Namus işçisi
Ölümünün yirminci yıldönümünde, büyük ozan Ahmed Arif'i anıyoruz. Asaf Güven Aksel'in kaleminden...
“Cemo Can”a diyor ki bir mektubunda, hani Papirüs’ün, kapağında fotoğrafı olan şair özel sayılarından birinde yer alacak diye, “Sevgili cemo” diyor, “kapak için kullanacağın fotoğrafımı öyle suratımın yarısını kapkara boyamadan, aydınlık ve alnımın olanca aklığını belirtecek şekilde klişeye vermeni rica ederim. Ayrıca yüzümdeki Diyarbekir Çıbanı da olduğu gibi çıkmalıdır.” 1969’un baskı tekniğinde, üstelik kıt kanaat yayınlanan bir derginin kapağında, bu isteğinin yerine getirilmesi meşakkatli bir iş olsa da, elimizde kendi ifadesinden bir Ahmed Arif tanımı var artık. Aydınlık, alnı ak, Diyarbekir çıbanlı...
Özel isim olarak yazmış yüzündeki izi. Diyarbekir Çıbanı. Bir gölge karanlığı düşmesin yüzüne ki, görülsün iyice. Yıl çıbanı, Halep, Bağdat, Diyarbakır, Antep çıbanı. Ezcümle, Şark çıbanı... “Dağlarının, dağlarının ardı” çırılçıplak, nazlı, korkunçtur oraların, “leishmania tropica” adını hiç duymamış insanlara, tatarcıklarla, karasineklerle vurulur bu parazitin damgası oralarda... O yüzden, bir başına ve uzaklığın özel adıdır Şark Çıbanı, fıkaralıktan utananların, “atom güllerinin katmer açtığı, şairlerin, bilginlerin dünyalarında” taşımayı sürdürdüğü bir kimlik beyanı.
Oralardan çıkar gelir Ahmed Arif, bir çıban izine isyan gibi. Hep taze bir yaranın kabuğunu koparır, kanatır, irinini dünya âleme gösterir gibi. “Dostuna yarasını gösterir gibi”... Ve aydınlığıyla gelir, alnının aklığıyla.
21 Nisan 1927, Diyarbakır diye geçiyor doğumu kayıtlara. Ölümü, 2 Haziran 1991, Ankara olarak. Bu arada, bin yıllık sözcükleri nasıl oluşturduğu bilinemedi. Tek kitaplı dersek, “Hasretinden Prangalar Eskittim”den bahsetmiş oluruz. Tek kitabı vardı dersek, bir tek başağın bile dargın kalmayacağı bir dünyaya imanından. “Ol kitapta böylece yazılıdır”...
Hasreti, kaburgasının altın parçasına, yarının çocuklarına, yavru serçeye su getiren yılana. Hasreti, hükümdarların, saldırganların, haydutların gölgesiz göçüp gittikleri toprakları yoksul ve namuslu halkın cenneti yapmaya. Prangası, dört yanı puşt zulası düzenin. Prangası, Stradivarius’la, yeşil soğanla törpülenen zincir. Eskitmesi, mısralar çekerek kurşun sıksan geçmez gecelerde, dünyanın en küçük meyhanesinde...
Bir muammadır, ülkemizin en çok okunan şairi olması Ahmed Arif’in. Herkes okuduğu, herkes bildiği için değil muammalığı, hâlâ susmak ve beklemek müthiş olduğundan. Çatal yürek barışa, bayrama hasretini artırdığından. Yastığında gene bir cehennemin baş izi, duvar dibinde üç dal gece sefâsı, üç dal hercaî menekşeyle ağlamaklı bahçeler... “Ölüm, böyle altı okka koymaz adama”... Ama biz, konumuza dönelim.
Ahmed Arif, 1968’de 19 şiirinin yer aldığı tek kitabını çıkardıktan sonra, şiirden kopmadıysa da, kendi eliyle bir yenisini yayınlamadı. “Tek kitapla peygamber olunuyor da, şair olunmaz mı” dediği rivayet edilirse de, sanki bunun altında bir başka şey, bir üstüne çıkmak için ihtiyaç duymayı bekleme var gibidir. Deyim yerindeyse, “rest çekmiş”tir, “gördüm” diyen olmamıştır.
Benzer çalışmalar arasından örneklersek, “Karanfil ve Pranga”da Ahmet Oktay’ın eleştirel yaklaşımlarının ve çözümlemelerinin taşıdığı yüksek doğruluk payı, gelip dayandığı noktada reel-yaşamı reddeden ve tarih yapıcılığı üstlenen bireyin kitle adına konuşması ve onu olmadığı bir konumda görmesiyle zedeleniyor Ahmed Arif şiirine bakınca. Bu daha çok, bir siyasal duruşun eleştirisi anlamı taşıyor. Ve Oktay’ı buna iten, bir önceki paragrafta değindiğimiz, şiirin, yaygın olarak toplumca benimsenmesiyle, bunun sosyal etkisinin, daha doğrusu karşılığının görülmesi arasındaki açık makas. Sözünü ettiğimiz “rest”in üzerine çıkma ihtiyacı duymayışı da bununla bağlantılandırırsak, belki genel bir şiire üstlenebileceğinin çok üzerinde işlev atfetme olacaktır karşımıza çıkan. Bütün Ahmed Arif eleştirilerinde!
“Bir yiğit, şairse, üstelik bir de devrimciyse elbette yaşadığını yazar. ‘Yaşadığı’ ise salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası ve savdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geçmiş yüzyılların karanlığına, bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkın ta kendisi olacaktır.”
Temel tanımı, “yiğit” Ahmed Arif’in. Siyasal bir duruşun, halk kültüründeki mistifikasyonla, yabancı bir kavramla buluşması ve başat öğe oluşu, bütün bir Ahmed Arif şiirinin izleği olabilir ve bu “eldelik”ten hareketle çok şey söylenebilir, nitekim, söylenmiştir de.
“Bazı şiirlerim, kitabım yayınlanmadan çok önce Kürtçe ve Zazacaya çevrilerek elden ele köylere kadar yayıldı. Böylece dağlarda şu ya da bu nedenle kaçak dolaşan yiğitlerin donatım ve pusatları arasına bir ‘Otuz Üç Kurşun’un, bir ‘Adiloş Bebenin Ninnisi’nin de katılması beni çok duygulandırdı. Kitabım çıktıktan sonra günlük ekmek parasından kesip onu alan binlerce yurttaşımın özellikle Doğu mitinglerinde şiirlerim okunurken ‘He kurban he’ diye nağra atıp yüreğini ortaya koymasını saygıyla anacağım.”
DTCF’de felsefe eğitimi almış Ahmed Arif. “Dicle kenarına kilim götüren, ağıtlar çocuğu”, coşkusunu, feryadını dile getirirken, kelimelerine bu “alaşım”ı elbet yansıtacak ve karşımıza o dizeleri çıkartacaktır. “Küçük burjuvazinin sezgiden yoksun ve diyalektik yöntemden habersiz eleştirmenleri”nin yergilerini, alkışlarına yeğ tutuşu bundandır. Onlarca övülmek, onun gibi bir “Dağlı” için yakışıksız bir lükstür.
Görülüyor ki, şiirine nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, Ahmed Arif, “aşiret töresindeki yiğitlik zagonu”yla “devrimci bilinci” söyleminden ibaret tutmayan, yaşantısının ta kendisi kılan bir açık alın, bir Şark çıbanıdır. “Malum, ben öyle derin bir aydın değilim. İlkelim! Ama asla onursuzluğa yönelmeyecek, halkını ve hele misyonunu asla unutmayacak bir ilkel!” Bu “ilkel”liktir belki, Ahmed Arif şiirini içimize işleten. Hem, katline de sebep.
Şehveti iki yaşında tatmış, sonra hep doruğuna çıkmış. Türkünün “bacısı güzele kardaş olaydım” mısrasıyla sarhoş olmuş. Bunu almış, “üşüyorum, kapama gözlerini”ye evirmiş, cellad kemendi sıktıkça geceye kan yerine akan, canının gizlisindeki bir cana sevdaya aktarmış. Aşkı da kavgayı da doruğunda yaşamış, doruğunda dizeleştirmiş bir ilkel, bir yüzü aydınlık adam.
Biyografisinde, gördüğü işkence sahnelerine genişçe yer verilmesini istemiş Cemal Süreya’dan. O zaman biz de bunu yerine getirmiş olalım. Kâh karanfil kokan, kâh zehir-zıkkım cigarasıyla, toprağının altın sabrı, kız saçı tütünle yatmış mahpuslarda, volta atmış maltada birinin söylediği Kürdün Gelini’ni dinleyerek, unutmuş dudakları öpmeyi, ama direnmiş. İşte söyledik. İstediği genişlikte olmadıysa da, işkence denilmediyse de. Devrimciliği dondurma yalamak zanneden türediler, parmağı taşa değmemişler, şimdiye kadar ibret almamışlarsa, ne desek “çifayda”!
Suratında tek kara gölge olmayan, alnı açık, Diyarbekir Çıbanı, ç’si büyük. “Mandaların, kavakların pazarı olur, senin pazarın olamaz.” Pazarı olamaz! O yüzden, hallarını aynen yazmıştır, ağaçsız kuşsuz, gölgesiz, bir başına, üryan Anadolu’nun. Gergef yapmıştır şiirini, kasnak tutmuştur, dokumuştur kilimi, işlemiştir nakışı, korkusuz, kül elenmemiş.
Ahmed Arif şiirinde, belki Ayşe, belki Elif, muhakkak Nazif, Adiloş, karınlarındaki sözleri dile döker; koyar postasını şifre buyurmuş paşalara fıkaralar, umutsuzlar. “Sen getir üstünü” vasiyetidir, saçlara kan gülleriyle birlikte iliştirilen. İyi çocuklara, kahramanlara anlatmak gerekmez bir yara izinin macerasını... Onlar, felsefedir kusursuz, alır yetimin hakkını, buyurur kitabınca bir gün. Ol sevdâ böyledir çünkü.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Parça Parça / Can Yücel
I
Yaşamak istiyorum
Yaşamayı bu soğumuş cehennemde
Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade,
Yaşamayı yaşamak istiyorum.
II
Bu küfür küfür değil, küflü rüzgar,
Bu silsilesini siktiğimin koridorlarına
Demirli dosyalar gibi sıralanmış kapılardan
Ayaklarımın dibine kadar sokularak
Ve sezdirmeden üflüye üfüre
Parmaklarımın uçlarını kemiren
Bu kılları ağarmış fare
Ne bilir, ne anlar ki çocuklardan haber vere!
Hem verse de ne umurum!
Ben ki müebbet muhabbete mahkûmum,
Çocuklardan haber değil,
Çocukları güneş kokan enselerinden koklaya koklaya öpüp
ısırmak istiyorum
III
Bu uzaklardan ürüyen zağarlar ki şehirdir
Üleşemiyorlar zaar gece denen kemiği,
Erken o bed sesli avcı, Ezân-ı Muhammedî
Önüne katıyor onca yeziti...
Allah Ekberdir! Allah...!
Lakin inliyor gene uykusunda Mahir
Ve hep böyle demeç verircesine sayıklayan Şerifoğlu
O Allahlığını bilsin, diyor, ben kulluğumu!
Velhasıl:
Bu her gece uykusunda bağırıp çağıran, ağlayan, gülen,
konuşan, isyan eden, yalvaran, küfreden, diş gıcırdatan
Adem Babalar arasında,
Bu damsız damda,
Bu Havvasız havada
“Saf Şair” olamıyor adam,
sökmüyor sırf şiirsel yorum.
Hani
Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum,
diyor ya Nâzım,
Ben de artık şiir düzmek değil, şiiri düzmek istiyorum.
IV
Sen değildin görüş günü telörgüden görünen,
Boncuklarla işlediğim suretindi o senin;
Gölgenin güneşe nispeti, leylim...
Hem seni ben, seni görmekle görmüş değilim,
Görmedikçe gözlerinin gördüklerini tekmil:
Sabahları çarşıya giderken, örneğin,
Gece dışarda kalmış, üşümüş, tüyleri ıslak bir kedi gibi
Nasıl ayaklarına sürtünüyor komşu arsadaki yeşil
Ve tam köşeyi dönerken, ıhlamurların orda
Eteklerini beline sokmuş –Vallahi –billahi ha! –
Nası’tıpkı Esma’nım gibi çamaşır yıkıyor sahi! ..
Görmedikçe gördüğün bu mucizeleri,
Görmedikçe senin gözlerinle evreni,
Göremiyorum ki dünya gözüyle seni...
Hem ben sana bişey söyleyim mi yavrum,
Ben aslında seni görmek filan değil,
Düpedüz seni istiyorum!
V
Bunlar ki hıyaneti battaniyeden yatan
Ve yataklarının tiftiği muntazaman mütehassıs hallaçlar
tarafından atılan,
O düşleri azgınların yorgun yorganları,
Alları ve dallarıyla bit-tamam serilmişler güneşe,
Betonların üzerinde melûl-mahzun bir neş’e...
Bunlar ki yorgan yüzlerinin düzüne inmiş dağ laleleri,
Bunlar ki silahtan tecridedilmiş yaban sünbülleri,
Bunlar ki zararsız hale getirilmiş bir bölük menevşe
Ve şuncağızlar Allah’ın papatyaları işte!
Anılar ki önlerinden her geçişte
Islanmış mayıs böcekleri gibi üzerlerinde
Ama kader diye bir bok varsa eğer,
Keder değil elbet benim kaderim
Ve anılar ki madem anasıdır yaşanacak delikanlı anların,
Bugün bu: kuburda kokuşsam da yarın
Çiçek Dağlarında seyirtecek seyrim,
Değil mi ki burnumda tüten toprak kokusudur Devrim!
VI
Yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,
Neylersin ki bu damda bu dem
Ayaklarımla uyuklarımda zincir,
Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim,
Oysa –medhetmek gibi olmasın kendimi ama–
Yaşamım benim en güzel şiirim.
Yaşamak istiyorum
Yaşamayı bu soğumuş cehennemde
Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade,
Yaşamayı yaşamak istiyorum.
II
Bu küfür küfür değil, küflü rüzgar,
Bu silsilesini siktiğimin koridorlarına
Demirli dosyalar gibi sıralanmış kapılardan
Ayaklarımın dibine kadar sokularak
Ve sezdirmeden üflüye üfüre
Parmaklarımın uçlarını kemiren
Bu kılları ağarmış fare
Ne bilir, ne anlar ki çocuklardan haber vere!
Hem verse de ne umurum!
Ben ki müebbet muhabbete mahkûmum,
Çocuklardan haber değil,
Çocukları güneş kokan enselerinden koklaya koklaya öpüp
ısırmak istiyorum
III
Bu uzaklardan ürüyen zağarlar ki şehirdir
Üleşemiyorlar zaar gece denen kemiği,
Erken o bed sesli avcı, Ezân-ı Muhammedî
Önüne katıyor onca yeziti...
Allah Ekberdir! Allah...!
Lakin inliyor gene uykusunda Mahir
Ve hep böyle demeç verircesine sayıklayan Şerifoğlu
O Allahlığını bilsin, diyor, ben kulluğumu!
Velhasıl:
Bu her gece uykusunda bağırıp çağıran, ağlayan, gülen,
konuşan, isyan eden, yalvaran, küfreden, diş gıcırdatan
Adem Babalar arasında,
Bu damsız damda,
Bu Havvasız havada
“Saf Şair” olamıyor adam,
sökmüyor sırf şiirsel yorum.
Hani
Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum,
diyor ya Nâzım,
Ben de artık şiir düzmek değil, şiiri düzmek istiyorum.
IV
Sen değildin görüş günü telörgüden görünen,
Boncuklarla işlediğim suretindi o senin;
Gölgenin güneşe nispeti, leylim...
Hem seni ben, seni görmekle görmüş değilim,
Görmedikçe gözlerinin gördüklerini tekmil:
Sabahları çarşıya giderken, örneğin,
Gece dışarda kalmış, üşümüş, tüyleri ıslak bir kedi gibi
Nasıl ayaklarına sürtünüyor komşu arsadaki yeşil
Ve tam köşeyi dönerken, ıhlamurların orda
Eteklerini beline sokmuş –Vallahi –billahi ha! –
Nası’tıpkı Esma’nım gibi çamaşır yıkıyor sahi! ..
Görmedikçe gördüğün bu mucizeleri,
Görmedikçe senin gözlerinle evreni,
Göremiyorum ki dünya gözüyle seni...
Hem ben sana bişey söyleyim mi yavrum,
Ben aslında seni görmek filan değil,
Düpedüz seni istiyorum!
V
Bunlar ki hıyaneti battaniyeden yatan
Ve yataklarının tiftiği muntazaman mütehassıs hallaçlar
tarafından atılan,
O düşleri azgınların yorgun yorganları,
Alları ve dallarıyla bit-tamam serilmişler güneşe,
Betonların üzerinde melûl-mahzun bir neş’e...
Bunlar ki yorgan yüzlerinin düzüne inmiş dağ laleleri,
Bunlar ki silahtan tecridedilmiş yaban sünbülleri,
Bunlar ki zararsız hale getirilmiş bir bölük menevşe
Ve şuncağızlar Allah’ın papatyaları işte!
Anılar ki önlerinden her geçişte
Islanmış mayıs böcekleri gibi üzerlerinde
Ama kader diye bir bok varsa eğer,
Keder değil elbet benim kaderim
Ve anılar ki madem anasıdır yaşanacak delikanlı anların,
Bugün bu: kuburda kokuşsam da yarın
Çiçek Dağlarında seyirtecek seyrim,
Değil mi ki burnumda tüten toprak kokusudur Devrim!
VI
Yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,
Neylersin ki bu damda bu dem
Ayaklarımla uyuklarımda zincir,
Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim,
Oysa –medhetmek gibi olmasın kendimi ama–
Yaşamım benim en güzel şiirim.
CAN YÜCEL (Parça Parça 1-2-3-4-5) Bir Siyasinin Şiirleri 1. Baskı: Konuk Yayınları / 1974 13. Baskı: Temmuz 2000 16. Baskı: Doğan Kitap / 2006
--------------------------------------------------------------------------------------------------
KİMLİK KARTI
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Kartımın numarası elli bin.
Sekiz çocuğum var.
Dokuzuncusu yolda.
Yazdan sonra burda.
Kızıyor musun?
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Bir işim var, çalışıyorum.
Arkadaşlarım var, acı çeken, sekiz de çocuğum.
Taştan çıkarıyorum ekmeklerini,
üstlerini başlarını, defterlerini taştan çıkarıyorum.
Dilenmiyorum kapı kapı,
olmuyorum iki büklüm
eşiğinde senin
Kızıyor musun?
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Halktan biriyim.
Sabırlıyım.
Öfkeyle kaynayan topraklara
salmışım köklerimi.
Çağlardan çok uzaklara bağlı
babam benim,
yüzyılların doğuşundan çok uzaklara,
selvilerden, zeytinlerden çok uzaklara,
bütün bitkilerden çok uzaklara bağlı.
Nujub efendilerinden değil,
kara saban sürenlerden.
Büyük babam da köylüydü,
yoktu soy ağacı.
Başımızı sokacak bir kulübe
benim yuvam.
kamışlardan, dallardan.
Hoşnut musun benim bu halimden?
Halkım ben.
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Saçlar: Kara.
Gözler: Kahve rengi.
Özel belirtiler:
Alnında bir çatkı.
EI ayası deniz kabuğunun içi gibi kırmızı.
Uyuşturur tuttuğu eli bu eller.
Ayrıca zeytin yağını.
bir de kekiği severim çok.
Arayan bulsun beni
bir yitik köyde,
adsız yollarda unutulmuş.
Tarlalarda ter döker insanları,
taş ocaklarında ter döker.
Özlüyor insanlar
insan gibi yaşamayı.
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Atalarımın üzüm bağlarını sen aldın elimden,
çocuklarımla ektiğim toprağı
sen aldın.
Bıraktın bu taşları
bize, çocuklarımıza.
Alacak diyorlar
hükümetin senin
elimizden bu taşları da,
doğru mu?
Bir daha diyorum!
Bir daha!
Kütükte kayıtlıyım.
Birinci sayfanın ta başına.
Nefret etmem insanlardan,
saldırmam hiç kimseye.
Ama aç korlarsa beni,
korlarsa çırılçıplak,
yerim etini beni soyanın,
hem de yerim çiğ çiğ.
Açlığımı kolla benim
ve öfkemi.
Damarıma basma.
(Çev. A. Kadir - Afşar Timuçin)
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Kartımın numarası elli bin.
Sekiz çocuğum var.
Dokuzuncusu yolda.
Yazdan sonra burda.
Kızıyor musun?
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Bir işim var, çalışıyorum.
Arkadaşlarım var, acı çeken, sekiz de çocuğum.
Taştan çıkarıyorum ekmeklerini,
üstlerini başlarını, defterlerini taştan çıkarıyorum.
Dilenmiyorum kapı kapı,
olmuyorum iki büklüm
eşiğinde senin
Kızıyor musun?
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Halktan biriyim.
Sabırlıyım.
Öfkeyle kaynayan topraklara
salmışım köklerimi.
Çağlardan çok uzaklara bağlı
babam benim,
yüzyılların doğuşundan çok uzaklara,
selvilerden, zeytinlerden çok uzaklara,
bütün bitkilerden çok uzaklara bağlı.
Nujub efendilerinden değil,
kara saban sürenlerden.
Büyük babam da köylüydü,
yoktu soy ağacı.
Başımızı sokacak bir kulübe
benim yuvam.
kamışlardan, dallardan.
Hoşnut musun benim bu halimden?
Halkım ben.
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Saçlar: Kara.
Gözler: Kahve rengi.
Özel belirtiler:
Alnında bir çatkı.
EI ayası deniz kabuğunun içi gibi kırmızı.
Uyuşturur tuttuğu eli bu eller.
Ayrıca zeytin yağını.
bir de kekiği severim çok.
Arayan bulsun beni
bir yitik köyde,
adsız yollarda unutulmuş.
Tarlalarda ter döker insanları,
taş ocaklarında ter döker.
Özlüyor insanlar
insan gibi yaşamayı.
Kütükte kayıtlıyım.
Arabım.
Atalarımın üzüm bağlarını sen aldın elimden,
çocuklarımla ektiğim toprağı
sen aldın.
Bıraktın bu taşları
bize, çocuklarımıza.
Alacak diyorlar
hükümetin senin
elimizden bu taşları da,
doğru mu?
Bir daha diyorum!
Bir daha!
Kütükte kayıtlıyım.
Birinci sayfanın ta başına.
Nefret etmem insanlardan,
saldırmam hiç kimseye.
Ama aç korlarsa beni,
korlarsa çırılçıplak,
yerim etini beni soyanın,
hem de yerim çiğ çiğ.
Açlığımı kolla benim
ve öfkemi.
Damarıma basma.
(Çev. A. Kadir - Afşar Timuçin)
KÜBA ŞARKISI
Vaktim yok şu sıra
kahramanların öyküsünü anlatmaya.
Vaktim yok.
Dudaklar yaralı,
dudaklar parça parça,
kanatırlar içimi.
Ama sen ağlama,
benim kanım bir tutam yağ,
yakar özgürlüğün ateşini.
Ağlama.
Yurdum ayakta ya!
2
Utançtır, ana,
yaşayan kahramanlarda
göz yaşları.
Dua et, toprak yeşersin,
ekmek versin çocuklarına,
gene efendileri olsun yurtlarının
sağ kalanlar, dua et.
Yemedim ekmeğimi, ey ana,
düşmanlar doydu.
Etimi didikleyecekler yarın
kargaları kara ormanların.
Ama ekmek ve Küba kalacak
özgür Kübalılara.
3
Benim mezarım, ey ana,
benim mezarım belli değil.
Her yerde yaşayanım ben.
Yürürüm, bacaklarım yok.
Konuşurum, dilim yok.
Görürüm, gözlerim yok.
Ben her yerde yaşayanım.
Bu yüzyılın tanrısıyım ben, ey ana,
çocuğuyum devrimin ve acıların.
(Çev. : A. Kadir - Afşar Tlmuçin)
Vaktim yok şu sıra
kahramanların öyküsünü anlatmaya.
Vaktim yok.
Dudaklar yaralı,
dudaklar parça parça,
kanatırlar içimi.
Ama sen ağlama,
benim kanım bir tutam yağ,
yakar özgürlüğün ateşini.
Ağlama.
Yurdum ayakta ya!
2
Utançtır, ana,
yaşayan kahramanlarda
göz yaşları.
Dua et, toprak yeşersin,
ekmek versin çocuklarına,
gene efendileri olsun yurtlarının
sağ kalanlar, dua et.
Yemedim ekmeğimi, ey ana,
düşmanlar doydu.
Etimi didikleyecekler yarın
kargaları kara ormanların.
Ama ekmek ve Küba kalacak
özgür Kübalılara.
3
Benim mezarım, ey ana,
benim mezarım belli değil.
Her yerde yaşayanım ben.
Yürürüm, bacaklarım yok.
Konuşurum, dilim yok.
Görürüm, gözlerim yok.
Ben her yerde yaşayanım.
Bu yüzyılın tanrısıyım ben, ey ana,
çocuğuyum devrimin ve acıların.
(Çev. : A. Kadir - Afşar Tlmuçin)
48 NUMARALI ODA
Yüreğinin ortasında
bir karanfil buldular
ve ay ışığı.
Sokak ortasında,
taşların üstünde,
köpek gibi bırakılmıştı.
Cebinde bir kibrit kutusu buldular,
bir yolculuk izni,
ve sımsıcak ellerinde
bir iki resim.
Anası geldi öptü.
Sonra ağladı.
Sonra hep ağladı.
hep ağladı,
hep ağladı.
Yaban otları yetişti gözlerinde .
Gölgeler çoğaldı.
Ağabeyi,
delikanlıyken gitmişti iş aramaya
tüm pazarlarında kentin.
Yakaladılar onu.
Yolculuk izni yoktu.
Çürümüş bavullarını taşıyordu
daracık sokaklar arasında.
Böyle battı ay ışığı,
böyle öldü.
Ey köyümün yavruları!
(Çev.: A. Kadir - Süleyman Salom)
-----------------------------------------------------------------------------------------------
==KUL FAKİR==
SAİD EMRE
Velayetnameye göre Hacı Bektaş Veli'ye bağlanan Aksaraylı bir alimdir.önceleri Hz.Pir'e karşı gelen ve daha sonra ona teslim olup dervişi olan bu zat şiirleriyle ünlüdür.Ancak Emre ismini kullandığı için çağdaşı olan Yunus Emreyle karıştırılmıştır.Şiirlerinde ki tarz Yunus Emre ile aynıdır.Mezarının Manisa ili Kula ilçesinde olduğu tahmin edilmektedir.Hz.Pirin vefatından sonra Kolu Açık Hacım Sultan'a bağlanmıştır.Erenlerin eteği dibinde yetişen bu arifin Yunus'a nazireler yapmıştır.Aşağıya Yunusla atışır gibi karşılaştırmalı şiirlerini veriyorum.
----------------------------MELTEM-CEREN----------------------------------------
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.)
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
(şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..)
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.)
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
ıhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. )
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.)
ıste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
(Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.)
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.)
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
(Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.)
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
(Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.)
Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.)
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
(Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi (yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından) kurtarabilir.)
ıçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
(Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.)
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
ıktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su
(Su Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.)
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
(ınsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz. Muhammed’in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.)
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
(Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.)
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
(Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.)
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su
(Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini (bir mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse hayret ile (şaşa kalarak) parmağını ısırır.)
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
(Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su, düşmanına) elbette yılan zehrine döner.)
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
(Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan) yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.)
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
(Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
(Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.)
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
(Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine) derman bilirler.)
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
(Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da
şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
(Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.)
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
(Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.)
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
(Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, (ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.)
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin (alelâde) sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su (damlası) gibi birer inci olmuştur.)
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
(Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su (gözyaşı) döktüğü zaman,)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.)
Yüreğinin ortasında
bir karanfil buldular
ve ay ışığı.
Sokak ortasında,
taşların üstünde,
köpek gibi bırakılmıştı.
Cebinde bir kibrit kutusu buldular,
bir yolculuk izni,
ve sımsıcak ellerinde
bir iki resim.
Anası geldi öptü.
Sonra ağladı.
Sonra hep ağladı.
hep ağladı,
hep ağladı.
Yaban otları yetişti gözlerinde .
Gölgeler çoğaldı.
Ağabeyi,
delikanlıyken gitmişti iş aramaya
tüm pazarlarında kentin.
Yakaladılar onu.
Yolculuk izni yoktu.
Çürümüş bavullarını taşıyordu
daracık sokaklar arasında.
Böyle battı ay ışığı,
böyle öldü.
Ey köyümün yavruları!
(Çev.: A. Kadir - Süleyman Salom)
-----------------------------------------------------------------------------------------------
==KUL FAKİR==
Âb-ı engür müminlerin gönlüdür
Doldurup tasını kanan incimez
Gönül görüp dosta d...oğru varan da
Aşk-ı muhabbete eren incimez
Aşk-ı ilahi hidayete erene
Aldanma kalleşe, yüze gülene
Hak demişiz kevn-ü yolu kurana
Kadim ikrarında duran incimez
İkrarımız, irizamız bir oldu
Sekiz cennet kevn-ü mekan sır oldu
Sekiz cennet cemâlinde nur oldu
Her dem hub didara eren incimez
Veçhinde okunan Ümmü'l Kuran'dır
Buna inanmazsa fikri yalandır
Elbet erenlere gönlü âyândır
Görüp inanıp ta kanan incimez
Şah-ı Mevlam görmeyince tapmadı
Mühmin olan çığırından sapmadı
Veçhi Âdem vücudundan çıkmadı
Aşk-ı muhabbete eren incimez
Ali Muhammet'tir Muhammet Ali
Âlemin sultanı sevenin yari
Kendisi gösterdi ol "Yeşil El"i
Emrini tutarsan Kuran incimez
KUL FAKIR'em kuran kurdu âlemi
Velakad Keremna çaldı kalemi
Sağdaki yazıyor hayır olanı
İblis'i gönlünden süren incimez
Doldurup tasını kanan incimez
Gönül görüp dosta d...oğru varan da
Aşk-ı muhabbete eren incimez
Aşk-ı ilahi hidayete erene
Aldanma kalleşe, yüze gülene
Hak demişiz kevn-ü yolu kurana
Kadim ikrarında duran incimez
İkrarımız, irizamız bir oldu
Sekiz cennet kevn-ü mekan sır oldu
Sekiz cennet cemâlinde nur oldu
Her dem hub didara eren incimez
Veçhinde okunan Ümmü'l Kuran'dır
Buna inanmazsa fikri yalandır
Elbet erenlere gönlü âyândır
Görüp inanıp ta kanan incimez
Şah-ı Mevlam görmeyince tapmadı
Mühmin olan çığırından sapmadı
Veçhi Âdem vücudundan çıkmadı
Aşk-ı muhabbete eren incimez
Ali Muhammet'tir Muhammet Ali
Âlemin sultanı sevenin yari
Kendisi gösterdi ol "Yeşil El"i
Emrini tutarsan Kuran incimez
KUL FAKIR'em kuran kurdu âlemi
Velakad Keremna çaldı kalemi
Sağdaki yazıyor hayır olanı
İblis'i gönlünden süren incimez
SAİD EMRE
Velayetnameye göre Hacı Bektaş Veli'ye bağlanan Aksaraylı bir alimdir.önceleri Hz.Pir'e karşı gelen ve daha sonra ona teslim olup dervişi olan bu zat şiirleriyle ünlüdür.Ancak Emre ismini kullandığı için çağdaşı olan Yunus Emreyle karıştırılmıştır.Şiirlerinde ki tarz Yunus Emre ile aynıdır.Mezarının Manisa ili Kula ilçesinde olduğu tahmin edilmektedir.Hz.Pirin vefatından sonra Kolu Açık Hacım Sultan'a bağlanmıştır.Erenlerin eteği dibinde yetişen bu arifin Yunus'a nazireler yapmıştır.Aşağıya Yunusla atışır gibi karşılaştırmalı şiirlerini veriyorum.
Yunus:
Bu bir acâyib haldür bu hâle kimse ermez
Âlimler da’vî kılur velî değme göz görmez
Said:
Değme bir anduğumca yürek yerinde durmaz
Nice kim anı anam gönlüm hiç karar almaz
Yunus:
Lâ şerik’den okursun yine şerik katarsın
Bire iki demeği kimden fetvâ tutarsm
Said
Her dem bile danışup anı kandadur dersin
Uyanık sanma seni yavlak katı uyarsın
Yunus:
Hakk’ı kaçan bulasın Hakk’a kul olmayınca
Erenlerün eşiğün yasdanup yatmayınca
Said:
Gönül kanda dolanur ma’şûkun bulmayınca
Kişi âşık mı olur gönülsüz kalmayınca
Yunus:
Andan beri günildüm dostıla bile geldüm
Bu âleme çıkıcak acâyib hâle geldüm
Said:
Ezelden ben bu ışkı bu mülke tuta geldüm
Yâridüm anda şeksüz yine ol yâre geldüm
Yunus:
Nice bir besleyesin bu kaddile kaameti
Düşdün dünya zevkine unutdun kıyâmeti
Said:
Mal üzere bağlanmaz dervişler mühimmâtı
Dünya ahret söylenmez erenler mekaleti” (Gölpınarlı, 1992: 206- 207).
Bu bir acâyib haldür bu hâle kimse ermez
Âlimler da’vî kılur velî değme göz görmez
Said:
Değme bir anduğumca yürek yerinde durmaz
Nice kim anı anam gönlüm hiç karar almaz
Yunus:
Lâ şerik’den okursun yine şerik katarsın
Bire iki demeği kimden fetvâ tutarsm
Said
Her dem bile danışup anı kandadur dersin
Uyanık sanma seni yavlak katı uyarsın
Yunus:
Hakk’ı kaçan bulasın Hakk’a kul olmayınca
Erenlerün eşiğün yasdanup yatmayınca
Said:
Gönül kanda dolanur ma’şûkun bulmayınca
Kişi âşık mı olur gönülsüz kalmayınca
Yunus:
Andan beri günildüm dostıla bile geldüm
Bu âleme çıkıcak acâyib hâle geldüm
Said:
Ezelden ben bu ışkı bu mülke tuta geldüm
Yâridüm anda şeksüz yine ol yâre geldüm
Yunus:
Nice bir besleyesin bu kaddile kaameti
Düşdün dünya zevkine unutdun kıyâmeti
Said:
Mal üzere bağlanmaz dervişler mühimmâtı
Dünya ahret söylenmez erenler mekaleti” (Gölpınarlı, 1992: 206- 207).
----------------------------MELTEM-CEREN----------------------------------------
KASÎDE DER NA'T-I HAZRET-İ NEBEVÎ (Su Kasidesi)
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.)
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
(şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..)
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.)
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
ıhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. )
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.)
ıste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
(Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.)
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.)
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
(Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.)
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
(Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.)
Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.)
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
(Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi (yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından) kurtarabilir.)
ıçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
(Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.)
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
ıktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su
(Su Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.)
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
(ınsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz. Muhammed’in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.)
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
(Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.)
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
(Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.)
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su
(Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini (bir mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse hayret ile (şaşa kalarak) parmağını ısırır.)
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
(Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su, düşmanına) elbette yılan zehrine döner.)
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
(Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan) yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.)
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
(Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
(Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.)
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
(Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine) derman bilirler.)
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
(Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da
şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
(Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.)
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
(Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.)
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
(Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, (ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.)
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin (alelâde) sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su (damlası) gibi birer inci olmuştur.)
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
(Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su (gözyaşı) döktüğü zaman,)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder