDULAR Kİ:

Bil ki bu işin üstünlüğü, ne çoklukladır, ne azlıkla. Bu, Allah'ın izhâr ettiği Allah dinidir; ordu da O'nun hazırladığı, O'nun yardım ettiği, O'nun ordusu. Böylece varacağı yere varmıştır; doğacağı gibi doğmuştur.
Biz Allah'ın vaadine güvenmekteyiz; Allah da vaadini yerine getirir; ordusuna yardımcıdır.
Buyruk sâhibi, boncuk dizilen ipe benzer; boncuklar o ipliğe dizilir; onları, o iplik bir araya getirir. İplik koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır-gider; tam olarak aslâ dizilemezler.
Arap bugün azlıksa da İslâm kuvvetiyle çokluktur, birbirini destekleyişte, birlikte üstündür. Sen değirmen taşının mili ol, savaş değirmenini Arap'la döndür; onları savaş ateşine sok, sen savaşa girme. Çünkü sen, buradan çıkarsan civardaki Araplar itâatten baş çekerler; ardına attığın şey, yöneldiğin şeyden daha önemli olur.
Arap olmayanlar sana bakınca, bu derler, Arab'ın kökü; onu kestiniz söktünüz mü, esenliğe kavuşursunuz. Bu düşünce de sana daha fazla saldırmalarına, seni ortadan kaldırmaya çalışmalarına sebep olur. Onların önce gelmelerini istemiyorsun ya, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah senden ziyade istemez bunu; senin istemediğini defetmeye de gücü yeter O'nun. Sayılarının fazla olduğunu söylemene gelince: Biz bundan önce, sayımızın çokluğuyla değil, Allah'ın nusratına, yardımına güvenerek savaşırdık.[17]
* * *

 

134

(Ömer Kayser'in bizzat savaşa geleceğini duyunca, kendisi de harbe katılmayı kurmuş, Emir'ül-Mümi-nin'le (a.s), bu hususta meşverette bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:)
Allah bu dîne mensup olanların ülkesini korumayı, Müslümanların ayıplarını örtmeyi vaad etmiştir. Müslümanlar azken, karşı koyacak güçleri yokken, kendilerini savunamazlarken Allah yardım etmiştir onlara; Allah dâimî diridir, ölümden münezzehtir.
Sen düşmana bizzat karşı durur, savaşa katılırsın, altol-duğun takdirde Müslümanlara, o uzak şehirlerde, o uzak sınırlarda sığınacak bir yer kalmaz; senden sonra sığınacakları birisini bulamazlar. Savaş görmüş, tecrübeli, yiğit birini kumandan tayin et, gönder. O'nun maiyetine de belâlara sabreden, savaşın çetinliklerine dayanan, öğüt tutan erler ver. Allah üstederse, dileğin meydana gelir; ama aksi bir şey olursa o vakit sen, Müslümanların sığınağı, güvenci olursun.
* * *

 

139

osman zamanI

ÖMER'İN, HİLÂFET İÇİN KURDUĞU ŞURADAKİ SÖZLERİ:

Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı; kerem yüzünden ona yardıma varmadı. Artık sözümü duyun, dediğimi belleyin. Görürsünüz bu iş (hilâfet) için kılıçlar çekilecektir; ahitlere hıyânet edilecektir; sonunda da bir kısmınız, sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftârı olacaksınız.
* * *

74

osman'a bİate karar verİleceĞİ zamankİ sÖzlerİ:

Mutlaka siz de bilirsiniz ki benim onda (hilafette) benden başkasından daha fazla hakkım var; ama andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene sokmak için onu teslîm ederim ve bu işte, ancak bana cevredilmiş olur, bunu yaparken de ecrini dileyerek, üstünlüğünü isteyerek yaparım; sizin, dünyânın süsünü-püsünü, özentisini-bezentisini istemenizdense çekinirim.
* * *

164

Halk, Osman aleyhine toplanıp onu, Hazreti Emir'e şikayet edince Hazret, Osmân'ın yanına varıp ona buyurdu ki:
Halk arkamda, beni, seninle aralarından sefir olarak sana gönderdiler. Andolsun Allah'a ki sana ne diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet ettiğimiz gibi sen de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la sohbet ettin. Ebû-Kuhâfe oğluyla Hattâboğlu, senden daha doğru harekete, senden daha lâyık değillerdir; sen, yakınlık bakımından Rasulullah'a, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna, daha yakınsın; onlar, ona dâmât olmadılar; sense bu şerefi elde ettin.[18]
Allah için, Allah için canına acı. Çünkü sen, andolsun Allah'a, körlükten göz açmıyorsun, bilgisizlikten dönüp bilgiye gelmiyorsun, oysa doğru yolu görmedesin de, adaleti bilmedesin de. Yollar açık elbet; din hükümleri de ayakta durmada. Bil ki Allah katında, Allah kullarının en üstünü, adalet sahibi imamdır; doğru yolu bulmuştur o, doğru yolu gösterir. Mâlûm olan yolu yordamı ayakta tutar; bilinmeyen bidati öldürür-gider. Yollar-yordamlar apaydındır, onların alâmetleri var. Bidatler de apaçıktır, onların da alâmetleri var. Allah katında insanların en kötüsü de zulmeden imamdır; yol sapıtır, halk da onunla yoldan sapar; uyulan yolu-yordamı öldürür, yok eder; bırakılmış bidati diriltirdiker.
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, ben Rasûlullah'tan duydum, buyurdu ki: Kıyâmet günü zulmeden imam, öyle bir halde getirilir ki yanında ne bir yardımcı vardır ona, ne bir özür dileyen; cehenneme atılır; orada değirmen döner gibi döner; sonra da cehennemin ta dibine bağlanır.
Allah için olsun, bu ümmetin öldürülecek imâmı olma. Çünkü bu ümmet içinde bir imam öldürülür ki onun yüzünden kıyâmete kadar savaş sürer-gider, ümmete, işler şüpheli görünür; aralarında fitne dağılır, çoğalır, artık ümmet ne hakkı görür, ne batılı; ikisini de ayırt edemez olur; o fitneler içinde dalgalanıp durur halk; bocalayıp durur denmiştir.
Yaşını-başını aldıktan , ömrün sona geldikten sonra Mervan'ın istediği yere sürüp götürdüğü bir mal haline gelme.
(Osman, bu sözler üzerine, halkla görüş, onların şikâyet ettikleri şeyleri men etmem için bana bir müddet versinler dedi. Hazreti Emir (a.s), buyurdular ki:)
Medine'de olan zulümler için mühlet istemeye hâcet yok; fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim.[19]

135

Osman'la aralarında bir ağız kavgası olmuş, Mugıyre b. Ahnes, Osman'a, sen onun işini bana bırak demişti. Hazret ona buyurdular ki:
Ey lânetlenmiş, hayırsız, köksüz, dalsız kişinin oğlu, ey kendinden de hayır gelmez, soyu da kesilir, üremez kişinin oğlu, benim işimi sen mi bitireceksin? Allah'a andolsun ki Allah, yardımcısı sen olanı üstün etmez; senin kaldırdığın kişiyi ayakta tutmaz. Yıkıl git yanımızdan Allah seni ırağ etsin; dilediğin yere git; elinden geleni ardına koyma; dilediğin kötülüğü yapmaktan geri kalırsan Allah seni sağ komasın.[20]
* * *

 

130

Osman, Ebûzer'i (r.a) Rebeze'ye sürdüğü zaman, onu uğurlarken buyurmuşlardır ki:
Ey Ebuzer, sen Allah için öfkelendin, bu yüzden onun lütfünü umansın. Toplum, dünyaları için senden korktu; sense dininden dolayı onlardan  korktun. Senden korktukları şeyi bırak ellerine; korktuğun şeyi al onlardan. Onlara men ettiğin şeye ne de düşkündür onlar. Seni men ettikleri şeyeyse hiç mi hiç meylin yoktur senin. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş, kim daha ziyade hasede düşmüş.
Gökler, yerler bir kula kapansa, fakat o kul, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan korkuyor, çekiniyorsa Allah ona bir kurtuluş, bir halâs oluş yolu açar; kurtarır onu (65, Talaak, 1).
Seninle ancak hak eş-dost olur; senden ancak batıl kaçar. Onların dünyasını sevseydin seni severlerdi onlar; onların dünyasından kendine bir pay ayırsaydın emin olurlar, sana aman verirlerdi onlar.[21]

 

240

Osman, kuşatıldığı sırada Abdullah b. Abbas'ı Haz-rete göndermiş, halka adını unutturmak, hilâfet hususunda onu anmamalarını sağlamak için nesi varsa alıp Yenbu'a gitmesini istemişti; bundan önce de bu çeşit dileklerde bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:
Ey Abbas oğlu, Osman beni, tarlayı sulamak için su taşıyan deveye benzetmek istiyor; gideyim, geleyim. Git diye haber yolluyor; sonra haber geliyor, gel diyor; şimdi de gene git diye haber salıyor. Andolsun Allah'a ki aleyhine kalkışanları, suçlu olacağımdan korkacak bir dereceye dek yatıştırdım.[22]

 

[1] - Bu hutbeleri, Kur'ân-ı Mecid'de Münafıklar hakkında-ki âyetlerin, bilhassa 63. sûre-i celilenin (Münâfikun) bir tefsiri mahiyetindedir.
[2] - "Bugün size bütün temiz şeyler helâl edilmiştir" âyet-i kerîmesiyle (4, Mâide, 5) "De ki: Allah'ın kulları için meydana getirdiği süslenecek şeylerle, rızık olarak verdiklerinin içinden tertemiz şeyleri kim harâm etmiştir ki? De ki: Bunlar, dünyâda, inanan kişilerindir, âhiretteyse yalnız onlara aittir. Delilleri bilenlere bu çeşit açıklama-dayız" âyet-i kerimesine işarettir (7, A'râf, 32).
[3] - Bu, "Kâfî"de de muhtelif senetlerle rivâyet edilmiştir; ancak oradaki rivayette, kardeşinin, Emir'ül-Mü'minîn'e, ehlini gamlara batırdı, evlâdını hüzünlere boğdu diye şikâyet ettiği, Hazretin Âsım'ı çağırınca, Ehlinden utanmaz mısın, evlâdına acımaz mısın? Görmez misin ki Allah sana temiz şeyleri helâl etmiştir. O, bunlardan faydalanmanı istemez mi ki? Sen Allah katında bunlardan daha mı hor hakirsin? Allah, Yeryüzünü alçalttı halka; orda meyveler ve lifli, kabuklu hurmalar var buyurmadı mı? (Rahman, 10-11) Allah, iki denizi salmıştır, neredeyse karışacaklar; fakat aralarında bir berzah var; birbirine karışmazlar; artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinden de inci ve mercan çıkar (Aynı, 19-22) buyurmadı mı? Allah'ın nimetlerini yapılan işlerle, hayır ve hasenât ile sarf etmek, sözle zâhitlik satmaktan daha sevgilidir Allah'a; gerçekten üstün ve ulu Allah, Rabbinin nimetini an, söyle buyurmuştur (93, Duhâ, 11) dediler. Rivâyette, Âsım'ın bundan sonra söylediği sözlerle Hazretin cevabı, aynıdır. Bundan sonra Âsım, abayı atmış, kuru zâhitlikten vazgeçmiştir (Tenkih'ul-Makaal, Âsım b. Ziyâd maddesinde, 11, s.113).
[4] - Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem pazartesi günü öğle üstü dünyaya gözlerini yumdu. Vefatları, hicretin on birinci yılı Saferinin yirmi sekizinci, yahut rabiulv-velinin birinci, yahut da on ikinci günüdür. İlk rivayet, Ehlibeytin rivayetidir.
Hazreti Rasul-i Ekrem'i (s.a.a), vasiyeti mucibince Hz. Ali yıkamaya koyuldular. Yıkadıkları yere bir perde gerilmişti. Perdenin iç tarafında Abbas'ın oğlu Fazl ve ashaptan Üsâme su döküyorlar, Hz. Ali'ye yardım ediyorlardı. Ansar, arka taraftan, Yâ Ali, Rasûlullah'a hizmetten bizi mahrûm etme dedi. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli'yi içeriye aldı. Zühre oğulları da biz Rasûlullah'ın ana tarafından yakınlarıyız dediler. Onlardan da Avf oğlu Abdurrahman içeriye alındı. Abbas'ın diğer oğlu Kusem de Hz. Ali'ye yardım edenlerdendi; Üsame'nin kölesi Sâlih de içerideydi.
Hz. Ali, Resûlullah'ı (s.a.a), yıkarken, anam, babam sana fedâ olsun, diriyken de tertemizdin, vefatından sonra da tertemizsin deyip ağlıyordu. Yıkanma işi bitince Hz. Ali (a.s), Rasûlullah'ın (s.a.a), mübarek bedenini kuruladı, göz çukurlarında kalan suyu eğilip içti.
Bu sırada Ebubekir, Medîne'nin doğusunda, şehre bir mil mesafede olan ve ansardan Benî'l-Hâris'in oturduğu Sunh denen yerdeydi. Âişe diyor ki: Ömer ve Muğiyra b. Şa'ba, Hz. Rasûl (s.a.a), yıkanmadan, izin alarak hücreye girdiler; mübarek yüzlerine örtülen bezi kaldırdılar. Ömer, bağırarak, Rasûlullah şiddetli bir baygınlığa düşmüş dedi. Sonra hücreden çıktılar. Muğiyra Ömer'e  Ömer dedi, Allah'a andolsun ki Rasûlullah dünyadan gitmiş. Ömer yalan söyledin dedi, Rasûlullah aslâ ölmedi, sen fitneci bir adamsın, onun için böyle söylüyorsun; Rasûlullah, münâfıkları yok etmedikçe dünyadan gitmeyecek. Bu sözleri de yeter bulmayıp kim Rasûlullah öldü derse onu ölümle tehdide başladı ve Mûsâ Peygamber, nasıl kırk gün halkın gözünden kaybolduysa ve sonra da geldiyse, Rasûlullah da Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; bu şüpheye düşenlerin, ellerini, ayaklarını kesecek demeye başladı. Bu sırada İbn-i Ümmü Mektûm "Muhammed Ancak bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir, O vefât eder, yahut öldürülürse topuklarınızın üstünde gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a bir ziyan vermez; fakat Allah, kendisine hamd edenlere ihsanda bulunur" âyet-i kerîmesini okudu (3, Âl-i İmran, 144). Hz. Peygamber'-in amcası Hz. Abbas da, ben Abdül-Muttalib oğullarının vefatlarında yüzlerinde beliren alâmetleri Hz. Rasul'ün yüzünde de gördüm, Rasûlullah vefat etmiştir dedi. Fakat Ömer, bir türlü sözünden vazgeçmedi.
Sâlim b. Ubeyde, Ebubekir'i çağırmak üzere Sunh'a gitti; bâzılarına göreyse H. Âişe Ebûbekir de, Ömer'e, İbn-i Ümmü Mektûm'un okuduğu âyeti okumuştu; Abbâs'ın beyânâtına, İbn-i Ümmü Mektûm'un bu âyeti okumasına rağmen sözlerinden dönmeyen, tehditlerine devam eden Ömer, Ebubekir'in ihtarı üzerine kendine gelmişti (Siyer-i İbn-i Hişâm'a, c.4, s.331-334, Taberî'ye, 2, s.442, Târih'ul-Hemis'e, 1, 185, Tebakat-u İbn-i Sa'de, c.2, k.54, Müttaki'nin Kenz'ul-Ummâl'ine, 4, 50, 53, Zehebî'ye, 1, s.37, Zeyni Dahlân'ın Hâşiyet'ül-Halebiyye'sine, 3, 389-390, Nihâyet'ül Edeb'e 18, 386, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine, 6, 219, Ya'kubî'ye, 2, 95, İbn-i Kesir'in El-Bidâyetü ve'n-Nihâye'sine, 5, 243-244, Teysir'ül-Vusûl'e, 2, 41, Ebu'l-Fidâ'ya, 1, 164, Târih-u İbn-i Şahne'ye "El-Kâmil hâşiyesinde", s.112, Bâkılânî'nin Temhid'ine, s.192-193 bakınız).
Bu sırada Ebubekir ve Ömer'e Ansârın Benî-Sâide Sakıyfesinde, hilâfet için toplandıkları haberi geldi. Ömer, Ebûbekir'e, gel de dedi, kardeşlerimizin yanlarına varalım; bakalım, ne yapıyorlar. Giderlerken yolda Ebu-Ubeyde'ye rastladılar; onu da alıp beraberce yola düştüler; Ansâr, orada toplanmış, Muhâcirlerin bir kısmı da onlara katılmıştı. Gasil, tekfin ve teçhiz işi, Hz. Ali'ye ve söylediğimiz kişilere kalmıştı (Tabarî, 2, 456, Er-Riyâd'un-Nadıra, El-Bed'u ve't-Târih, 5, 65, İbn-i Hişâm, 4, 336, Mûsned, 4, 104-105, İbn-i Kesîr, 5, 260, Sıfvet'us-Safve, 1, 85, Târih'ul-Hamîs, 1, 189 v.s.).
Abbas, Ali'ye, elini uzat, sana biat edeyim de halk da biat etsin dedi. Ebû-Süfyan, H. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtında Medine'de değildi. Mekke fethine dek Müslüman olmayan, Mekke fethinden önce Medine'ye gelip Abbas'ın şefâatiyle bağışlanan, fetihten sonra Müellefet'ül-Kulûb'dan sayılan, Tulakaa'dan, yâni azad edilenlerden bulunan bu zat, Medine'ye gelirken yolda, H. Rasûl'ün (s.a.a), vefatını duymuş, yerine Ebûbekir'in seçildiğini öğrenince Ali'yle  Abbas'ın ne yaptığını sormuş, evlerine kapanıp oturduklarını öğrenince, andolsun Allah'a demişti, sağ kalırsam onların başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu-dumanı kandan başka bir şey yatıştıramaz sözünü de sözlerine eklemiştir. Medine'ye gelince "Ey Hâşimoğulları, hükmetmek hususunda insanların tamahını kökünden sökün; hele Teyim, yahut Adiyy boyunun bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin; bu işe Eb'ül-Hasan'dan başka hiç kimse lâyık değildir" meâlindeki beyitleri okumaya başladı. Ya'kubî rivayetinde, bu iki beyte iki beyit daha eklenmektedir; Tabarî'de de buna benzer rivayetler vardır. Fakat H. Ali (a.s), Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), cenazesini bırakıp Abbâs'ın teklifini kabûl etmediği gibi Ebu-Süfyan'ın bu teklifi, kabile gayretine dayanmaktaydı. Araplarda meşhur bir söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele tutuşur, onun aleyhine yürürüm. Bu hüküm gereğince o gün, Ebu-Süfyân'ın Ali'ye taraftarlık gütmesi ve Ebubekir'in aleyhine kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. Ebubekir'in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve Kureyş'in en zebun boyu sayılırdı. Ömer'in mensup olduğu Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin en yüce ve büyüğü olan Kusay'dan gelmiyordu. Abdumenaf oğullarıysa Kusay'dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan olanlar, Ali'nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân'ın, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'la ayni iddiaya kalkışması, ancak kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, zâhiren onlara üst olamadı.
Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtından sonra ansârın Sakife'de, Şa'd b. Abâde'ye taraftarlığı da kabile gayretinden doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir'e biat etmesi de, Sa'd'in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan olmasındandı. İslâm'ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye devrinde Evs'le Hazreç boyları arasındaki savaş ve münasebetin  hatırası, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), muhteceb olma-sıyla birden alevlenmişti. Ali'nin fikriyse böyle şâibelerden arınmıştı; o, riyâseti, Kur'ân'ın hükmünü, dînin emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali'ye, ne diye bu işi, kureyş kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm ediyorsun? Müsâade edersen, Medine'yi atlılarla, yayalarla doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan'a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. Ömer, Ebube-kir'e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. Ebubekir, Ömer'in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir'e biat etmekten çekinmedi (El-İkd'ül-Ferid, 3, 113 İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu'te gazvesinin şerhi; El-İkd'ûl-Frid, 3, 62). Tabarî'nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, Suriye'ye gönderilen orduya, oğlu Yezid'in kumandan tayin edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir'e biat etmemişti(11, 449).
Pazartesi günü öğleyin vefât eden H. Resul-i Ekrem (s.a.a), çarşamba gecesi defnedildi. Hz. Ali, kabirlerine indirdi; Abbas'ın oğulları, Hz. Peygamber'in kölesi Şukran ve bir rivayette Üsâme de yardım etmişlerdi (Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, 4, 54 ve 60, El-Ikd'ül-Ferid, 3, 61, Zehebî, 1, 324, 326; İbn-i Hişan, 4, 342, Tabarî, 2, 452, 455 İbn-i Kesîr, 4, 270, Müsned, 6, 62, 242, 274, Tabakaat, 2, k.2, 78).
[5] - Ansar, Sa'd b. Ebâde'nin halîfe olmasını istiyordu. Benî-Sâide Sakifesine toplanmışlar, hasta olduğu halde onu da götürmüşlerdi. Sa'd, orada Allah'a hamd-ü senâdan sonra Ansarın dine yardımını, İslâm'daki üstünlüğünü anlattı. Peygamber'e ve ashabına saygı gösterdiklerini, düşman-larıyla savaştıklarını, sonra Arabın İslam'ı kabûl ettiğini,Hz. Peygamber'in, Ansardan razı olarak dünyadan gittiğini söyle-di; sonra, bu işi dedi, başkalarının değil, sizin düşünmeniz gerek. Ansar, bir ağızdan evet dediler, senin fikrindeyiz; bu işi sana vereceğiz. Sonra tartışmaya başladılar. Muhâcirler, biz Rasûl'ün ilk dostlarıyız, onun boyundanız derlerse ne diyeceğiz dediler. Bir kısmı, böyle bir itirazda bulunulursa, sizden bir emir olsun, bizden bir emir deriz fikrini ortaya attı. Sa'd b. Abâde, işte dedi, bu, ilk mağlubiyet (Tabarî, Hicrî 11. yıl vukuatı, 11, 45, İbn-i Esîr, 11, 222, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 5; İbn-i Ebi'l-Hedid 6. cüzü'de "Ansârın sözleri hakkındaki beyanatının şerhine ve ondan naklen Cevhevî'de Sakife olayına bakınız).
Sakife'de ansârın toplandığını duyan Ebubekir ve Ömer yolda rastladıkları Ebu-Ubeyde'yi alarak Sakife'ye koştular. Üseyyid b. Uveym b. Sâide, Ansârın Benî'l-Aclan boyundan Âsım b. Adiyy, Mugıyra b. Şa'be ve Abdurrahman b. Avf da onlara katıldılar. Bu topluluk o gün, Ebubekir'e biat için çok faâliyet gösterdi; bu yüzden Ebubekir ve Ömer, daima onların hizmetlerini göz önünde tuttular. Ebubekir ansardan hiçbir kimseyi Useyyid b. Hudayr'dan üstün görmemiştir; Ömer de ona kardeşim demiştir; ölümünden sonra bile hakkını gözetmiştir. Ebu-Ubeyde, Roma'yla savaşa giden orduya kumandan tayin edilmiştir. Ömer, kendisinden sonra birisini halîfe yapmak istediği zaman, Ebu-Ubeyde'nin ölümüne hayıflanmış, ölmeseydi onu halife yapardım demiştir. Mugayra b. Şa'be, Ömer zamanında zina ettiği halde kendisine had vurulmamıştı; adı daima Ömer'in kumandanları arasında geçmiştir. Abdurrahman b. Avf da Ömer tarafından, kendisinden sonra halife tayini için seçtiği şûrâya reis tayin edilmiştir. Sakife'de Ebubekir, Ömer'i teskin ettikten sonra Allah'a hamd-ü senâ ederek Muhacirlerin, Arap boylarından önce îmân ettiklerini söyledi ve onlar dedi, yeryüzünde Allah'a ilk ibadet edenler, Rasulullah'ın çevresinde ilk toplananlardır; Rasûl-i Ekrem'den sonra da hilâfete hakları daha üstündür meâlinde sözler söyledi ve biz emir olalım, siz bizim vezîrimiz olun dedi. Hubâb b. Münzir, bu söz üzerine ayağa kalkıp dedi ki, ey ansâr, işe iyi sarılın; bu işlere başkaları el atmasın. Bu iş sizin gölgenizde kararlaşsın; yoksa düşmanlarınız bundan faydalanırlar; sonunda alt olur gidersiniz. Biz kendimize bir emir tayin edelim, onlar da bir emir tayin etsinler.
Ömer, bir ülkede iki emir olamaz; andolsun, Arap, onlara hükmetmenize aslâ razı olmaz; çünkü Peygamberimiz sizden değildir. Ama peygamber'in mensup olduğu boyun hükmüne Arap razı olur dedi. Ömer'le Hubâb ağız kavgasına giriştiler. Bu sırada Ebu-Ubeyde, ey ansar dedi, Peygamber'in ilk dostları, ona ilk yardım edenler sizsiniz. Şimdi onun dînini ilk bozanlar siz olmayın. Bu sırada ansârın Hazreç boyundan Beşir b. Sa'd, Ebubekir ve Ömer'in sözlerini tasdik eder sözler söyledi. Ebubekir, işte Ömer'le Ebu-Ubeyde buracıkta; hangisine isterseniz biat edin dedi. Ömer'le Ebu-Ubeyde, sen dururken biz aslâ bu işe girişmeyiz dediler. Bu sırada Abdurrahman b. Avf ayağa kalkıp sizin de bir çok fazîletleriniz var dedi ansâra, fakat şu da muhakkak ki içinizde Ebubekir, Ömer ve Ali gibi birisi yok. Münzir b. Arkam, biz dedi, adlarını andığın kişilerin üstünlüğünü inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhâlefet etmeye kalkmaz. Bu sözden maksadı da Ali idi. Ansar, bu söz üzerine hep birden biz dediler, Ali'den başkasına biat etmeyiz. Zübeyr b. Bekkâr da hilâfetin ansâra verilmiyeceğini anlayınca ansârın, biz ancak Ali'ye biat ederiz dediğini anlatır.
Bu sırada Ömer ve Ebu-Ubeyde, Ebubekir'e biat etmek isterken Beşir b. Sa'd, daha atik davrandı, koşup Ebubekir'e biat etti. Derken Evs boyu ve bilhassa Üseyyid b. Hudayr, Hazreç bu işi ele alırsa bu üstünlük onlarda kalır, bir daha da size nasip olmaz, kalkın Ebubekir'e bey'at edin dediler. Üseyyid de biat edince oradaki topluluk her yandan koşup Ebubekir'e biate başladı. Bir derecede ki Sa'd, ayaklar altında ezilecekti neredeyse. Bu sırada Kays b. Sa'd'le Ömer kavgaya tutuştu; Sa'd, Ebubekir'e, Ömer'e türlü sözler söyledi. Nihayet dostları, onu omuzlayıp evine götürdüler. Bu sırada Ali ve Abbas henüz Peygamber'i (s.a.a), yıkamakla meşguldüler. Mescitten tekbîr sesi duyulunca Ali, bu gürültü nedir diye sordu; Abbas, hiç böyle bir şey olmamıştı dedikten sonra Ali'ye dönüp sana ne demiştim ben dedi (İbn-i Ebi'l-Hedid'in şerhi, 6, 291 Ya'kubî, 2, 103, Tabarî, 2, 443, İbn'ül-Esir, 2, 220; Kitâb'ül-Muvaffakıyyat'tan naklen İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 122, İbn-i Hişâm, 4, 336, İbn-i Kesir, 5, 246. Bütün tarihçiler Ebubekir'e biatin, Ömer tarafından, bir oldu bitti diye anlatıldığını söylerler).
Hazreti Emir, "Şecereyle delil getirdiler; meyveyi yitirdiler" sözleriyle ansâra karşı, Rasûlullah'ın, Muhâcirlerden olduğunu delil getirdiklerini, fakat asıl şecerenin meyvesini, yâni kendilerini yitirdiklerini söylemiş oluyorlar.
[6] - Hazreti Fatımet'üz-Zehrâ' selâmullahi aleyhâ Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin doğumlarından kırk beş yıl sonra, bi'setlerinin beşinci senesi Cumâdel-âhırasının yirminci günü, Hadîcet'ül-Kübrâ (r.a) dan doğmuş-lardır. Hz. Rasûl (s.a.a), Cenab-ı Fâtıma'yı pek severler, geldiği zaman ayağa kalkarlar, elini öperlerdi. Sekiz yıl Mekke'de kaldılar; Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a), hicret buyurduktan sonra Ali (a.s), Fatümet'üz-Zehrâ'yı, kendi Annesi Esed kızı Fâtıma'yı, Ümmü Eymen'le Ebu-Vâkıd'i alıp Kâbe'yi tavaf ettikten sonra Medine yolunda, Kubâ'da Rasul-i Ekrem'e (s.a.a), ulaştılar. Hicretin ikinci yılında Emir'ül-Müminin'le (a.s) evlendiler. Fâtıma (a.s), Medine'de on küsur yıl yaşadılar.
Hazreti Emir'in (a.s) "Ümmetinden çektiklerimizi" diye başlayan sözleri hilâfet olayından sonraki hallere işarettir: Ebubekir'e biatten haberdar olan Ehlibeyt, başta, Emir'ül-Mü'minin (a.s), olduğu halde biat etmemişlerdi; ashâptan da onlara uyanlar olmuştur. Abbas, Fazl b. Abbas, Zübeyr b. Avvâm, Halid b. Sâid, Mıkdâd b. Esved, Selmân-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Berâ' b. Âzib, Ubeyy b. Kâ'b bunlardandı. Ebubekir-i Cevheri'nin "Sakife"sine göre bunlar, geceleyin toplandılar, hilâfet işinin yeniden ve muhâcirlerle ansârın meşveretiyle halledilmesini istiyorlardı. Abâde b. Sâmit, Ebü'l-Heysem'it-Teyyihan ve Huzeyfe de bunlardandı (Bu rivâyet İbn-i Ebi'l-Hadid'in şerhinin, 13. sahifesinde de geçer; tafsili de aynı cildin 74. sahifesindedir).
Bundan önce Ebubekir'in, bir rivayette Mugıyra'nın tensibiyle Ebubekir ve Ömer, Ebu-Ubeyde ve Mugıyra'yla Abbas'ın evine gitmişler, Ehlibeytin, biatini istemişler, fakat Abbas, Ömer'e, "Rasûlullah bir ağaçtan ki biz, o ağacın dalları budaklarıyız, sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız" demişti; böylece de iş bir sonuca varmıştı.
Abbas b. Abdül-Müttalib, Utbe b. Ebi-Leheb, Selman-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr, Mıkdâd b. Ubeydullah, Haşimoğulları'nın bir kısmı muhacir ve ansârdan bir topluluk H. Fâtıma'nın (a.s) evinde toplanmışlardı (Müsned, 1, 55, Tabarî, 2, 466, İbn-i Esir, 2, 221, İbn-i Kesir, 5, 264, Sıfvet'üs - Safve, 1, 97, İbn-i Ebi'l-Hadid, 1, 123, Suyûti'nin Târih'ul-Hulfâ'sında Ebubekir'e biat bahsinde, 45. İbn-i Hişam, 4, 336, Teysir'ül-Vusûl, 2, 41, E'r-Riyâd'un Nadıra, 1, 167. Târih'ul-Hamis, 1, 188, El-Ikd'-ül-Ferid, 3, 64, Târih-u Eb'il-Fidâ' 1, 156, İbn-i Şahne (Târîh'ul-Kâmil hâşiyesinde), 112, Cevheri, İbn-i Ebîl Hadid'den rivayet yoluyla, 2, 130-134, Siret'ül-Halebiyye, 3, 394, 397).
Ali ile ona uyup Ebubekir'e biat etmeyenler ve H. Fâtıma'-nın evinde toplananlar hakkında tarih, siyer, sihâh ve müsnedlerle edebî ve kelâmî kitaplardaki rivayetler tevatür haddine varmıştır. Ali, Ebubekir'e biat etmeyince Ebubekir, Ömer'e gidip Ali'yi nasıl olursa olsun getirmesini buyurdu. Ömer, Ali'nin yanına varınca aralarında tartışmalar oldu ve bir netice çıkmadı. Bunun üzerine Ömer, Halid b. Velid, Abdurrahman b. Avf, Sabit b. Şemmâs, Ziyad b. Lebid, Muhammed b. Mesleme, Selme b. Sâlim, Selme b. Eslem, Üseyyid b. Hudayr, Zeyd b. Sâbit, Hazreti Fâtıma'nın (a.s) evine yürüdüler. Ömer, eline bir meş'ale almıştı. İçerdekilerin dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse çıkmayınca, Allah'a andolsun ki dedi, çıkmazsanız evi, içindekilerle beraber yakarım. Ömer'e, ey Ebâ-Hafs dendi, Fâtıma da bu evde, olsun dedi Ömer. Fâtıma, kapıda Ömer'le yüzyüze geldi ve ona, Ey Hattâboğlu dedi, evimde beni yakmaya mı geldin?  Ömer, evet dedi, bu iş, babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah'-ın hiç kimseyi senin kadar sevmediğini biliyorum, fakat bu, yapacağım işten beni alıkoyamaz (Tabarî, 3, 198-199, Cevherî, İbn-i Ebi'l-Hadid'den rivâyetle, 1, 167, 2, 131-134, 6, 285, 293, 17, ciltte, Kaadil-Kudât'ın cevâbında da bu toplumdan bahseder. Er-Riyâd'un-Nadıra, 1, 167, Târîh'ul- Hamîs 1, 188, İbn-i Şahne, 112. İbn-i Ebul-Hadid, 2, 134, El-Ikd'ül-Ferîd, 3, 64, Ebü'l-Fidâ, 1, 156, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 12, Ensâb'ül-Eşrâf, 1, 586, Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, Mürûc'uz-Zeheb, 2, 100).
Ya'kubî, eve girdiklerini, Ali'nin kılıcının kırıldığını (2, 105), Tabarî, Zübeyr'in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer'e saldırdığını, ayağı kayıp kılıcının elinden düştüğünü, Ömer'le gelenlerin onu tuttuklarını bildirir (2, 443-444, 446, Mühibbüddin Tabarî: Riyâd'un-Nadıra, 167. Târih'ul-Hamîs, 1, 188, İbn-i Ebil'-Hadid, 2, 122, 132, 134, 6, 2, Kenz'ül-Ummâl, 3, 128). Evin içinde Fâtıma, Ali, Hasan ve Huseyn'den başka kimse kalmadığı halde, evi içindekilerle beraber yakın demekteydi. Hazreti Fâtıma, kapı önüne gelmişti; karnına gelen bir sadme sonucunda altı aylık çocuğu Muhsin, düşmüştü; Fâtıma, evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah'a sığınır, sizi şikâyet ederim diyordu. Bunun üzerine eve girenler çıkıp gittiler (İbn-i Ebi'l-Hâdid, 2, 134, 6, 285-286, Ebubekir-i Cevherî, İbn-i Ebi'l Hadid'den naklen, Ya'kubi, 2, 105, Şehristânî. Milel u Nihal, İran basması, 1, 26, Londra, 40). Sakife'deki biatten sonra salı günü de biat devam etmişti. Ali gelip Ebubekir'e, bizimle müşaverede bulunmadın, hakkımıza riayet etmedin demiş, Ebubekir de, evet fakat fitneden, kargaşalıktan korktum diye mâzeretini bildirmiştir (Murûc'uz-Zeheb, 1, 414, El-İmâmetu ve's-Siyâse, 1, 12-14). Ya'kubî, bir topluluğun Ali b. Ebû-Tâlib'e geldiğini, ona biat etmek istediğini, Ali'nin, yarın sabah başlarınızı tıraş edip (ölüme hazırlanıp) yanıma gelin buyurduğunu, fakat ertesi sabah ancak üç kişinin geldiğini söyler (2, 105, İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 4). Cevheri, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetiyle, bu olaylardan sonra Ali'nin, Fâtıma'yı bir merkebe bindirerek geceleyin ansârın kapılarını çalıp yardım istediğini, onların da Fâtıma'ya, Ebubekir'den önce bizden biat isteseydi onunla hiçbir kimseyi bir tutmazdık, onu kabûl ederdik dediklerini, Ali'nin, bu söze karşılık, şaşılacak şey, demek Rasûlullah'ın cenazesini yıkanmadan, kefenlenmeden evinde bırakıp riyâset için savaşmaya kalkışmamı istiyordunuz dediğini, Fâtıma'nın, Ebü'l-Hasan gerekli vazifesini yaptı; onlar da yapacaklarını yaptılar, Allah bunu onlardan soracaktır buyurduğunu kaydeder (6, 28): El-İmâmet-u ve's-Siyâse'de de bu olay geçer (1, 12). Sonradan Muâviye, Hz. Ali'ye yazdığı bir mektupta, "Daha dün, evindeki kadınını geceleri bir merkebe bindiriyor, oğullarının ellerini tutuyor, kapıları çalıyor, halkı yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû-Süfyân'a, seni bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam; azim ve irâde sâhibi kırk kişi bulsaydım hakkımı dilerdim demiştin" sözle-riyle bu olaya işaret etmiştir (İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 67, Kitâb-u Sıffin, 182); Sıffin savaşında da, Amr İbn'il-Âs, Muâviye'ye ayni şeyi hatırlatmıştı.
Bu sıralarda "Fedek" hurmalığı da Hz. Fâtıma'dan zapte-dildi. H. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem, Hayber fethinden sonra kendi hisselerine düşen bu hurmalığı, 17. sûrenin (İsra'), "Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver" meâlindeki âyet-i kerîmesiyle 30. sûrenin (Rum), "Artık yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver" meâlindeki 38. âyet-i kerimesi hükmünce H. Fâtıma'ya (a.s) vermişlerdi. Ebubekir, bu hurmalığı miras saymış, "Biz peygamberlerin mirasımız yoktur, bıraktığımız şeyler sadakadır" meâlindeki hadise dayanarak hurmalıkta çalışan adamları oradan çıkartmış, Fedek'i beytülmal hesabına zaptetmiştir. Hz. Ali'ye ve Fâtıma'ya, bilhassa kendilerine taalluk eden bir hususun, hele "En yakın akrabanı korkut, emirleri onlara bildir" meâlindeki âyet-i kerime (26, Şuarâ', 214) varken bildirilmemesi mümkün değildi; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a), vahyin tebliğinde emin ve sâdıktı. Ayrıca miras âyetlerinde Hz. Peygamber'in hasâisinden olarak böyle bir şey yoktu. Kur'an-ı Mecid'de de Zekeriyye Peygamber'in (a.s), kendine ve Ya'kub (a.s) soyuna vâris olacak bir evlat istemesi (19, Meryem, 5-6), Süleyman Peygamber'in (a.s) Dâvud Peygamber'e vâris olduğunun bildirilmesi (27, 16), Peygamberliğin miras yoluyla elde edilemeyişi, H. Ali ile Abbas'ın miras istemeleri bir yana dursun, Fedek, miras da değildi; H. Rasûl (s.a.a) , tarafından, hayatlarında verilmişti. Hz. Fatıma (a.s) halîfeye başvurdu, Ali, Ümmi Eymen ve Rebâh şehâdette bulundular; şehâdet-leri reddedildi; oysa Rasûlullah (s.a.a), Ali'nin dâimâ hak ve gerçekle beraber bulunduğunu, gerçekten ayrılmayacağını bildirmişlerdi (Fedâil'ül-Hamse; 2, s.108; Tirmizî, Müstedrek, Mecma'uz-Zevâid, Kenz'ül-Ummâl v.s.den naklen). Onuncu İmâm Aliyy'ün-Nakıy'nin (a.s) zilhiccenin on sekizinci günü, Hz. Ali'yi (a.s) ziyaretindeki sözlerinden anlaşıldığına göre İmâm Hasan ve İmam Huseyn de (a.s) şâhitler arasındaydı (Hâcc Şeyh Abbâs-ı Kummi: Mefâtih'ul - Cinan Tehran-1340, s.37). H. Fâtıma, müracaatından bir netice alamayınca Ebubekir ve Ömer'e darılmış, vefâtına dek onlarla konuşmamış, vefat etmeden de H. Ali'ye (a.s), geceleyin defnedilmesini, cenazesinde onların bulunmamasını vasiyet buyurmuştur (Fedek olayı için Buhârî'ye, 5, Farz'ul-Humüs bölümü, 7. 38, Müslim'e, 2, 72. 5, 151, 156, Müsned'e, 1, 69, Tabarî'ye, 3, 202, El-İmâmetu ve's-Siyâse'ye bakınız; 14).
Hz. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a), sonra kırk gün, üç ay, yahut sekiz ay yaşadıkları hakkında rivayet varsa da Ehlibeyt'-ten gelen rivayete göre yetmiş beş gün yaşamışlardır. Hz. Resûl (s.a.a), Saferin yirmi sekizinde vefât etmişlerdir. Hz. Rasûl'ül (s.a.a) Rabiülevvelin on ikisinde vefât ettiği rivayetine nazaransa Cumâdelûlâ sonlarında, yahut meşhur rivayete göre Cumâdelâhıranın üçünde intikal eylemişlerdir. Yaşları on sekizi aşmıştı (muhtelif rivayetler için Muhammed Bâkır-ı Meclisi'nin "Bihâr'ul-Envâr"ına bakınız, 10, Tehran, 1384, s.214-216).
Burada, Fedek'in yıllar boyunca elden ele geçtiğini, bu hususta buyruk sâhiplerinin tek bir reye uyamadıklarını da söylemek zorundayız: Osman, bu hurmalığı Mervan'a bağışladı. Muâviye, H. Ali'nin şehâdetinden sonra hurmalığı üçe bölmüş, bir kısmını Osman'ın oğluna, bir kısmını Mervan'a, bir kısmını da oğlu Yezid'e vermişti. Emevîlerden Ömer b. Abülazîz, Fâtıma evlâdına iâde etmiş, Abbas oğullarının ilk halifesi Seffâh, İmam Hasan oğlu Hasan'ın oğlu Abdullah'a ait olduğuna hükmetmiş, Mansûr, İmam Hasan evlâdından almış, oğlu Mehdî, gene Fâtıma evlâdına vermiş, onun oğlu Mûsâ ve kardeşi Fedek'i temellük etmişler. Me'mun, hicrî 210 da gene Fâtıma evlâdına vermiş, bu hususta Medine âmeline emir göndermiş, Mütevekkil'se Me'mun'dan evvelki haline getirmiştir.
[7] - Hutbenin baş tarafında geçen "filân"dan maksat birinci halife Ebubekir'dir.
[8] - Buradaki falan"da ikinci halife Ömer'dir.
[9] - A'şâ, Ebu-Basir Meymûn b. Kays'tır. Cahiliyye şâir-lerinden olan, sesi de gayet güzel bulunan bu zat, İmri'ül-Kays ve Nâbıga gibi ünlü şâirlerden sayılmıştır. Vakt-i Saâdete erişmiş, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) methiyeler yazmış; onları, huzurunda okumaya giderken Ebu-Süyfan mâni' olmuş, avdetinde, Menfuha denen yerde deveden düşüp ölmüştür. Heyyan, boyunun ulusu olan bir zattı; İran  şâhıyla dostluğu vardı, A'şâ ile de dosttu; sohbet arkadaşıydı. Bâzı sebeplerle ondan uzaklaşmıştı; o münasebetle söylediği kasîdede bu beyit geçer.
Emir'ül-Mümi'nin (a.s), bu beyti inşad ederek Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki haliyle ondan sonraki haline işaret buyurmaktadır.
[10] - Ebubekir'in biatten sonra "Bırakın beni, ben sizin en hayırlınız değilim" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözü, "Sizin en hayırlınız olmadığım halde beni, başınıza getirdiniz; siz beni veliyy-i emr ettiniz" tarzında söylediği de rivayetler arasında-dır (Muhammed Abduh Şerhi, s.32, 3. not). Hz. Emir'i, Ebubekir'e götürdükleri zaman, Ömer, biat etmedikçe senden el çekmeyiz deyince Ömer'e, "İyi sağ bu sütü, yarısı senin olacak; bugün onun faydası için düzüp koştuğun bir iş yarın sana dönecek" dediği rivayet edilmiştir.
[11] - Ömer'in, zâtı içtihatlarına işarettir. Meselâ, 9. sûrenin (Tevbe) 60. âyet-i kerîmesinde zekâtın, yoksullara, hiçbir varlığı olmayanlara, zekât toplayan memurlara, müellefet'ül-kulûb'a (gönülleri Müslümanlığa malla, servetle ısındırılmak istenenlere), kölelere, tutsaklara, borçlulara, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara verilmesi buyrulmuşken, Ebubekir'in zamanında Ömer, artık müellefet'ül-kulûba vermeye lüzum kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri Allah yolunda sarfedilecek, Peygamber'e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre'yi, Müslüman olduğu halde öldürten ve şer'i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. Velid'i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisâ tavafını kaldırmış, Müslim'in rivâyetine göre kendi zamanında bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti. Ezandan, "Hayye alâ hayr'il-amel-haydin en hayırlı işe" sözünü, halk ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için câiz görmüş, sünnet ve nâfile namazlarda cemâat olmadığı halde terâvih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına "namaz uykudan hayırlıdır" sözünü katmıştı (Ali kuşçı'nın "Şerh-u Tecrid"inde, "imâmet" bahsinîn sonlarında;  "En-Nass-u ve'l-İçtihâd"a da bakınız, 1383-1943, s. 199-220). Mâlik'in "El-Muvatta"ı ve Zerkaanî'nin Şerhi, cüz' 1, s.25.Abdül-Huseyn Ahmed'il-Emini'nin "El-Gadir-u fi'l-Kitâbı ve's-Sünneti ve'l-Edeb"inin 7. cüz'üne de bakınız; 2. basım, Tehran-1372, s.63-64).
[12] - Ömer yaralanınca vefat edeceğini anlayıp yanında-kilere Ebu-Ubeyde sağ olsaydı onu halife yapardım; Huzeyfe'nin kölesi Sâlim  sağ olsaydı bu işi ona verirdim demiş, sonra yedi kişinin adını söylemiş, bunlardan Sâid b. Zeyd'i kendi soyundan olması dolayısıyla öbürlerine katmamış, Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali'den meydana gelen bir şûrâ kurulma-sını, şûrâya Abdurrahman'ın riyâset etmesini söylemişti. Ancak bunlardan Sa'd'i serttir, Abdurrahman b. Avf'ı, bu ümmetin Karûn'udur diye yerdi. Talha'nın kibirli, Zübeyr'in nekes olduğunu, Osman'ın boyunu sevdiğini, Ali'nin de halifeliğe haris bulunduğunu söyledi. Sonra Suheyb'e, üç gün halka namaz kıldırmasını emretti. Ebu-Talha'yı, elli kişiyle, şûrâ erkânının topladığı evi kuşatmaya memur edip bunların beşi birleşir, birisi ayrılırsa onun öldürülmesini, üçü birini üçü de başka birini tutarsa Abdurrahman'ın bulunduğu tarafın kabûl edilmesini söyledi. Abdurrahman kendisini ve Sa'd'i bu işten ayırdı. Sa'd ise ona; Osman sana biat ederse üçüncü biat eden ben olurum; fakat Osman'ı tayin edersen Ali tarafını tutarım dedi. Nihayet Abdurrahman, Ali'ye, Ebubekir ve Ömer'in yolunu tutup tutmayacağını sordu. Ali, ben Allah'ın kitabı, Peygamber'in sünneti üzere ve kendi içtihadımla hareket ederim cevabını verdi. Aynı suali üç kere Osman'a sordu; Osman her üçüne de müspet cevap verince ona biat etti. Bir de şu var:
Şûrâda riyaset eden Abdurrahman'ın zevcesi ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman'ın amca oğullarındandı, ikisi de Zühre oğulları boyundandı; ayrıca Hazreti Emir'le de arası açıktı. Sa'd'in anası, Süfyan b. Ümeyye b. Abdüşşem'in kızıydı; Ali, bu boydan bir çoğunu savaşlarda öldürmüştü. Talha Teyim boyundandı; bu boyun Hâşim oğullarıyla arası açıktı. Nitekim sonradan, Osman'ın kanını almak bahanesiyle isyanı da, gizlediği fikri açığa vurdu. Zübeyr, Ebubekir'in hilâfetinden beri Ali'ye taraftar görünmekteydi, fakat halifeliğe özendiği sonraki isyanıyla meydana çıktı.
Şûrâdan sonra Mikdâd b. Esved'in, Abdurrahman'a, "andolsun Allah'a ki Ali'yi terk ettin ama o, hak üzere hüküm veren ve gerçek olarak adalete riayet edenlerdendi" demiş, "Kureyş'e bakıyorum, en doğru söyleyen, en gerçek olarak hükmeden kişiyi bırakıyor" sözlerini de sözüne eklemişti. Abdurrahman, korkuyorum fitneye kapılmandan, Allah'tan çekin sözüyle Mikdâd'a cevap vermişti. Sonra Osman'ın zamanındaki ayaklanma sırasında Abdurrahman'a, bu, ellerinle hazırladığın şey demiş, o da, ben böyle sanmıyordum, fakat Allah'a and olsun, onunla konuşmayacağım artık demiş, sözünü de tutmuş, ölüm hastalığında kendisini dolaşmaya gelen Osman'dan yüzünü duvara çevirmiş, ona bir söz bile söylememişti (Muhammed Abduh Şerhi, s.34-35, 1. not).
[13] - Osman, Abdüşşems oğlu Ümeyye oğlu Ebi'l-Âs'ın oğlu Affan'ın oğludur. Yetmiş beş, yetmiş altı, diğer rivayette seksen, yahut seksen sekiz yıl yaşamış, hicretin yirmi dördüncü yılında halifelik makamına gelmiş, on iki yıldan on iki, yahut sekiz gün eksik bir müddet hilafet makamında kalmış, hicretin otuz beşinci yılı zilhiccesinin  on sekizinci günü öldürülmüştü. Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), Rukayye, sonra da Ümmü Külsûm adlı iki kızını aldığından Zü'n-Nûreyn, yâni iki nur sâhibi diye anılmıştır. Kavmin üçüncüsünden maksatları Osman'dır.
Osman, ana tarafından kardeşi Velîd b. Ukbe'yi Kûfe'ye tayin etmiş, beytülmâli, sıla-i rahimde bulunuyorum diye Ümeyye oğullarına pay etmiş, Hazreti Rasûl'ün (s.a.a) Medîne'den sürdüğü Hakem'i ve oğlu Mervan'ı Medine'ye getirtmiş, kızını Mervan'a vermiş beytülmâlden ona yüz bin dirhem verdiğinden başka Fedek'i de demlik etmiş, Hakem'e yüz bin, Abdullah b. Hâlid b. Üseyyid'e dört yüz bin dirhem ihsanda bulunmuş, diğer kızını Hâris b. Hakem'e verip ona da beytülmâlden yüz bin dirhem bağışlamıştır. Ebu-Süfyân'a iki yüz bin dirhem vermiş, Medine yaylaklarını Ümeyye oğullarının hayvanlarına tahsîs edip Trablus'tan Tanca'ya dek bütün Afrika gelirini Abdullah b. Sa'd b. Ebi-Serh'a bağışla-mıştır. Bütün bunlar, Velid b. Ukbe'nin, Kûfe'de beytülmâli istediği gibi harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had vurulmaması, Abdullah b. Mes'ud'un, Ammâr'ın dövülmesi, bunlarla beraber Ebû-Zer'in ve diğer birçok sahâbinin sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzâl olmadıkça gusûl  icâb etmediği hakkındaki fetvâsı, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. âyetinde haml müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre haml müddetinin en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram namazını dört rek'at kıldırması, seferde namazları kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman aleyhine dönmesine sebep oldu. Başta Âişe, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr olmak üzere bir çok kimseler, şiddetle aleyhinde bulunmaya başladılar. Sonunda isyan başladı ve Osman öldürüldü (Osman'ın icrââtı ve içtihatları için Şeyh Zebihullâh'ı Mahallâti'nin, ana kaynaklara dayanarak meydana getirdiği "Keşf'ül-bunyân der zindegânî-î Cenâb-ı Osmân b. Affân" adlı kitabına bakınız, Tehran 1382, 430 sahife).
[14] - Osman'ın öldürülmesinden sonra kendilerine biat etmek hususunda halkın tehaccümünü anlatıyorlar. (9) Biatten dönenler anlamında "Nâkisin" denmiştir. Bu sözde, 48. sûrenin (Feth), "Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak Allah'la biatleşmişlerdir; Allah'ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim Allah'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir vardır" meâlindeki 10. âyetine işaret vardır. "Ok yaydan fırlar gibi fırlayanlar" "Mârıkun" diye anılırlar; bunlara ait 4. bölüm olan "İçtimâî-İktisadi hutbeleri"nde, 26. hutbenin şerhindeki 11. notta gereken izâhât verilmiştir. "İtâatten çıkanlar", "Kaasitûn" diye anılmıştır. Kur'ân-ı Mecid'-in 72. sûresinin (Cinn), "Ve gerçekten de bizden, Müslüman olanlar da var, doğruluk yoluna itâatten sapıp zulmedenler de; artık kimler Müslüman olurlarsa onlardır doğruluk yolunu arayıp bulanlar. Fakat gerçekten sapıp  zulmedenlere gelince,onlar da cehenneme odun olurlar" meâlindeki 14-15. âyet-i kerimelerinde "İtâatten çıkanlar, sapıp zulmedenler", "Kaasitûn" diye anılmışlardır. "Müstedrek'üs-Sahihayn"de, Ömer'in zamanında, Ebû-Eyyüb'ül Ansâri'nin (r.a), Rasûlullah (s.a.a) Ali b. Ebû-Tâlib'e Nâkisin Kaasitûn ve Mârikin ile savaşmasını buyurdu" dediği rivâyet edilmiştir. Buna dair "Müstedrek"te, "Tarihu Bağdad"-da, "Üsd'ül Gaabe"de, Suyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr'unda, Kenz'ül-Ummâl'de Mecma'uz-Zevâid'de, bundan başka daha on sekiz hadis vardır. "Kaasıtûn" Muâviye ve ona uyanlardır (Fedâil'ül-Hamse, 2, s.358-363).
Bu bahse son verirken şunu da söylememiz gerekir:
Emir'ül-Müminin Ali (a.s), hilâfeti kendi hakkı olarak görü-yordu; fakat bu görüş Hz. Peygamber'in (s.a.a), tebliğine dayanıyordu; Peygamber'in tebliğiyse vahye istinâd etmekteydi; çünkü o, kendi dileğine göre söz söylemezdi (53, Necm, 3-4). Rasûlullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) kendilerine, Mûsâ'ya Hârun ne menziledeyse o menzilede olduğunu bildirmişler, ancak kendilerinden sonra peygamber gelme-yeceğini beyan buyurmuşlardı; onu kendilerine kardeş edinmişlerdi; zürriyetinin ondan geleceğini bildirmişlerdi;  daha  ilk  tebliğlerinde onu kendilerinin veziri olarak tanıtmışlardı, halifemdir demişlerdi; kendileriyle aynı yaratılışta olduklarını, kendilerinden sonra her inananın velisi  bulunduklarını  söylemişlerdi; ona sövenin, kendilerine sövmüş olacağını bildirerek ileride olacakları anlatmışlardı; bütün bunlara ilâveten, Veda haccından  avdet  ederlerken,  5. sûre-i celilenin (Mâide) 67. âyet-i kerimesine ittibaen Cuhfe denen yerdeki Gadiru Humm'da ashabı toplayıp 33. sûrenin (Ahzâb) 6. âyet-i kerîmesini hatırlatarak, Müminler üzerindeki mutlak vilâyetini tasdik ettirdikten sonra Ali'yi Müminlere veliyy-i emr tayin buyurmuşlardı ve ashab, onu kutlamış, ona biat etmişti (Bütün medrekleriyle bu hadisler için "Fedâil'ül-Hamse'ye 1, s.299-406, merhum Âyetullah Abdül-Huseyn Şerefüddin'in "El Murâcaât"ına, Necef 1383, s.202-222, Âyetullah Ahmed Emini'nin "El-Gadir" adlı muhalled kitabına ve "Hz. Muhammed ve İslâm" adlı eserimize bk. (Milliyet kültür kulübü yayınları, İst. 1969 s.168-174).
Bu hutbenin Şerif Radi tarafından uydurulduğunu söyle-yenlerde olmuştur. Ancak, Seyyid Radi, hicri 359 da (969-970) doğmuş, 406 Muharreminde (1015) Bağdad'da ebediyete intikal etmiştir. Halbuki ondan 176 yıl önce vefât eden Hafız Yahyâ b. Abdülhamid-i Himmânî, 246 da (860) vefat eden  Ebu  Câ'fer  Ahmed  b. Mehmed'ül-Barkî, 303'te vefât eden (915) Ebu-Aliyy'ül-Cubbâî, 312 de vefât eden (924) Ebü'l-Hasan Ali b. Furât, 317 de vefât eden (929) Ebü'l-Kaasım'ül-Belhî, 332 de vefât eden (943) Ebû-Ahmed Abdül'aziz'ül-Celûdiyy'il-Bışrî, 360 da vefât eden (970) Hâfız Süeyman b. Almed'üt-Taberânî, 381 de vefât eden (991) Ebû-Ca'fer İbn-i Bâbıveyh'il Kummî, 382 de vefât  eden (992) Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâ'il-Askerî, 412 de vefât eden (1021) Ebû-Abdullah Mufid, 415'te vefat eden (1024) Kaadi Abdülcebbâr'ül-Mu'tezili, çeşitli yollarla kitaplarında bu hutbeyi anmışlar, yazmışlar, kendisinden sonra da "Lisân'ül-Arab" sahibi Ebü'l-Fadl Cemalüddin (711 H. 1311) ve Kaamûs sâhibi Firûzâbadi'ye kadar (816-817 H. 1413-1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir (El-Gadîr, 7, ikinci basım, s.82-85). Kaldı ki söz, üslûptan anlaşılır ve hutbenin uslûbu tamamıyla Emir'ül-Müminin'in (a.s) üslûbudur.
[15] - 3, 14.
[16] - İbn-i Abbas, Vallahi demiştir, bu sözün yarım kalma-sına eseflendiğim gibi hiçbir söze eseflenmedim; Emir'ül-Müminin (a.s) ne olurdu, dilediği gibi söyleseydi.
[17] - Ömer, İran seferine bizzat katılmak istediği zaman Hazreti Ali (a.s) bunu doğru bulmamış, ona bu hususta yukarıdaki sözleri söylemiş, fikrinden caydırmıştı.
[18] - Osman'ın babası Affan, Abdu Menaf oğlu Abdüşems'in oğlu Umeyye'nin oğlu, Ebi'l-Âs'ın oğludur. Abdüşşems, Hâşim'in kardeşidir; Haşim'se Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a.a), babaları Abdullah'ın babası, Abdül-Muttalib'in babasıdır. Bu bakımdan soy yakınlığını anmakta-dırlar. Aynı zamanda, evvelce de zikredildiği gibi Osman, Rasûlullah'ın (s.a.a), damatlık şerefine de nâil olmuştur.
[19] - Bu sözleri Tabarî, Tarihinde, Belâzüri "Ensâb"ında, İbn-i Esir "Kâmil"inde  ve "Târih"inde zikreder (Keşf'ül-Bünyan'dan naklen, s.351). Başta Ümm'ül-Müminin Âişe (r.a) olmak üzere ashabın  ileri gelenleri, Osman'ın hareketlerini, boyuna karşı gösterdiği sınırsız müsâmahayı hoş görmüyor-lardı, aleyhinde bulunuyorlardı. Mâlik'ül-Eşter, Kûfe'den Kûfelilerle, Hukeym b. Cebelet'il-Abdi, Basra'dan yüz elli kişiyle Medine'ye hareket ettiler; Mısır'dan da dört yüz, bir rivayette beş yüz, hattâ yedi yüz, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetine göreyse, yolda katılanlarla iki bin kişiyi bulan bir topluluk Medine'ye yöneldi; Medine'de Osman'ın evini kuşatmaya baş-ladılar. Osman, Ömer'in oğlu Abdullah'ın tavsiyesi üzerine Hz. Ali'yi çağırdı; bu işe bir çare bulmasını rica etti. Hz. Ali, gelenlere nasihatte bulundu; Osman da, zulmeden valileri azledeceğine, yerlerine her  taraf ehlinin istediğini tayin edeceğine dair yazı yazdı; gene Ali'nin tavsiyesiyle minbere çıkıp özür diledi. Dönünce Mervan yaptığı hareketi şiddetle tenkit etti; bu sırada kapı önünde toplananlara da dışarı çıkıp kötü sözler söyledi. Halk, bunun üzerine ikinci defa Osman'ın evini kuşattılar. Tekrar Hz. Ali'ye müracaat edildi; Hz. Ali, Osman'a öğütler verdi. Osman, üç gün mühlet istedi; Hazret "Medine'de olanlar için mühlet istemeye hâcet yok, fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim" buyurdular" buyurdular ve çıkıp halkı teskine çalıştılar; halk sükûnet buldu. Osman, bu müddet içinde Şam'dan, Basra'dan kendisine yardımcılar geleceğini umuyordu. Muâviye, Şamlılara, Basralılara, Mekkelilere Mısır'da Abdullah b. Sa'd Ebi-Serh'a mektuplar gönderdi. Muâviye'nin kılı bile kıpırdamadı; O, bir bahane bulabilmek ve Hz. Ali'yi töhmet altına almak için zâten böyle bir şeyi dört gözle bekliyordu. Mekkeliler de mektuba aldırış etmediler. Şamlıların bir kısmı, Yezid b. Esed'e gönderdiği mektup üzerine Medine'ye hareket etti; Basra ve Mısır'dan da imdatçılar harekete geçmişlerdi; fakat bunlar yoldayken Osman takdir edilen âkıbete ulaşmıştı.
[20] - Mugıyra b. Ahnes, Osman'ın taraftarlarındandı. Osman'ın evine girmek isteyenlere beş yüz kölesiyle karşı durmaya çalışıyordu; başları Mervan'dı. Mugıyra, Saîd b. Âs'la gelenlere saldırdı. Mervan da hücum edenler arasındaydı. Bedir'de, yahut Handak'ta bulunan, ondan sonraki gazvelerin hepsinde hazır olan Rıfâa b. Râfi'il-Ansârî, Mervan'ın boynuna bir kılıç vurdu; Mervan yere düştü; öldü sanıp bıraktı. Kadının biri alıp onu götürdü. Bu kılıç yarası yüzünden Mervan'ın boynu, ölünceye dek eğri kalmıştır. Mugıyra b. Ahnes de hücum edenlerle beraber saldırmıştı. Rıfâa, onu bir kılıçla dâr-ı mücâazata gönderdi. Osman'ın evine girilinceye dek o gün şiddetli bir savaş olmuştu ki o güne, "Ev günü" anlamına, "Yevm'üd-Dâr" dendi ve çetin savaşlar, o günkü savaşa benzetilir oldu (Keşf'ül-Bünyan; s.418 ve devamı Rıfâa için "Tenkıh'ul-Mukaal"e bakınız, 1, 432).
[21] - Ebu-Zerri Gıfâri'nin ismi Cündeb b. Cunâde'dir. İslâm'dan önce Allah'ın birliğine inanmıştı; kendince namaz kılar, Allah'a kullukta bulunurdu. H. Peygamber (s.a.a), İslâm'ı tebliğe başlayınca Ebû-Zerr, Medine'ye gelmiş, Müslüman olmuştu. Dördüncü olarak Müslüman olandır. H. Peygamber (s.a.a) boyuna gitmesini; İslâm kuvvetlenince gelmesini buyurmuş, emre uyan Ebû-Zerr, hicreti duyunca Medine'ye gelmiştir. Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti ve bana onları sevdiğini bildirdi; Ali onlardandır, öbürleri de Ebu-Zerr, Mikdâd ve Selman'dır" buyurmuşlar (Câmi', 1, s.57), gök yüzünde de, yeryüzünde de Ebû-Zerr'den daha doğru sözlü kimse bulunmadığını bildirmişlerdi (aynı, 2, s.121). Rasûlullah (s.a.a), onu, zâhitliğinde Meryem oğlu İsâ Peygamber'e (a.s), benzetmişler, yalnız olarak gideceğini, yalnız olarak vefât edeceğini, tek başına ba'sedileceğini, cennetin üç kişiyi, Ali'yi, Ammâr'ı ve Ebû-Zerr'i özlediğini beyan buyurmuşlardır. Hz. Ali (a.s), "Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, onların yüzünden yağmur yağar; Selmân-ı Fârsî, Ammâr, Mikdad, Ebû-Zerr ve Huzeyfe onlardandır" demişlerdir.
Osman, Ebu-Zerr'i kendisini kınaması yüzünden dövdür-dükten sonra, dâimî gözaltında bulundurabilmek için Muâviye'nin vali bulunduğu Şam'a göndermişti. Ebû-Zerr, Şam'da Muaviye'nin bir Kisrâ gibi yaşamasını kınamış, 9. sûrenin (Tövbe), "Ey insanlar, o bilginlerin, o rahiplerin çoğu, boş sebeplerle insanların mallarını yerler ve Allah yolundan men ederler halkı; altını, gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları elemli bir azapla müjdele. O gün, cehennem, o altını, o gümüşü alevleyecek ve on-lar, cehennem ateşinde kızdırılacak, alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak, onlarla dağlanacaklar ve işte bun-lardır kendiniz için biriktirdikleriniz denecek, tadın biriktirdiklerinizin azâbını" meâlindeki 34-35. âyetlerini okumaya başlamıştır. Muâviye, Ebû-Zerr'in Şam'da, Mısır ve Irak'ta kalmasının doğru olmadığını bildirdi. Osman, Muâviye'ye, mektubumu alır almaz Ebû-Zerr'i, sert bir deveye bindirip, sert bir adamla Medine'ye gönder; onu getiren, devesini gece-gündüz sürsün. Ebu-Zerr, her şeyi unutup kendi derdine düşsün; yolda hiçbir yerde konaklatmasın onu meâlinde bir mektup gönderdi. Ebû-Zerr'in baldırları çürümüştü. Medine'ye varıp Osman'ın yanına gidince Osman ona pek sert davrandı; onu yalancılıkla töhmetledi; Hz. Ali'ye de kötü sözler söyledi. Sonunda, Medine'den çıkıp Rebeze'ye gitmesini söyledi ve onu hiçbir kimsenin uğurlamamasını emretti. Hz. Ali, Akıyl, Abbas oğlu Abdullah, İmam Hasan ve İmam Huseyn'le Ammâr, Ebû-Zerr'i uğurladılar. Hz. Ali (a.s), Ebû-Zerr'i uğurlarken bu sözleri buyurdu. Akıyl, Ne diyeyim ey Eb-û-Zerr dedi, sen de bilirsin ki biz seni severiz, sen de bizi seversin. Allah'tan çekin, çünkü çekinmek, kurtuluştur; sabret, sabır büyüklüktür meâlinde sözler söyledi. İmam Hasan, Amca dedi, bu toplumdan başına neler geldi, gördün; dünyayı bırak, ondan sonrasını um; Peygamberine, O, senden razı olduğu halde kavuş dedi. İmâm Huseyn ve Ammâr da bu meâlde sözler söylediler. Ebû-Zerr, Ey Ehlibeyt-i Rahmet dedi, Allah rahmet etsin size; sizi görünce Rasûlullah'ı anmadayım, onu hatırlamadayım; Medine'de sizden başka eşim-dostum yok. Şam'da Muâviye'ye nasıl ağır geldimse Hicaz'da da Osman'a ağır geldim. Mısır ve Basra'da yerleşmemi de istemedi. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada bana yardımcı olacak, benden kötülüğü giderecek, Allah'tan başka kimsem yok; ben de vAllahi Allah'tan başka bir enis istemiyorum; Allah benimle oldukça da hiçbir şeyden korkum yok buyurdu. Mervan, uğurlayanlara, halifenin buyruğunu tutmadıkları için söylendi; Hz. Ali şiddetle onu susturdu. Sonra Osman da Hz. Ali'ye ileri-geri laflar söyledi. Ebû-Zerr, hicretin otuz ikinci yılında Rebeze'de vefat etti. Namazını Abdullah b. Mes'ud kıldı. Ebû-Zerr, Hz. Peygamber'in (s.a.a), vefatlarından sonra Ali'ye mütâbaattan hiç ayrılmayan Selmân, Mikdâd ve Ammâr'ın dördüncüsüdür ve bunlara "Erkân-ı Erbaa" denir (Tenkih'ul-Makaal, 1, s. 234-236, Bihâr'ul-Envâr, 8, s.29-386, Keşf'ül-Bünyân, s.167-192, Molla Sâlihi Kazvini'nin Şerhi, 1, s. 459-461).
[22] - Halk, Hz. Ali'ye, Emir'ül-Müminin diye hitap ediyordu; Osman'sa o sırada evi kuşatılmış bir haldeydi. Abdullah b. Abbas'la, Hazretin Yenbu'a gitmesi için haber gönderdi. Hazret gittikten sonra, kendisine yardım etmesi için gelmesini reca etti. Hazret geldikten sonra tekrar gitmesini emretti. Bu söz, o münasebetle söylenmiştir (Muhammed Abduh Şerhi, 2. s.232-233, 1. not, Kazvinî Şerhi, 3. s.41).

 

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı