28 Aralık 2009 Pazartesi

Hz. MUHAMMED'İN DOĞUM GÜNÜ VE ESERİ OLAN RIZA ŞEHRİ

Hz. MUHAMMED'İN DOĞUM GÜNÜ VE ESERİ OLAN RIZA ŞEHRİ
Değerli Muhabbet Ehline ..!

Alevilerin inandığı tarih kaynaklarına göre Hz. Muhammed, 20 Nisan 571 tarihinde dünyaya gelmiştir. Başka bir deyimle Alevilerin büyük çoğunluğu Hz. Muhammed’in doğum günü olarak bu tarihi esas alır. Hicri tarih sonradan oluştuğu için Aleviler Hz. Muhammed’in doğumunu Hicri tarihe uyarlama ihtiyacı duymamışlardır.

Hz. Muhammed’in doğum tarihinin bugün olarak kabul edilmesi, inancın temel ilkesi olan 4 Kapı, 40 Makama uyarlandığında ilk 3 Kapı olan Şeriat, Tarikat ve Marifet Kapılarında böyle kabul edilir. Son Kapı olan Hakikat Kapısında ise Hz. Muhammed’in doğumu yoktur. O ezelden bu yana (Kalubela) vardır ve yüce Yaratan, Kainatı yaratırken Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye kendi Nurundan bir Nur kattı ve Kainatı o Nur ile yarattı. Dolayısı ile onların doğumunun ezeli ve ebedi yoktur. Biz Hz. Muhammed’in doğumunu ilk 3 Kapıyı esas almak kaydı ile biraz irdeleyelim / yorumlayalım.

Bir insan dünyaya gelir ve bir dönem sonra vefat eder. Aleviler insanın vefat etmesine genellikle ölüm demeyip Don değiştirme veya Hakka yürüme derler. Bir kişi yaşamından sonra kendinden yaptıkları ile (Amel) ile bahsettirir. Kişi eğer geride iyi veya kötü bir eser bırakmışsa o eseri ile anılır. Eserinin güzel olması ile kişi, bıraktığı eseri sahiplenen insanların kalbinde taht kurar. Sevenleri onun eserine sahip çıkarak onu anar ve ileriki zamana taşırlar.

Bir Peygamber de elbette ümmeti ile ileri taşınır ve sahiplenilir. Onun inanç ve felsefesini rehber edinen insanlar onun eserine sahip çıkarak bir cemaat oluşturur ve bu cemaat süreç içinde esere günün şartlarına göre yeni yorumlar katarak onu sahiplenir ve ileri taşır. Bir esere Yeni yorumların eklenmesi genellikle bölünmelere de sebep olur. Cemaatler yeni yorumların içeriği doğrultusunda ayrı ayrı Mezhep ve Tarikatlar oluşturarak söz konusu kişiyi sahiplenirler. Yeni yeni yorumlar aynı zamanda o yorum etrafında birleşen toplulukların inanç değerleri ve öncelikleri olur. Onların yaşam biçimi olur. Onların özlemi ve orada bulunma kriteri olur.

Alevilerin de elbette Hz. Muhammed hakkında yorum ve kanaatleri vardır. Söz konusu yorum ve kanaatler de elbette onların inanç kriterleri olur. Bu kriterler elbette İnanç kaynakları, temel esaslar, kudsiyetler ve inanç ritüelleri olarak yeniden kendi içinde şekillenirler.
Aleviler 3 Temel inanç kaynağına inanırlar.

Kur’an-ı Kerim,

Rıza Şehri / Medine Şehri Beyannamesi,

İmam Cafer Buyruğu.
Kur’an-ı Kerim, Kutsal Kitaptır. Peygamberimiz Hz. Muhammed bu Kutsal Kitabı insanoğluna tebliğ etmek için gönderilmiştir. Bu yüzden de Peygamberlerin içinde Resul (Kendisine ayrıca Kitap inen) olarak değerlendirilir.

Kur’an-ı Kerim, İnsanları yeni dine davet eden bir çağrı (davet) kitabıdır. Bu Kitap 3 ayrı kategoriye bölünerek değerlendirilir.

Kur’an çağrı kitabı olduğu için tüm insanları yeni dine (İslam) çağırır. Tüm insanlar bu yeni dine davet edilir. Herkesin Kur’an-ı Kerim’e iman etmeleri beyan edilir. Böylece içeriğin bir bölümü çağrı olarak kabul edilir. ‘’ O halde (Resûlüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. (Gasiye : 21)’’

Kitabın ikinci bölümü Kur’an-ı Kerim’den önce inen diğer Semavi dinleri anlatır. Kur’an’ın diğer Semavi dinlerin devamı olduğu beyan edilir. Daha önce gelen diğer Peygamberlerin de varlığı kudsiyetle anılır ve diğer Kitapların da Allahın buyruğu olduğu teyid edilir. Ancak daha önceki Semavi dinlere inanan Cemaatlerin süreç içinde Kutsal kitabın içeriğinden ayrı düştükleri için, diğer inançların artık doğruyu temsil etmediği için hükümlerinin kalmadığı izah edilir. Aleviler Kur’an’da ismi geçen diğer Semavi din Peygamberlerini de kendi Peygamberleri olarak kabul ederler. Tüm Kitaplar, Suhuflar (Kutsal sayfalar) ve Peygamberlerin aynı Allahın elçisi olduklarına ve hepsininde aynı kudsiyeti içerdiğine, bu inanç bütünlüğünün ezelden bu yana (Kalubela) aynı doğrultuda olduğuna inanırlar. ‘’ İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız.. (Ali İmran : 119)’’

Kur’an-ı Kerim pek çok Sure ve ayetinde güncel sorunlara yönelik çözümler içerir. Ancak bizzat Kur’an-ı Kerim’in iniş dönemi içerisinde, daha önce inen bazı ayetler, yeni inen ayetlerle hükümsüz kılınır. Başka bir deyimle, koşulların değişmesi sonucu daha önceleri geçerli olan ayetler, aynı konu hakkında yenileri geldiği için devreden çıkarılır. Bu da yaşamın yorumlanmasının durağan olmadığını, Kudsiyetin yaşama ve olgulara çağdaş persfektik sunulmasına açık olduğuna işarettir. Hz. Ali bir sözünde ‘’Çocuklarınızı şimdiki zamana değil, onların geleceği zama göre eğitin (hazırlayın)’’ buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’in bu bölümünde gelecekle ilgili bazı vurguların ve değerlendirilmelerin (çözümlemelerin) yapılması da aynı bakış açısı ile irdelendiğinde bütünlük arz eder.
Bu vesile ile Kur’an-ı Kerim esasta yeni bir dine çağrı kitabı olarak da algılanabilir.

Rıza Şehri / Medine Şehri Beyannamesi ise bu çağrıyı dikkate alan, ancak buna rağmen kendi örf gelenek ve inaçlarını devam ettirmeyi isteyerek gelen toplulukların bir arada yaşama beyannamesidir. Başka bir deyimle, yeni dinden rahatsız olmayan ancak ona tabi olmayan, onu benimsemeyen insanların da bulunduğu bir ortak platformdur. Kur’an-ı Kerim’in hükümleri bu konuyu destekleyicidir. ‘’Dinde zorlama yoktur... (Bakara : 256) ‘’ ‘’Sizin dininiz size, benim dinim banadır. (Kâfirun : 6)’’. Herkesin kendi içinde kendi dini kurallarına uyan ancak ortak platformda diğerinin inancına dokunmayan ve onu yadırgamayan bir yapılanmadır. Hz. Ali’nin söylediği ve daha sonra Hacı Bektaş Veli tarafından da teyid edilen ‘’Biz 72 Millete aynı nazarla bakarız’’ deyimi bu şehrin insanlarına, bu platforma dahil olmuş topluluklar için söylenmiştir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali, 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç (Hicret) ettikten sonra orada çok ciddi açılımlara öncülük ettiler. Bunlardan biri Musahiplik, diğeri ise 200 kadar kabile, topluluk, gurup, aşiret ve inanç gurubu ile bir platformda anlaşıp onları Rıza Şehri kapsamı etrafında bir arada tutmaktır.
Rıza Şehri Beyannameleri ve uygulamalarında hukukun üstünlüğü esas alınır. Bu toplulukta Peygamber Hz. Muhammed dahil, hiç kimsenin ve gurubun başka kişi ve guruplar üstünde hükümranlığı yoktur. Hiç kimseye fazladan ayrıcalık ve üstünlük tanınmamıştır. Guruplar içerde serbest, ortak platformda eşit statüde konuşlandırılmışlardır. Sadece Hz. Muhammed için, guruplar arasında uzlaşmaz çelişkiler oluştuğunda ‘’Hakem olma’’ hakkı tanınmıştır. Gurup ve topluluklar, tasa da ve kıvançta aynı kader ortağı olmuş ve bu pratikte de uygulanmıştır. Bu yüzden günümüzün deyimi ile Rıza şehrine, Demokrasi ve Hoşgörü platformu da diyebiliriz.

İmam Cafer Buyruğu ise, Hz. Muhammed’den çok sonra 12 İmamlardan İmam Cafer Sadık tarafından günün şartlarına göre yeniden derlenip dizayn edilen bir İnanç Rituel Kitabıdır. Bu kitap sadece inananlara yöneliktir. Rıza Şehrinde ortak platformda birleşen gurupları kapsamaz. İçeriği onları bağlamaz. Onlara her hangi bir sorumluluk yüklemez. Sadece ve sadece Ehli Beyt dostlarına (Tevella), başka deyimle Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dinine İnananlara yöneliktir. (Aleviliğin temel inanç kaynaklarına İmam Cafer Buyruğu dışında ayrıca Erdebil’li Şeyh Safi’nin ‘’Menakubu’l Esrar Behcetü’l Ahrar’’ adlı Buyruğu da ekleyebiliriz.) Bu durumda Hz. Muhammed’i getirdiği yeni din ve sunduğu Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerim dışında onu icraatleri ile anmak gerekecektir. Aleviler Rıza Şehrini o denli benimsemiş ve bilinçaltına yerleştirmişlerdir ki, en ufak bir sorunda içeriği sevgi ve hoşgörü içeren ‘’Rızalık‘’ kelimesini kullanırlar.

Konu hakkında birkaç Örnek verelim.


Herhangi bir delikanlı herhangi bir kızı sevmektedir ve onunla evlenmek istemektedir. Ailesi önce kızın, sonra ailenin Rızalığını arar. Rızalık almak burada gönüllülük anlamında kullanılır.

İki komşu arasında sorunlar çıkmıştır. Ortaya Dede veya başka sözü dinlenilir aracılar girerler ve her iki tarafı Rızalık noktasında uzlaştırır ve barıştırırlar.

Ortada bir Cenaze vardır ve Cenaze kaldırılacaktır. Konu, komşu ‘’Rızalık vermeye gider’’. Cenaze de Rızalık verilir ve öyle uğurlanır.

Lokma dağıtılacaktır, aş yenecektir. Tüm lokmalar dağıtılır ve cemaate sorulur. ‘’Elimde yoktur Tart (veya turt) ile terazi, herkes hakkına oldu mu Razı?’’ Cemaat Rızalık verir ve lokmalar yenir.

İş gücüne ihtiyaç vardır ve ortak iş gücü sergilenecektir. Her ailenin gücüne göre Rızalık alınarak İmece yapılır ve diyelimki köy yolu tamir edilir. İşgücü verme durumundan yoksun bulunan ailelere Rızalık verilir ve sorun edilmez. Bu Örnekler çoğaltılabilir.
Tarihe Rıza Şehri / Medine Vesikası olarak geçen ve toplam 47 maddeden oluştuğu bilinen ortak anlaşma metni Hz. Mumammed tarafından şekillendirilmiş ve Hz. Ali kaleme almıştır. Alevi Ozanlarının deyişlerinde dile getirdiği ‘’Okuyan Muhammed, Yazan Alidir’’ betimlemelerinden biri de bu vesikadır.

Pir Sultan Abdal bir deyişinde şöyle buyurmaktadır.
‘’Pir Sultan’ım eydür şad olup güldü,
Kabe’i Şeriften bir nida geldi.


Hakk’ın emri ile 4 kitap indi

Okuyan Muhammed, yazan Ali’dir’’

Rıza Şehri uygulamalarına kısaca göz attığımızda bu birlikteliğin özünün sevgi, hoşgörü ve demokrasi olduğunu görürüz. Hz. Muhammed Rıza Şehri Beyannamesini 622 yılında oluşturdu ve 632 yılında Hakk’a yürüdü. Bu süre içinde bir tek defa olsun Rıza Şehri Beyannamelerinin dışına çıkılmadı. Orada sevgi ve barış ortamı oluşturuldu. Komşu hakkı yerleştirildi. Hz. Muhammed bir Hadisinde ‘’Komşusu aç olarak yatan bizden değildir’’ buyurarak ortaya ciddi bir konu, komşu hakkı yerleştirildi. Dikkat ediniz Hz. Muhammed burada ‘’Müslüman Komşusu aç olarak yatan bizden değildir’’ demiyor. Sadece komşu diyor.
Kapı, komşu hakkı olarak kültürel değerlerimize yansıyan, orada yer bulan ve benimsenerek günümüze kadar süregelen pek çok uygulama Rıza Şehri uygulamalarından kalmadır. Bu uygulamaların bir kısmı dinsel kavramlar içinde yer buldu ve zaman zaman dini ritüellere kadar girdi. Örneğin bir insan kurban kestiğinde bu kurban etinin bir kısmı bölüştürülüp kapı komşuya Hakk Rızası için ikram edilir. Kapı komşuya ikram edilen Kurban eti için o komşunun İslam dininden olma zorunluluğu yoktur. Rızalık denilen uygulama Cemlerde de görülür. Örneğin bir konuda suçu / kusuru görülen bir kişinin yargılanması Rızalık esasına göre uygulanır. Kusurlar Ceme katılan Canların önünde ve onların fikri alınarak, sorumlulukda onların da söz sahibi olma esasına dayanarak sağlanır. Rızalık o kadar hassas temeller üzerinde kuruludur ki, Cem de suçu sabit görülen kişiye verilen Ceza da ailesinin mağdur olmaması, ailesine ve çocuklarına olan sorumluluklarını devam ettirmesi için kişi sadece toplumdan izole edilir. Başka bir deyimle kişi Cem de kendisi hakkında verilen izole yaptırımı sonucu, Rıza Şehri insanlarının kendi aralarında ki ilişki ve muhabbetlerinin dışında tutulur. Kişi Rıza Şehri kurallarını ihlal ettiği için o şehrin özellik ve güzelliklerinin dışına alınır.

Pir Sultan Abdal bir deyişinde şöyle buyurur.
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir Rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi?
Kurban Bayramı ve benzeri özel günlerde konu komşunun bir birleri ile bayramlaşmaları, helâlleşmeleri, bir biri ile barışık olmaları hepsi Rıza Şehri uygulamalarıdır. Alevi geleneklerinin çoğu oradan kalmadır. Bu ilişki toplumda sosyal bir ihtiyaç olduğu için kültürümüzde de geniş bir etki alanı bulmuş ve ‘’Konu Komşu bir birinin külüne muhtaçtır’’ sözleri ile güncel yaşamın önemli bir yerini işgal etmiştir.
Rıza Şehri uygulamaları tamamen Gönüllülük esasına göre sağlanmıştır. Kişinin Rıza Şehrine girmesi için herhangi bir zorlama olmadığı gibi, girmeyenler için bir dışlama da söz konusu değildir. Ancak Rıza Şehrinin hoşgörü, paylaşım ve sevgi kurallarının o şehre dahil olan insanlar tarafından ihlal edilmemeleri için kişi veya guruplar sorumlulukları konusunda bilgilendirilirler.

Rıza Şehrinde Dış Kapılar Kilitlenmez.
Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.
Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır.
Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.
Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin ve iftira yoktur.
Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.
Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.
Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.
Rıza Şehri, Rızalığa Razı olanların şehridir.

Rıza Şehri uygulamaları Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra Ehl-i Beyt ve onu seven dostları (Tevella) tarafından sürdürülerek günümüze kadar geldi. Alevilerin, Ehl-i Beyte bu denli bağlı olmalarının bir nedeni de Rıza Şehrinin sevgi şehri olmasıdır. Tüm farklı fikirlerin orada bir değişik çiçek tarlası gibi sergilenmesi ve kabul görmesidir. Alevilerin temel İnanç Kaynaklarının içinde Rıza Şehrinin de bulunması bu güzellik ve muhabbetten dolayıdır. Orası Kamil insanların şehridir.
Rıza Şehri insanlarının farklı etnik köken ve inançlardan olması bu şehrin ayrı bir güzelliğidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali toplumsal uzlaşmayı orada sağladılar. Orada oluşturdular ve orada oturttular.
Musahiplik bu şehirde kabul gördü ve kudsiyete bürünerek günümüze kadar geldi.
Hz. Muhammed ile birlikte Hicret eden Canlar orada ayrı ayrı mekânlara yerleştirildiler.
Hz. Muhammed ile birlikte olan Canlar oradan çıktılar. Onun için canını seve seve veren insanlar oradan çıktılar.
Rıza Şehri ilk İnsan Hakları Evrensel Beyanname şehridir.
Rıza Şehri Barış ve demokrasi şehridir. Hukukun üstünlüğü en geniş anlamda ilk defa orada sağlandı.
Rıza Şehrinin bu güzelliklere sahip olması Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile sağlandı. Oranın ilk toplumsal barış ve sevgi mimarları onlardır.
Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin geride bıraktığı en önemli eserlerinden biri işte bu şehrin örnek uygulamalarıdır. Bu güzel insanlar o güzide eserleri ile sevilir ve gönüllerde taht kurarlar. Alevilerin derin Ehli Beyt sevgisinin temelinde bu güzellikler yatar.
Rıza Şehri uygulamalarından 1326 yıl sonra Batı dünyası öncülüğünde çok övündükleri Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (1948 yılı) hazırlanmıştır. Ancak hemen peşinden Birleşmiş Milletlerde Kurucu Konsey üyesi 5 Ülkeye (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere) Veto Hakkı vardır, ama Rıza Şehri Mimarı olan Hz. Muhammed ve Hz. Ali, bu metni kendileri hazırladıkları halde metne böyle bir ayrıcalık konulmamış, pratikte de uygulanmamıştır. Kendilerine Veto hakkı koyan ülkelerin en büyük yanlışlığı da buradadır. Dünya barışının halen sağlanmamasında Rıza Şehri uygulamalarının bulunmamasıdır. Bu da Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin ne kadar büyük ve çağdaş şahsiyetler olduklarının ayrı bir delilidir.

Muhabbetlerimle
Kâzım Balaban / Viyana

Hz. MUHAMMED'İN DOĞUM GÜNÜ VE ESERİ OLAN RIZA ŞEHRİ

Hz. MUHAMMED'İN DOĞUM GÜNÜ VE ESERİ OLAN RIZA ŞEHRİ
Değerli Muhabbet Ehline ..!

Alevilerin inandığı tarih kaynaklarına göre Hz. Muhammed, 20 Nisan 571 tarihinde dünyaya gelmiştir. Başka bir deyimle Alevilerin büyük çoğunluğu Hz. Muhammed’in doğum günü olarak bu tarihi esas alır. Hicri tarih sonradan oluştuğu için Aleviler Hz. Muhammed’in doğumunu Hicri tarihe uyarlama ihtiyacı duymamışlardır.

Hz. Muhammed’in doğum tarihinin bugün olarak kabul edilmesi, inancın temel ilkesi olan 4 Kapı, 40 Makama uyarlandığında ilk 3 Kapı olan Şeriat, Tarikat ve Marifet Kapılarında böyle kabul edilir. Son Kapı olan Hakikat Kapısında ise Hz. Muhammed’in doğumu yoktur. O ezelden bu yana (Kalubela) vardır ve yüce Yaratan, Kainatı yaratırken Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye kendi Nurundan bir Nur kattı ve Kainatı o Nur ile yarattı. Dolayısı ile onların doğumunun ezeli ve ebedi yoktur. Biz Hz. Muhammed’in doğumunu ilk 3 Kapıyı esas almak kaydı ile biraz irdeleyelim / yorumlayalım.

Bir insan dünyaya gelir ve bir dönem sonra vefat eder. Aleviler insanın vefat etmesine genellikle ölüm demeyip Don değiştirme veya Hakka yürüme derler. Bir kişi yaşamından sonra kendinden yaptıkları ile (Amel) ile bahsettirir. Kişi eğer geride iyi veya kötü bir eser bırakmışsa o eseri ile anılır. Eserinin güzel olması ile kişi, bıraktığı eseri sahiplenen insanların kalbinde taht kurar. Sevenleri onun eserine sahip çıkarak onu anar ve ileriki zamana taşırlar.

Bir Peygamber de elbette ümmeti ile ileri taşınır ve sahiplenilir. Onun inanç ve felsefesini rehber edinen insanlar onun eserine sahip çıkarak bir cemaat oluşturur ve bu cemaat süreç içinde esere günün şartlarına göre yeni yorumlar katarak onu sahiplenir ve ileri taşır. Bir esere Yeni yorumların eklenmesi genellikle bölünmelere de sebep olur. Cemaatler yeni yorumların içeriği doğrultusunda ayrı ayrı Mezhep ve Tarikatlar oluşturarak söz konusu kişiyi sahiplenirler. Yeni yeni yorumlar aynı zamanda o yorum etrafında birleşen toplulukların inanç değerleri ve öncelikleri olur. Onların yaşam biçimi olur. Onların özlemi ve orada bulunma kriteri olur.

Alevilerin de elbette Hz. Muhammed hakkında yorum ve kanaatleri vardır. Söz konusu yorum ve kanaatler de elbette onların inanç kriterleri olur. Bu kriterler elbette İnanç kaynakları, temel esaslar, kudsiyetler ve inanç ritüelleri olarak yeniden kendi içinde şekillenirler.
Aleviler 3 Temel inanç kaynağına inanırlar.

Kur’an-ı Kerim,

Rıza Şehri / Medine Şehri Beyannamesi,

İmam Cafer Buyruğu.
Kur’an-ı Kerim, Kutsal Kitaptır. Peygamberimiz Hz. Muhammed bu Kutsal Kitabı insanoğluna tebliğ etmek için gönderilmiştir. Bu yüzden de Peygamberlerin içinde Resul (Kendisine ayrıca Kitap inen) olarak değerlendirilir.

Kur’an-ı Kerim, İnsanları yeni dine davet eden bir çağrı (davet) kitabıdır. Bu Kitap 3 ayrı kategoriye bölünerek değerlendirilir.

Kur’an çağrı kitabı olduğu için tüm insanları yeni dine (İslam) çağırır. Tüm insanlar bu yeni dine davet edilir. Herkesin Kur’an-ı Kerim’e iman etmeleri beyan edilir. Böylece içeriğin bir bölümü çağrı olarak kabul edilir. ‘’ O halde (Resûlüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. (Gasiye : 21)’’

Kitabın ikinci bölümü Kur’an-ı Kerim’den önce inen diğer Semavi dinleri anlatır. Kur’an’ın diğer Semavi dinlerin devamı olduğu beyan edilir. Daha önce gelen diğer Peygamberlerin de varlığı kudsiyetle anılır ve diğer Kitapların da Allahın buyruğu olduğu teyid edilir. Ancak daha önceki Semavi dinlere inanan Cemaatlerin süreç içinde Kutsal kitabın içeriğinden ayrı düştükleri için, diğer inançların artık doğruyu temsil etmediği için hükümlerinin kalmadığı izah edilir. Aleviler Kur’an’da ismi geçen diğer Semavi din Peygamberlerini de kendi Peygamberleri olarak kabul ederler. Tüm Kitaplar, Suhuflar (Kutsal sayfalar) ve Peygamberlerin aynı Allahın elçisi olduklarına ve hepsininde aynı kudsiyeti içerdiğine, bu inanç bütünlüğünün ezelden bu yana (Kalubela) aynı doğrultuda olduğuna inanırlar. ‘’ İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız.. (Ali İmran : 119)’’

Kur’an-ı Kerim pek çok Sure ve ayetinde güncel sorunlara yönelik çözümler içerir. Ancak bizzat Kur’an-ı Kerim’in iniş dönemi içerisinde, daha önce inen bazı ayetler, yeni inen ayetlerle hükümsüz kılınır. Başka bir deyimle, koşulların değişmesi sonucu daha önceleri geçerli olan ayetler, aynı konu hakkında yenileri geldiği için devreden çıkarılır. Bu da yaşamın yorumlanmasının durağan olmadığını, Kudsiyetin yaşama ve olgulara çağdaş persfektik sunulmasına açık olduğuna işarettir. Hz. Ali bir sözünde ‘’Çocuklarınızı şimdiki zamana değil, onların geleceği zama göre eğitin (hazırlayın)’’ buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’in bu bölümünde gelecekle ilgili bazı vurguların ve değerlendirilmelerin (çözümlemelerin) yapılması da aynı bakış açısı ile irdelendiğinde bütünlük arz eder.
Bu vesile ile Kur’an-ı Kerim esasta yeni bir dine çağrı kitabı olarak da algılanabilir.

Rıza Şehri / Medine Şehri Beyannamesi ise bu çağrıyı dikkate alan, ancak buna rağmen kendi örf gelenek ve inaçlarını devam ettirmeyi isteyerek gelen toplulukların bir arada yaşama beyannamesidir. Başka bir deyimle, yeni dinden rahatsız olmayan ancak ona tabi olmayan, onu benimsemeyen insanların da bulunduğu bir ortak platformdur. Kur’an-ı Kerim’in hükümleri bu konuyu destekleyicidir. ‘’Dinde zorlama yoktur... (Bakara : 256) ‘’ ‘’Sizin dininiz size, benim dinim banadır. (Kâfirun : 6)’’. Herkesin kendi içinde kendi dini kurallarına uyan ancak ortak platformda diğerinin inancına dokunmayan ve onu yadırgamayan bir yapılanmadır. Hz. Ali’nin söylediği ve daha sonra Hacı Bektaş Veli tarafından da teyid edilen ‘’Biz 72 Millete aynı nazarla bakarız’’ deyimi bu şehrin insanlarına, bu platforma dahil olmuş topluluklar için söylenmiştir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali, 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç (Hicret) ettikten sonra orada çok ciddi açılımlara öncülük ettiler. Bunlardan biri Musahiplik, diğeri ise 200 kadar kabile, topluluk, gurup, aşiret ve inanç gurubu ile bir platformda anlaşıp onları Rıza Şehri kapsamı etrafında bir arada tutmaktır.
Rıza Şehri Beyannameleri ve uygulamalarında hukukun üstünlüğü esas alınır. Bu toplulukta Peygamber Hz. Muhammed dahil, hiç kimsenin ve gurubun başka kişi ve guruplar üstünde hükümranlığı yoktur. Hiç kimseye fazladan ayrıcalık ve üstünlük tanınmamıştır. Guruplar içerde serbest, ortak platformda eşit statüde konuşlandırılmışlardır. Sadece Hz. Muhammed için, guruplar arasında uzlaşmaz çelişkiler oluştuğunda ‘’Hakem olma’’ hakkı tanınmıştır. Gurup ve topluluklar, tasa da ve kıvançta aynı kader ortağı olmuş ve bu pratikte de uygulanmıştır. Bu yüzden günümüzün deyimi ile Rıza şehrine, Demokrasi ve Hoşgörü platformu da diyebiliriz.

İmam Cafer Buyruğu ise, Hz. Muhammed’den çok sonra 12 İmamlardan İmam Cafer Sadık tarafından günün şartlarına göre yeniden derlenip dizayn edilen bir İnanç Rituel Kitabıdır. Bu kitap sadece inananlara yöneliktir. Rıza Şehrinde ortak platformda birleşen gurupları kapsamaz. İçeriği onları bağlamaz. Onlara her hangi bir sorumluluk yüklemez. Sadece ve sadece Ehli Beyt dostlarına (Tevella), başka deyimle Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dinine İnananlara yöneliktir. (Aleviliğin temel inanç kaynaklarına İmam Cafer Buyruğu dışında ayrıca Erdebil’li Şeyh Safi’nin ‘’Menakubu’l Esrar Behcetü’l Ahrar’’ adlı Buyruğu da ekleyebiliriz.) Bu durumda Hz. Muhammed’i getirdiği yeni din ve sunduğu Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerim dışında onu icraatleri ile anmak gerekecektir. Aleviler Rıza Şehrini o denli benimsemiş ve bilinçaltına yerleştirmişlerdir ki, en ufak bir sorunda içeriği sevgi ve hoşgörü içeren ‘’Rızalık‘’ kelimesini kullanırlar.

Konu hakkında birkaç Örnek verelim.


Herhangi bir delikanlı herhangi bir kızı sevmektedir ve onunla evlenmek istemektedir. Ailesi önce kızın, sonra ailenin Rızalığını arar. Rızalık almak burada gönüllülük anlamında kullanılır.

İki komşu arasında sorunlar çıkmıştır. Ortaya Dede veya başka sözü dinlenilir aracılar girerler ve her iki tarafı Rızalık noktasında uzlaştırır ve barıştırırlar.

Ortada bir Cenaze vardır ve Cenaze kaldırılacaktır. Konu, komşu ‘’Rızalık vermeye gider’’. Cenaze de Rızalık verilir ve öyle uğurlanır.

Lokma dağıtılacaktır, aş yenecektir. Tüm lokmalar dağıtılır ve cemaate sorulur. ‘’Elimde yoktur Tart (veya turt) ile terazi, herkes hakkına oldu mu Razı?’’ Cemaat Rızalık verir ve lokmalar yenir.

İş gücüne ihtiyaç vardır ve ortak iş gücü sergilenecektir. Her ailenin gücüne göre Rızalık alınarak İmece yapılır ve diyelimki köy yolu tamir edilir. İşgücü verme durumundan yoksun bulunan ailelere Rızalık verilir ve sorun edilmez. Bu Örnekler çoğaltılabilir.
Tarihe Rıza Şehri / Medine Vesikası olarak geçen ve toplam 47 maddeden oluştuğu bilinen ortak anlaşma metni Hz. Mumammed tarafından şekillendirilmiş ve Hz. Ali kaleme almıştır. Alevi Ozanlarının deyişlerinde dile getirdiği ‘’Okuyan Muhammed, Yazan Alidir’’ betimlemelerinden biri de bu vesikadır.

Pir Sultan Abdal bir deyişinde şöyle buyurmaktadır.
‘’Pir Sultan’ım eydür şad olup güldü,
Kabe’i Şeriften bir nida geldi.


Hakk’ın emri ile 4 kitap indi

Okuyan Muhammed, yazan Ali’dir’’

Rıza Şehri uygulamalarına kısaca göz attığımızda bu birlikteliğin özünün sevgi, hoşgörü ve demokrasi olduğunu görürüz. Hz. Muhammed Rıza Şehri Beyannamesini 622 yılında oluşturdu ve 632 yılında Hakk’a yürüdü. Bu süre içinde bir tek defa olsun Rıza Şehri Beyannamelerinin dışına çıkılmadı. Orada sevgi ve barış ortamı oluşturuldu. Komşu hakkı yerleştirildi. Hz. Muhammed bir Hadisinde ‘’Komşusu aç olarak yatan bizden değildir’’ buyurarak ortaya ciddi bir konu, komşu hakkı yerleştirildi. Dikkat ediniz Hz. Muhammed burada ‘’Müslüman Komşusu aç olarak yatan bizden değildir’’ demiyor. Sadece komşu diyor.
Kapı, komşu hakkı olarak kültürel değerlerimize yansıyan, orada yer bulan ve benimsenerek günümüze kadar süregelen pek çok uygulama Rıza Şehri uygulamalarından kalmadır. Bu uygulamaların bir kısmı dinsel kavramlar içinde yer buldu ve zaman zaman dini ritüellere kadar girdi. Örneğin bir insan kurban kestiğinde bu kurban etinin bir kısmı bölüştürülüp kapı komşuya Hakk Rızası için ikram edilir. Kapı komşuya ikram edilen Kurban eti için o komşunun İslam dininden olma zorunluluğu yoktur. Rızalık denilen uygulama Cemlerde de görülür. Örneğin bir konuda suçu / kusuru görülen bir kişinin yargılanması Rızalık esasına göre uygulanır. Kusurlar Ceme katılan Canların önünde ve onların fikri alınarak, sorumlulukda onların da söz sahibi olma esasına dayanarak sağlanır. Rızalık o kadar hassas temeller üzerinde kuruludur ki, Cem de suçu sabit görülen kişiye verilen Ceza da ailesinin mağdur olmaması, ailesine ve çocuklarına olan sorumluluklarını devam ettirmesi için kişi sadece toplumdan izole edilir. Başka bir deyimle kişi Cem de kendisi hakkında verilen izole yaptırımı sonucu, Rıza Şehri insanlarının kendi aralarında ki ilişki ve muhabbetlerinin dışında tutulur. Kişi Rıza Şehri kurallarını ihlal ettiği için o şehrin özellik ve güzelliklerinin dışına alınır.

Pir Sultan Abdal bir deyişinde şöyle buyurur.
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir Rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi?
Kurban Bayramı ve benzeri özel günlerde konu komşunun bir birleri ile bayramlaşmaları, helâlleşmeleri, bir biri ile barışık olmaları hepsi Rıza Şehri uygulamalarıdır. Alevi geleneklerinin çoğu oradan kalmadır. Bu ilişki toplumda sosyal bir ihtiyaç olduğu için kültürümüzde de geniş bir etki alanı bulmuş ve ‘’Konu Komşu bir birinin külüne muhtaçtır’’ sözleri ile güncel yaşamın önemli bir yerini işgal etmiştir.
Rıza Şehri uygulamaları tamamen Gönüllülük esasına göre sağlanmıştır. Kişinin Rıza Şehrine girmesi için herhangi bir zorlama olmadığı gibi, girmeyenler için bir dışlama da söz konusu değildir. Ancak Rıza Şehrinin hoşgörü, paylaşım ve sevgi kurallarının o şehre dahil olan insanlar tarafından ihlal edilmemeleri için kişi veya guruplar sorumlulukları konusunda bilgilendirilirler.

Rıza Şehrinde Dış Kapılar Kilitlenmez.
Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.
Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır.
Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.
Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin ve iftira yoktur.
Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.
Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.
Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.
Rıza Şehri, Rızalığa Razı olanların şehridir.

Rıza Şehri uygulamaları Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra Ehl-i Beyt ve onu seven dostları (Tevella) tarafından sürdürülerek günümüze kadar geldi. Alevilerin, Ehl-i Beyte bu denli bağlı olmalarının bir nedeni de Rıza Şehrinin sevgi şehri olmasıdır. Tüm farklı fikirlerin orada bir değişik çiçek tarlası gibi sergilenmesi ve kabul görmesidir. Alevilerin temel İnanç Kaynaklarının içinde Rıza Şehrinin de bulunması bu güzellik ve muhabbetten dolayıdır. Orası Kamil insanların şehridir.
Rıza Şehri insanlarının farklı etnik köken ve inançlardan olması bu şehrin ayrı bir güzelliğidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali toplumsal uzlaşmayı orada sağladılar. Orada oluşturdular ve orada oturttular.
Musahiplik bu şehirde kabul gördü ve kudsiyete bürünerek günümüze kadar geldi.
Hz. Muhammed ile birlikte Hicret eden Canlar orada ayrı ayrı mekânlara yerleştirildiler.
Hz. Muhammed ile birlikte olan Canlar oradan çıktılar. Onun için canını seve seve veren insanlar oradan çıktılar.
Rıza Şehri ilk İnsan Hakları Evrensel Beyanname şehridir.
Rıza Şehri Barış ve demokrasi şehridir. Hukukun üstünlüğü en geniş anlamda ilk defa orada sağlandı.
Rıza Şehrinin bu güzelliklere sahip olması Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile sağlandı. Oranın ilk toplumsal barış ve sevgi mimarları onlardır.
Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin geride bıraktığı en önemli eserlerinden biri işte bu şehrin örnek uygulamalarıdır. Bu güzel insanlar o güzide eserleri ile sevilir ve gönüllerde taht kurarlar. Alevilerin derin Ehli Beyt sevgisinin temelinde bu güzellikler yatar.
Rıza Şehri uygulamalarından 1326 yıl sonra Batı dünyası öncülüğünde çok övündükleri Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (1948 yılı) hazırlanmıştır. Ancak hemen peşinden Birleşmiş Milletlerde Kurucu Konsey üyesi 5 Ülkeye (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere) Veto Hakkı vardır, ama Rıza Şehri Mimarı olan Hz. Muhammed ve Hz. Ali, bu metni kendileri hazırladıkları halde metne böyle bir ayrıcalık konulmamış, pratikte de uygulanmamıştır. Kendilerine Veto hakkı koyan ülkelerin en büyük yanlışlığı da buradadır. Dünya barışının halen sağlanmamasında Rıza Şehri uygulamalarının bulunmamasıdır. Bu da Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin ne kadar büyük ve çağdaş şahsiyetler olduklarının ayrı bir delilidir.

Muhabbetlerimle
Kâzım Balaban / Viyana

ALEVİLİĞİ NASIL ALGILAMALI?

ALEVİLİĞİ NASIL ALGILAMALI?

1. Aleviler’e İlişkin Adlandırmalar ve Niteleyici Kavramlar:


İslam Peygamberi Muhammed’in (571-632) ölümünden sonra, kimin Halife olacağı konusunda Ali Ebu Talip (598-661)’in Halife olmasından yana tavır koyan kesime Şia-i Ali adı verilmiştir. Arapça kökenli olan bu sözcük Ali taraftarları, Ali’yi sevenler ya da Ali yandaşları ve onun izinden yürüyenler anlamına gelir. Bununla birlikte Ehlibeyt’e, aşırı derecede bağlı olmak anlamına gelen Rafızi sözcüğünün, bundan farklı ve olumsuz bir biçimde Aleviler’e yakıştırıldığı biliniyor. Rafızi teriminin, tümüyle hakaret anlamıyla kullanıldığı, kullanıla geldiği, Ehlibeyt’e duydukları aşırı sevgi nedeniyle şeriata ve gerçeklere ters düşen, yoldan sapan anlamında, bir itham ve suçlama terimi olarak ileri sürüldüğü gözardı edilmemeli. Bununla birlikte Kuran’daki âyetlerin zâhiri değil, bâtıni anlamlarını yeğlemeleri nedeniyle, özellikle 10-11. yüzyıllarda, Aleviler’in yaygın bir biçimde Bâtıni ve Bâtıniler biçiminde nitelendirildikleri de görülür.

Şia-i Ali ile hemen hemen aynı anlama gelen Alevi sözcüğününse ne zanman kullanılmaya başlandığı tarih hakkında kesin bilgimiz yok. Alevilik’le Şiilik’in kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı günümüzde, Alevilik adının, en kapsamlı sözcük durumunda bulunduğu, Alevilik kapssamında düşünülen tüm inanç kollarını kucaklayan şemsiye sözcük olarak kullanıldığına tanık olmaktayız.

Bektaşilik, 13.yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş-i Veli’nin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra Erkânname’si düzenlenerek yapılandırılan bir Alevi tarikatının adıdır. Bu tarikatı benimseyen kimselerin kendilerini Bektaşi, Alevi-Bektaşi olarak adlandırmaları ya da böyle adlandırılmaları, onların Alevilik’ten ayrı veya farklı bir yol izlediklerini göstermez. Her Bektaşi’nin kaçınılmaz olarak Alevi olduğu, ama her Alevi olanınsa mutlaka Bektaşi olarak görülmesinin gerekmediği gerçeği unutulmamalı. Bir diğer önemli nokta da, Hacı Bektâş-i Veli’nin, öncelikle Türkiye’de yaşayan -Bektasi olsun olmasın- hemen hemen tüm Alevi kesimlerinin saygı duydukları, "El ele el Hakka" bağlamında Serçeçme kabul ettikleri konusudur. Bektaşilik’in Balım Sultan tarafından kuruluşundan iki yüz yıl kadar önce ve Hacı Bektaşi Veli’nin sağlığında gerçekleştirilmiş olan sözkonusu yapılanmanın, Türkiye’deki Alevilik’in başlıca esaslarından biri olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Aleviler’e verilen adlar arasında Kızılbaş sözcüğünün de önemli bir yer kapladığı görülür. Ebu Deccane ve Hz. Ali’nin başlarına bağladıkları kızıl veya kırmızı sarıktan ileri geldiği söylenen Kızılbaş nitelemesinin çok daha eskilere uzandığı görüşlerine de rastlanılır. Bundan hareketle 12 dilimli tacınsa, sözkonusu eski geleneğin resmi bir kisve haline gelmesinden başka bir şey olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Özünde, inandığı yolda ölümü göze alabilen yüksek bir özveriyi ifade eden Kızılbaş sözcüğünün, Aleviler’e karşı olanlarca kötü anlamda kullanıldığı bilinmekle birlikte, Alevi şair ve düşünürlerin bu söze sahip çıktıkları ve gögüslerini kabartarak "Kızlbaş’ım Kızılbaş" demeye devam ettiklerini izlemekteyiz.

Aralarında belirli farklar olmakla birlikte, denebilir ki Şia terimi, Safevi Devleti’nin sonlarına kadar, hemen hemen tüm Ali ve Ehlibeyt yanlılarını kapsamına alan bir anlama sahipti. İran’da özellikle 1732’lerden itibaren, yani Afşar Beyi Nadir Şah’ın yönetimi ele geçirmesinen sonra, Sünniliğin hızla güçlendiğine tanık oluruz. Nadir Şah, Şiiliğin Sünniliğe yaklaştırılması yönünde planlı ve uzun vadeli bir çalışmayı başlatır. Ulemayı görevlendirip işleri sistemli bir biçimde yürütmeye koyulur. Bu süreç aksamadan sürer. Zamanla Mısır’daki Ezher bilginleri de devreye girip, Şia bilginleri ile işbirliği yaparak, sözkonusu girişimi desteklerler. Bu çabaya Türkiye ve diğer ülkelerin bazı dinadamları da arka çıkarlar. Nihayet 1960’lı yıllarda, İran Şiiliği, Sünniliğe yeteri kadar benzetilmiş ve artık "Caferilik"in de "Hak mezhebi" sayılması yönünde Ezher şeyhlerinin en büyüğü tarafından gereken fetva verilmiştir. 1979 İran İslam Devrimi sonucu molların iktidara gelmesi, Şeriat’ın siyasal erki ele geçirmesi ile sonuçlanmış ve İran dünyaya Şeriat yönetimleri ihraç eden bir merkez haline gelmiştir. Bugün Aleviler’in, özellikle de Türkiye’de yaşayan Aleviler’in, sahip oldukları inanç ve kültür sistemininin dayandığı temel değerlerle, günümüz Şiiliği’nin, özellikle de İran Şiiliği ve benzerlerinin sahip oldukları arasında son derece derin uçurumlar ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler sonunda, Şiilik’le aramızda, Ali ve Oniki İmam sevgisi dışında - pek bir benzerlik kalmış değildir. Aleviler’in; Şeriat’ı dünya düzeni haline getirmek isteyen Sünni kesimlerle işbirliği içinde ve aynı yönde hareket eden İran Şiiliği’ne sıcak bakmadıklarını, kendilerini hiçbir biçimde onunla aynı yere koymak istemediklerini, önemle vurgulamakta yarar olduğu kanısındayız.

Günümüzde Alevi coğrafyasında bir hayli değişiklikler gerçekleşmiş, Avrupa ülkelerinin yanısıra dünyanın bir çok yerinde Aleviler’in varlığından ve Alevilik’den sözedilir olmuştur. Balkan ülkelerinde Alevi-Bektaşiler gözle görülür bir yoğunluğa ulaşmış, geçmişte sönükleşen dergâhlarını yeniden canlandırmış bulunmaktadırlar. İran’da da, benzeri Şiilik anlayışının yaşandığı diğer ülkelerde de kendilerini Alevi kabul eden toplulukların varlığı dikkate alınırsa, Aleviliği "Anadolu" veya Türkiye ile sınırlamanın gerçekçi bir yaklaşım olmadığı açıkça görülür.

Önemle belirtilmesi gereken bir diğer nokta da Aleviler’in; etnik köken ve konuştukları diller bakımından tekdüze olmdıkları, son derece renkli bir görünüm sergiledikleridir. Kimi çevrelerin ve politik amaçlı bazı araştırmacıların, Aleviler’i tek ulusa ve tek dile bağlamaya çalışmaları hiç de doğru ve gerçekçi bir tutum değildir ve olamaz da. Bu tür anlayışlar olsa olsa dar-milliyetçi ve faydacı bir tutumu yansıtır, gerçekliği ise gözardı etmeye çalışırlar.

Tarihin bu evresinde, Şia-i Ali kolları arasındaki farklılıklar bir hayli büyümüş, ciddi ayrılık noktaları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kimileri artık ayrı zeminlerde değerlendirilir bir hal almış, ufak benzerlikler dışında, aralarında ciddiye alınır benzerlikler, ortak noktalar neredeyse kalmamış ya da çok azalmıştır denebilir.


2. Aleviliğin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi:
Aleviler’e ve yaygın kanıya göre; İslam Peygamberi, amcası oğlu ve beş yaşından itibaren yanına alıp büyüttüğü Ali’yi, daha baştan beri kendisine yardımcı (vezir) ve vasi (onu temsil edecek kişi) olarak tayin etmiştir. Ölümüne yakın gittiği Hac’dan dönerken Gadri Humm denilen yerde verdiği hutbe ile de, kendisinden sonra Ali’nin Hilafet makamına geçmesi gerektiğini açıkça beyan etmiş, böylece ölümünden sonra doğabilecek huzursuzluklar önlenmek istenmiştr. Peygamber’in Ali’ye bahşettiği bu yeni görev nedeniyle, Ömer’in Ali’yi kutladığı, hatta hemen orada kendisinie biat ettiği de söylenir. Bunu izleyen gelişmeler, işin istenildiği gibi gitmediğini, Peygamber’in cenazesi henüz yerdeyken huzursuzlukların ortaya çıktığını, Ali’ye verilmiş olan imamet hakkının, en başta Ebu Bekir, Ömer ve Osman tarafından tanınmadığını kanıtlıyor.
Peygamber’in ölümünü (632) fırsat bilen Ebu Bekir, Ömer başta olmak üzere bazı kişiler, Ali’nin cenaze işleriyle uğraştığı bir sırada başka bir yerde toplanıp, Muhammed’in Hz. Ali’ye ilişkin istek ve buyruklarını hiçe sayarak, Ebu Bekir’i Halife ilan etmeleri, bir büyük ayrılığın başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu olay Ali taraftarlarının tepkisine yolaçarak, Ali’nin haksızlığa uğradığı, hakkı olan halifeliğin gasbedildiği düşüncesinin yayılmasına neden oldu. Birçok insan Ali’ye başvurup, onun bu duruma müdahale etmesini, gerekirse zor kullanarak hakkı olan halifeliği geri almasını önerdi. Ancak o, İslam’ın henüz yeni olması nedeniyle ciddi yaralar alabileceğinden kaygı duyarak, makam ve mertebe için kan dökülmesinin doğru olmadığını düşünerek, müttevazı yaşamına devam etti. Daha sonra oğulları Hasan ve Hüseyin de aynı doğrultuda aynı şekilde davranmayı yeğlediler...

Ebu Bekir’i, Ömer’in ve Osman’ın halifelikleri izledi. Ancak Osman’ın ayaklanan halk tarafından öldürülmesinden sonra, Ali bizzat karşı çıktığı halde, halkın ve ileri gelenlerin isteği ve baskısı üzerine halifeliği kabul etmek zorunda kaldı. Beş yıl gibi kısa ve olaylı geçen halifelik döneminde, kendisinden öncekilerden ne denli farklı olduğunu açıklıkla ortaya koydu.

Onun yöneticilik ya da halifelik anlayışı diğerlerinden bir hayli farklı idi ve her alanda hakça bir uygulamayı amaçlıyordu. Bu, Hz. Ali’ye bizzat biat ettikleri halde, önceki halifeler zamanında çeşitli ayrıcalıklar elde etmiş olanların sert bir tutum izlemelerine neden yolaçtı. Çünkü onlar, elde ettikleri aslan payından vazgeçmek niyetinde değillderdi. Çıkarlar ve ayrıcalıklar ağır basıyordu. Bir bakıma gerçekten inanmış olanlarla inanır görünen, çıkarları söz konusu olduğu zaman İslam’ı istismar etmekte herhangi bir sakınca görmeyenler arasındaki farklılığı yansıtıyordu.

Diğer taraftan olaylar; taraflar arasındaki görüş ayrılığının, sadece kimin halife olacağı noktasında değil, İslam’ın uygulanışı ve nasıl anlaşılması gerektiği konularında da sürdüğünü ortaya koydu. Muhammed’in Ehl-i Beyti, sağ kalan bazı sahabeler ve kemerbestlerle Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Süfyan ailesinin başını çektiği Umeyyeoğuları arasında derin ayrılıklar başgösterdi. Bu ayrılıklar Ömer ve özellikle de Halife Osman zamanında daha da büyüdü. Halife Osman’ın öldürülmesini bahane ederek Ali’nin halifeliğini tanımak istemeyen Ebu Süfyan oğlu Şam Valisi Muaviye, Muhammed’in eşi Aişe’nin yanısıra Zübeyr ve Talha gibi etkili pek çok kişi düşmanca bir tutum aldılar. Böylece çıkar cephesi, Ümeyyeoğulları yararına genişleyip güçlendi.

Muhammed zamanında ancak ihtiyacı olan kimselerin yararlanabildiği Beytülmal, yani devlet hazinesi, özellikle Osman’ın halifeliği döneminde, öncelikle Umeyyeoğulları’na ve bazı ileri gelen kişilere peşkeş çekildi. Emevi iktidarı, İslam’ın başlangıçdaki kural ve buyruklarına uymak yerine, Ebu Süfyan ailesinin, İslamiyet’in ortaya çıkışı nedeniyle kısmen kaybettiği ekonomik, sosyal ve siyasal çıkarlarını yeniden elde etmek amacıyla onu, İslam dinini, kendi istekleri yönünde değiştirip kullandıkları anlaşılıyor. Bu yüzden, elegeçirdikleri halifeliği Roma hükümdarları ile boy ölçüşen bir anlayışla kullandılar. İslam’ın ortaya çıktığı zamanki toplumu geliştirici özelliklerini ve insanların yararına olan bir çok kuralını, Ümeyyeoğulları’ nın çıkarları yönünde değiştirdiler. Bundan amaç İslam’ı geliştirip güçlendirmek değilldi. Asıl yapılmak istenen, kurmayı planladıkları Emevi saltanatını güvenceye kavuşturmak için bir takım kaide ve kurallara dayalı bir yapı oluşturmaktı. O zaman toplumu, merkezi buyruklarla yönetmek, istenilen tarafa yöneltmek çok daha kolay olacaktı.

İşlerine yarayan eski Arap geleneklerinin bir çoğunu yeniden canlandırarak, Peygamber zamanındaki çeşitli uygulamaları gönüllerince değiştirip sunarak, Şeriat adı adı altında âdeta yeni bir din oluşturdular. Arap gelenekçiliği ve yaşam tarzını İslam’ın kendisiymiş gibi sunma çabaları, giderek yadırganır olmaktan çıktı. Devlet desteği ve eldeki olanaklar, Ehl-i Sünnet’ten yana işleyerek, gerçek İslam’ın, Muaviye’ce temsil edilen anlayış ve yol olduğu kanısını güçlendirdi. Bu kanı Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde daha da pekişerek, günümüze kadar geldi. Yüzyılları kapsayan bu süreç, Şeriat’a dayalı oldukça dar ve katı bir bir anlayışın, hoşgörüden yoksun bir yaklaşımın oluşmasına neden oldu. Dahası, gerçek İslam’ın bu ve böyle olduğu yolundaki izlenim ağırlık kazanır oldu. Hatta öyle ki, içimizden bazıları bile, söz konusu olgunun etkisinde kalarak, -bilerek ya da bilmeyerek-İslam’ı Muaviye hattıyla özdeşleştirip, Aleviliği İslam’ın dışında kalan bir inanç olarak görmektedirler. Bunun maksatlı değilse, tepkici ya da çok yüzeysel bir bilgiye sahip olmaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz.

Müslümanlar Arap-soylu ve Mevali (Köleler) biçiminde, dine aykırı olan, keyfi bir ayırıma tabi tutuldu. Muhammed zamanında, "Müslüman olabilmenin koşulu" kelime-i şehadet getirmekten ibaretken, Emevi yöneticilerin yaptıkları yeni düzenlemelerle bu, altından kalkılması olanaksız bir hale sokuldu. Ağır, hatta yerine getirilmesi olanaksız koşullara bağlandı. Birinin Müslüman olabilmesi için; bulunduğu memleketin valisinden ve tahsildarından "iyi bir Müslüman" olduğuna dair bir belge alması; Kuran’ın en az bir suresini ebere okuması ve de sünnet olması zorunluydu. Emevi vali ve tahsildarlarının birine "iyi bir Müslümandır" demeleri için, o kişinin Emevi iktidarından yana olması, Ehl-i Beyt’e karşı olması zorunlu koşul haline getrilmişti. O zamanda bir sureyi ezbere okumak, öyle kolaylıkla başarılabilir bir iş değildi. Sünetse "mevali"ler arasında pek yaygın bir uygulama sayılmazdı, oldukça ağır koşullardan biriydi. Bu durum Muaviye’nin, hilafeti, hile ve zorla gasbetmesinden sonra, doksan yıla yakın uzunca bir süre devam eden Emevi iktidarları döneminde varlığını korudu. Bu yüzdendir ki Arapları üstün tutan Muaviye, siyaset bilimcilerince Arap milliyetçiliğinin öncüsü ve babası sayılmaktadır.

Ali ve evlatları, baştan beri sözkonusu milliyetçi ve bölücü tutuma karşı çıktılar. Ehl-i Beyt’in sahip olduğu İslam anlayışı, yapılan bu dar-miliyetçi uygulamayı hoşgörüyle karşılamaya elvermiyordu. Çünkü, İslam’ın özüne ters düşen, hatta onu din olmaktan çıkarıp, bir saltanat ideolojisi haline getiren bir yola girilmişti ve bu, gerçek inanç sahiplerince kabul edilebilecek bir tutum değildi. Ehl-i Beyt de, bedeli Kerbela faciası kadar korkunç da olsa, yüzyıllarca ağır baskı, katliam ve gözyaşı koşullarında yaşamak zorunda bırakılmak da olsa, her şeyi göze alarak söz konusu gidişe karşı çıktı. Esasen Ehl-i Beyt’in kendisi bütünüyle devre dışı bırakılmaya çalışılmış, cami minberlerinden küfür yağmuruna tutulmuş, onun sorunlara yaklaşımı hepten düşmanca karşılanmıştı.

Miladi 661’de Ali şehid edildi. Onun daha sağken yerine İmam tayin ettiği Hasan’ın halifeliğini, Muaviye büyük bir orduyla üstüne yürüyerek ondan almış, o da kan dökülmesin diye bırakmaya -bazı koşulların Muaviyetarafından kabul edilmesi sonucu- razı olmuştu. Ne var ki Muaviye, yapılan antlaşmanın hiç bir şartına uymamış, yerine getirmekten kaçınmış, hatta sözkonusu anlaşmayı, "ayaklarımın altındadır" biçiminde nitelemekte sakınca görmemişti.

680’de ise Kerbela faciası yaşandı, Muhammed’in sevgili torunu Hüseyin ve 72 arkadaşı Kerbela’da hunharca katledildiler. Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği için dost ve yakınlarıyla birlikte katledildi. Bu olay, Emeviler’ce Mevali (Köleler) diye adlandırılan, Arap-olmayan halklar arasında büyük bir tepkiyle karşılandı ve Emeviler’in Ehl-i Beyt’e hayat hakkı tanımadıkları yönündeki kanı ve kaygıları güçlendirdi.

Ali ve Ehl-i Beyt, Mevali diye nitelenen İran, Mezopotamya, Küçük-Asya vb. memleket-lerin Arap-olmayan halkları tarafından sempatiyle karşılandı. Ehl-i Beyt’in Araplar arasında barınma olanağı kalmamış, kurtuluşu Mevaliler arasında yaşamakta bulmuştu. Yeni yönetim, önünde herhangi bir engel tanımıyor, Ehl-i Beyt’e ve kim olursa olsun muhalif-lerine gözaçtırmıyordu.

Bu olgu Aleviliğe, Ali taraftarlığı’na çok daha geniş ve derin bir muhteva kazandırırken, diğer taraftan da Aleviler’in, son derece güç koşullar altında, çeşitli toplum ve kültürlerle karşılaşıp tanışmalarına yolaçtı. Mevali halklar aracılığıyla eski inanç ve kültürlerin insancıl gelenek ve görenekleri, düşünsel ve felsefi yaklaşımları, kısaca iyiden ve güzelden yana ne varsa Şia-i Ali hattına akarak, yeni ve daha zengin bir sentez’in gerçekleşmesine neden oldu. İş bu kadarla da kalmadı, Alevilik de Aleviler de başlangıçta ve İslam dini kapsamında ortaya çıkan durumdan çok daha ileri, karmaşık ve farklı bir yol izleyerek bugüne geldiler. Ali adıyla başlayan bu inanç ve kültür sistemi, uzanabildiği alanda yaşamış bulunan eski kültürlerden çok şey alarak, yeni ve özgün katkılara da açık kapı bırakarak her geçen gün daha da gelişip güçlendi.

Aleviliğin, tüm bu etki ve değerleri, insan’ı merkez alan bir anlayışla ve insan sevgisi temelinde kaynaştırıp sunduğu yargısı, hemen hemen tüm araştırmacılarca benimsenip paylaşılan ortak bir yargı haline gelmiştir.

Sünni ya da Ortodoks İslam, İslam dininin ortaya çıkışından önceki inanç ve düşünceleri genellikle "Bâtıl" olarak nitelemekte, adeta herşeyin Müslümanlık’la başladığını ileri sürmektedir. Oysa İslam-öncesi Arap gelenek ve göreneklerini hiç de "Bâtıl" saymadılar; onları baştacı edip İslam Şeriatı olarak sunmaktan da hiç geri kalmadılar.

Alevilik’se, insanoğlunun ürünü olan iyi ve güzel ne varsa, hangi düşünce ve eylem insanlığın hayrınaysa, onu yadsımak yerine ona kendi sisteminde seçkin bir yer ayırmayı yeğlemiş, onu kendi kültürüne katma geniş yürekliliğini gösterebilmiştir. Bu yaklaşım onu daha da zenginleştirdiği gibi, onun dar anlayış ve dogmalardan sıyrılmasına da ayrıca katkıda bulunmuştur. Yine eski Hint, Yunan, Urartu vb. ülkelerin dinlerinden, Şamanizm’den bir çok iyi şeyi alıp kendi potasında eritip yeni ve evrensel yanları güçlü bir sentez oluşturmasını sağlamıştır.

a. Abbasi, Büyük Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri:

Aleviler’in desteğinde Hilafeti elegeçiren Abbasiler, uzun süren iktidarları (750-1258) döneminde, genellikle Emeviler zamanında şekillenmiş olan Şeriat’a bağlılık ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık üstüne oturtulan bir politika izlediler. Ali evladı İmamlar’ın büyük bölümü bu dönemde ve bizzat Abbasi yönetiminin plan ve tuzakları sonucu öldürüldüler. Hallac-ı Mansur (öl. 922) ve daha pek çok mutasavvıf, düşün ve felsefe adamı bu dönemde katledildi. Emevileri yıkan hareketin önderi Ebu Müslim Horasani, iktidarı getirip kendi elleriyle Abbasiler’e teslim ettiği halde, kısa bir süre sonra acımasızca katledilmekten kurtulamadı (755). Onun taraftarlarının, Simbad adlı komutanın önderliğinde başlattıkları ayaklanma ise, yedi yıl gibi kısa bir süre sonra kanlı bir biçimde bastırıldı. Beş yüz yıl kadar süren Abbasi yönetimi döneminde Ali taraftarları büyük baskı ve işkencelerle karşılaştılar. Ehl-i Beyt mensupları ve yandaşları, üstüne duvar örülerek öldürülmek dahil, akılalmaz çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırıldılar. Bu konuda Abbasiler, Emeviler’den hiç de geride kalmadılar ve bu, 1258’de Bağdat’daki Abbasi halifesi Moğollar tarafından asılarak öldürülünceye kadar sürdü. Bu olay üzerine Mısır’a kaçarak kurtulan Abbasi halifesinin yakın akraba ve ailesi, burada da halifeliğini sürdürdü ve buna da 1517’de Osmanlı Sultanı Yavuz Selim son verdi. Daha doğrusu Yavuz halifeliği devralarak, Osmanlı padişahlarına aynı zamanda Halife olma olanağını kazandırdı.

İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devleti, koyu Sünni idi. Onun sadrazamı Nizam-ül Mülk’ün Alevi düşmanlığı unutulması mümkün olmayan boyutlara ulaştı. İran’ın Horasan’da, Hasan Sabah etrafında toplanmış bulunan direngen Alevi-Bâtıni topluluğuna karşı son derece acımasızca davrandı. Sonunda Hasan Sabah fedaileri tarafından ölümle cezalandırıldı. O dönemde Batıni diye de adlandırılan Aleviler’in Suriye, Lübnan ve Mısır’da bulunan kolları, Selçuklular’ın yanısıra Salahaddin Eyyubi’nin kanlı saldırılarına da hedef oldular. Hatta öyle ki Aleviler, Salahaddin’e karşı Haçlılar ve Yahudiler’le de işbirliği yapmak zorunda kaldılar.

Osmanlı iktidarı Alevi toplumu bakımından unutulması mümkün olmayan kapkara bir dönemin habercisi oldu. Alevi inancı tümdan "Batıl" sayıldı, Aleviler toptan yokedilmeye çalışıldı. Osmanli-İran ilişkilerinin gerginleşmesi sonucu 50 binden fazla Alevi kılıçtan geçirildi ve hayatta kalanlarsa sürekli takip altında tutuldular.

Yavuz Selim’in, İbn-i Kemal gibi Seyhülislam takımına hazırlattığı fetvalarında Kızılbaşlar (yani Aleviler), "kâfirler ve dinsizler topluluğu" olarak tanımlanıyordu. "Onlara sempati gösteren, bâtıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdir" biçiminde suçlanıyordu. Aleviler’le savaşta ölen Müslümanlar "kutsal şehit" sayılıp Cennet’e gönderilirken, Aleviler’den ölenler ise "cehennem dibinde" bir yerlere atılıyordu. Aleviler’i "kırıp topluluklarını dağıtmak bütün müslümanların görevidir" şeklinde buyurulurken, en küçük bir merhamet duygusuna yer bırakılmıyordu. Bunun yanısıra kendileri açısından Aleviler’in durumunu, "kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudiler'in- durumundan daha kötü" gösteriliyordu. "Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdar" sayılıyor, "gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber" görülmüyor, koca bir toplum piç insanlar topluluğu olarak nitelendiriliyordu...

Kızılbaş olmak Osmanlı kılıcını ensesinde hissetmek için yeterli bir nedendi. Bununla birlikte diğer halk kitleleri de acımasız bir baskı ve sömürü kıskacına alınmış, son derece güç koşullar altında yaşamak zorunda bırakılmıştı.

Alevi-Kızılbaş toplumunun gerek dinsel inanç, gerekse dünyagörüşü ve yaşam anlayışı bakımından Sarayın saldırı hedefi haline gelmesi, onu bir başkaldırıdan diğerine yöneltti. Ve ardı arkası kesilmeyen katliamlarla karşı karşıya bıraktı. Bu olgu bir yandan Aleviliğin anlamını ve içeriğini ezilen halk kitlelerinden yana derinleştirirken, bir yandan da onu, hangi dine ve hangi millete mensup olursa olsun, Osmanlı yönetiminden rahatsız olan tüm her kesin ilgi odağı, dönemin koşullarında ideolojik ve politik sığınağı haline getirdi. 1239'da Babailer, 1416-1419'da Şeyh Bedreddin, 1511'de Şah Kulu Baba, 1512'de Nur Ali Halife, 1518'de Şeyh Celal, 1525'te Baba Zünun, 1527'de Kalender Çelebi, 1577-1589'da Şah İsmail adında birinin ve sürüp giden çeşitli halk ayaklanmaları birbirini izledi. Bu ayaklanmalara her soydan ve her boydan insanın katıldığı, yer yer Kızılbaş ayaklanması olmaktan çıkıp topyekün bir halk ayaklanmasına dönüştüğü görülür. Bu dönemde Aleviler’e ya da "şer'i düşünceye aykırı hareket edenlere" verilen cezalardan bazıları şöyledir:

- Küreğe konulmak.
- Çoluk çocuğuyla Kıbrıs'a ya da başka yörelere sürülmek.
- Dini önderleri suda boğdurmak ya da ateşe atıp yakarak öldürmek.
- Aşırı bulunanları hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlamalarla öldürülmek. Yani Alevi oldukları için öldürüldükleri gizlenmiş, hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlardan "siyaset" (idam) edildikleri gerekçesi propaganda edilmiştir.

Osmanlı döneminde Alevi-Kızılbaş toplumuna yapılan baskı ve haksızlıkların dayandığı temel anlayış, bugün de aynen sürüyor. Kısaca değinilen padişah Yavuz Selim dönemi ve sonrasında çıkarılan "Fetvalar" bugüne kadar henüz hükümsüz sayılıp ortadan kaldırılmış değil.TC hükümetlerince hazırlatılan devletin "Gizli" belge ve raporlarında, Aleviler’e tıpkı Osmanlı dönemindeki gözle bakıldığı anlaşılıyor.

b. Türkiye Cumhuriyeti Dönemi:

TC`yi tamıtamına Osmanlı Devleti`nin yerine koymak, onun şaşmaz devamı olarak görmek elbette ciddi bir hata olur. Aynı şekilde ondan tümüyle bağımsız, kopuk ve hepten ilgisiz bir biçimde görüp sunmak da bir okadar yanlıştır. Nitekim egemen anlayışa bakıldığı zaman TC`nin her vesile ile Osmanlı mirasına sahip çıktığı, hatta devlet olarak onu zor durumda bırakan Ermeni kırımı gibi olumsuz örnek ve uygulamaların vebalini bile üstlenmekten geri kalmadığı görülür. Aleviler konusunda da durum pek farklı değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli Osmanlı döneminde yapılan Alevi katliamları TC’nin Aleviler`e ilişkin politikasında farklı olan, devletin dinsel esaslara dayanmaması, teokratik yapı ve uygulamalardan sıyrılmış olmasıdır. Bununla birlikte devletin, Ortodoks İslam diye de adlandırılan Sünnilik’ten yana hayırhah tutumu, onu maddi ve manevi her bakımdan kanatları altına alıp koruması, ülkede gerçek anlamda laik bir sistemin uygulanmadığının açık bir göstergesi, devletin Sünniliği tercih ettiğinin de açık bir kanıtıdır. Başka deyişle Aleviler, laik olduğunu söyleyen Cumhuriyet döneminde de ağır baskılara uğramış, 1920’de Koçgiri’de, 1937-38’de Dersim’de acımasızca katledilmişler. 1993’de Sivas’da olduğu gibi ateşte yakılarak barbarca yöntemlerle öldürülmeleri, çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırılmaları, öteden beri Cennet’e gitmek için işlenebilecek hayır işlerden sayılmıştır. Üstelik katiller, kimi zaman bizzat devletin güvenlik kuvvetleri tarafından himaye edilerek sözkonusu sevaba nail olmuşlar! Kimi zaman da İstanbul-Gazi mahallesinde olduğu gibi bizzat devletin polisi ve askeri eliyle Alevi kanı akıtılarak, hükümetlerce her türlü taltife layik görülmüşler. Esasen tarihe bakıldığında, sokaktaki insanların değil, bizzat devletin ve örgütlü güçlerin Alevi-Sünni çatışması yarattıkları, bu tür katliamların genellikle siyasal merkezlerden planlandığı rahatlıkla görülür. Bunun örneklerine Türkiye’de de rastlanmış, devletin kendi sıkıntılarını gidermek amacıyla ülkede varolan Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi gerilim noktalarını acımasızca kullandığına sıkça tanık olunmuştur.

Alevi sorununun en az 1400 yıllık bir geçmişi var ve oldukça acılı bir seyir izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde de bu özelliğinen fazla bir şey kaybetmeden sorun olmaya devam etmiştir. Ne var ki ağır baskı ve elverişsiz koşullar yüzünden zaman zaman derin bir sessizliğe gömülmüş, içiniçin bir gelişme dönemi yaşanmıştır. Kimi dönemlerde de gözle görülür bir canlanma ve hareketlilik görüldü. Günümüzde ise Alevi sorunu dikkate değer bir tırmanma sürecine girmiş ve Alevi toplumu bir an önce sağlıklı bir çözüme ulaşmak için oldukça kararlı bir tutum sergiler olmuştur.

3. Alevi Yol ve Erkânı Gelişmeye Açık Bir Seyir İzlemiştir:

Alevi inanç ve kültürü dikkatle incelendiğinde, onun, sosyal, siyasal, kültürel her türlü gelişmeye açık bir seyir izlediği görülür. Söz konusu özelliğin oluşmasında çeşitli etkenlerin rol oynadığı muhakkak. Bununla birlikte, en küçüğünden en yücesine kadar tüm değerler sisteminin, insan’a endekslemiş olması, başlıca etken olarak görülmelidir. Bu olgu, Alevi inanç ve kültürünü, İslamiyet’in ortaya çıkışı ile sınırlamak yerine, insanoğlunun yarattığı, yaratmakta olduğu ve yaratacağı düşünülen en iyi ve en özgün değerlere açık bir yolda ilerlemeye götürdü. Batılılarca Ortodoks İslam diye adlandırılan Sünnilik ile Alevilik arasındaki anlaşmazlığın, siyasal nedenleri olmakla birlikte, evrene, topluma, insana vb. sorunlara yaklaşımlarındaki derin farklılıklar yüzünden de karşı karşiya geldiklerini belirtmeden geçilmemeli, diye düşünmekteyiz. Ehl-i Sünnet, insanı acz içinde ve zavallı bir kul olarak nitelerken, Alevilik baştan beri, insana varlık alemindeki en yüce yeri vermektedir. Bakın Aleviliğin öncüsü Hz. Ali ne söylüyor:

Derman sende, ama senin haberin yok, derdin senden ama sen görmüyorsun.

Kendini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa koskoca bir evren dürülmüş içinde senin.

Öylesine ap-açık, ap-aydın bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleriyle meydana çıkmada.

Dışarıya, kimseye bir gereksinimin yok senin; gönlünde yazılmış yazılar her şeyden haber verir sana.

Burada Ali hattının mı yoksa ona karşı olanların sahip oldukları anlayışın mı Muhammed’in dinini, yani İslam’ı temsil ettiği sorusu akla gelebilir. Görüşler farklı olmakla birlikte, Ali tarafının işin özüne daha yakın olduğunu söylemenin pek yanlış olmayacaği kanısındayız. Muhammed, kızı Fatma, damadı Ali ve bu ikisinden doğan torunları Hasan ile Hüseyin’den oluşan beş kişlik aile, bizzat Muhammed tarafından Ehl-i Beyt (Ev Halkı) diye adlandırıldı. Doğal olarak bu soydan gelen kişilere de, o tarihten beri Ehl-i Beyt denile geldi. Fatma oldukça akıllı, çevresinde saygınlık uyandıran olgunlukta, bilge ve mutasavvıf bir kadındı. Ali ise İslam’a derinden inanmış, adil, çok güçlü ve bilge bir zattı. Oğulları Hasan ve Hüseyin de, Peygamber dedelerinin sıcak ilgisi, anne ve babalarının mürebbiliği altında yetişmiş kimselerdi. Doğaldır ki bunlar, dedelerinin dinini yakından tanıma fırsatını bulmuş ve o doğrultuda eğitilmişlerdi. Hal böyleyken, Emeviler’ce şekillendirilip güçlendirilen anlayışın, İslam’ın gerçek çizgisini temsil ettiği anlayışı, pek inandırıcı gözukmüyor.

ALEVİLİĞİ NASIL ALGILAMALI?

ALEVİLİĞİ NASIL ALGILAMALI?

1. Aleviler’e İlişkin Adlandırmalar ve Niteleyici Kavramlar:


İslam Peygamberi Muhammed’in (571-632) ölümünden sonra, kimin Halife olacağı konusunda Ali Ebu Talip (598-661)’in Halife olmasından yana tavır koyan kesime Şia-i Ali adı verilmiştir. Arapça kökenli olan bu sözcük Ali taraftarları, Ali’yi sevenler ya da Ali yandaşları ve onun izinden yürüyenler anlamına gelir. Bununla birlikte Ehlibeyt’e, aşırı derecede bağlı olmak anlamına gelen Rafızi sözcüğünün, bundan farklı ve olumsuz bir biçimde Aleviler’e yakıştırıldığı biliniyor. Rafızi teriminin, tümüyle hakaret anlamıyla kullanıldığı, kullanıla geldiği, Ehlibeyt’e duydukları aşırı sevgi nedeniyle şeriata ve gerçeklere ters düşen, yoldan sapan anlamında, bir itham ve suçlama terimi olarak ileri sürüldüğü gözardı edilmemeli. Bununla birlikte Kuran’daki âyetlerin zâhiri değil, bâtıni anlamlarını yeğlemeleri nedeniyle, özellikle 10-11. yüzyıllarda, Aleviler’in yaygın bir biçimde Bâtıni ve Bâtıniler biçiminde nitelendirildikleri de görülür.

Şia-i Ali ile hemen hemen aynı anlama gelen Alevi sözcüğününse ne zanman kullanılmaya başlandığı tarih hakkında kesin bilgimiz yok. Alevilik’le Şiilik’in kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı günümüzde, Alevilik adının, en kapsamlı sözcük durumunda bulunduğu, Alevilik kapssamında düşünülen tüm inanç kollarını kucaklayan şemsiye sözcük olarak kullanıldığına tanık olmaktayız.

Bektaşilik, 13.yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş-i Veli’nin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra Erkânname’si düzenlenerek yapılandırılan bir Alevi tarikatının adıdır. Bu tarikatı benimseyen kimselerin kendilerini Bektaşi, Alevi-Bektaşi olarak adlandırmaları ya da böyle adlandırılmaları, onların Alevilik’ten ayrı veya farklı bir yol izlediklerini göstermez. Her Bektaşi’nin kaçınılmaz olarak Alevi olduğu, ama her Alevi olanınsa mutlaka Bektaşi olarak görülmesinin gerekmediği gerçeği unutulmamalı. Bir diğer önemli nokta da, Hacı Bektâş-i Veli’nin, öncelikle Türkiye’de yaşayan -Bektasi olsun olmasın- hemen hemen tüm Alevi kesimlerinin saygı duydukları, "El ele el Hakka" bağlamında Serçeçme kabul ettikleri konusudur. Bektaşilik’in Balım Sultan tarafından kuruluşundan iki yüz yıl kadar önce ve Hacı Bektaşi Veli’nin sağlığında gerçekleştirilmiş olan sözkonusu yapılanmanın, Türkiye’deki Alevilik’in başlıca esaslarından biri olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Aleviler’e verilen adlar arasında Kızılbaş sözcüğünün de önemli bir yer kapladığı görülür. Ebu Deccane ve Hz. Ali’nin başlarına bağladıkları kızıl veya kırmızı sarıktan ileri geldiği söylenen Kızılbaş nitelemesinin çok daha eskilere uzandığı görüşlerine de rastlanılır. Bundan hareketle 12 dilimli tacınsa, sözkonusu eski geleneğin resmi bir kisve haline gelmesinden başka bir şey olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Özünde, inandığı yolda ölümü göze alabilen yüksek bir özveriyi ifade eden Kızılbaş sözcüğünün, Aleviler’e karşı olanlarca kötü anlamda kullanıldığı bilinmekle birlikte, Alevi şair ve düşünürlerin bu söze sahip çıktıkları ve gögüslerini kabartarak "Kızlbaş’ım Kızılbaş" demeye devam ettiklerini izlemekteyiz.

Aralarında belirli farklar olmakla birlikte, denebilir ki Şia terimi, Safevi Devleti’nin sonlarına kadar, hemen hemen tüm Ali ve Ehlibeyt yanlılarını kapsamına alan bir anlama sahipti. İran’da özellikle 1732’lerden itibaren, yani Afşar Beyi Nadir Şah’ın yönetimi ele geçirmesinen sonra, Sünniliğin hızla güçlendiğine tanık oluruz. Nadir Şah, Şiiliğin Sünniliğe yaklaştırılması yönünde planlı ve uzun vadeli bir çalışmayı başlatır. Ulemayı görevlendirip işleri sistemli bir biçimde yürütmeye koyulur. Bu süreç aksamadan sürer. Zamanla Mısır’daki Ezher bilginleri de devreye girip, Şia bilginleri ile işbirliği yaparak, sözkonusu girişimi desteklerler. Bu çabaya Türkiye ve diğer ülkelerin bazı dinadamları da arka çıkarlar. Nihayet 1960’lı yıllarda, İran Şiiliği, Sünniliğe yeteri kadar benzetilmiş ve artık "Caferilik"in de "Hak mezhebi" sayılması yönünde Ezher şeyhlerinin en büyüğü tarafından gereken fetva verilmiştir. 1979 İran İslam Devrimi sonucu molların iktidara gelmesi, Şeriat’ın siyasal erki ele geçirmesi ile sonuçlanmış ve İran dünyaya Şeriat yönetimleri ihraç eden bir merkez haline gelmiştir. Bugün Aleviler’in, özellikle de Türkiye’de yaşayan Aleviler’in, sahip oldukları inanç ve kültür sistemininin dayandığı temel değerlerle, günümüz Şiiliği’nin, özellikle de İran Şiiliği ve benzerlerinin sahip oldukları arasında son derece derin uçurumlar ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler sonunda, Şiilik’le aramızda, Ali ve Oniki İmam sevgisi dışında - pek bir benzerlik kalmış değildir. Aleviler’in; Şeriat’ı dünya düzeni haline getirmek isteyen Sünni kesimlerle işbirliği içinde ve aynı yönde hareket eden İran Şiiliği’ne sıcak bakmadıklarını, kendilerini hiçbir biçimde onunla aynı yere koymak istemediklerini, önemle vurgulamakta yarar olduğu kanısındayız.

Günümüzde Alevi coğrafyasında bir hayli değişiklikler gerçekleşmiş, Avrupa ülkelerinin yanısıra dünyanın bir çok yerinde Aleviler’in varlığından ve Alevilik’den sözedilir olmuştur. Balkan ülkelerinde Alevi-Bektaşiler gözle görülür bir yoğunluğa ulaşmış, geçmişte sönükleşen dergâhlarını yeniden canlandırmış bulunmaktadırlar. İran’da da, benzeri Şiilik anlayışının yaşandığı diğer ülkelerde de kendilerini Alevi kabul eden toplulukların varlığı dikkate alınırsa, Aleviliği "Anadolu" veya Türkiye ile sınırlamanın gerçekçi bir yaklaşım olmadığı açıkça görülür.

Önemle belirtilmesi gereken bir diğer nokta da Aleviler’in; etnik köken ve konuştukları diller bakımından tekdüze olmdıkları, son derece renkli bir görünüm sergiledikleridir. Kimi çevrelerin ve politik amaçlı bazı araştırmacıların, Aleviler’i tek ulusa ve tek dile bağlamaya çalışmaları hiç de doğru ve gerçekçi bir tutum değildir ve olamaz da. Bu tür anlayışlar olsa olsa dar-milliyetçi ve faydacı bir tutumu yansıtır, gerçekliği ise gözardı etmeye çalışırlar.

Tarihin bu evresinde, Şia-i Ali kolları arasındaki farklılıklar bir hayli büyümüş, ciddi ayrılık noktaları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kimileri artık ayrı zeminlerde değerlendirilir bir hal almış, ufak benzerlikler dışında, aralarında ciddiye alınır benzerlikler, ortak noktalar neredeyse kalmamış ya da çok azalmıştır denebilir.


2. Aleviliğin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi:
Aleviler’e ve yaygın kanıya göre; İslam Peygamberi, amcası oğlu ve beş yaşından itibaren yanına alıp büyüttüğü Ali’yi, daha baştan beri kendisine yardımcı (vezir) ve vasi (onu temsil edecek kişi) olarak tayin etmiştir. Ölümüne yakın gittiği Hac’dan dönerken Gadri Humm denilen yerde verdiği hutbe ile de, kendisinden sonra Ali’nin Hilafet makamına geçmesi gerektiğini açıkça beyan etmiş, böylece ölümünden sonra doğabilecek huzursuzluklar önlenmek istenmiştr. Peygamber’in Ali’ye bahşettiği bu yeni görev nedeniyle, Ömer’in Ali’yi kutladığı, hatta hemen orada kendisinie biat ettiği de söylenir. Bunu izleyen gelişmeler, işin istenildiği gibi gitmediğini, Peygamber’in cenazesi henüz yerdeyken huzursuzlukların ortaya çıktığını, Ali’ye verilmiş olan imamet hakkının, en başta Ebu Bekir, Ömer ve Osman tarafından tanınmadığını kanıtlıyor.
Peygamber’in ölümünü (632) fırsat bilen Ebu Bekir, Ömer başta olmak üzere bazı kişiler, Ali’nin cenaze işleriyle uğraştığı bir sırada başka bir yerde toplanıp, Muhammed’in Hz. Ali’ye ilişkin istek ve buyruklarını hiçe sayarak, Ebu Bekir’i Halife ilan etmeleri, bir büyük ayrılığın başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu olay Ali taraftarlarının tepkisine yolaçarak, Ali’nin haksızlığa uğradığı, hakkı olan halifeliğin gasbedildiği düşüncesinin yayılmasına neden oldu. Birçok insan Ali’ye başvurup, onun bu duruma müdahale etmesini, gerekirse zor kullanarak hakkı olan halifeliği geri almasını önerdi. Ancak o, İslam’ın henüz yeni olması nedeniyle ciddi yaralar alabileceğinden kaygı duyarak, makam ve mertebe için kan dökülmesinin doğru olmadığını düşünerek, müttevazı yaşamına devam etti. Daha sonra oğulları Hasan ve Hüseyin de aynı doğrultuda aynı şekilde davranmayı yeğlediler...

Ebu Bekir’i, Ömer’in ve Osman’ın halifelikleri izledi. Ancak Osman’ın ayaklanan halk tarafından öldürülmesinden sonra, Ali bizzat karşı çıktığı halde, halkın ve ileri gelenlerin isteği ve baskısı üzerine halifeliği kabul etmek zorunda kaldı. Beş yıl gibi kısa ve olaylı geçen halifelik döneminde, kendisinden öncekilerden ne denli farklı olduğunu açıklıkla ortaya koydu.

Onun yöneticilik ya da halifelik anlayışı diğerlerinden bir hayli farklı idi ve her alanda hakça bir uygulamayı amaçlıyordu. Bu, Hz. Ali’ye bizzat biat ettikleri halde, önceki halifeler zamanında çeşitli ayrıcalıklar elde etmiş olanların sert bir tutum izlemelerine neden yolaçtı. Çünkü onlar, elde ettikleri aslan payından vazgeçmek niyetinde değillderdi. Çıkarlar ve ayrıcalıklar ağır basıyordu. Bir bakıma gerçekten inanmış olanlarla inanır görünen, çıkarları söz konusu olduğu zaman İslam’ı istismar etmekte herhangi bir sakınca görmeyenler arasındaki farklılığı yansıtıyordu.

Diğer taraftan olaylar; taraflar arasındaki görüş ayrılığının, sadece kimin halife olacağı noktasında değil, İslam’ın uygulanışı ve nasıl anlaşılması gerektiği konularında da sürdüğünü ortaya koydu. Muhammed’in Ehl-i Beyti, sağ kalan bazı sahabeler ve kemerbestlerle Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Süfyan ailesinin başını çektiği Umeyyeoğuları arasında derin ayrılıklar başgösterdi. Bu ayrılıklar Ömer ve özellikle de Halife Osman zamanında daha da büyüdü. Halife Osman’ın öldürülmesini bahane ederek Ali’nin halifeliğini tanımak istemeyen Ebu Süfyan oğlu Şam Valisi Muaviye, Muhammed’in eşi Aişe’nin yanısıra Zübeyr ve Talha gibi etkili pek çok kişi düşmanca bir tutum aldılar. Böylece çıkar cephesi, Ümeyyeoğulları yararına genişleyip güçlendi.

Muhammed zamanında ancak ihtiyacı olan kimselerin yararlanabildiği Beytülmal, yani devlet hazinesi, özellikle Osman’ın halifeliği döneminde, öncelikle Umeyyeoğulları’na ve bazı ileri gelen kişilere peşkeş çekildi. Emevi iktidarı, İslam’ın başlangıçdaki kural ve buyruklarına uymak yerine, Ebu Süfyan ailesinin, İslamiyet’in ortaya çıkışı nedeniyle kısmen kaybettiği ekonomik, sosyal ve siyasal çıkarlarını yeniden elde etmek amacıyla onu, İslam dinini, kendi istekleri yönünde değiştirip kullandıkları anlaşılıyor. Bu yüzden, elegeçirdikleri halifeliği Roma hükümdarları ile boy ölçüşen bir anlayışla kullandılar. İslam’ın ortaya çıktığı zamanki toplumu geliştirici özelliklerini ve insanların yararına olan bir çok kuralını, Ümeyyeoğulları’ nın çıkarları yönünde değiştirdiler. Bundan amaç İslam’ı geliştirip güçlendirmek değilldi. Asıl yapılmak istenen, kurmayı planladıkları Emevi saltanatını güvenceye kavuşturmak için bir takım kaide ve kurallara dayalı bir yapı oluşturmaktı. O zaman toplumu, merkezi buyruklarla yönetmek, istenilen tarafa yöneltmek çok daha kolay olacaktı.

İşlerine yarayan eski Arap geleneklerinin bir çoğunu yeniden canlandırarak, Peygamber zamanındaki çeşitli uygulamaları gönüllerince değiştirip sunarak, Şeriat adı adı altında âdeta yeni bir din oluşturdular. Arap gelenekçiliği ve yaşam tarzını İslam’ın kendisiymiş gibi sunma çabaları, giderek yadırganır olmaktan çıktı. Devlet desteği ve eldeki olanaklar, Ehl-i Sünnet’ten yana işleyerek, gerçek İslam’ın, Muaviye’ce temsil edilen anlayış ve yol olduğu kanısını güçlendirdi. Bu kanı Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde daha da pekişerek, günümüze kadar geldi. Yüzyılları kapsayan bu süreç, Şeriat’a dayalı oldukça dar ve katı bir bir anlayışın, hoşgörüden yoksun bir yaklaşımın oluşmasına neden oldu. Dahası, gerçek İslam’ın bu ve böyle olduğu yolundaki izlenim ağırlık kazanır oldu. Hatta öyle ki, içimizden bazıları bile, söz konusu olgunun etkisinde kalarak, -bilerek ya da bilmeyerek-İslam’ı Muaviye hattıyla özdeşleştirip, Aleviliği İslam’ın dışında kalan bir inanç olarak görmektedirler. Bunun maksatlı değilse, tepkici ya da çok yüzeysel bir bilgiye sahip olmaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz.

Müslümanlar Arap-soylu ve Mevali (Köleler) biçiminde, dine aykırı olan, keyfi bir ayırıma tabi tutuldu. Muhammed zamanında, "Müslüman olabilmenin koşulu" kelime-i şehadet getirmekten ibaretken, Emevi yöneticilerin yaptıkları yeni düzenlemelerle bu, altından kalkılması olanaksız bir hale sokuldu. Ağır, hatta yerine getirilmesi olanaksız koşullara bağlandı. Birinin Müslüman olabilmesi için; bulunduğu memleketin valisinden ve tahsildarından "iyi bir Müslüman" olduğuna dair bir belge alması; Kuran’ın en az bir suresini ebere okuması ve de sünnet olması zorunluydu. Emevi vali ve tahsildarlarının birine "iyi bir Müslümandır" demeleri için, o kişinin Emevi iktidarından yana olması, Ehl-i Beyt’e karşı olması zorunlu koşul haline getrilmişti. O zamanda bir sureyi ezbere okumak, öyle kolaylıkla başarılabilir bir iş değildi. Sünetse "mevali"ler arasında pek yaygın bir uygulama sayılmazdı, oldukça ağır koşullardan biriydi. Bu durum Muaviye’nin, hilafeti, hile ve zorla gasbetmesinden sonra, doksan yıla yakın uzunca bir süre devam eden Emevi iktidarları döneminde varlığını korudu. Bu yüzdendir ki Arapları üstün tutan Muaviye, siyaset bilimcilerince Arap milliyetçiliğinin öncüsü ve babası sayılmaktadır.

Ali ve evlatları, baştan beri sözkonusu milliyetçi ve bölücü tutuma karşı çıktılar. Ehl-i Beyt’in sahip olduğu İslam anlayışı, yapılan bu dar-miliyetçi uygulamayı hoşgörüyle karşılamaya elvermiyordu. Çünkü, İslam’ın özüne ters düşen, hatta onu din olmaktan çıkarıp, bir saltanat ideolojisi haline getiren bir yola girilmişti ve bu, gerçek inanç sahiplerince kabul edilebilecek bir tutum değildi. Ehl-i Beyt de, bedeli Kerbela faciası kadar korkunç da olsa, yüzyıllarca ağır baskı, katliam ve gözyaşı koşullarında yaşamak zorunda bırakılmak da olsa, her şeyi göze alarak söz konusu gidişe karşı çıktı. Esasen Ehl-i Beyt’in kendisi bütünüyle devre dışı bırakılmaya çalışılmış, cami minberlerinden küfür yağmuruna tutulmuş, onun sorunlara yaklaşımı hepten düşmanca karşılanmıştı.

Miladi 661’de Ali şehid edildi. Onun daha sağken yerine İmam tayin ettiği Hasan’ın halifeliğini, Muaviye büyük bir orduyla üstüne yürüyerek ondan almış, o da kan dökülmesin diye bırakmaya -bazı koşulların Muaviyetarafından kabul edilmesi sonucu- razı olmuştu. Ne var ki Muaviye, yapılan antlaşmanın hiç bir şartına uymamış, yerine getirmekten kaçınmış, hatta sözkonusu anlaşmayı, "ayaklarımın altındadır" biçiminde nitelemekte sakınca görmemişti.

680’de ise Kerbela faciası yaşandı, Muhammed’in sevgili torunu Hüseyin ve 72 arkadaşı Kerbela’da hunharca katledildiler. Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği için dost ve yakınlarıyla birlikte katledildi. Bu olay, Emeviler’ce Mevali (Köleler) diye adlandırılan, Arap-olmayan halklar arasında büyük bir tepkiyle karşılandı ve Emeviler’in Ehl-i Beyt’e hayat hakkı tanımadıkları yönündeki kanı ve kaygıları güçlendirdi.

Ali ve Ehl-i Beyt, Mevali diye nitelenen İran, Mezopotamya, Küçük-Asya vb. memleket-lerin Arap-olmayan halkları tarafından sempatiyle karşılandı. Ehl-i Beyt’in Araplar arasında barınma olanağı kalmamış, kurtuluşu Mevaliler arasında yaşamakta bulmuştu. Yeni yönetim, önünde herhangi bir engel tanımıyor, Ehl-i Beyt’e ve kim olursa olsun muhalif-lerine gözaçtırmıyordu.

Bu olgu Aleviliğe, Ali taraftarlığı’na çok daha geniş ve derin bir muhteva kazandırırken, diğer taraftan da Aleviler’in, son derece güç koşullar altında, çeşitli toplum ve kültürlerle karşılaşıp tanışmalarına yolaçtı. Mevali halklar aracılığıyla eski inanç ve kültürlerin insancıl gelenek ve görenekleri, düşünsel ve felsefi yaklaşımları, kısaca iyiden ve güzelden yana ne varsa Şia-i Ali hattına akarak, yeni ve daha zengin bir sentez’in gerçekleşmesine neden oldu. İş bu kadarla da kalmadı, Alevilik de Aleviler de başlangıçta ve İslam dini kapsamında ortaya çıkan durumdan çok daha ileri, karmaşık ve farklı bir yol izleyerek bugüne geldiler. Ali adıyla başlayan bu inanç ve kültür sistemi, uzanabildiği alanda yaşamış bulunan eski kültürlerden çok şey alarak, yeni ve özgün katkılara da açık kapı bırakarak her geçen gün daha da gelişip güçlendi.

Aleviliğin, tüm bu etki ve değerleri, insan’ı merkez alan bir anlayışla ve insan sevgisi temelinde kaynaştırıp sunduğu yargısı, hemen hemen tüm araştırmacılarca benimsenip paylaşılan ortak bir yargı haline gelmiştir.

Sünni ya da Ortodoks İslam, İslam dininin ortaya çıkışından önceki inanç ve düşünceleri genellikle "Bâtıl" olarak nitelemekte, adeta herşeyin Müslümanlık’la başladığını ileri sürmektedir. Oysa İslam-öncesi Arap gelenek ve göreneklerini hiç de "Bâtıl" saymadılar; onları baştacı edip İslam Şeriatı olarak sunmaktan da hiç geri kalmadılar.

Alevilik’se, insanoğlunun ürünü olan iyi ve güzel ne varsa, hangi düşünce ve eylem insanlığın hayrınaysa, onu yadsımak yerine ona kendi sisteminde seçkin bir yer ayırmayı yeğlemiş, onu kendi kültürüne katma geniş yürekliliğini gösterebilmiştir. Bu yaklaşım onu daha da zenginleştirdiği gibi, onun dar anlayış ve dogmalardan sıyrılmasına da ayrıca katkıda bulunmuştur. Yine eski Hint, Yunan, Urartu vb. ülkelerin dinlerinden, Şamanizm’den bir çok iyi şeyi alıp kendi potasında eritip yeni ve evrensel yanları güçlü bir sentez oluşturmasını sağlamıştır.

a. Abbasi, Büyük Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri:

Aleviler’in desteğinde Hilafeti elegeçiren Abbasiler, uzun süren iktidarları (750-1258) döneminde, genellikle Emeviler zamanında şekillenmiş olan Şeriat’a bağlılık ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık üstüne oturtulan bir politika izlediler. Ali evladı İmamlar’ın büyük bölümü bu dönemde ve bizzat Abbasi yönetiminin plan ve tuzakları sonucu öldürüldüler. Hallac-ı Mansur (öl. 922) ve daha pek çok mutasavvıf, düşün ve felsefe adamı bu dönemde katledildi. Emevileri yıkan hareketin önderi Ebu Müslim Horasani, iktidarı getirip kendi elleriyle Abbasiler’e teslim ettiği halde, kısa bir süre sonra acımasızca katledilmekten kurtulamadı (755). Onun taraftarlarının, Simbad adlı komutanın önderliğinde başlattıkları ayaklanma ise, yedi yıl gibi kısa bir süre sonra kanlı bir biçimde bastırıldı. Beş yüz yıl kadar süren Abbasi yönetimi döneminde Ali taraftarları büyük baskı ve işkencelerle karşılaştılar. Ehl-i Beyt mensupları ve yandaşları, üstüne duvar örülerek öldürülmek dahil, akılalmaz çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırıldılar. Bu konuda Abbasiler, Emeviler’den hiç de geride kalmadılar ve bu, 1258’de Bağdat’daki Abbasi halifesi Moğollar tarafından asılarak öldürülünceye kadar sürdü. Bu olay üzerine Mısır’a kaçarak kurtulan Abbasi halifesinin yakın akraba ve ailesi, burada da halifeliğini sürdürdü ve buna da 1517’de Osmanlı Sultanı Yavuz Selim son verdi. Daha doğrusu Yavuz halifeliği devralarak, Osmanlı padişahlarına aynı zamanda Halife olma olanağını kazandırdı.

İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devleti, koyu Sünni idi. Onun sadrazamı Nizam-ül Mülk’ün Alevi düşmanlığı unutulması mümkün olmayan boyutlara ulaştı. İran’ın Horasan’da, Hasan Sabah etrafında toplanmış bulunan direngen Alevi-Bâtıni topluluğuna karşı son derece acımasızca davrandı. Sonunda Hasan Sabah fedaileri tarafından ölümle cezalandırıldı. O dönemde Batıni diye de adlandırılan Aleviler’in Suriye, Lübnan ve Mısır’da bulunan kolları, Selçuklular’ın yanısıra Salahaddin Eyyubi’nin kanlı saldırılarına da hedef oldular. Hatta öyle ki Aleviler, Salahaddin’e karşı Haçlılar ve Yahudiler’le de işbirliği yapmak zorunda kaldılar.

Osmanlı iktidarı Alevi toplumu bakımından unutulması mümkün olmayan kapkara bir dönemin habercisi oldu. Alevi inancı tümdan "Batıl" sayıldı, Aleviler toptan yokedilmeye çalışıldı. Osmanli-İran ilişkilerinin gerginleşmesi sonucu 50 binden fazla Alevi kılıçtan geçirildi ve hayatta kalanlarsa sürekli takip altında tutuldular.

Yavuz Selim’in, İbn-i Kemal gibi Seyhülislam takımına hazırlattığı fetvalarında Kızılbaşlar (yani Aleviler), "kâfirler ve dinsizler topluluğu" olarak tanımlanıyordu. "Onlara sempati gösteren, bâtıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdir" biçiminde suçlanıyordu. Aleviler’le savaşta ölen Müslümanlar "kutsal şehit" sayılıp Cennet’e gönderilirken, Aleviler’den ölenler ise "cehennem dibinde" bir yerlere atılıyordu. Aleviler’i "kırıp topluluklarını dağıtmak bütün müslümanların görevidir" şeklinde buyurulurken, en küçük bir merhamet duygusuna yer bırakılmıyordu. Bunun yanısıra kendileri açısından Aleviler’in durumunu, "kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudiler'in- durumundan daha kötü" gösteriliyordu. "Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdar" sayılıyor, "gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber" görülmüyor, koca bir toplum piç insanlar topluluğu olarak nitelendiriliyordu...

Kızılbaş olmak Osmanlı kılıcını ensesinde hissetmek için yeterli bir nedendi. Bununla birlikte diğer halk kitleleri de acımasız bir baskı ve sömürü kıskacına alınmış, son derece güç koşullar altında yaşamak zorunda bırakılmıştı.

Alevi-Kızılbaş toplumunun gerek dinsel inanç, gerekse dünyagörüşü ve yaşam anlayışı bakımından Sarayın saldırı hedefi haline gelmesi, onu bir başkaldırıdan diğerine yöneltti. Ve ardı arkası kesilmeyen katliamlarla karşı karşıya bıraktı. Bu olgu bir yandan Aleviliğin anlamını ve içeriğini ezilen halk kitlelerinden yana derinleştirirken, bir yandan da onu, hangi dine ve hangi millete mensup olursa olsun, Osmanlı yönetiminden rahatsız olan tüm her kesin ilgi odağı, dönemin koşullarında ideolojik ve politik sığınağı haline getirdi. 1239'da Babailer, 1416-1419'da Şeyh Bedreddin, 1511'de Şah Kulu Baba, 1512'de Nur Ali Halife, 1518'de Şeyh Celal, 1525'te Baba Zünun, 1527'de Kalender Çelebi, 1577-1589'da Şah İsmail adında birinin ve sürüp giden çeşitli halk ayaklanmaları birbirini izledi. Bu ayaklanmalara her soydan ve her boydan insanın katıldığı, yer yer Kızılbaş ayaklanması olmaktan çıkıp topyekün bir halk ayaklanmasına dönüştüğü görülür. Bu dönemde Aleviler’e ya da "şer'i düşünceye aykırı hareket edenlere" verilen cezalardan bazıları şöyledir:

- Küreğe konulmak.
- Çoluk çocuğuyla Kıbrıs'a ya da başka yörelere sürülmek.
- Dini önderleri suda boğdurmak ya da ateşe atıp yakarak öldürmek.
- Aşırı bulunanları hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlamalarla öldürülmek. Yani Alevi oldukları için öldürüldükleri gizlenmiş, hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlardan "siyaset" (idam) edildikleri gerekçesi propaganda edilmiştir.

Osmanlı döneminde Alevi-Kızılbaş toplumuna yapılan baskı ve haksızlıkların dayandığı temel anlayış, bugün de aynen sürüyor. Kısaca değinilen padişah Yavuz Selim dönemi ve sonrasında çıkarılan "Fetvalar" bugüne kadar henüz hükümsüz sayılıp ortadan kaldırılmış değil.TC hükümetlerince hazırlatılan devletin "Gizli" belge ve raporlarında, Aleviler’e tıpkı Osmanlı dönemindeki gözle bakıldığı anlaşılıyor.

b. Türkiye Cumhuriyeti Dönemi:

TC`yi tamıtamına Osmanlı Devleti`nin yerine koymak, onun şaşmaz devamı olarak görmek elbette ciddi bir hata olur. Aynı şekilde ondan tümüyle bağımsız, kopuk ve hepten ilgisiz bir biçimde görüp sunmak da bir okadar yanlıştır. Nitekim egemen anlayışa bakıldığı zaman TC`nin her vesile ile Osmanlı mirasına sahip çıktığı, hatta devlet olarak onu zor durumda bırakan Ermeni kırımı gibi olumsuz örnek ve uygulamaların vebalini bile üstlenmekten geri kalmadığı görülür. Aleviler konusunda da durum pek farklı değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli Osmanlı döneminde yapılan Alevi katliamları TC’nin Aleviler`e ilişkin politikasında farklı olan, devletin dinsel esaslara dayanmaması, teokratik yapı ve uygulamalardan sıyrılmış olmasıdır. Bununla birlikte devletin, Ortodoks İslam diye de adlandırılan Sünnilik’ten yana hayırhah tutumu, onu maddi ve manevi her bakımdan kanatları altına alıp koruması, ülkede gerçek anlamda laik bir sistemin uygulanmadığının açık bir göstergesi, devletin Sünniliği tercih ettiğinin de açık bir kanıtıdır. Başka deyişle Aleviler, laik olduğunu söyleyen Cumhuriyet döneminde de ağır baskılara uğramış, 1920’de Koçgiri’de, 1937-38’de Dersim’de acımasızca katledilmişler. 1993’de Sivas’da olduğu gibi ateşte yakılarak barbarca yöntemlerle öldürülmeleri, çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırılmaları, öteden beri Cennet’e gitmek için işlenebilecek hayır işlerden sayılmıştır. Üstelik katiller, kimi zaman bizzat devletin güvenlik kuvvetleri tarafından himaye edilerek sözkonusu sevaba nail olmuşlar! Kimi zaman da İstanbul-Gazi mahallesinde olduğu gibi bizzat devletin polisi ve askeri eliyle Alevi kanı akıtılarak, hükümetlerce her türlü taltife layik görülmüşler. Esasen tarihe bakıldığında, sokaktaki insanların değil, bizzat devletin ve örgütlü güçlerin Alevi-Sünni çatışması yarattıkları, bu tür katliamların genellikle siyasal merkezlerden planlandığı rahatlıkla görülür. Bunun örneklerine Türkiye’de de rastlanmış, devletin kendi sıkıntılarını gidermek amacıyla ülkede varolan Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi gerilim noktalarını acımasızca kullandığına sıkça tanık olunmuştur.

Alevi sorununun en az 1400 yıllık bir geçmişi var ve oldukça acılı bir seyir izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde de bu özelliğinen fazla bir şey kaybetmeden sorun olmaya devam etmiştir. Ne var ki ağır baskı ve elverişsiz koşullar yüzünden zaman zaman derin bir sessizliğe gömülmüş, içiniçin bir gelişme dönemi yaşanmıştır. Kimi dönemlerde de gözle görülür bir canlanma ve hareketlilik görüldü. Günümüzde ise Alevi sorunu dikkate değer bir tırmanma sürecine girmiş ve Alevi toplumu bir an önce sağlıklı bir çözüme ulaşmak için oldukça kararlı bir tutum sergiler olmuştur.

3. Alevi Yol ve Erkânı Gelişmeye Açık Bir Seyir İzlemiştir:

Alevi inanç ve kültürü dikkatle incelendiğinde, onun, sosyal, siyasal, kültürel her türlü gelişmeye açık bir seyir izlediği görülür. Söz konusu özelliğin oluşmasında çeşitli etkenlerin rol oynadığı muhakkak. Bununla birlikte, en küçüğünden en yücesine kadar tüm değerler sisteminin, insan’a endekslemiş olması, başlıca etken olarak görülmelidir. Bu olgu, Alevi inanç ve kültürünü, İslamiyet’in ortaya çıkışı ile sınırlamak yerine, insanoğlunun yarattığı, yaratmakta olduğu ve yaratacağı düşünülen en iyi ve en özgün değerlere açık bir yolda ilerlemeye götürdü. Batılılarca Ortodoks İslam diye adlandırılan Sünnilik ile Alevilik arasındaki anlaşmazlığın, siyasal nedenleri olmakla birlikte, evrene, topluma, insana vb. sorunlara yaklaşımlarındaki derin farklılıklar yüzünden de karşı karşiya geldiklerini belirtmeden geçilmemeli, diye düşünmekteyiz. Ehl-i Sünnet, insanı acz içinde ve zavallı bir kul olarak nitelerken, Alevilik baştan beri, insana varlık alemindeki en yüce yeri vermektedir. Bakın Aleviliğin öncüsü Hz. Ali ne söylüyor:

Derman sende, ama senin haberin yok, derdin senden ama sen görmüyorsun.

Kendini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa koskoca bir evren dürülmüş içinde senin.

Öylesine ap-açık, ap-aydın bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleriyle meydana çıkmada.

Dışarıya, kimseye bir gereksinimin yok senin; gönlünde yazılmış yazılar her şeyden haber verir sana.

Burada Ali hattının mı yoksa ona karşı olanların sahip oldukları anlayışın mı Muhammed’in dinini, yani İslam’ı temsil ettiği sorusu akla gelebilir. Görüşler farklı olmakla birlikte, Ali tarafının işin özüne daha yakın olduğunu söylemenin pek yanlış olmayacaği kanısındayız. Muhammed, kızı Fatma, damadı Ali ve bu ikisinden doğan torunları Hasan ile Hüseyin’den oluşan beş kişlik aile, bizzat Muhammed tarafından Ehl-i Beyt (Ev Halkı) diye adlandırıldı. Doğal olarak bu soydan gelen kişilere de, o tarihten beri Ehl-i Beyt denile geldi. Fatma oldukça akıllı, çevresinde saygınlık uyandıran olgunlukta, bilge ve mutasavvıf bir kadındı. Ali ise İslam’a derinden inanmış, adil, çok güçlü ve bilge bir zattı. Oğulları Hasan ve Hüseyin de, Peygamber dedelerinin sıcak ilgisi, anne ve babalarının mürebbiliği altında yetişmiş kimselerdi. Doğaldır ki bunlar, dedelerinin dinini yakından tanıma fırsatını bulmuş ve o doğrultuda eğitilmişlerdi. Hal böyleyken, Emeviler’ce şekillendirilip güçlendirilen anlayışın, İslam’ın gerçek çizgisini temsil ettiği anlayışı, pek inandırıcı gözukmüyor.

ALEVİLİĞİN İLK YAZILI KAYNAĞI UMMU’L KİTAB’IN GENİŞ ÖZETİ

UMMU'L KİTAP
PROTO – ALEVİLİĞİN İLK YAZILI KAYNAĞI UMMU’L KİTAB’IN GENİŞ ÖZETİ


İsmail Kaygusuz


Kısa Bir Giriş


Wlademir İvanow’un 1932’de yazdığı, “ Notes sur l’Ummu’l –Kitab des Ismaeliens de l’Asie Centrale(Orta Asya İsmaililerinin Ummu’l Kitabı Üzerinde Notlar)” (REI-Revue des Etudes Islamiques 6, 1932, s.419-481) makalesinde, baştan 15-16 sayfa içinde kitabı çeşitli yönlerden tanıttıktan sonra 41 sayfalık(s.437-478) bir özet sunmaktadır. Ancak İvanow’un kitap hakkındaki tanıtıcı değerlendirmelerinin bir çoğu bugün kabul görmemekte ve tarihlemesi de doğru değildir.(Bkz. İsmail Kaygusuz, “İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU”, İstanbul, 2005, s. 85-94... Bu makalenin fotokopisini bulup bana gönderen, kendisi istemediği için adını veremediğim ABD Üniversitelerinin birinde Ekonomi Profesörü olarak çalışan değerli dosta çok teşekkür ediyorum.)

Eski Fars (Pehlevi) dilinde ve 210 tabaka kağıt(folio) kullanılmış bu 10.yüzyıl elyazması yapıtın tamamını Türkçeleştirmeden onu anlatmak ve içeriğini sağlıklı biçimde anlamak kuşkusuz olası değildir. Ancak Fransizca’dan çevirdiğimiz aşağıdaki özet bize genişçe fikir vermektedir; bu kitabın Anadolu’da yaşayan Aleviliğin, Ortodoks İslama aykırı bir düzüye inanç ögeleri ve dogmalarının kaynağı olduğunu rahatlıkla görebiliriz Kitabın ne zaman ve nerede yazıldığı sorusuna yanıt olarak giriş bölümünde şu kısa açıklamayı buluyoruz:

“Bu kitap, Mekke kentinin Kureyş bin Haşim mahallesinde, Abdu’l- Manaf’ın evinde yazıldı; İmam Bakır’ın kitaplığında bulunuyordu, fakat oradan Jafer Jufi tarafından alındı ve Kufa’ya götürüldü. Harun zamanında (Abbasi Halifesi Harun al-Rashid/786-809) Ali ibn Abdi’l-Azim onu Irak’a, İran’ın kuzeybatı bölgesine taşıdı. Adı geçen aziz kişi ölümü sırasında onu inananlara (muminan) ve onların elçilerine, dai’lerine emanet etti” (folio 4 v.).

Örneğin,W. İvanow bu bilgilere dayanarak tarihsel değerlendirmeyi şöyle yapmaktadır:

“Ali İbn Abdi’l-Azim’in Şii büyüklerine ilişkin biyografi kitaplarında adı geçmemekle birlikte, (babası) Abdu’l Azim b. Ali eş-Şehid b. Al-Hasan b. al- Zeyd b. Al-Hasan b. Ali b. Abi Talib’in, hem Umdatu’t-Talib’te (Taşbaskı/tarihsiz, Bombay, s. 77), hem de Bahru’l Ansap (Taşbask., Bombay, 1335, s. 121) kitabında adı geçmekte ve mescid es-Shajara’da türbesi bulunmakta ve Tahran civarındaki Şiiler tarafından ziyaret edilmekte, büyük saygı görmektedir. Eğer kitabımızda zikredilen Ali onun oğluysa, olasıdır ki 10.yüzyılın birinci yarısına doğru yaşamıştır. Bu bilgi kitabın yazımı için terminus post quem’dir, yani bu tarihten sonra yazılmıştır.(s.422-23)

Oysa aslında sadece yazmanın Farsça’ya çevrilişinin terminus post quem’i olabilir. Yukarıdaki kısa açıklama çok belirgindir; bu kitabı, İmam Bakır’ın( ö. 734/5) olduğu kadar İmam Cafer’in (ö.765)de çok yakın dostu olan Cafer el Cufi, Bakırın kitaplığından alıyor. Zaten kitapta anlatılan mizansen içinde kendisinin de adı geçmektedir. Ayrıca bu hagiografik mizansende öğretmen olarak çocuk İmam’a ders vermeye başlarken, kendisi öğrenci olma durumuna düşen Abdullah ibn Saba’nın, o döneme kadar yaşamış olduğu ve ‘Ali’yi Tanrı, Bakır’ı da peygamber olarak nitelediğine’ dair al-Kashi’nin(ö.951) “Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal”ında (vol. 1, s. 323) bilgi bulunmaktadır. Dahası, kitaptaki Cabir b. Abdullah al-Ansari ve İmam Bakır’ın yakın ilişkisi ve içeriğinde verilen Ehlibeyt Beşlisinin Tanrısal Nur’dan oluştukları vb.birçok bilgilerin al-Kolayni’nin kitabında İmam Bakır ve İmam Cafer’den, çevresindekilerinin rivayetleriyle aynen anlatıldığını görüyoruz. (Bazı örnekler için bkz ve karş. Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kulayni, çev. Vahdeddin İnce, Usul-ü Kafi Cilt I, s.711,2(1269);s. 666, 7-(1191); s.667, 9 (1193)/ 10 (1194) Bunlar gösteriyor ki, İmam Bakır hayattayken hazırlanmış ve proto-Alevilerin, yani Ortodoks İslamın ve yönetimin gulat (aşırılar, kural ve sınır tanımayan taşkınlar) diye niteledikleri batıni inanç topluluklarının tanıdığı bir kitaptır. Onu, ölümünden sonra oğlu İmam Cafer tarafından Kufa’ya dai göreviyle gizlice gönderilen el-Cufi götürmüştür.

Bu arada bir başka önemli noktayı belirmekte yarar bulunmaktadır. Ummu’l Kitab”da dört yazılı kaynağın adı geçmekte ve bunlardan alıntılar yapılmıştır. Ancak bunların hiçbiri günümüze gelmemiş bulunuyor:

İmam Bakır’a ait olduğu söylenen Daka’ik sifati’n-nur wa’l-anfus (Nur Sıfatının ve Anfus’un(Nefisin) İncelikleri(f.2)

İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler ya da Hadisler Kitabı) (f. 162)

Yazarı bilinmeyen Kitabi ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) (f. 7)

Yazarı belirsiz Kitabhayi nihani (Gizli Kitaplar) (f. 206)

W. İvanow’un Ummu’l Kitab’ın Farsça’dan yaptığı Fransızca Özetin Çevirisi


Sergilenen bu özette mümkün olduğu kadar, yalnız kitabın asıl ve özgün fikirleri belirtildi; çok daha önemli olanlar ise olduğu gibi çevirildi (bu paragraflar tırnak içinde gösterilmiştir). Yapıtın geri kalanı, çok kere ilginç dolaylı söylemler, yani imalar bile, yer darlığından çok kısa özetler durumunda verildi.

Kısaca özetlenmiş ya da kasten bırakılmış pasajlar, yinelemeler, mecazi ve şematik çelişkilerdir. Ayrıca bazı sözcüklerin yazılış düzenlemesine giren harflerin kabbalistik anlamları hakkında yapılan açıklamalar da belirtilmemiş. Kurgulanmış bu düşüncelerin yalnızca sonuçları verilmiştir.

Kitap “çerçevesi çizilmiş hikayeler” adını verdiklerimizle, kurgusal yapıtlarda ve Pers folklorunda sıkça bulunanlarla başlıyor. Transkripsiyonu(çeviriyazı) tanınmıyacak kadar (deforme olmuş)bozulmuş kısa bir Arapça Tanrıya ‘hamd ve şükran’ duasından(doxologie) sonra, yazar Farsça açıklama yapmakta (folio 2 v.) ve bize yapıtın içeriğini çok tuhaf bir biçimde sunmaktadır:

“Bu kitaba Ummu’l Kitab(Ana Kitap) adı verilmektedir, zira o bütün kitapların ve dünyada mevcut tüm bilgi-bilgilendirme-tanıtma biçiminin aslıdır, içinde aynısıyla bulunur. Adı Ummu’l Kitab’dır, çünkü onu kim okursa okusun, kısa bir zamanda, diğer hiçbir bilgiye artık gereksinim duymayacak kadar bir düzeyde kendini yetişmiş bulur. Bu yapıta Ruhu’l Kitab da denilir, çünkü o bütün kitapların ruhudur ve onların tüm düşüncelerini içermektedir.vb..”

Biraz ileride (f.3 ) kitaba, Tanrısal Işık’ın özü açıklaması benzeri Nuru’l-kitab gibi; Wasi’ul makalat(Vasinin sözleri); Sab’ul –mucadalat(güç mücadeleler); Raci’u’d-daracat(yalvarılan dereceler-makamlar); Başru’l-mubaşarat(İlk/başlangıçtaki İnsanlar); Aşara’l –makalat(on(da birlik) sözler); Sabu’u’z-zuhurat(zuhur etme zorluğu); Kitabu’l- macazat(mecazlar kitabı) vb. başka başlıklar da verilir. Bundan hemen sonra en üst kısımda (f.4 v.), kitabın Irak’ta ele geçiriliş tarihi ve onun hiç bir düşmana gösterilmemesi öğüdü zikredilmektedir. Şimdi artık asıl metinden sözedelim.

Giriş f. 6 v.(6.tabaka/sayfa ön ve arkasından)’dan başlıyor: İmam Muhammed Bakır okuma öğrenmesi için (fara azadi) beş yaşındayken okula gönderilmiş. Öğretmeni Abdullah Sabbah ona elif harfini öğretir ve arkasından be harfi üzerine konuşmaya başlar. Birden çocuk der ki, elif’in anlamını derinliğine öğretmeden be’yi okutamazsın. Öğretmeninin onu açıklamaya muktedir olamadığını görerek kendisi bunu yapmaya koyulur. “Ehlibeyt’in, bizim kitabımız” dediği kitaba göndermeleriyle yapılan açıklamaları tam anlamıyla kabalistik (harflerin gizemleri) ya da mutat düşünceler üslubu içindedir(f. 7-8). Bu açıklamaların üzerlerine kurulmuş olduğu evrenin yaratışıyla ilgili(cosmogoniqes) ve felsefi düşünceler kitabın son bölümlerinde ayrıntılı olarak verilmektedir.

Abdullah Sabbah korku içinde, İmam Bakır’dan be ve te’nin anlamlarını açıklamasını talebeder. Açıklamalar aynı biçem içinde olur; elif mi yoksa be mi birinci gelir? Hakikat içinde birinci olan be harfidir; o Ali’yi bildirir, oysa elif Muhammed’i gösterir. Zahire göre elif birinci, fakat hakikat içinde, Batın’da be ikincidir. Hemen, hakikat içinde birinci yapanın, müminin (inananın, bağlı olanın) kanıtını- sözünü(nutk) simgeleyen be’nin altındaki nokta olduğu açıklaması gelir( f. 10).

Soruluyor: Hangisi daha büyüktür, elif mi yoksa deve mi? 1 al-Bakır, deve (cim) aracılığıyla anlatılan ruh ve elif ‘le kastedilen kişilik (şahıs) ile insan varlığında (bulunan) ruhlar arasındaki ilişkiyi açıklar (f. 11-12 v.) Sonra bir çeşit kıyaslamayla aynı harfler, evrenin yaratılışına ilişkin(cosmogonique) düşüncelere göre açıklamaya geçer (f.12 v.-14). Arkasından çocuk İmam (Bakır), aynı mecazi (allegorique)üslup içinde makrokosmos(büyük evren) ve mikrokosmos(küçük evren, insan) arasındaki ilişki üzerinde durur( f.14 v.-19). Abdullah bütün bunları işittikten sonra İmam Bakır’ın önünde secdeye kapanır ve kendisini kaybeder. Kendine geldiği, ayıldığı(nı sandığı) zaman artık İmam Bakır’ın değil, fakat bizzat Peygamber’in önündedir; hemen sonra aynı durumda Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’i görür (f.19 v.-22). Bütün bunlar ona ışıklardan(nurdan) görüntüler olarak gözükmüştür 2 ve bu görünüm sona erince Bakır’ı yeniden görür. O zaman kendisini “Mekke kentinin orta yerinde” bulur ve oradan bizzat kendisi Mekke, Medine halkına, Arab ve Acem Irakı halklarına, Fars ve Kirman halkına ve de Basralı ve Küfelilere İmam Bakır’ı Tanrı olarak ilan eder(f .22). Bu durum insanlar arasında kaynaşma uyandırdığından, onları kışkırttığından, Ali Zeynelabidin ve al-Bakır onun cezalandırılmasını emreder (f. 23).

Bundan sonra İmam Bakır’ın kendi yaşlarındaki arkadaşları (ham-bal wa hamsal) Cabir İbn Abdullah Ansari, Cafer Cufi ve Şa’şa’a ibn Şuhan 3 , onun çevresini sararak, Abdullah Sabbah’ın sadece gerçeği söylediğine güvence vermiş-pekiştirmişler; ama o öldürülüp, cesedi yakılmıştır. Yine de onların (arkadaşların) hepsi aynı düşünce ve inançlarını (seçeneklerini) açıkça itiraf etmeğe-söylemeye hazırdır. İmam Bakır’ın açıklaması, Ulu Tanrı’nın (Maliki Taala) el- Kaim’in kişiliğinde görünüm alanına çıkmadan önce, şeriat döneminin(dawr-i shariat) ve bu altı bin yılı süresince perdeyi kaldırmanın büyük tehlike (parda bar giriftan az ma) olduğunun altını çizer (f. 23-24).

O sadece Ali’nin kişiliğinde tanrısal dışavurumu, yani Tanrının kendisini gösterdiği anı (au moment de la manifestation divine en la personne d’Ali); Küfe’de bir minarenin önünde secdeye kapandığını ve ceza olarak onu yeniden yerinden kaldırıp düzeltmediğini anlatır. Böylece Abul Khattab da Ali’nin tanrılığını halka ifşa edince, zamanı gelmeden inancını itirafından ötürü, Ali onun cezalandırılmasını emretmiş ve cesedi yakılmıştır(f.24-25). *

Hemen arkasından İmam Bakır, Kur’an’dan XIX ,12-13 ayetleri zikreder ve birdenbire Fatima’nın hayaleti duvardan görünür. İmam Bakır’ın üzerine üfler ve bununla çocuğun tanrısallığı kanıtlanır. Bu arada (daha önce öldürülmüş bulunan) Abdullah açıkça Ali’nin tanrılığını söyler. Oğlu Talib ya da Abu Talib de babasının örneğini izleme ve şehid olma iradesinini-istemini açığa vurur( f.24-26 v.). Burada yazar şu açıklamayı eklemektedir:

“Suriye’de, Damas eyaletinde (Şam ve Şamat) Fidai ya da Talibi denilen bu mezheb (madhhab), Talib’in kurduğu ve İsmaili mezhebi de, Cafer Sadık ve İsmail’in evlatlarının sevgisi için hayatlarını veren Abul Khattab’ın evlatları-çocukları tarafından kurulan mezheptir; 4 o, devirler dönünceye, çağlar geçinceye kadar duracak, hep yaşayacak.. ”(f. 26 v.-27)

Burası giriş adı verilebilecek bölümün sonudur; yazar olasılıkla bunu, olasılıkla tarihi dramatize etmek ve aynı şekilde kitapta açıklanan soyut temel fikirleri okuyucuya sunmak için ekledi. Önemsiz-şişirilmiş görünüşteki düşüncelerin (ileri) sürülüşünde, özellikle harflerin anlamı konusunda dikkatli okuyucu, yazarın olayı ileri sürerken o denli ilkel olmadığını görecektir. İşte bu nedenle biz bu Farsça versiyonun, doktrinin-öğretinin halka uygun(halkça sevilen) bir bir sergilemesini, soyut okuma metinlerine alışık olmayanların kullanımına sunmak için özel olarak yazıldığını düşünüyoruz.

Yapıtın ana kısmı buradan (f. 27) itibaren, öğrencilerin (müritlerin) sorduğu sorular ve İmam Bakır’ın verdiği yanıtlarla başlamaktadır.

Soru 1 (f. 27). _ Küfe’de minarenin Ali’nin önünde secdeye varması hikayesinin anlamı nedir?

Yanıt. _ Tanrısallığın Ali’nin kutsal kişiliğinde görünüm alanına çıkması (zuhuri İlahi dar wilayati Ali) ve onu kabul eden (inanan) bütün yaratıklar iyi ve yararlı(olan)lardır; kabul etmeyenler (inanmıyanlar) kötüler ve zararlılardır.

“Başlangıçta, Ali’nin kutsal kişiliğinde Tanrının açınımı (mazharı) göklerde gözüktü. Herkes on(a)u kabuletti (inandı) ve o zaman bütün parlak yıldızlar, ay , güneş melekler (malaika) göründüler. Sonra tanrısal Mazhar(Ali) yüksek yerlerde-tepelerde gözüktü: tasdik eden dağların-tepelerin (qabul kard) tümünü koyun sürüleri, değişik meyva ağaçları veya hastalıkları tedavi eden-her derde deva bitkiler kapladı; pekçok madenler ve değerli taşlarla doldu; onlar yabanıl kuşlar ve hayvanlardan arındı, insanlara yararlı oldular. Kabul etmeyenler ise kayalıklara, yenilmeyen dikenli bitkilerle ve yırtıcı hayvanlar vb.. ile kaplı doruklara dönüştü...”

Birinci sorunun yanıtı aynı stilde sürmekte ve denizlerden-ırmaklardan, çöllerden, hayvanlardan, madenlerden(jawahir, cevahir) ve şehirlerden konuşulmaktadır(f. 28-30).

Soru 2 (f. 30 v.). _ Bismillah formülünün-söyleminin anlamı? Neden bu Kur’an’da her surenin başına yazılır? Neden onun her işin-eylemin başında tekrarlanması zorunludur?

Yanıt (f. 30 v.). _ Bu ifade, “hudutların hududunun çizgisi” (satri ghayatu’l ghayat)üzerindeki Çok Yüce Tanrı tarafından yazıldı.O “bütün yüceliklerin üzerinde”dir ve bu, O’nun kendi üyeleri-organları (jawarihan) yaptığı oniki ve yedilerin kanıtıdır. O kendisinden yukarıda, bin renkli ışıkla-nurla dolu geniş bir boşluk-uzay olan bir deniz (bahr) yarattı ve onun altında “Tanrısallık” (ilahiyyat) adını verdiği bir başka deniz yaptı (f. 31). Denizlerin arasına o ölümsüz, yaratılmamış yedi ve oniki nuru-ışığı yerleştirdi; onlardan kendi görme ve işitme (organlarını) yaptı.

“Bu iki deniz (darya), Çok Yüce(Tanrının) berzahı ve iki deniz boşluğundan(bahr) (oluşuyordu); onların inci ve mercanları bu krallar(malakan, melikler), bu melekler (malaikatan), bu başkanlar (naqiban, nakipler) ve bu soyu pak olanlar-soylular(najiban, necipler)dı. Ve bir göksel saraydan(diwan) başka birine bağ-asılı duran bu parlak örtüler ve bu kandiller inananların kalblerini birleştirmektedir”(f. 31)

Bu açıklamayı koşut bir açıklama izler: insan vucudunun yapısıyla karşılaştırma; örneğin beyin “beyaz(lık) deniz(in)e”(bahru’l-bayza) denk düşer-uyar; bilinç(li) ruh-can(ruhi natıqa), o beyaz beyin içinde oturan Çok Yüceliğin(Tanrı’nın) karşılığıdır vb. (f. 32-33). “Tanrının organlarının” on ikisini simgeleyen eller ve parmaklar, “Beyazlık denizi” ile “Sonsuzluk sınırının kubbesi”(qubbai ghayatu’l-azali) arasında yeralır.

Bu sonuncusu, yani kubbe Yüce Tanrı’ın çadırıdır(chatri Maliki Taala). O (kubbe) başını koruyan ve bin renkli büyük boşluğun (sifr) “yüce ruh”(ruhu’l-azam)tur. “Tanrı, beyaz denize egemendir ve bu Tanrının Tahtına hükmeder. Onun yukarısında “huriler, saraylar, ışıklar, kandiller, oğlanlar (ghilman) ve yeni doğmuş çocuklar(wildan) bulunur.” (Kur’an, LXXVI, 1-31)

Hemen arkasından Besmele formülünün kabalistik (harflerin gizemi çerçevesinde) çözümlemesini (analizini) okuyoruz (f.33-34). Formül halkın inanışından-düşündüğünden çok daha önemlidir; o Tanrı’nın Tahtı (arsh)dır. Bu insanın anlama gücünü ve anlayışını aşan bir gizemdir ve bizzat onların örtüsü (hicab) altında gizlenmiş olan Tanrı’nın yedi ve dokuz seçilmişini(seçkini) simgeleyen bir gizdir. Onlar 28 “pak soylunun”(najiban, necipler) nurları ve hayat-can veren ve onu gökyüzüne ve yer üzerine taşıyan 4 meleğin (chahar malakani jan-dih wa jan sitani as(u)man wa zamin) (f. 35) nurlarıdır. 5

Bu açıklamanın-ifşaatın büyük gizemi üzerinde birkaç uyarıdan sonra, (Besmele) formülünün kısımlarının kabalistik anlamı verilir (f. 35-38 v.). Çok Yüce Tanrı’nın yedi “organı, üyesi” Muhammed al-Mahmud, Ali al-Ala, Fatima al-Fatir, Hasan al-Ahsan, Hüseyin ar-Rafi’al-Ala, Abdullah al-Ali, ve Abu Talib al-Atlab’dır(f. 36); bunlar başka hiçbirşeyin varolmadığı yukarıdaki yedilerdir. Bin renk ışıktan nurlanan bu “beyaz(lık) deniz(in)de” görünüm alanına çıkarlar,

Ve diğer oniki nur, onların önünde sıralanmış (barabar saf kashida) Peygamber’in ailesinin(ehli beyt) oniki üyesidir. Onlar eşi ve benzeri olmayan bu sarayın (divan) sakinleridir. Bu Yediler ve Onikiler yedi meleğin (malaikatan), yani Salman, Mikdad, Abu Zar, Ammar, Abu Hurayra, Abu Candab ve Abu Kumayl’ın örtüsü (hicab) altında gizlenirler. Arkasından beyazlık denizinin 12 nakib’iyle, 28 soylu (najib), iki yetim (yatim) 6 ve dört yakın melek (malaki mukarrab) anlatılır. Onlar bu nakib’lerin hicab’ları içerisinde bulunur, fakat gizlidirler. Bu oniki nakib Tanrının sevdikleri, seçtikleri ve beyazlık denizinin muhahafızlarıdır; 7 yani Erkan-i Hakk (arkani Haqq) 8 dörtler ile birlikte bu sekizler 12 Nakib’dir ve Muhammed’den Abu Talib(Atlab)’a kadar yedi melek Tanrısal Tahtın seçilmişleridir, böylece (hicab’larıyla İ.K.) iki kere yedi, yani ondört seçkin melek eder.

“Biz oniki nur, Peygamberin ailesinin(Ehlibeyt) üyeleriyiz; işte, Tanrı tahtı’nın Yedi ve Onikilerinin anlamı ya da anlatımı” bundan ibarettir. Daha yukarıda anlatılan Yedi Nur, zamanın İmamlarının, ve inananların yüzlerine (bar dini mu’minan wa imamani zaman hamigardand) vurur.9 Onlar yedi ve oniki erdeme (khaslat, haslet) sahiptirler ve eğer aralarından bir teki eksik olsa, insanoğlunun bedeni mükemmel olmaz(f. 38). Bunun arkasından gelen anlatım da Besmele’yi biçimlendiren harflerin anlamının kabalistik açıklamadır.

Soru 3 (f. 39) : Yaratıcı yerde midir yoksa gökte midir? Erdemleri ve nitelikleri nelerdir? Nereden ortaya çıktı? Neyi yarattı?

Bu sorunun yanıtı, kitabın en ilginç kısımlarından birini oluşturur. Yanıt, bu bilgiyi oluşturan büyük esrar-gizem üzerinde uzunca bir uyarıyla başlamakta:

“Ya Cabir, diyor al-Bakır, bu soru çok zor, bırak onu, bir yana bırak; zira Yüce Tanrı’yı gizleyen örtüyü kaldırmak iyi birşey olmaz, bu büyük bir günahtır. Bizzat onun açınımı, yani görünüm alanına çıkışı (zuhurati) olan hiçbir Peygamber ve Veli asla bu örtüyü kaldırmadı; ortaya çıkan hiç bir yasa (şeriat) getirici ya da Veli (hich kitabi wa zuhurati), bu konu hakkında asla herhangibir şey yazmadı…Herkim bu gizemi, onu duymaya-dinlemeye layık olmayan birine anlatacak olursa, aynı anda onun ruhu bedenini terkedip, dinleyicisinin bedenine geçecektir. Bu, çok büyük felaketin acısı altında açıklanamaz ve sözle anlatılamaz bir sırdır... Onu kağıda yazacağım; Muhammed ve Ali adına, Salman ve Mikdad adına najib’ler ve nakib’ler adına senden rica ediyorum onu yalnızca gözle sessizce okuyacaksın ve asla yüksek sesle ezbere okumayacaksın; ona sahibolan inananlar da, zamansız açıklamayacak biçimde, onu kendileri için okumalıdır”(f. 40 v.)

“Ve şöyle yazdı(f. 41): Ulu Tanrımız ve Yaratıcımız hem göklerde hem yeryüzündedir. Yani o, bazan yüce Sarayında (Diwanha’i bala) ve bazan da zamanın imamlar ı(imamani zamani) ve inananların örtüsünün mikrokosmosu (küçükevren) içindedir.”

“Başlangıçta, ne gökler ne yer ne de yaratılmış şeyler varken, Beş Ebedi Nur (panj nuri qadim) gökkuşağında(birleşmiş) biraraya gelmiş beş farklı renge benzemekteydi. Onların ışınlarından bir ışık boşluğu(havası), tıpkı güneşten çıkan ışık gibi yayılıyordu (hawai mamandi aftab). Şimdi yer, ve gökleri işgal eden herşey o dönemde bu yoğunluksuz(latif) havayla-boşlukla kaplıydı ve Beş Nur orada durmaktaydı (ba-sar istadand). Onlar arasında kesintisiz son Hudud’un Nur’u (nuri ghayatu’l ghayat), nurdan bir Kişi (shahsi nurani) biçiminde görünüyor(zuhur kard) ve onun bu Beş Nur’u, işitme, görme, tad alma ve konuşma(nutk) organlarını biçimlendiriyordu. Bu Beş Nur, insan biçim görünümündeki Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’di ve onlar başka birşeyden yaratılmadılar (az hich chiz payda na-budand). [1] ‘De ki, O Tanrıdır. Benzeri yoktur ve Tanrı ebedidir-sonsuzdur. O doğmadı ve doğurmadı; hiçbir şey ona benzemez’(Kur’an CXII, 1-4). Tanrısal Tahtın üstünden bu Beş Nur, beş organ olarak inananların kafalarının üzerine taşındılar (ba-sari mu’minani mi-gardand).”

“Bilinçli ya da Konuşan ruh (Ruh-i natıq) da onların arasındadır (bar miyan nishasta) ve en yukarılardan yükseklerden en aşağılara uzanan hudutlarıyla Evreni yaratan, herşeyde-bütün cisimlerde ve bütün isimlerin önünde zuhur eden(ba-har nami wa jismi zuhur kard) gerçek Tanrı odur.”

“Bu, onun Tanrısal özündeki-cevherindeki Ruhtur (ba-ilahiyyat); onun nurdan-ışıktan biçimlenmesi (ba-nuraniyyat) ise Güneştir; ruhlar dünyası içinde o biliçli/konuşan ruhtur-candır(natıqa) ki, bu beyaz denizi tam orta yerinde ‘oturur’; o inananın beynidir, o şimşek, bulut kümesi ve ayın rengine sahiptir (f. 42 v.). Tanrı kişiliğinin(shahsi) görünüşü-görüntüsü(mu’ayana) işte böyledir.”

“Onun sağ eli, herşeyi alan-tutan koruma ruhudur(Ruhu’l-hifz) ve güneşin rengindedir. Sol eli, bütün ruhların uzunluğu ve sonu ve sonralığı ile igilenen Ruhu’l-fikr, düşünce ruhudur ve mor renktedir. Tanrının başı, bin rengin parladığı Ruhu’l-azam, yani yücelik-ululuk ruhudur. Onun üstünde, ne yeryüzünde ne de gökte hiçbir şey yoktur.”

Ayni şekilde(f. 43), kristal renkli (buluri safid) Ruhu’l-akbar, yani Büyük Ruh; alev sarısı ve lal taşı parlak kırmızısına sahibolan Ruhu’l- akl, yani akıl Ruhu vardır; “bu iki Ruh göklere ve yeryüzüne yayılır, bu yaşamın da gelecek yaşamın da içine saçılmıştır”. Tanrının iki kulağı “Tanrının parlaklığı (ya da gürleyişi) ve sonsuzluğunun ögesi/doğasıdır”(mazaji ghayati wa tabishi ilahi). Onlar canlı varlıkların sesini duyar, onları bütün göklerin(küreler/kubbelerin) ve yerlerin (sarayların) bu ruhuna taşır (har diwan wa dargah). Tanrının iki burun deliğinden (f. 44) biri bilim-bilgi ruhudur (Ruhu’l ilm) ve akik kırmızısı, diğeri Ruhu’l Jabarut, büyüklük ruhu portakal rengindedir (zangar-rang). Tanrının dili, Ruhu’l Kuds, yakut kırmızısı renginde Vilayet ruhu’dur; bütün şeyleri(eşyayı) yaratan odur ve böylece hemen sonra kalb, iki ayak ve sekiz biçimde(hasht chihra) ya da jawahir vb.olarak zuhur eden/görünüm alanına çıkan Beş Nur’un biçim verdiği Tanrı Tahtı konusunda (tanımlar sürer).

Soru 4 (f. 46 v.). _ Tanrının ne nitelikleri ne de sıfatları olduğunu ileri sürerek sapmış olan değişik insanların açıklamaları ne anlama geliyor?

Tanrı İblis’e-Şeytan’a gözükür: O, ‘Sen bizim Tanrımız değilsin; Gerçek Tanrı (Khuda) vardır ve o göktedir, benzeri yoktur’(f. 47 v.) Bu Kur’an’ın “De ki, Tanrı birdir...”ile başlayan surenin(CXII) açıklamasıdır. “Fakat bizim konuştuğumuz Tanrı sadece Bir değil, tinsel biçim altında Ruh’tur ve de Nur-Işık dünyasında (ba-nuraniyyat) Güneş’tir, zira güneş Tanrı’dan gelir (ki u az Khuda’st).10 Nur, insanın beyni olan Tanrı tahtına kadar bir diğer gökten (diwan) gelen nur ile birleşir, o bir bağ bir yol gibidir ve (bedenden) ruh ve ışık kaybolup, Gerçeklik (Tanrısal?) madenine dönerlerken, onlar yeniden bir bedene dönüş yaparlar.”(f. 48)

Gördüğümüz gibi bunlar soruya yanıt değil; 11 bu yer ya kayboldu ya da yazar İblis’in öyküsünün özetlendiği(f. 74 v.-75) yapıtın başka yerlerine tam bir anlatı olarak koymayı seçti.

Soru 5 (f. 48 ). _Göksel saraylarda ya da Divan’larda bulunanlar ve sakinleri(?)

Orada bulunan Nurların ve Tanrının göksel sarayları-divanlarının onlarla ilişkisi vardır. “Sonsuzluğun son sınırında, beyazlık denizini yukarısında bir perde(parda’i ghayatu’ l-(ghayati)-azali) bulununur ve Yüce Tanrının kişiliği ve aynı şekilde Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin ( Abullah al-Ali ve Abu Talip al-Atlab’la birlikte) bu göksel sarayların üyelerini oluştururlar. Bu beş melekten gelen beş nur beyazlık denizinin kısımları olur; Cennetin ağaçları, onların dalları ve yaprakları gibi Tanrı’nın gözkamaştıran parlak nurundan (nuri tabishi ilahi) meydana gelmişlerdir.12

“Ve Tanrısallığın simgesi olan arslan, burak ve beyaz şahin(doğan), yüce Huma (devlet kuşu) ve Düldül bu ağaçların tepesinde Tanrıyı zikrederek, hamd ve sena ederek oturmaktadır”…

“Burak Muhammed’in nurundan, Düldül Ali’nin nurundan, arslan Fatima’nın nurundan, şahin Hasan’ın ve hüma da Hüseyin’in nurundan yaratılmış, meydana gelmişlerdir.”

“ Beyaz(lık) deniz(i) onların varlığı ile güzelleşir; orası diğer saraylardan (diwan) bir çok kere(kat) daha fazla büyüktür…”

“Ve yetiştirilmiş Düldül, inananlara Tanrı’ya nakib’lere ve nacib’lere giden giden yolu gösterir; Burak’ın nuru bu yedi meleğin üzerinde parıldar; arslan ve şahin Tanrının gözkamaştırıcı parlaklığı ve nurunda meydana gelmiş yüz bin kanadını çırpar ve bu nurdan ve şimşekten kubbeyi (sarayı) doldurur.”

“Hüma(devlet kuşu) kanatlarının gölgesini nakib’lerin ve nacib’lerin üzerine örter-yayar. Ve yaşam suyunun (ab-ı hayat) seli oraya akar ve ‘geniş gölge ve su yayılır’(Kur’an XVI, 29-30)”(f. 50)

“Bu beyaz kubbenin 13 altında yakut kırmızısında bir perde bulunur ve orada Tuba ağacının beş dalından çıkmış beş kişi görünür(f. 50 v.), aynı çekilde bu beyaz saray içinde, öncekindeki gibi, herşey ezeli ve ebedidir. Bir gökkuşağı gibi birleşmiş 124 bin renkli nur beyaz(lık) deniz(i) tarafından üretilmiştir ve 124 bin beyaz nur (halinde) bu yakut taşı rengindeki perdenin (hijab) altına inerler.”

“Yüce Tanrı (f. 51), bu saraylar (diwan) içinde büyük sayıda nur, ruh, ay ve güneş ışıkları ve ışıktan ağaçlar yarattı. O, bu perdenin (hicab) altında, alevden/yalımdan bir diğer örtü serdi ve bu örtünün/perdenin içinde, yakut renkli perdeden dışarı çıkmış olan beş şahıs zuhur etti. Bunlar Cibril-Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail ve Surafil idi ve orada (f. 51 v.) yine yakut kırmızısı perdeden inip gelen 124 bin nur(kandil) göründü…Bu nurların hepsi onların alev rengini alırlar ve yalıma benzeyen bu deniz, beyaz kristal üzerine ışık yayan bir ateş gibidir. Onun güzelliği ve gözkamaştırıcı parlaklığı açıklanamaz; bu sarayda o kadar nur ve ruh var ki tanımını yapmak, betimlemek olanaksızdır”

Öncekinden portakal rengi bir perde/örtüyle ayrılmış olan dördüncü küre-göksel saray, aynı plan üzerinde kuruludur Beş Ebedi Nurun görüntüleri burada, “beş pırıl pırıl yüz” (panj surati nigarin) biçiminde ortaya çıkmaktadır. Onlar, insanoğulları tarafından akıl-us(akl), düşünce (nafs), anlayış-kavrayış (fath?fahm), dikkat(jadd) ve hayal-kurgu (khayal) adlarıyla çağrılan meleklerdir.14

Beşinci küre, yani göksel saray (f. 52 v.) zümrüt yeşili örtünün altında bulunur. Aynı şekilde beş büyük nur (panj nuri buzurg) orada görünür, fakat onların adları verilmemektedir. Bu göksel saray, çok güzel şarkılarıyla Tanrıyı öven (meth ü sena eden) kuşlar ve muhteşem nurlarla doludur. Altıncı küre (f. 53) menekşe rengindedir ve güzel kokular, akan çaylarçaylar ve nurla doludur. Burası cennet, Jannatu’l Firdaws’dir. Bu görünüm içinde adı verilmeyen beş büyük nur ve huri adı verilenler ise köşklerde otururlar.

Cennetin ırmakları söz(nutq), bilim(ilm) vb.kavramları simgeler(f. 53 v.-54).Yedinci göksel küre (f. 54) güneş ışığı rengindeki diwan’dır. Buradaki beş nurun adları verilmemiştir. “Bu diwan tanrısal nur denizi gibidir ve 124 bin güneş bu denizde devinim içindedir-hareket halindedir; onların ışığı-nuru aşağıdaki bizim dünyamıza ulaşır-çarpar.

Sekizinci perde (f. 55) ay ışığı rengindedir; göksel saray aylarla doludur ve beş büyük nur Bihisht’in, yani cennetin Ridwan’lar, yani kapıcısı meleklerdir.

“Ay ışığı rengindeki bu çadırın altında olan dokuzuncu diwan (f. 55 v.) lazuli taşının laciverd rengindedir; “o beş nurdan Huma” görünüme çıkar. Bu yıldızlar ve bu gezegenler bütün haclarını onun çevresinde tamamlar ve 124 bin nur o mavi perdelerden gelip peygamberlerin, velilerin ve wasilerin kalbine girerek bu dünyada gözükürler. Bu nurlar aracılığıyla kalpler öylesine parlar-aydınlanır ki, onlara perdeler kalkar ve öylesine erk sahibi olurlar ki, arzu ettikleri herşeyi elde ederler.”“Tanrı o zamanın İmamının (İmamani zaman) kalblerinde bulunan nurdur, zira son sınırın kubbesi, böylece bir göksel saraydan diğerine bağlanır ve mavi kubbenin beyninden (maghz) o, yaşamın bilinç-vicdan ruhuyla(ruhu’l hayati natiqa) bağ kurar. Beyin (maghz) aracılığıyla atarak, kalbin üzerine bir gölge yayar.”

“Yer kalptir ve Tanrı kalple birleşen nurdur; bu biliçli/düşünen ruh, Yüce Tanrının ve bu nurun bir kanıtıdır. O arzu ederse kalbe inebilir ve istemezse, son sınırdaki kubbe içinde Yüce Tanrının şemsiyes altına geri dönebilir”

“Beş nur mavi kubbeyi düşünen ruhla birbirine bağlar; onların adları sırasıyla mecazi hudud yapısı (mazaji ghayati), tanrısal soluk(damishi ilahi), güneşin gözkamaştırıcı parıltısı (tabishi khurshidi), Tanrıyla birleşme/buluşma (waslati izadi) ve inananın bakışı(nigahi mu’mini)dır. Bu dünyada ol(uş)an beşli kümelerin tamamı, gölgeleri asla yere düşmeyen o beş Nur, Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’den meydana gelir.”(f. 57)

Ayrıca yazar, insan vücudunun, özellikle kalbin çeşitli kısımları ve zihnin çeşitli fiziksel fakültelerinden başka birşey olmadığı görülen o farklı ‘ruhlar’ arasında kurulan bağı sergilemektedir. Yazarın, kalbin “su hanesi, temiz hava hanesi, temiz kan ve kirli kan haneleri” (khana’i ab, khana’i badi pak, khana’i khuni saf, khana’i khunaba ) gibi dört bölümlük düzenini tanıdığını görmek çok dikkat çekicidir., Hepsi birer nur olan bu ruhlar da zincirlere asılı kandiller olarak sunulmaktadır. Dünyanın Beş Nurdan yoksunluğu asla olamaz ve dipsiz derinliklerden, uçurumlardan doruklara hiçbir şey onlardan gelen esinden( wahy) yoksun değildir.

Soru 6 (f. 60) : Tanrı bu gök küreleri(sarayları) ve sonsuz boşlukları (uzayı) nasıl yarattı, o bu ruhları neden yarattı veya yaratılışın sebebi neydi?

“Tanrı, tamamıyla öncesiz-sonrasızdır(javid, cavid) ve bütün başlangıçların başlangıcıdır; Onun ve onlara geçerek, kitabın başında açıklandığı gibi, kendilerinde görünüm alanına çıktığı Beş Seçilmiş’in dışında hiçbir şey mevcut değildi.”

“Şimdi varolan yerler ve gökler, o dönemde sadece saf, ince ve ruhsal havadan ibaretti. O zaman, her an nüans değiştirerek 124 bin değişik renkli ışıklardan, öncesiz ve sonrasızlığın en son sınırının(ghayatu’l-ghayati) sarayı(diwan) içinde varlıkları tanrısal açınımda(görünümde) olan ‘seçilmişler arasından seçilmiş’(khassu’l –khass, haslar hası)) bu Beşler ortaya çıktı.”

Bu seçilmişler, bir gözkırpma anının son sınırındaki kubbe içinde bulunurlar(f. 61). Tanrı, hiç yokluktan varoluşa geçirdiği (yoktan yarattığı) bu kubbe içinde özel ışıklar, mumlar ve ışık saçan 100 bin kandil de varetti. “Saatin-vaktin gelişi sadece bir gözkırpma anıdır...”(Kur’an XVI, 79).

“Ne melekler ve ne de diğer yaratıklar O’nun sıfatlarını ve O’nun yüceliğini tanıyamaz; denizler mürekkebe, ağaçlar kalemlere ve yedi gök parşömene dönüşse de, bütün ruhsal ve ışıksal varlıklar, cinler yazmaya başlasalardı, öncesi ve sonrasız sonsuzluğun son sınırındaki kubbenin gerçek ünü ve övgülerinin binde bir kısmını yazmayı tamamlayamadan yokolup giderlerdi”(f. 61 v.).

“O zaman Tanrı sağ ve sol yana birer (kez seslendi) çağrı yaptı ve bu çağrılardan(sesler) nurlar oldu ve bütün ruhlar ve sayısız ruhsal varlıklar bu nurlardan meydana geldi; başlangıçta onların hepsi yedi renkli idiler ve o renklerin herbiri bin nüans (renk ayrıntısına) sahip bulunuyordu” (f. 61).

“Onların her söylem ve devinimlerinden(band-ghusha) nurları ışıldıyordu, tıpkı yıldızların parıltısı gibi. Ve aynı bizim tırnaklarımız parladığı biçimde, onların tırnaklarından ay ve güneş ışıkları yayılıyordu. Onlar altı topluluk (guruh) olarak düzenlendi ve her topluluğun bir yolgöstericisi ya da başkanı vardı. Birincisinin adı Azazil idi ve İkincisi, Üçüncüsü vd.bulunuyordu...Yüce Tanrı, Azazil’e biraz (yaratma) nuru ödünç(arriyat) vermişti(f. 62 v.) ve bu nurun yardımıyla Azazil kendisine benzer ruhlar yaratmayı sürdürüyordu; tıpkı Tanrı’nın yaratılış çağrısı-haykırışı (awazi afarinshi) yaptığı gibi, o da buna öykünerek, bir yaratma çığlığı attı. Bel(ir)li bir zamanın ucunda Azazil’in bu avazından doğan ruhlar ve ruhsal varlıklar o kadar çoğaldı ki, Tanrı’dan başka hiçbir kimse onların sayısını bilmiyordu”.

“ O zaman Yüce Tanrı Azazil’e, ‘söyle bana sen kimsin ben kimim? Ve bütün bu ruhlar ve cevherler nedir?’diye sordu. Azazil şu yanıdı verdi: ‘Sen bir Tanrısın ve ben de bir Tanrıyım. Bütün bu ruhlar senin ve benim yaratıklarımdır’. Tanrı buna karşılık, ‘burada iki Tanrı varolamaz’ dedi; sen de, bütün bu ruhlar da benim tarafımdan yaratıldı”. ‘Gerçekte ben ölümlüleri topraktan yarattım”(Kur’an XXXVIII, 71) 15“Azazil hemen, ‘ benim yaratıkların Seninkilerinden kat kat fazla, diye yanıtladı; çünkü ben ruhları çifter yarattım ve sen Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun!’.Bunun üzerine Tanrı şöyle konuşuyor: ‘Senin ürettiğin bu yaratıklar da tarafımdan yaratıldı(f. 63 v.). Şimdi senden o ödüncü (arriyat) geri alacağım, şimdi ne yapacaksın?’ Ve Tanrı, onun yardımıyla yaratıcı olduğu bu nuru Azazil’den geri aldı, ondan bu mavi kubbeden bin kez daha büyük olan Beyazlık denizi kubbesini yarattı.”

Yazar bu göksel sarayın yukarıda daha önce verdiğimiz tanımlamasını, bütün nurları, efsanevi ağaçları ve hayvanlarıyla birlikte yinelemektedir. Sonra Tanrı Azazil’den bunun gibi bir göksel saray yaratmasını ister, fakat o bunu yapamaz.

“Ve ozaman Tanrı diğer varlıklardan yaratmayı arzu etti. Aynı biçimde önceki gibi, önüne ve arkasına doğru birer (avaz saldı) çağrı yaptı... Ruhların altı derecesi-durağı(menazil) ortaya çıktı; bunlar öncekilerden daha duru ve daha güzel, inci ve mercan, cevahir ve zümrütle-renkleriyle bezenmiştir; nurdan vücutlarının herbir eklemi pırıl pırıl ediyordu” (f. 64).

Tanrı tapınmalarda okunan Allahu ekber ve besmele benzeri formülleri söyler(f. 65 v.). Bu menzillerin (menazil) başkanı Salman, saygı ve itaatını (methü senasını) öyle dile getirerek bu formülleri yineler(f. 66).

Orada çağrıldığı gibi Salmanu’l kudret, bir sonraki topluluğun (guruh) başkanı Mikdadu’l kebir aynısını yapar(f. 66 v.); arkasından Abu Zarr’ın sırası gelir, ondan sonra da nakipler, necipler adını alan diğer topluluklar ve ayaklananlar savaşçılardan (mu’taridan) sonuncular (f. 68 v.). Oradakilerin hepsi, Tanrının ve onun dawar’ı yani veziri ya da sırdaşı Salman’ın güç ve yetkisini tanımaya kesin söz (iqrari qati, katı ikrar) verirler.

“Ondan sonra Tanrı, Azazil’e Salman’ın önünde secde etmesini buyurdu, fakat o ve yandaşları bunu reddettiler (f. 69). Böylece altı inançsızlar birliği (manazili kafiran) Salman’a saldırdılar ve büyük bir savaş oldu; sonunda onlar Salman’ı yendiler(fakhri miyawurdand bar way) (f. 69 v.).”

Ancak o zaman Tanrı’nın kendisi araya girer ve Salman’a, yaratılışından beri sahiboldukları yedi nurdan biri ve ondan sonra alev renkli olan isyancı ruhları yakut renklerinden soymasını buyurur. Salman onu yapar ve bildirilen reklerden iki hicab(örtü, perde) yaratır; onların altına isyancıları hapseder (f. 70 v.), böylece sonsuzluğun son sınırındaki nurdan kubbeyi onlardan gizlemiş olur.

Bin yıl sonra Tanrı Salman’ın biçimiyle (az hijabi Salman zuhur kard) onların karşısında gözükür. Bütün seçkinler, inanmışlar, yani nakibler, nacipler ve isyancılarla (mu’taridan) birliktedir. Tanr Salman’ın görünümünde tanrısal iradenin tanınmasını yeniden ister, fakat öbürleri yeniden başkaldırırlar ve birlikleriyle Salman’a saldırırlar (f. 71 v.).

“Salman tarafından onların kırmızı akik renkli nuru kaldırılınca teslim oldular. Çünkü ondan uygun bir perde yaratmıştı. Onu ayaklarının altına sererek, onları kendilerinin altında bulunan göksel sarayın/kürenin içine fırlattı. Aynı olaylar peşpeşe binlerce yinelendi, fakat Şeytan Tanrı’yı, tanrı olarak tanımamakta direndi ve gerçek herşeyden üstün Tanrının, Ulu Tanrı’dan farklı olduğunu teyit etti” (f. 71 v.-74 v.).

Şimdi burada artık (f. 74 v.-75 v.) Kuran’ın 112.Suresi “De ki; Tanrı tektir, eşsizdir, daimdir/sameddir. O doğmamış doğurulmamış ve hiç bir dengi yoktur”un anlamını açıklar. Bu ayetler içinde gönderme yapılan gerçek kişilikler (mawud), daha yukarıda zikredilen ulular, yani Muhammed, Ali, Fatima , Hasan ve Hüseyin’dir. Onlar inananların yüzleri(ni çevirdiği) üzerine kapandığı, yani secde ettikleri kıblegahlarıdır (qıbla-gahi muminan and , ya’ni bar dini muminan mi grand).

Zahirin-Şeriatın bilginleri(alimani zahir) bu surenin boş bir açıklamasını (ma’dum) yaparlar ve onların örümcek ağına benzeyen ortaya çıkışları(zuhuratı ankabuti), bir saçmalıklar dokusu-kumaşı oluşturur ; “Kitapta okuduğumuz gibi, Tanrının yerde olsun, gökte olsun mevcut bulunmadığı yer yoktur”.

“ O(Tanrı) doğurmadı ve doğurulmadı” ayetindeki söylem, O’nun insanoğlu gibi dölleyip doğurmadığı anlamına gelir, ancak herşeyi su ve balçıktan yaratmadığını demek istemiyor.(Öyleki burada bir noktaya kadar 4.soru tamamlanıyor) Yazar bundan sonra yaratılış öyküsünü özetlemektedir (f. 76). 16

İşte böylece, bütü isyancı ruhlar(inançsızlar) derece derece, biri dışında onların bütün renkli ışık-nurları geri alınır (f. 76-81).

“Bininci yılın sonunda Ulu Tanrı, Salman’ın örtüsü (hijab) altında, bütün kullarıyla birlikte bir daha göründü. O isyancı ruhların(inançsızların) ortasında birden Salman’da zuhur oldu (etti) ve dedi:

‘Ben sizin Tanrınızım; her küre-göksel saray içinde size bana inanmanızı buyurdum; ‘Sizin Rabbiniz olan Tanrı, babalarınız ve eski atalarınızın da Tanrısıdır’(Kur’an, XXXVII, 126). Benim Tanrılığımı kabul ediniz ve siz, bu saraydan daha aşağılara düşmeyiniz; altı renginizi geri çektim, sadece tek renk kaldı. Onu da kaldırırsam, en yüksekten en aşağılara düşeceksiniz. İnananların emiri (Amiru’l- muminin) Ali’nin şu cümle ile anlattığı gibi, ‘Büyük Salman’dan (Salmanu’l-kabir), Küçük Salman (Salmanu’l-asghar) adıyla bir ruh çıktı ve hemen anında Tanrıya itaat etti, buyruğuna uydu…” (f. 82).

Salman’ı bütün inanan ruhlar destekler, fakat inançsızlar yeniden başkaldırır ve son renklerini de yitirirler. Ancak görülmektedir ki Şeytan, bu ilkel yaratıcılığın son renk nurunun bir kısmını saklamış ve inançsızlık, canilik, itaatsizlik, yalancılık, dünyasal tutkular vb.gibi ruhlar yaratmaya devam eder
(f. 83 v.).

Yazar f. 83’te 7 göksel sarayın/kürenin(diwan) ilahiyyat(Tanrılık, tanrısal bilgiler), malakutiyyat(meleklere ait,meleklik) rububiyyat(Efendilik,sahiplik), jabarutiyyat (ululuk,yücelik), lahutiyyat(tanrısal nitelikler-sıfatlar) , nuraniyyat ve ruhaniyyat adlarıyla ruhsal tanımını verir. F. 84’te de ise asıl-büyük peygamberlerin farklı dönemlerde(dawr) Satan’ın taşıdığı adları verir: İlahiyyat döneminde Haris adında bir kişinin görünümünde Azazil ; Adem zamanında Ahriman; Nuh ve Davud’un döneminde Sawwa; İbrahim zamanında Nemrud; Musa zamanında Firavun; İsa zamanında Sihr(?) ya da Ashiyuq(?); Muhammed zamanında Abu Cahil; arada sırada da Şeytan denir, ama bütün bu isimler o lanetliyi tanımlamaktadır.

Soru 7 (f. 84 v.). _ Kur’an’ın XXXIII, 72.ayetinde ifade edilen, “gerçekte, biz iman emanetini göklere, yere ve dağlara önerdik, ama onlar görevden kaçındılar ve bu sorumluluğun önünden geri çekildiler. Onu insana yükledik, o a cahil ve zalimdir” ne alama geliyor?

Burada maddi dünyanın yaratılışı işlenmekte ve kitabın en ilginç kısımlarından biridir(f. 85).

“ İnananların emiri Ali, İlahiyyat dönemindeki(ba-maqam) zuhuru anında Salman, Abu Zer vb.nin temsil ettiği gökler, yer olarak nakibler ve dağlar olan nacibler ve isyancıların (mu’taridan, ki bu sözcükle insanoğulları anlaşılır) bir kesimiyle birlikte onu kabul ettiler. Fakat o inançsız ruhlar ve onların başkanı Şeytan itaat ve kabul etmedi. İşte bunun için, asla barış ve sükunetin (rastagari) olmadığı dünya olarak yırtıcı hayvanlarıyla birlikte bütün tepeler/doruklar böylesine çorak ve kayalıktır”.
Yüce Tanrı Salmanu’l Kudret’e buyurdu (f. 86):

“Sen benim kapım/eşiğimsin(bab), sen benim kitabım, tanrısal sözüm olan Kuran’sın, bütün bu göklerde-göksel saraylarda, ucu bucağı bulunmayan boşluklar içinde ve hicablar yani örtüler altındaki sağ elim; sen benim Elçim, sen benim Tahtımsın. Ben senin Tanrın ve sen emanetimi (amanat) saklayan kimsesin; benim ruhum senin hicabın ile ve senin yanında tezahür eder(görünüm alanına çıkar), ben senin Tanrınım (az janibi tu man Khudawandi tu am). Yer ve gök sultanlığını senin ellerine bırakıyorum; ben senin Tanrın, sen de bütün yer ve göklerin.”

Sonra Salman’a isyancı ruhları yeryüzüne organik madde olarak nakletmesini buyurur. İkinci sıradaki veliler olan Mikdad ve diğerlerinden aynı şekilde yedi iklim (bölgesi), 28 “ada, ülke”(jazira) vb. yaratmalarını söyler(f. 87). Salman inançsızlar üzerine doğru öyle bir kuvvetli bağırır ki, “altından yapılma yüzbin leğenin yere düştüğü zannedilirdi”(f. 67 v.).17 Onlardan tüm nuru ve ruhu kaldırır. Öyle ki bütün itaatsiz ruhlar kendi su ve kilden-topraktan özgün durumlarına dönerler (f. 88).

Hemen sonra bilinen düzenleri içinde, Zang, Hindistan, Türkistan, Çin, Horasan Mısır ve İklimi Haftum (bunun hangi ülke olduğu söylenmiyor) 18 iklim(bölge)lerin yaratılması öyküsü gelir. Aynı şekilde oniki nakib ise şu oniki ülkeyi (kishwar) yaratır: Sind, Hind, Tibet, Berber, Rus, Habeş, Hazar, Türkistan, Bahreyn, Kuhistan, Armina(Ermenistan), Fars, Mağrib, Askalan (Isqlab/Slav?) ve Rum. 28 nacib de 28 jazire’yi( ada ); yani Hind, Sind, Serendip(Seylan), İskenderiye, Konstantiniyya(İstanbul), Barkyus(?), Fergana, Andijan(?), Savad (Güney Mezopotamya), Mahin, Barka, Grek Adaları, Gilan, Afrika, Askalan (Isklab), Nasıbin (Nusaybin) Malatiya (Malatya), Su’ud(Soghdiyan?), Antakiya(Antakya), Tartus (Tarsus), Kish, Umman, Kark ve Maskat’ı yaratır. Sonra yine adı verilmeyen yedi büyük deniz yaratılır. Bütün madenler su vb. oradakilerden geriye kalanlar ya da oradakilerin kalıntıları (ikhlatha)tarafından biçimlendirilir (f. 89 v.-90). Bu madenlerle ilgili kısımdan sonra, yağmurun doğasına ilişkin küçük bir meteorolojik kısım daha var ki o, Tanrıya karşı başkaldıranlar için bir ceza olarak açıklanır (f.90-92) :“Böylece O bütün bu renkler dünyasını ortadan kaldırdı ve bir süre boyunca ne ışık-aydınlık ne de karanlık vardı; bu dünya üzerinde ‘ne isim ne de ruh’ bulunuyordu; kupkuru ve pürtüklerle(jushida) doluydu (f. 92 v.).O zaman Tanrı, Malakut (meleklik) döneminde baş kaldıran bu isyancı ruhlardan belirli sayıda yeryüzüne gönderdi ve bunlarla dünyada hayatı başlatmış gibi oldu. Toprak yeniden canlandı ve bitkiler üretmeye (urwar wa nabatat) başladı. Ama bunlar Azazil’in çağrışıyla ortaya çıkan lanetli yaratıklardı. Böylece bitki ruhu (ruhi namiya) bütün yeryüzünü kapladı. Ulu Tanrı, Azazil’e ait olan özü-cevheri kaldırmayı ve onu kırmızı, siyah, beyaz, yeşil(kabud), mor, mavi(nilgün) ve sarı olarak yeniden yedi renkli göstermeyi gerekli gördü. Oradan bulutları çağırdı ve onlardan çaylara ve ırmaklara su taşıttı; bununla, (kurak) toprağı ıslak ve nemli durumda tutmayı sağladı. Ruhsal dünyada buharlar ise, Tanrının bu işle görevli kıldığı işte o meleklerdi(firishta).”

“Fakat gerçekte, hayvanlar, bitkiler ve bedensel kalıplar (kalbud), Ahriman’ın kilden yaptığı çanağından (kandu) çıkmıştır. Ve şimdi aynı Ahriman, yani Şeytan, Tanrının buyruğuyla kendi yaratıklarını beslemek için (ruz’i afaridagani khwish mı- rasanad) bulutlar ve gökgürültüsü ve yıldırımlarla (güçlendirilmiş) görünüyordu.”

“Bazı kişiler, Ulu tanrının buyruğuyla bulutların geldiğini söylerler. Bu doğrudur, zira ruhsal biçimde gökküre içine gelmiş olan tanrısal nur zerresi gerçekten Tanrının buyruğuyla oluyordu. Fakat bulut Azazil cevherindendir; eğer öyle olmasaydı, ay ve güneş kararmazdı. Gerçekte onlar da, bu iki daha yüksek göksel sarayın(diwan) emriyle olur.”“Şeytan aynı şekilde, kötülük düşüncesi, şehvet, tereddüt ve kuşku biçiminde mikrokosmosun(insanın) içinde kendini gösterir; orada inanç ruhunun(ruhu’l iman) ve kalbler ruhuna(ruhu’l - qulub) ait Akıl güneşinin parlaklığını karartır... (f. 94)”

Şimdi artık yazar makrokosmosun parçası olarak insanın yaratılış zamanına artık gelmiş bulunuyor: “Bulutlar serinletmeye ve nemlendirmeye başlayınca dünya, çok sayıda bitkiler üreterek yeşil ve sarı renklere büründü... Ancak onları yiyecek ve kendilerine gelişme, büyüme gücü (quwwati namiya) vereceği hiç kimse yoktu. Tanrıya başkaldıran öz (gawhar) bitkilerden çıktı ve içindekilerinin tümü duyum ruhu(ruhi hissiya) tarafından yutulsun diye hayvanların kalbine yerleşti. Öyle ki, her ikisi de inaçsızlık ruhunun etkisi altında başkaldırmaya başladı. Savaşçı (isyancı)lar (mu’taridan) ise Tanrıya şükrederek mavi perdenin içinde kadılar” (f. 94 v.).

Fakat Tanrının, düşmanları ve saldırganları, inançlılar ve temizlerle aynı yerde bulundurması adaletiyle uyumlu değildi. Tanrı onlara, bu dünyada insan yaratmak ona burada yetki vermek istediğini söyler. İnançlılar Tanrının bu kararını onaylayıp uyarlar. Ancak mu’taridan insanlığın kaçınılmaz kötülüğünü ( fasad wa tabah wa khun-rkhan) tartışarak bu kararı protesto ederler; eğer onların sadece Tanrıya şükretmesi ve onu övmesi gerekli olsaydı, bizzat kendileri O’nu memnun edecek kadar Tanrıya şükredebilirdi. Tanrı öfkelenir ve inleyip sızlamalarına rağmen, onları gökten dışarı kovaladı. Pişman olup tövbe edenlerden bu kuşkuyu kaldırıp, kuşkudan beden ve can (jan) yaratır ve ondan yeryüzüne saçar; bu mutarid’ler muwahhid’ler (birlikçiler) adını alırlar(f. 96 v.). Onlardan alçaltıcı durumları/zilleti (dhillat) de yaratır; najib’lere göre daha aşağı dereceyle meşgul olan bunlar 4000 tanedir (f. 97).

Diğer ruhlar ağlayıp sızlamaya başlar ve Tanrının bağışlaması için yalvarırlar. Sonunda Salman tarafından havasal ve göksel varlıklar biçimine(ba haykali samawi wa hawai) sokulurlar (f. 97 v.). Onlar havada kalırlar (dar miyani hawa) ve orada alabildiğine çoğalırlar(dar gah u bi-gah baham juuft ba yak-digar mi-kardand wa mithlikhwish padid awurdandi ta az hadd wa andaza dar gudhashi). O zaman Tanrı, malakat döneminkiyle aynı tesbih(kutsallaştırma) ile onlara gözüktü.(f. 98)

“ Ruhlar Yüce Tanrıya dediler ki: ‘Sen bizim sözcümüz (natık) ve önderimizsin; şükredeceğimiz ve öveceğimiz o Tanrıyı göster bize!’ Yüce Tanrı: ‘O Tanrıyı size, benimle bir andlaşma yapmanız koşuluyla (shart) gösteririm; gördüğünüz zaman, Tanrılığını kabul edecek ve onu Tanrı olarak tanıyacaksınız, işte o zaman pakların oturduğu yere gönderilebileceksiniz; kuşku ve terddüt içinde olanlar ya da uyumsuzluk gösterenler yeryüzüne gideceklerdir’dedi. Bütün isyancılar (mu’taridan) kabul etti ve andlaşma yaptılar. O zaman Tanrı dedi ki: ‘Benim Allahu Akbar; aradığınız Ulu Tanrı benim!’(f. 98 v.) Bunun üzerine onlardan bazı ruhlar ortaya çıktı ve Ona tanıklık yaptı, şehadet getirdiler…Ve Tanrı onların üzerinden zillet, hakaret örtüsünü kaldırdı; onlardan Jann bin al-Jann’ın da içinde olduğu bir dev (diw) ve cinler (jinn) topluluğu yarattı(f. 99). Bu şekilde bağışlanmış olan bu ruhlar şimdi mumtahanan, denenmişler-sınavdan geçmişler kümesini oluşturdu ve Tanrının birliğine inananların(muwahhidan) altına yerleştiler(f. 99 v.).Böylece birinciler ya da başlangıçtakiler (sabiqan); Salman, Mikdad Abu Zer, naqiban, najiban, muwahhidan ve mumtahadan adlarıyla yedi derecede bilinmek-tanınmak üzere biçimlendiler.Mu’tarindan’dan geride kalanların aşağıya atılması ve onların dünyanın ortasında (miyan-gah) tutulması buyruğu verildi(f. 100).”

“Onların arasından 313’ü ağlamaya ve Tanrının merhametini dilemeye-yalvarmaya başlayınca bağışlandılar; kuşkuları onları terketti.Ve onlardan 70 bin melek (mala’ika) yaratıldı, adlarına mursal, yani elçi-peygamber denildi(f. 100 v.)”.
“Fakat meleklere dönüşmemiş, melek olmamış o itaatsız/isyancı ruhlar arasında Şeytan yine göründü. Tanrının istemi/iradesi, Jann b. Al-Jann’ın İblis’in elleri arasına düşmesiydi. Böylece, bu sefiller(dhillatiyyan) yeryüzüne atılmasından itibaren belirli bir zaman akıp gittikten sonra, Tanrı İblis’e, Jann b. Al-Jann’ı öldürmesini buyurdu(f. 101). Bunun üzerine İblis, melekler (mala’ikatan), Jann b. Al-Jann ve onun sefil-aşağılık yandaşlaları (dhiillatiyyan) birbirleriyle savaşa giriştiler ve bu denize düştüler. Onlardan bazıları deniz canavarlarına dönüştü, bazıları da timsah ya da balık oldular; bir kısmı vahşi hayvan ve kuşlara dönüştü; bir kısmı Yecuc Mecuc, diğer bir kısmı da kabuklu deniz hayvanları vb.oldular.19 İblis, yedi gök ve yedi kat yerde bulunan tüm renklerle süslenmiş bir bedenle meleklerin arasında gözüktü, oysa melekler onur duydukları ve gururlandıkları ateş rengindeydiler. İblis’in kendisi de onlarınkinden bin kere daha fazla övgüyü çekiyor, gurur duyuyordu.”

Sonra Tanrı onlara bu dünyada insan yaratacağını ve ayrıca onun dünyayı yöneteceğini söyler. Bazı ruhlar baş eğerek bunu kabul ederler. Fakat başlarında İblis’in bulunduğu diğerleri Adem’in önünde secde etmeyerek tehdidde bulunurlar(f. 102). Anlatımın bu kısmı tamamıyla Kur’an versiyonuna uygundur; tek fark, Tanrının bu isyankar ruhları güzel kadınlara çevirerek (zani nik chihra) cezalandırılmasıdır(f. 103 v.). Şöyle ki, onlar kadın görünümünde, günahkarlar ve cezalandırılanlar arasında görülerek, onları hataya düşürür ve doğru yola girmelerine engel olurlar. Böylece Tanrı onları bütün bu günahlardan sonra, etli ve kanlı vücutlar içinde (khunin wa guchdin?) 7000 yıl kalma zorunuluğuyla cehenneme göndermek zorunda kalır.

“Bundan sonra Tanrı İblis’in yandaşlarını siyah vücutlara (galibhai azilla) çevirdi (kara yüzlü yaptı), diğer itaatsiz ruhları da (hayali) cisimlere/nesnelere (galibha’i ashbah). Birincil cinsten vücutlar cehennemi, sonuncular da cenneti oluştururlar” (f. 105).

Sonunda insanlar yaratılıp, belirli bir ağacın meyvasına dokunmaması Kuran’a ait buyrukla Cennete gönderilir.20 Burada, bir zina yasağı gibi açıklama yapılmaktadır (f. 105 v.). Tanrı, kendilerine tanrısal rehber(hidayati İlahi) Cibril’i göndermeye sözvererek, onlarla bir andlaşma yapar, fakat baştan çıkarıcı kadın biçiminde başıboş dolaşanlara dokunmamalarını buyurur(f. 106). Adem ve onun yanındaki Hava hikayesi de yoksayılır.21Hemen arkasından çok garip bir öykü anlatılır:

“O zaman, vahiy ruhu olan Cebrail, Cennet’te onları görmeye gitti. Orada değişik renkler ve parıltılarıyla bir milyon ışıkla/nurla donanmış bir kişi(lik) gördüler; başında bir taç, kulaklarında iki küpe ve kemerinde iki ağızlı keskin bir kılıçla bir taht üzerinde oturuyor; bu kılıç dik duruyordu. Bu kişiden yayılan ışık ışınları Cennetin tüm bahçelerini aydınlatıyordu. İsyancı ruhlar, inançsızlar bu kişiliği tanımak istemediler (f. 106 v.) Ruhların Ruhu (Ruhu’l-arwah) en yüksek doruğun üstünde bulunan sonsuzluğun son sınırındaki gökküreye(diwan) ait olan bu kişiyi onlara tanıttı.”

“Bu Fatima’ın görüntüsüydü ve Cennette görünüm alanındaydı. Başındaki taç Muhammed, kulaklarındaki küpeler Hasan ile Hüseyin, belindeki kılıç Ali ve üstünde oturduğu taht ise, Yüce Tanrı’nın dinlenme-istirahat yeri olan güç ve kudret (erk) koltuğuydu. Böylece hepsi birden övgülerini/ hamd ve şükürlerini o görüntüye (imaja) doğru yönelttiler.22”

“Az bir zaman sonra İblis bir kadın kılığına girdi (f. 107) ve ona bağlı olanların hepsi de aynı şekilde kadın oldular, inançsız isyancılara (mu’taridan)göründüler. Tümü ortalıkta kışkırtıcılık yaptılar, zira bir kadına sahibolmak arzusu kadar erkeği hiçbir şey kışkırtamaz. Onlara erkekler ellerini uzattılar, kendilerine arzu ve tutkularını gösterdi, dokuz ayın sonuna kadar organlarını birbirlerini sürtüştürdüler. Onların ortasında yeni bir yaratık gözüktü. Cennette (Satan’dan sonra) ikinci ve üçüncü yılanla tavus kuşu oldu; onlar Şeytandan sonra oraya gelmişlerdi.”
Bu sonuncu ortaya çıkış/ ya da isyancı gösteriden sonra (f. 107),

“Tanrı hepsini Cennetten kovdu ve onları karanlık ve dapdaracık bedenler için(d)e gönderdi; onlara memeler ve cinsel organlar verdi. (Böylece) onlar yenik düşünce gece gündüz ağlamaya başladılar, fakat İblis kendilerine çok güzel bir kadın kılığı altında göründü, hepsini baştan çıkardı ve onlar(l)a zina yapt(ırd)ı. Bunun üzerine Tanrı kendilerini karanlık/gölge bedenlerinden çıkarıp et ve kandan (khunin wa kuchdin) bedenler içine soktu. Ağlayıp sızlayarak Tanrıdan merhamet dileyince, onlarla aşağıdaki dört koşul(char shart) üzerinde bir andlaşma yaptı:

I. “ İster Arap, Fars, Yunan, Hind, Sind, Gürcü ya Siqlabi/Slav ya da Süryani olsun, bütün diller ve sesleriyle, hiçbir kuşku ve tereddüt etmeksizin tam bir ciddiyet içinde kanıtlara güvenerek bir biçim ya da kişilik içindeki kendi görünümünü kabul etmesi.”

II. “Zamanın İmamlarını, kutsal ve aydınlatıcı bilginlerini tanımak ve onların bilgi ve ruhlarının kutsallığın-tanrısallığını (la divinité)(khudawandi’i nutq wa ruhi ishan)açık bir biçimde beyan ederek, kendilerinden erdemlerini, saygınlığını ve bilgisini öğrenmek”(f. 109).

III. “Birbirlerine karşı kardeşçe davranmak, başka yaşam ve iyilikler/hayırlar için birini feda/kurban etmek(? de sacrifier), din ve din kardeşlerinin sevgisi kendi kanını akıtmaya hazır olmak. Ve aşağıda (dunya) dine uygun bir yaşam geçirmek; kötülere-günahkarlara katılmamak; birbirlerine ruhsal ve akla uygun tanrısallığı-kutsallığı öğretmek(gawahi ba-khudawandi wa ba-ruhi yak-digar bi-dihi) ve birbirleri için hayırlı-iyi olmak.”

Andlaşmanın bu üç maddesi, Tanrı’nın tanrısallığına inanmanın üç öğreticisine uygunluk göstreir: Peygamberler, zamanın İmamları (imamani zaman) ve aynı dinden kardeşler! (f. 109 v.).

IV. “Bu dünyanın işleri içinde gömülü-yutulup kalmayın (khurd wa burdi dunya); oburluktan kaçınınız. Eğer siz o ilk üç koşula boyun eğer, razı olursanız, bu sonuncu üzerinden geçecek ve sizin Cennete geri dönmenize izin vereceğim.”

Bu andlaşma yapılınca, onun koşullarını unutan yeniliyor ve onların hepsi dünyanın ortasına toprağın üstüne düşüyordu. Kırk yılın sonunda onların arasından pek çoğu, andlaşmaya uymayı bozar (f.110 v.) ve Ahriman tarafından eğitilen-yetiştirilen onlar, ellerini yasaklanmış ağaca uzatarak ve duygusallığın zevkini tadarak doğru yoldan ayrılırlar. Sonra yazar farklı ruhların etkinliklerine göre, insan vücudunun simgesel/allegorik yapısını ve insan psikolojisinin doğasını açıklamaya girişir(f.110 v.-113).

Soru 8 (f.113 v.):Maddi dünyada lezzet rolünü nasıl oynar?

Yaratıcıyı harekete geçiren neden, “zevk alma”dır. İki farklı cins bulut vardır. Biri ince ve keskin havanın saf özünden yapılmıştır, diğeri Azazil’in yarattıklarının özünden. Salman, Satan tarafında yaratılmış can ve cevherle (jan wa jawhar) sıcaklığı yarattı ve yeryüzünü buharlaştırmaya ve yedi rengin ruhların yardımına gönderdi; böylece kara veya deniz güzellikleri ve süslerini(ziwar wa danid) onlardan alabildiler. Ayrıca bulut kendisine verilen güvence olarak Kıyamet gününe kadar, Satan’ın yarattıklarından suyu alıp, onun serinliğiyle toprağı korur ve onu besler (f. 114).

Bunun üzerine yazar daha fazla ilginç olan konuyu, yani doğadaki yenilenen üretim gücünün özelliğini yeniden ele alır. Bütün bu(nlar) sadece, zamanın başlangıcında Yaratıcı tarafından Ahriman ya da Satan’a verilmiş(ancak kitapta niçin ve nasılı açıklanmıyor) bu yaratıcı kudretin cevherleridir(gawhari afarinanda). Ruhlar arasında uyandırdığı arzuyla zorunlu olarak oluşan tohumu(sperm) dışarı attıran ve onu dişil organların içine yerleştiren, orada yeni bir biçim, yeni bir vücut üreten işte bu kudrettir (f.115).

Aynı olgu buludun işlerinde de araya girer. Onun göründüğü herhangibir yerde yıldızlar, ay ve güneş kararır. Tanrı, yıldızları karartan buludu uzaklaştırmak/kovmak için, o hava nurunun (hawai nurani) özünden başka birşey olmayan şimşek gibi çakan bir kırbaçla silahlanmış bir melek gönderir. Bu cevher, buludun yıldırımı ya da tutkusunun kızgınlığı ve yüksek ısısı(içinde saklı)dır(f. 115 v.).

Onun sahibolduğu bu yedi renk, değişik göksel saraylarda (diwan) bizzat kendi içindeki cana (bu güce) ait olanlardır. Bu bulut hicab altında gizlidir; o dünya üzerinde güneşin ve ayın parladığı hiçbir yere görülemez. O örtüsünün (hicab) altından çıktığı zaman gökyüzü, güneş ve ay kararır, insanları öldürecek derecede yoğun bir soğuk yayılır.

Bazan tamamıyla aynı durumda, Tanrısal bilginlerden ya da zamanın dinsel önderlerinden biri (alimani rabbani wa imamani zamani) kendini gösterir ve ondan güneşe ve aya benzer sözler-konuşmalar doğar. O zaman da bu inancı karartan düşmanlardan(mutariddan) biri ortaya çıkıyordu. “Demek ki, söz krallığında her zaman bir düşman güç doğar”( f. 116). Yazar insanın fizik dünyasında bir karşılığı bulunan olgu betimlemesi yapar (f. 116 v.-117).

Soru 9 (f.117). _ İnsanın fiziksel yaşamının doğası (nasıldır?)

Kalb ve ruh ne zaman bu belalar ya da felaketler karşısında güvencede olacak, korunacaklar?

İnsan düşüncesi ve psikolojisinin işleyişini açıklayan yanıt, kitabın belki en güç kısmını oluşturmaktadır, zira bazan yazarın, dış dünya ile tam bir koşutluk çizmeyi denediği çok ilkel fikirlerinin izlenmesi kolay olmuyor.

Zihinsel uyum ruhu (Ruhi mutma’yanna), insan kalbine yerleşerek, yüzleri/şekilleri Yüce Tanrının cennetinde bulunan zamanın İmamlarıyla ve Yetiman’ın secde ettiği yeri, nakip’lerin oturduğu yedi meleğin tapınma yeri, necip’lerin Sultanlık sarayı(daru’l mulk), Adem’in kubbesi, Nuhun gemisi, İbrahim’in hulle donu, Musa’nın yazıt-levhaları, İsa şatosunun kulesi, Muhammed’in tahtı, Ali’nin otuz ayaklık koltuğu(kursi), Fatima’nın bahçesi, Hasan ve Hüseyin’in cenneti, müminin sıratı (yolu), meleklerin sığınağı, nurdan varlıkların küreleri, ruhsal varlıkların kıblesi (olan) Cennet kapısı ya da Salman’ı temsil eden(olan) İmamların öğretileriyle(nutq) o kesin biçimde andlaşmada Tanrının ulu yetkisi(khudawandi) tanıklık eder(f.117 v.-118).

Yazarın, bütünsel bakışın(perspektifin) temel niteliği olan sadece yüksek psişik/ruhsal olguyu böylesine şiirsel söylemeye istekli ve aynı biçimde açıklamayı denediği şey uyumsamadır, uygunluk sağlamaktır. Ki bu, yalnızca gerçek bir din içinde güçlenmiş olgun ve derin bir inancı ortaya koyabilir. Zira ayrıca, “bu kadar yüksek göklerin ve o denli geniş olan yeryüzünün Tanrı’ya tapınması bile”(f.117 v.), bu nedenle bir işe yaramayacaktır.

“Yüce Tanrı buyurdu ki: ‘Ve duasını tamamlarken, yüzlerini doğuya da batıya döndüren benim huzuruma ve bağışlayıcılığıma (girani) ulaşamazlar; ancak yüzünü zamanın İmamlarına doğru çevirecek olursan ve onların peygamberlik nuruyla (nubuvvati ishan) ve bu nurun ta görünüm alanına çıkışında (zuhuri nur), bütün zaman, gök, yer ve varoluş(kevn) vb. içinde onların sevgisi için yaşamını ve varsıllığını feda ederek tam bir inanç sahibi olacaksın (f.18 v.). Şanssızlık, hastalık, ölümde herşeyde itaatkar ve sabırlı kalarak bu sağlam inancını koruyacaksın(f. 119). Tanrı’nın emanetçisi(dawar), kudretli Salma’nın öğrettiklerine güvenmelisin”(f. 119 v.).

Soru 10 (f. 119 v.). – İnsan varlığı bu kesin tanıklığı kendi iradesiyle üretebilir mi yoksa Tanrı’nın istemine mi bağlı olabilir? Bu ilk nurdan yolgösterici öğreticiler(alimani nurani) kendi buyurma alanıyla meşgul oldukları biçimde , artık nurdan örtüyle gizlenmeden, öğrencileri onlara tanıklıklarını ne zaman sunabilirler?

“Nurdan öğretici (alimi ruhani) ya da zamanın İmamı gerçek bilgiyi öğrencisine taşırken, eğer onun kalpler ruhu (ruhu’l kulub) o bilgiyi kabul etmezse, öğrenci onu kabul edemez(f.120 v.), zira onun yaşam bilinci(akıl) ruhu (ruhu’l hayati natıka) yalnızca bir tek ve güçsüzdür. O zaman Yüce Tanrı’nın buyruğu ve (onun) yardımıyla, zamanın İmamının arzusuyla, mavi kubbeden nur renginde bir ruh gelir ve öğrencinin kalpler ruhu üzerindeki beyninin içine yerleşir. Bu (ruh) kesin ve doğru tanıklık ederek, öğreticinin bilgi ışığını doğrudan öğrenciye geçirir/taşır. O halde Yüce Tanrı’nın sayesinde ışık ruhu (ruhi rawshani), ayın renkli nur perdesinden inerek, deneyim/tecrübe ruhu (ruhi mumtahina) –ki bu hatip ve öğretmeninkidir- üzerine konar (f. 121). Demek ki kalplerin ruhu, dersleri/konuşmaları dinleyen ve bilgin öğretmenin(alim) yetkesi/veliliğine tanıklık eden öğrenci(ye ait)dir; fakat onun mana sırrını/anlam gizini saklama gücü (dar dayr-u haram) yoktur. Böylece, öğretmenin yardımıyla, ezberleme/öğrenme ruhu, güneş renkli kubbeden iner ve inanç ruhu (ruhu’l iman) üzerine yerleşir. Bu şekilde (öğretilen) bilgi/söz onun içinde kalabilir”

Fakat o, yani öğrenci bunu düşünme gücüne sahip değildir. Aynı zamanda düşünme ruhu (ruhu’l fikr) gönderilir; öğrenciye, arkasından öğretmenin söylediklerini yineleme gücü veren zorlama ruhu gelir. Bu ruh zümrüt yeşili kubbeden inerek, düşünce ruhu üzerine konar; o zaman öğretmen bilginin “kalbler ruhu” bu organlara(jawarihan wa dhuqari) doğru uçarlar (parwaz kunad). Bu şekilde onun dersleri/sözleri ruh için açık ve anlaşılır olur; fakat o, bilim ruhunun (ruhu’l ilm) parlaklığı (tabish), öğretmeninin yardımıyla akik kırmızısı renkli kubbeden/küreden inmeden ve bu ruh üzerinde konmadan önce örtünün altından çıkmaz (f. 122). Bu ruh konuşmaya başlar ve öğreticinin önünde bilgi ışığını açıklar. Ancak buradaki de hala mükemmel değildir ve öğretici bilgin (alim) onu kabul etmez.

Yazar aynı tuhaf ve beceriksiz tavırla, akıl ruhu (ruhu’l akl) ve ben(cillik) duygusunu (nafsi hissi), cinselliği(ruhi shahwat), “Adem’insuçlanması” (adami madhnun/égoisme) ve kötülüklere-ahlaksızlıklara karşı savaşıp İblis dönemini (dawr-i İblis), yani şehvetin etkisini kapatan velilik kutsal ruhunu (Ruhu’l Kuds) araya sokarak, düşünce akışını anlatmayı sürdürür.Ama hepsi bu da değildir (f.123), zira o sırada beyazlık denizinden çıkan büyük Ruh (ruhu’l akhbar) ve en sonunda Sonsuzluk Sınırı göksel sarayında/küresinde bulunan Ulu Tanrının Gölgesi altında gelen yüce(lik) ruhu (ruhu’l azam) görünüm alanına çıkar/zuhur eder. Bunlar, düşüncenin kesintisiz gelişim sürecini simgelemek içindir; öyle ki süreç içinde dünyada on Ku’ran ayeti, Ashura günü, ve bu dünyadaki tüm onlular (sistemler, olgular, sayılar tarihler vs. olmalı İ.K.) vardır. İşte bundan dolayı bu kitap aynı zamanda Ashara’l Maqalat adını taşır (f. 124).

Soru 11 (f. 124 v.).- Aşura’nın anlamı (nedir?)

Tanrı dünyayı Aşura (onuncu) günü yaratmıştır; (evrenin dolaysız-aracısız yaratıcısı olan) Salman alay-na minhu’s-salam (hayırlı barış getiren yardımları üzerimize olsun)(f. 125) ve onun dokuz babı/kapısı on eder. Aşura günü Hasan ve Hüseyin’i simgelemektedir. Salman, Taht inancının ruhudur(ruhu’l –imani Arş) ve kendisini daima izleyen bu dokuz nuruyla birlikte toplamı on yapar. Bunlar, dindarlık, güvenirlilik/inandırıcılık, bağlılık, sabırlı olma vb. erdemleri oluşturan nurlardır.[2] Salman’ın yarattığı gökyüzü bilim/bilgi, yeryüzü öğrenciyi, Salman’ın kendisi ise akılı(nutq) simgelemektedir; böylece Aşura (onuncu) günü, adı geçen bu o ruhtur. Aşura ve Kuran’ın anlamı işte budur, zira her ikisi birbirine eşdeğerdir.

Soru 12 (f. 126).- Kur’an nedir?

Kur’an yaratılmamış, Tanrı’nn sözü (olan) gerçeği açıklayan kitaptır; evren (makrokosmos) içinde benzer biçimde yaratılmamış Salman ile aynıdır; o bir yaratılmış değil, Tanrı’nın sesidir. O zaman, bütün mutat ruhlar, yer ve gök ile insan ruhu arasın(d)a bir koşutluk/paralellik (var demektir). Sonra gezegenler ve burçlara göre haber veren bir dizi mecazi/batıni yorumlar verilir(f. 127-128).

Soru 13 (f. 128 v.)._ Rüyalar?

Onlar, içinde durduklar göksel küreleri izleyen değişik ruhlara bağlıdır; şöyle ki güneş, ay ve melekler konusundaki her düş, aydınlık/parlaklık ruhu(ruhi rawshani) vb. tarafından gördürülür. Bu ruhlardan herhangi biri uzaklaşsa onun bütün sistemi altüst olur ve bireyin ölümüne neden olan da budur.

Soru 14 (f. 129 v.). _ Ruhların Göçü (nedir?)

Burada “Şehire geri dönüş” ayetine (Kur’an 43, 8?) gönderme yapılarak Kuran’dan açıklamalar verilir

“Bu tekrarları ve geri dönüşleri (karrat ve rajat) öğrenen kimseler, her inananın (mümin) ve her inançsızın (kafir) söz ve eylemlerine göre, daha önce dininin ve inancının neler olduğunu, hangi halkı arasında bulunduğunu bilirler. Onlar kişinin eyleminden ve huyundan (kunish wa manish) onun hangi halkın arasında doğacağını ve dininin ne olacağını da bilirler.”

“Herkim bir inanana hakaret eder ya da rahatsız ederse cezalandırılacak ve ‘organik cehennemde’ yedi kere ölmek zorunda kalacak”(f. 130 v.). On yaşındaki bir çocuk Tanrı’nın kendini göstermesi(manifestation) kavramını (anlama) düzeyine erişe(miye)bilir; o öldüğü her seferinde, yeniden doğumundan bir yıl sonra ölmek zorunda kalacaktır. Şöyle ki, beşyaşındaki bir çocuğun öldüğünü görürseniz bu, bu dönem içinde o çucuğun dört kez ölmüş ve iki kere daha öleceği anlamına gelir.”

“Ve eğer bir kimse, on ile yirmi yaşlar arasında, maddi ruh (ruhi hissiyya) çağında doğar ve ölürse, ister inançlı (mümin) ya da inançsız/ olsun, yaşayabileceği çevrede yeniden doğacaktır(f. 131).”

“Herkim yirmi ile otuz yaşları arası şehvet ruhu çağında ölürse, birlikte yaşatılacağı insanın ailesi içinde yeniden doğacaktır.”

“Otuz ile kırk arasında, inanç/iman ruhu çağındayken ölen bir kimse, ister inançlı(mumin) ister inançsız (kafir) olsun, kabul edileceği ve teveccüh ve hayırhahlıkla karşılanacağı bir toplum içinde yeniden dünyaya gelecek.”

“Eğer bir kimse kık ile elli arasında, yani bilgi-bilim ruhu (ruhu’l ilim) çağında ölürse, mümin ya da kafir de olsa, bilgi öğreteceği toplum içinde yeniden dünyaya gelecek”(f.131 v.).

“Bir kimse elli ile altmış yaş arasında, akıl ruhu(ruhu’l aql) çağında ölürse, kendisi mümin, sapkın, Hindu, Musevi ya da Hristiyan ne olursa olsun, dinini kabul edeceği, döneceği insanlar arasında yeniden doğacaktır.”

“Ve eğer bir kimse altmış ile yetmiş yaşlarında, kutsal/velilik ruh (ruhu’lKuds) çağında ölürse, dinine döndürüldüğü ve aralarında sevginin ve dostluğun tadını çıkaracağı ve kendi dininde olan aynı halk arasında yeniden dünyaya gelecektir.”

“Ve eğer bir insan yetmişinden sonra ölürse, başından itibaren yeniden doğma dizileri yine başlar”

“Bütün bu yeniden doğuşlar, bu dünyaya gönderilmiş olan itaatsızlık/isyancı ruh (ruhi mutarida) yüzünden meydana gelmektedir. Maddi şeyler/nesneler ruhu (ruhi
hissiya) sözkonusu olduğu durumda herşey değişik oluşur: Ruhu’l Kudüs çağında (60 ile 70 yaş arası) ölen kimse, zenciler ya da Habeşler arasında yeniden doğar; ruhu’l ilm çağında(40 ile 50 arası)ölen bir kimse ise dağlılar ya da göçebeler vb. arasında yeniden dünyaya gelecektir.”

Belirli dönemlerde, görünüşte değişik takımyıldızların, yani burçların etkisiyle özdeşleşleşmişlerdir (f. 132 v.) ve Adem döneminde yahut Baytu’l mamur’da veyahut da Nuh döneminde doğma şansına sahipolur, Nuh’un gemisine binebilir...

Görünüşe göre bu inançlar içinde, insanlardan başka canlı varlıklara geçen, (onlarda yeniden doğan) ruhgöçü belirlemesi hiç yoktur.

Soru 15 (f.133). _ Tanrının Tahtı (Arş)?

Arş, Adem’in Baytu’l-mamur’u Nuh’un Gemisi (Safina) vb., Yedi Devir’i ya da bin yıllık dönemler simgeler. Bunların anlamını ne bir kitap ne de bir kişi bundan önce açığa çıkarmamıştır, diyen yazar kendi kuru mecazi/dolaylı söylemleri içinde okuyucunun ilgisini uyandırmayı deneme yoluna gidiyor:

“Bunları Tanrı’dan ve onun çevresindekilerinden başka hiçkimse bilmez, bu bilgiye ulaşabilenlerin pekçoğu nurdan yolgösterici öğretmenlerdir.”

Hemen arkasından bütün bunları en derin bir gizem için uzunca bir öğütle korunmasını salık vermektedir. Baytu’l-mamur (göksel Kabe?) Adem tarafından yapılmış ve Adam Khudawand( Tanrı)’dır, yani onun alnının arkasındaki beyninde bulunan bu ruhtur(f. 134). Bundan hemen sonra, farklı ruhların birleşmesiyle değerli taşlar ve madenlerden yapılmış bu evin değişik duvarları vb.nin tanıtılmasına (sıra gelir).

Soru 16 (f. 135). _ Nuh’un Gemisi(Safina) ve diğer kutsal simgeler/emanetler.

Nuh’un gemisi vs. nin duvarları aynı biçimde değişik ruhların birleşerek oluşturduğu değerli ve birbirinde farklı taş ve maden imgeleriyle betimlenmektedir. İbrahim Peygamberin dört simgesel kuşu, kartal, tavus kuşu, akbaba (karkas) ve turna (gulang) kuşlarıdır. Onların hepsi değişik ruhların birleşimidir (f. 135 v.).

Musa’nın asası ve Sina dağı aynı biçimde ruhsal olarak açıklanır (f. 136-138). Özellikle gizemlerle çevrili Sina Dağı, yedi harf ve üç noktadan düzenlenmiş; bunlar sözü geçen çok yüksek yedi ruhtur ve onların üstünde de diğer üç ruh vardır; ancak “ne yazık ki, bu kitapta adlarını vermek olanaksızdır” deniliyor.

İsa peygamber, anası, kaynak söylenceler, çocuğunu kolayca doğurması için ve bu nedenle birkaç meyva yemek için sallaması gereken hurma ağacı, bütün bunlar kökenleri ruhlar arasında, yani insan ruhu olguları içinde olan simgesel öykülerdir (f. 138 v.).

Soru 17 (f. 140). _ Muhammed’in Miracı ve Ali’nin çatal (iki) ağızlı Zülfikar’ı

İslamın dinsel söylenceleri/öyküleri içinde olağanüstü önemde rol oynayan, özellikle sufiler arasında çok önemli olan Miraç da burada aynı yöntemle psikolojik ve batıni olarak açıklanır. Burada verilmiş olan benzer ayrıntılar dizisi, herkesin ulaşmayı araştırması gerektiği mükemmel ahlakı özetler.

Ali’nin Zülfikar’ı da, Şamşam vs.benzeri diğer adlarıyla birlikte simgesel olarak sunulmaktadır (f. 143).

Kaim, onun mucizeleri, onun kızıl sancağı(alami shurh), onun beyaz kılıcı(tighi safid) ve 313 elçinin (mursalan)silahı, Evren bilimseline ve ruhsal yapıya bir düzüye imalarda /göndermelerden ibarettir (f. 144).

Soru 18 (f. 144 v.). _ Tanrı’nın kaç tahtı vardır? Ve neyin üzerinde bulunurlar?

Tanrının Tahtı’nın (Arsh) üzerinde durduğu su konusunda mitolojik düşünceler ve yazarın, onlarla kapladığı/sırladığı değerli taşlar ve madenlerin bolluğu olan anlatımı herkesi ve herşeyi aynı fiziksel olgular ve ruhlarla bildirmektedir.

Soru 19 (f. 146). _ Kabe Tapınağı

Alışılmış batıni anlatımlar/kurgular aynı yöntem içinde sergilenmekte; Kabe’nin dört duvarı yukarıda sözü edilen dört andlaşmayı, Adamu’d-daim’in görünüm ortaya çıkışında olanları simgeler. Bu andlaşma maddeleri daha önce yukarıda verilmiş olanlardan çok daha ayrıntılı olarak yinelenir, ancak çok az da olsa farklı bir espri içinde verilmektedir. Bu paragraf özellikle yazarın,burada da kendi mecazi gelenekleri aracılığıyla açıkladığı ahlaksal düşüncelerini bize belirtmesi anlamında ilginç durmaktadır.

Soru 20 (f. 152). _ Yedi kat gök ve yerin yedi tabakası?.

Buradakiler bir Ku’ran ayetinin (XXI, 31) tefsiri biçiminde verilerek, yedi evren(bilim)sel(cosmologique) olgu ile insan vücudunun esas üyeleri ve onların iç organları arasında bir koşutluk çizilir.

Soru 21 (f. 153). _ Dünya bir öküzün ve öküz bir balığın üzerinde(mi)dir?

Yanıt oldukça basit verilmiştir: Yeryüzü kalptir; yedi kat yer, vücudun temel iç organlarını simgeler vb..

Soru 22(f. 153 v.). _ Adem, Havva, Yılan ve Tavus kuşunun üzerine düştüğü yer hangisidir(neresidir) ve onlar kimlerdir?

Yeniden yeryüzü, kalb olarak tanımlanır ve Cennetten kovulmuş dört yaratık da psikolojik olgulardır. Dört farklı Adem’in varolduğu görülür: Suçlu/günah işlemiş Adem (Adami maznun) İblis, görünüşe göre, cinsel içgüdüdür; itaatsız Adem (Adami asi), yani onun tamamlayıcısı olan Havva ile düşüşünden/işlediği günahtan sonra olasılıkla tutuklu Adem (Adami habsi) ile aynıdır; İsyankar Adem (Adami mu’tarid), sadece inatçılığın, direnmenin simgesidir. Başka Ademler daha vardır: yukarıda zikredilen görünüş oalarak Tanrısal bir açınım/ortaya çıkış olan Adami daimi’dir, fakat bu kitapta o inançsız Adem, bir Adami kafuri ki, açıkçası bir günah ilkesidir. Havva, yılan ve tavus kuşu ise daha çok ruhsal/psişik fenomenlerdir.

Soru 23 (f.154 v.). _ Kalpten çıkan/yükselen düşünceler?

Yazarın burada önceki üslupta verdikleri ahlaksal düşüncenin mekanizmasını, yani işleyişini çağrıştırabilir. Onun ilkesi aynı, yani insan ruhunun psikolojik olguları aracılığıyla makrokosmos/büyük evren olaylarını anlatmasıdır. Buradaki anlam şöyledir: Bütün mutsuzluk ve kötülük/günah işleme durumlarında, çözüm olarak, kalpteki Tanrı imajı olan boyun eğme/itaat ruhuna (ruhi mutma’yanna) tümüyle bağlanmak için dinin reçetelerini izlemek gerekecektir.

İnanç/iman ruhu yaşam bilinci ruhuyla birleşir ve onlar altında dört ırmağın, yani görme, işitme, koklama ve akıl yürütme/düşünme (guya’i) ırmaklarının aktığı mavi göğe biçim verirler. Arkasından gelen Sabır, görünüşe göre, merhamet ruhuyla çifte biçimlenen/biçim kazanan özel bir ruh olarak düşünülür.Günah/suç ve cezalarlandırmalar burada, değişmez biçimde seksle ilintisi olanlar ve dine itaatlarını/bağlılıkları yitirenler arasından kaynaklarını alırlar.

Soru 24 (f.162). _ Günah ve kurtuluş

“Efendimiz İnananların Emiri (Amiru’l-mu’minin) Ali, Kitabu’l-ikhbarat’ında nefisten/bencillik ya da maddi ruhdan (ruhi hissiyya) kurtuluşun (najat) maddi dünyada bulunduğunu özenle açıklar.”

Fakat bunun tümü başlangıçtakiler için yazılımıştır, mecazi/batıni/tevil tarzını iyi bilenler için değil; gerçekte ruhi hissiyya’nın yerine, itaat/boyun eğme ruhunu(ruhi mutma’yanna) okumak gerekir. İsyancı Adem’in (Ademi asi) günahı çiftedir: kendini gösteren Tanrı’nın gerçekliğine tanıklık etmez ve itaatsizlik eder(farman ba Maliki Taala bi-dada ast sic!). Bu anlamda Tanrı, bilinçli bir can-ruhtur ve beş duyu Adem’in düşüşünden beş bin fersah (30 000km İ.K.) ötede bulunur.

Kurtuluş yaşam bilinci ve nur ruhuna yakın tanıklıktır, zira bunların dışında Evren içinde egemen olan erk/güç yoktur. Suçlanan cinsel zevk ilkesinden doğan/ileri gelen maddesel ruh, kötülükleri ve bencilliği üreterek onu karanlıklaştırır ve (oraya) hapseder. Bu ruhun rengi siyah, bir hayvan biçiminde ve kafası tersine dönüktür(f.164). Bu ruh, şehvet ruhuyla ya da suçlu/günahkar Adem (Adami madhnun) ile aynıdır, yine sözkonusu olan bütün çağlarda ve bütün göklerde Tanrı’nın düşmanı olan Satan’dır(f.165). Tıpkı Tanrı’nın dünyayı dört haykırışla yarattığı gibi, o da dört bozucu/çürütücü sıvı yarattı; sperm, raza, ramida ya da rapida 23 ve regl/aybaşı kanı ve vücudumuz bu dört sıvıdan yapılmıştır.

Tıpkı Azazil ve adı verilmeyen ve birlikte görülmeyen diğer ikisinin tanrı(sal)lık iddiasında bulundukları gibi, aynı şekilde erkeklik organları da günah işlemenin ya da başkaldırının sürekli kaynağıdır(f.166) ve de tüm kötülüklerin kaynağı; bu böyledir, çünkü burada ayrıntısı verilen makrokosmos ile mikrokosmos arasında tam bir koşutluk/paralellik vardır.

Soru 25 (f.170). _ Sırat nedir?

“İnsan kalbinin kapasitesi üç bin yıllık bir seyahat denemesine göre ölçülür/; işte sırat böyledir. Kalpte üç sınıftan yaratığı gösteren üç öge bulunur; bunlar saf ve temizler, günahkarlar, dikkafalılar/itaatsızlar. Kaşarlanmış düşmanlar ve inançsızlar (da bu sonuncu sınıfa girer). İnsan kalbinin anatomisi de aynı ima ve mecazi yöntemle açıklanır. Bin yıl süresince yükselmesi, bin yıl boyunca düzlükte ilerlemesi ve diğer bir bin yıl boyunca da düşmesi gerekiyor (f.172); altındaki yedi tabaka cehenneme düşülen işte bu sırat köprüsüdür. Ve cehennem insanın iç organlarıyla eşleştirilir (f. 172 v.).”

Soru 26 (f. 173). _ Kıyametin anlamı nedir?

“İman ruhu ortaya çıktığı ve tahtın üzerinde (Arş’ta) parlamaya başladıği zaman, inanan nefis (nafsi mutma’yanna) yüzünü kaldırır ve güneş batıdan doğar. O, beynin(maghz) altında yükselince, kalbin yeri(dünyası) beynin dünyasına dönüşür.”
Bütün bu şiirsel cümleler, günahın tövbesini hiçbir şekilde belirlemez, fakat yazar tüm yaratılış mekanizmasını vs. basit kavramlarla açıklamak için, onları tüm doğaüstü tantanalı görünüme sokarak bir dala kondurmaktadır.

Soru 27 (f. 175). _ İnsan vücudu içinde bulunun yedi ışık/nur (nedir?)

“Zincirlerle aya, güneşe, yıldızlara, ışığa, bulutlara, şimşeğe/yıldırıma, rüzgara ve havaya bağlı yedi akıl, bu fiziksel vücut içinde birleşir; ‘yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle (Kur’an LXIX, 32).’Tıpkı bir ırmaktan gelen yedi dalganın su içinde asla devinimsiz/hareketsiz kalmaması ve onun akıntısını aravermeksizin sürdürmesi gibi!”
Yazar yeniden organizmanın psikolojik işlevlerini, farklı renklerle ilişkilendirdiği ve farklı göksel küreler ve yıldızlarla birleştirdiği ruhlarla eşleştirerek açıklamaktadır.

Soru 28 (f. 28). _ Kur’an ayetleri

Burada tuhaf bir tarihsel Kuran metni ile ba tawili batin wa ba ma’nai hakikat açıklanıyor. Farklı surelerin indirildiği yerler veriliyor; fakat üstelik Mekke (s.III) ve Medine (s.III) dışında, bazı surelerin Basra (s.IV), Suriye (s.V), Kufa (s.VIII) ve “dünyanın heryerinde” indirilmiş gibi gösterilmektedir.

Oysa bilinmektedir ki, Basra ve Kufe kentleri müslümanların bu (bölgeyi) fethinden önce mevcut değildi. Ayrıca yazar sureler ile onların girişindeki gizemli harfleri, değişik psikolojik fakülteler, ruhlar, renkler, göksel küreler vb. ile birleştirmektedir.

Soru 29 (f. 182). _ Kuyruklu Yıldızlar ve Genel Anstronomi

Yazar göksel varlıkları da, insan doğası ve ruhların olgularıyla birleştirir. Ayrıca anstronomik terminolojiden birkaç ayrıntı belirtmesi de ilginçtir: iki kere sözlüklerde bulunmayan garip bazı deyimler, naşidar (nashidar-ha wa nashidari mah wa nashidari taban) 24 ve bunlarla birlikte sami’a, bahman ve kafu sözcüklerini (f.182) kullanır.

“İkisinden her biri otuz yılda bir dünyanın üzerinden geçer ve ışıktan bir saç örgüsü görünümündedir.”

Demek ki yazar, kuşku duyulmayacak biçimde , otuz yıla eşit bir zamanda bir görüntü veren bir kuyruklu yıldızdan sözetmektedir.

Soru 30 (f. 184). _ Namaz ?

Beş vakit dua/namaz inançlı ruhların beş grubuna uygun/denk düşer. İnanan kişi (mumin) öğle namazını (namazi pishin) necip (najib) cemaatıyla (ba-jama’at); ikinciyi/ikindi namazını (namazi digar) nakiplerle; üçüncüyü/akşam namazını (namazi sham) Abuzar’in cemaatıyla; dördüncüyü/yatsı namazını (khuftan) Mikdad’ınkiyle kılar; beşinci vakit/sabah namazı (bamdad) da Salma’nın cemaatıyla kılınmalıdır. “Sırtını kuvvetle mihraba dayamalı ve bir dua okumalıdır”(pusht sakht bar mihrab kunad wa du’a khwanad) (f. 184 v.). Burada demek istenir ki, zihinsel uyum ya da itaat ruhu (ruhi mutmayanna ) inanç ruhunun (ruhu’l iman)üstüne yerleşir ve o zaman bu dünyada bir nur doğar. Diğer bütün mecazi/batıni söylemler aynı üslub içindedir.

Soru 31 (f. 185 v.). Oruç ve diğer dinsel buyruklar

Otuz günlük oruç, otuz harfin (si huruf) sırlarını ağıza almayı, yani ondan hoşlanmıyanlara dinsel sırları açıklamayı engellesin diye, oruçlu dudakların mühürlenmesi anlamına gelir. 25

Yazarın benimsediği gibi aynı açıklama, cihad ya da gaza konusunda da verilir.
Burada otuz harf ile kafirler üzerine fırlatılmak zorunda kalınan otuz ok arasında bir yaklaşımda bulunulur. 26 Bununla birlikte, sonunda inançsızların(kafir) birey olarak kötü kişiler olduğu görülür. Oruç ve cihadı tamamladıktan sonra, yiyecek-içecek gereksinimleri birlikte, bir binek hayvanıyla ve hilafet parası otuz dinar yanına alarak Hacca gitmek gerekir. Bütün bunlar, insan yaşamının/canının aynı içsel/batıni savaşımını allegorik olarak, yani mecazi anlamda (simgesel biçimde) sunulur.

Soru 32 (f. 188 v.) _ Ölüm Melekleri

Dört meleğin dördü de ölüm (?) meleğidir; Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail. Onlardan birincisi(Cebrail) Güneş ve Mars gezegeniyle uyum içindedir. Yaratıkların canları Güneş ve Mars tarafından alınır. Mikail, Venüs ve Ay’a bağımlı; onu kendi tarzına/keyfine yönlendirip, bazılarını ondan yoksun bıraktığı sulama işleriyle görevlidir.

İsrafil Jupiter ve Merkür gezegenlerinin buyruğunda ve bitkiler ve bitki örtüsüyle görevlidir. Satürn’e bağlı olan Azrail ise tek tek her yaratığın canını alır. Böylelikle yazar onlar(melekler), yaşam psikolojisinin ögeleri, dört mevsim ve diğer taraftan insanoğullarını yaşı arasında bir ortaklık ilişkisi kurar.

Bu dört ölüm meleği, başlangıçta Yedi biçimden (haft chihra) meydana gelmiştir. Bu yediler, yaşam veren ve yaşamı alanlardan olan Onikiler arasında görünürler. Yazar fetüsün/ceninin gelişimi ve göksel sıralamalarla/kategorilerle ilişkisini açıklar. Kalbler ruhu (ruhu’l kulub), yaşlanmış, yıpranmış bedeni terkedince, o (bu melekler aracılığıyla) başka bir vücuda gönderilir.

Soru 33 (f. 193 v.). _ Bu yaşam ruhu tek midir ya da aynı şekilde başka ruhlar var mıdır?

Soruda insanın bireysel gelişimine bir değinme/dokundurma var. Yazar herzamanki tuhaflığıyla, gebelik anından itibaren gelişimi izliyor. Sonunda da bize, insanın kurtuluşu/necatı (najat) ancak yeniden doğuşlarında/dünyaya gelmelerinde(karat wa rajat) elde edebileceğini söylemektedir. Kurtuluşa ulaştırabilecek olan yaşamın/canın üç ana ögesi şunlardır: Direniş/mücadele (mu’tarida)ruhu, hapislik/tutukluluk (habsi) ruhu ve şimdiye kadar hiç sözedilmeyen bekleyiş/umut ruhu(ruhi muntazira). Tüm doğal insan kötülükleri (ya da tüm kötü insanlar) ölmeye/yokolmaya yöneliktir; onlar için kurtuluş yoktur.

Soru 34 (f. 195)._ Kurtuluşa ulaştıran ruhlar hangileridir?

Yanıt, önceki paragrafta ve kurtuluşun doğasına (fazla açık olmayan durum) değinilenlerin devamıdır. Dokuz derece içinde (nuh paya) daha yukarıda zikredilen üç ruh, dünyanın gelişiminin fazlarını tersçeviren düzenin içinden geçerek Salman’a ulaşırlar. Sonunda, bizzat Ruhu’l Azam’ın kendisi orada göründüğünde yaşam ruhu Salman’a ulaşır ve onun kurtuluşu tamamlanır(f. 195 v.). O “beyin ruhu”(ruhi maghz)nun tam bir tanıklığını yapar ve bu ruh onu yetiştirir ve kendi özel yerine yerleştirir. Oradaki kötü (ruhlar)ler kovulur ve can/yaşam, kendisini kabul eden ve bin feriştah ya da tanrısal adlar (Noms Divins) göndererek içindeki maddi ruhun (ruhi hissiyya) uzaklaşmasına yardımcı olan Tanrı’nın yüceliğine tanıklık eder . Arkasından yazar, “mikrokosmosun Salman’’ı olmuş, o zaman cana/yaşama verilen 1000 feriştah konusunda mecazi açıklamalarını sürdürür. Cemşid’in vücudu üzerinde duran bin dişli testereyle Şah Feridun’un hazinesi içinde bulunan eşşiz inciyle eşleştiren mitolojiden bir örnekleme yapar. Bu bin sayısı aynı zamanda devirleri, yani büyük peygamberlerin bin yıllık çağlarını simgeler. Göklerin bu denli yüksek ve yerin bu kadar geniş olmasına dua edilse de, bütün bunlar kurtulaşa erişmez; bunun için Tanrının varlığının kesin tanıklığı gereklidir.

Soru 35 (f. 198). _ Tanrının varlığının tanıklığına ulaşabildikleri durumda, bencillik ruhu ile isyancı/itaatsizlik ruhu nereye giderler?

Bir dönem boyunca karşıkoyum/itaatsizlik ruhu (ruhi mutarida), bazıları erkek bazıları kadın vucudu olmak üzere bir vücuttan diğerine geçer; Kaim’in ortaya çıktığı dağılma ve dirilme (bath wa bad’al) gününe kadar daha aşağıya düşmez. Sadece bu tanıklığı veremediği için bin yıl boyunca o, hastalık, açlık, büyük acılar vs. çekerek yaşlanacak, bir deri bir kemik kalacak ve ara verilmeksizin bin kere bir kadın ya da erkek olarak ölecek ve yeniden doğacaktır. O, ilk dini ve anayurdu hesaba katılmaksızın, yaşadığı ve yaşamaktan zevk aldığı yerlerde yeniden görülecek. Kıyamet Kaim’i kendini gösterdiği zaman ancak, arınıp temizlenecektir (f. 199).

Adami madhnun ya da maddi eleman/élément matériel (ruhi hissiyya) sadece, tutuklu (yaşam) ruhu ve karşıkoyumcu ruh kalbin içinde kalıncaya kadar varolabilir. Oradakiler paklaştırıldığı ve onların kötülükleri (dhillat-ha) yokedildiği zaman biz (İmamlar?), maddi (yaşam) ruhlarını (ruhi hissiyya) diğer vücutlar/bedenler içine koyacağız, öyle ki, işte bunlar bizi daima gizleyip koruyabilirler (az ma hijab bashand); fakat bütün inançsızlık ve dine aykırılıklar onlar arasında ortaya çıkacak. Bu isyancı ruhlar, başlangıçta ait oldukları vücutları karıştıracak ve hergün bu ruhlar, kötü davranışlarla birini öbürüyle çarpıştıracaklar hesaplar düzgün oluncaya kadar.

O zaman maddi ruhlar, farklı iklim bölgelerinde gelişmeleri için gönderilecek; yedi kez yeniden doğarak (karrat wa rajjat), Hindu, Grek, Türk, Ermeni ya da zenciye dönüşecek/geçecek; köle durumuna düşecek ve köle pazarlarında satılacaklar ve tam yedi kere alınları ve yüzleri işaretlenecek; her keresinde İmamlar onları vücutlarının bir organından tutup kaldıracaktır. Onlar, başkaları tarafından giydirilmiş şahane giysilerin (fakat bu şeyler onlar için verilmeyecek?) biçimi, görünüşü altında yaratılış öncesi günlerinde görmüş oldukları muazzam güzellikteki renkleri görecekler. O zaman bir tabaka aşağı düşecek ve böcekler, arkasından kuşlar biçiminde görünecekler; her biçim/postu altında (dar har pusti) 500 000 yıl kalarak öbürüne değişecekler. Onlar bütün başlangıçların başlangıcından beri görmüş oldukları her şeyi yeniden görecek; dünyada mevcut olan herşeyin içinden geçecekler. Sonra onlar insan biçimi alarak, ancak böylece bir anadan doğmaları mümkün olabilirdi. O zaman onlar üç kez mansukha’la 27, yani yeniden doğuşla buluşmuş olalacak(f. 203) vs. vs. ve sonunda ortalıktan silinip gideceklerdir(nist shawad).

Soru 36 (f. 203 v.). _Yedi görünüm alanına çıkış(tezahür) nedir?

Ancak yanıt sadece Adem’in, onun bedensel döneminin( dawri cismani) manifestasyonu. Üç Adem vardır: Birincisi Adami kafuri (kafur(ruhlu)dan Adem?(niteliği üzerinde bir açıklama yoktur İ.K.), aynı zamanda, insan beynini simgeleyen Seylan (adasının) yüksek tepesi üzerindeki diğer adıyla Adami da’im. İkincisi Adami mu’tarid, yani insan kalbinin içinde bulunan inatçı/dikkafalı Adem; ona aynı zamanda Adami asi ya da başkaldıran Adem de denir. Üşüncüsü ise Adami madhmum, yani maddenin ruhu (ruhi hissiyya)dur.

Adami daim’in wasi’si (vasiyetlerini yerine getiren, vekili-ardılı İ.K.) nurdan söz ya da düşünce(nutqi nur); isyancı Adem’in vasisi tutuklu ruhu(ruhi habsi)dur. Birinci Adem’in tövbe etmesi/pişmanlık duyması gerekli değildir; gerekli olan başkaldıran/isyan eden Adem’in tövbe etmesidir. Adami madhmum, yani maznun/suçlu, günah işleyen Adem’in tövbesi kabul edilmeyecektir.

Soru 36 (f. 205 v.). “Adem’in başı göğe değer”(mi?)

Yanıt olarak Adem’in başının Tanrısal yönü/Tanrıya giden yolu (hidayati İlahi) simgelediği açıklanır ve makrokosmos (büyükevren) ve mikrokosmos (küçük evren, insan) arasında bir koşutluk kurulur.

Soru 37 (f. 206). _ Çok bilgin var ki, giz(eml)i kitapları (kitab-ha’i nihani) okur ve kendi başını ayaklarından ayırd edemez bile ve ne de sağ elini sol elinden ayırabilir.

Yazar, başın gökle ve göğün Tanrının ruhu Salman ile ilişkisini, diğer bir söylemle başın gökyüzünü, gökyüzünün de Salman’ı simgelediğini açıklar. Ayrıca Tanrının yedi biçimde(chihra) yarattığı Beşleri, vücudun organlarıyla ilişkilendirir. Onlar değişik ruhlarla eşleştirilir. Daha uzaktan belirtmesi ilginçtir, yazar Tanrısallığın bu beş organını yeniden, “son sınırın belirlenmesi ya da bünyesel yapılanması”nın (majazi ghayati), yani Muhammed; - Tanrının soluğu/nefesi (damishi İlahi) Ali; - yaratıcılık biçimi (surati fatir) Fatima; -güneşin (gözkamaştırıcı) parlaklığı (tabishi khurshidi) Hasan ve Tanrı ile birleşme/buluşma(waslati izadi) olarak da Hüseyin’i tanımaktan sözediyor.Ve görülmektedir ki, onların adları aynı zamanda Adem, Hava, Seth (Şit), Abel ve Cain(Kabil)dir. Bütün göklerde ve yerlerdeki tüm yaratıklar bu Beş kişi ile bir (olan) ruha övgüler terennüm etmektedirler. Yine görülüyor ki yazar, sadece Ademi’n İncil’de anlatılan yaratılış söylencesini önemsememekle kalmıyor, fakat aynı zamanda ilk (kardeş) katili (Kabil?) efsanesine de ilgi göstermiyor.

Soru 38 (f. 208). _ Adem’in giysileri?.Yazarımız burada, diğer konular üzerinde tartışmalarla birinden diğerine geçilen yedi bedenseldönüşümün (haft dawri jismani) açıklamasını yapar. Gerçekte burada ruhlar hiyerarşisini özetlemekte ve onların, Kıyamet günü ortaya çıkıp, dünyada düzeni yeniden kuracak olan (in Jihan-ra rast) Ka’im’le son bulan, Kur’an ayetleri içinde ve yedi peygamberin dönemindeki simgesel anlamlarını göstermektedir.

İsmail Kaygusuz, Londra-2005


--------------------------------------------------------------------------------


1 Metinde cim harfi beklenen bu yerde ushtur (deve) geçmektedir. Zira belli ki Farisi yazar (aslında çevirmen cim harfinin semitik aslı gimel’in deve (camel) olduğunu bilmiyordu.
2 al-Bakır’ın babası Ali Zeynelabidin’nin zikredilmiş olmaması çok ilginçtir.(Bizce bu yazara merak konusu olmamalıydı; çünkü İmam Bakır’ın öğretmenini kendinden geçmiş durumdayken ışıktan hayallerini gördüğü Ehlibeyt beşlisidir ve bunların arasında İmam Zeynelabidin’in zikredilmemesi doğaldır. İ.K.)
3 Cabir ibn Abdullah Ansari çok tanınan bir kişidir; kuşkusuz Cafer Cufi hatalı yazılmış ve onu İmam Bakır’ın gerçekten arkadaşı olan Cabir al-Cufi olaral okumak gerekir. Şaşaa b. Şuhan olasılıkla Ali’nin bir çağdaşıydı(bkz. Kashi, 45). Yazar, bu tartışmaya katılanlardan sözederken pek fazla özen göstermemiştir; onlardan birinin sık sık soru sorduğu, İmam Bakır’ında bir başkasını yanıtladığı görülüyor. Değiştirmeksizin de onlara Bakır’ın “ey ruşaniyan(aydınlıkçılar, ışıksaçanlar ya da açık olanlar?İ.K.)!”diye hitabettiğine dikkat çekelim.
* Burada Abul Khattab ile Abdullah ibn Saba arasında inançsal ilişki kurulması bağlamında bir yerdeğiştirme sözkonusu olma olasılığını saklı tutarak; Farisi çevirmenin Abdullah ibn Saba’yı Abdullah Sabbah yaptığı gibi, Abul Khattab yerli yersiz Abdullah İbn Saba’nın yerine koyup, onu Ali döneminde yaşatmıştır. Ancak bu çeşit dinsel ve inançsal metinlerde anakhronk (zaman uyumsuzluğu) yadırganmasa bile, Abul Khattab’ın kendisinin yakılarak öldürülmediği, yandaşları çadırlarında ateşe verilmişse de kendisi kaçıp saklandığı yerde yakalanıp darağacına çekildiği bilinmektedir Olayın.755 ve 761-2 geçtiği ileri sürülüyorlarsa da İsmaililerAbul Khattab’ın 783’te öldürüldüğüne inanırlar.Ayrıca onlara göre İmam İsmaili’in hücceti olarak birbirlerinin yerine geçip adlarını kullanmışlardır.Ali’nin İbn Saba’yı yaktırdığı olayı doğru değildir; açıklandığı gibi ‘Ali’nin Tanrının mazharı olduğu’ sırrını zamanı gelmeden ifşa edenin bunu anlayamıyan topluluklar tarafından yakılacağının ima edilesi sözkonusudur. Giriş kısmında belirttiğimiz gibi onun Bakır zamanında hala yaşadığına dair al-Kashi’nin(ö.951) “Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal”ında (vol. 1, s. 323) bilgi bulunmaktadır. Ayrıca bu bilgi Abdullah İbn Saba’nın bu mizansende olduğu gibi İmam’a gerçekten öğretmenlik yaptığının kanıtı olabilir. Yine Abu Amr Al Kashi(ö.951) İmam Bakırdan-kendisine sorduklarında- şöyle söylediğini rivayet eder: “Peygamberin ölümünden sonra, al-Mikdat, al-Aswad , Abu Zer ve Salman dışında, sahabeye dahil kişilerin hepsi dönmüştür. Tıpkı ayette “Muhammed öldüğü ya da öldürüldüğü zaman topuklarınızın üzerinde dönecek misiniz?” denildiği gibi (İkhtiyar Ma’rifat ar-Rijal 12-1)Buradaki al-Aswad,bu adı taşıyan İbn Saba’dan başkası değildir.İ.K.
4 Şimdiye kadar bu konuşmalarda onun varlığını belli eden hiçbir şey yoktu. ( Öğretmen rolündeki Abdullah Sabbah’ın oğlunun da olayın içine girmesi düşündürücü ki , bu Abu Talip Abul Khattab’ın da oğlu olamaz mı?. Ayrıca Abu Talib adının kullanılışı ve bilinmeyen bir Talibi mezhebinden sözedilmesi takıye de olabilir. İsmaili mezhebinden farklı gibi gösterilmesi düşmanlarından İmamı korumak içindir. Buradaki İsmaili mezhebini kuran Abul Khattab’ın çocukları (farzanday’i-Abul Khattab)İmam İsmail b. Cafer Sadık’ın soyundan gelenler anlamındadır. İ.K.)
5 Soru 31,(f.188 v.), tamamıyla bu meleklere ayrılmıştır. Şurada ve burada rastlanan can deyimi daima ayn anlamda kullanılmaz; şimdi kuşkusuz sadece “vie”(hayat) karşılığıdır.
6 Bunlar kitapta sadece iki kez zikredilir (f. 37 ve f. 118: sujud-gahi yatiman), fakat bir açıklama verilmemektedir. Ancak Nusayri’lerin başta Salman olmak üzere beş yetimi (khamsatu’l- aytam) vardır: R. Dussaud, Histoire et Religion des Nosairis, Paris, 1900, s.190.
7 Bunlar burçların simgeleri olamaz mı? Ancak İsmaili tekstlerinde nakib birçok kez huccet yerine kullanılmıştır.
8 Bu deyim tek bir kez ve açıklamasız kullanılıyor. Manikheizm’de de arkan ya da arkhontes (arcontes İ.K.) vardır, ama onlar kötü olanlardır.
9 Bu ifade sayısız kere yinelenmekte ve bu nurların(ışıkların) yüzlerde yansıdığı anlamındadır.
[1] Mufaddal şöyle rivayet eder: Abu Abdullah’a(İmam Cafer) sordum: “Gölgelerde (Ruhlar aleminde?) iken ne durumdaydınız?” Buyurdu ki: “Ey Mufaddal! Biz Rabbimizin yanındaydık ve bizim dışımızda hiç kimse yoktu. Yemyeşil bir gölge içindeydik. Onu tesbih ediyor, Onu kutsuyor. Onun tekliğinini dile getiriyor ve Ona hamdeddiyorduk. O sırada ne kendisine yakınlaştırılmış ne gözde bir melek, ne de bizden başka herhangi bir canlı vardı.( Usul u-Kafi s. 666; 7-(1191)İ.K.
10 Güneşin tanrısal doğası olduğu konusunda dolaylı bir belirsizlik söylemi daha ilginçtir (f. 176): “Tanrının adı güneşin yedi kayığı üzerindeki denize atacak”(nami Khuda bar haft zawraki aftab dar shawad). Bu açıkça, manicheizmin güneşten ‘ışık denizine’ ışık taşıma düşüncesi değil de nedir?
11 Bize göre buradaki birkaç cümlelik özette bile kapalı bir yanıt hissedilmektedir; Tanrının sıfatı ve nitelikleri olmadığını söyleyenlerin inancı, tıpkı Şeytan’ın Tanrı hakkında söyledikleriyle aynı olduğu ve Şeytan’a benzedikleri karşılığı veriliyor. İ.K.

12 Bu göksel ağaçlar, Manicheizmdeki ışık ışınlarını simgeleyen ağaçlara benzemektedir. Eğer yazar onları tuba diye adlandırıyorsa bu, İslamdaki Cennet kavramıyla bitiştirme arzusuyladır.

13 Anlaşıldığına göre, “kubbe” sözcüğü burada beyazlık denizi ya da sarayı(diwan) ile aynı anlamdadır.
14 Bu “Beşli ya da Beşler kümesi”(pentade) olasılıkla İsmaili felsefesinin çok eski bir dönemine aittir ve Sijistani ve Nasir Husrev gibi yazarların yapıtlarında görülmektedir. Sijistani İftikhar(Bölüm IV.) kitabında onun ne bir sihir öğretisinden ne ne de mu’attıla’(??)dan çıkmadığını gösterme gereksinimi duymuştur. Onun beşler deyimi, şaşırtıcı bir biçimde “Yücelik Babasının beş üyesi/azasına” benzer ki onlar “akıl, duyum( veya ruh), niyet, anlayış ve düşünme (ya da hayal)dir.”(bkz. Burkitt, 19,33; Cumont, 1, 9-11) (İvanow, kitabın yazılış tarihini Abu Yakub as-Sijistani (885-972?)’dan daha sonralara çektiği için bu vurguyu yapmaktadır. Ancak bu vurgu, son araştırmaların Ummu’l Kitab’ın 8. yüzyılın sonlarında yazıldığını göstermiş olması dolayısıyla önemini daha da artırıyor. Anlaşılıyor ki tanınmış İsmaili düşünür ve billgini Sijistani bu yapıttan yararlanmıştır. İ.K.) Üstelik bu beş nurdan kişilik, Uygurca Manicheizm metinlerindeki “Bish Tengri” (Beş Tanrı) kavramına öylesine benziyor ki, burada tipik manicheist deyim ve insan vücudunun beş organını gösteren “jawarih” ya da “ jawarihan”ı çağrışım yapmaktadır. Bu beş ışıktan-nurdan varlık sadece, Nusayri inancında da olduğu gibi (bkz. Dussaud, 69) “Tanrının kendilerinde göründüğü bin tanrısal cevherdir.”(Bu söylem ilginç bir biçimde bin tanrılık Hitit pantheonunu çağrıştırıyor. İ.K.) Onlar bazı kere, bir uzaysal yerleşime uygun biçimde yüce sarayın(diwan) üyeleri/organları (jawarih) olarak, Manicheizmin Yücelik Babası’nın “beş sakinini” anımsatan adlandırmalardır.
15 Vahy burada olasılıkla tanrısal nur ile eşanlamdadır. Yine burada Azazil yani Satan/Şeytan’ın yaratıcılığı ve daha sonra anlatılan Tanrıyla rekabeti, Neo-Menicheizm ya da Paulikien/Bogomil inancındaki Satanel’in Tanrıyla yaratıcılık kavgasını andırmaktadır. Ancak orada Tanrının, babasına başkaldırmış ve tüm maddi dünyayı yaratmış olan büyük oğludur Satan; kötülük yanrısıdır. Küçük kardeş İsa’yı göndererek onunla ve ordularıyla savaşlar yaptırır.Burada ise Tanrı veziri (dawar) Salmanu’l Kudret’iAzazil/Şeytanla savaşya gönderir. İ.K.
16 Yani Salman’ın, Şeytan’ın birliklerine (Şeytanlara) karşı yedi savaşımı(Sab’ mujadalat). Nusayriler’in yedi düşüşü-yenilgisi karşılığı
17 Bkz. Bar Khoni (Cumont, I, 24): “Yaşayan Ruh yüksek sesle bağırdı ve bu ses iki yanı keskin sivri uçlu kılıcın çıkardığı sese benzemekteydi”.
18 Bizce buradaki iklimi haftum, yani ‘yedi iklim’ ayrı bir ülke değil, hemen önce adları verilen yedi ülkenin kendisi olmalıdır. İ.K.
19 Bu da Manikheizm inancıyla yeni bir benzerlik(bkz. Cumont, agy. I, s,30)
20 Kuşkusuz bu da Manikheizm’in “Kötülük ağacı” ile eşdeğer.
21 Biraz ileride (f. 107), Adem, Hava, Şit, Abel ve Kain(Kabil) beş tanrısal isim olarak zikredilmesi ilginçtir. Ancak ekleyelim ki, yılan ve tavuskuşu sorunu olmasına rağmen, Hava’nın baştan çıkarıcılığı hikayesi unutulmuş. Yazar, insanlığın tamamıyla tekbaşına doğuşu temasını (işleyerek), bir çift atadan çıkışını ihmal ettiği görülüyor.
22 Belirtmek gerekir ki burada Fatima sürekli olarak “Fatir”(yaratıcı) ile eril nitelenmektedir. Eski birçok mezheplerde olduğu gibi Nusayrilerde de bu ifade kullanımdadır. Manikheizm’deki “Hayatın Anası” ile benzerliği gözden kaçmamalıdır.
[2] Manicheizm’deki, 12 nurdan bakire kız biçimi altında simgelenen erdemler gibi yeni bir şey daha.
23 Bu sözcükler sözlüklerde yoktur; belki irin veya sidik (ramas=mucus oculaire) anlamına gelebilir. (Buna karşılık Raza belki de reza-t’tır, yani süt olabilir İ.K.)
24 Bir Hindu deyimi olan ve İslam teminolojisinde manzil (konak yeri) anlamına gelen nashatar ile herhangi bir ilişkinin olduğunu söylemek zordur.)
25İsmaililerde bütün dönemlerde tamamıyla orucun bu anlamına gönderme yapılır.
26 Bu karşılaştırma, kitabın eskiliğinin dolaylı bir kanıtıdır.( Nevarki, bunu belirleyici ifadeyi izleyen ikinci cümle eserin ruhuna tamamıyla aykırı. Çok daha sonraki dönemdeki Abbasi halifeleri tarafından konulmuş ‘hacca gidenlerin yanında 30 dinar bulundurması zorunluğu’ ya 10.yy.ın ortalarında Farsçaya çeviren ya da bir müstensih tarafından eklenmiş olmalıdır.İ.K.)
27 Aynı inanç biçimi doğrudan Nusayriler tarafından mansukhiya olarak benimsenmiştir.

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı