26 Ocak 2010 Salı

ERDOĞAN ÇINAR IN PİRİ CONSTANTİN SİLVANUS UN KEHANETLERİ!

ERDOĞAN ÇINAR IN PİRİ CONSTANTİN SİLVANUS UN KEHANETLERİ!



“Derin araştırma”lardan sonra nihayet çarpıcı kararını vermiş:

Pir Sultan Abdal 16. yüzyılda yaşamamıştır! Asıl adı Silvanus’tur ve 7. yüzyılda yaşamıştır!

Pir Sultan Abdal ile ilgili araştırmaların çoğunda, Osmanlı döneminde, “Pir Sultan Abdal İsyanı”ndan ve Pir Sultan Abdal’ın bir isyan kahramanı olduğundan söz ediliyor. Bu konu Erdoğan Çınar’ın kafasına takılmış. Aleviliğin üzerindeki sis perdesini kaldıracak ya! Kitapların dipnotlarındaki “Mühimme defterleri”ne de bakmış. İsyanı bulamamış! Araştırmacıların birden fazla Pir Sultan Abdal olduğu iddialarını da değerlendirmiş. “Derin araştırma”lardan sonra nihayet çarpıcı kararını vermiş:



Pir Sultan Abdal 16. yüzyılda yaşamamıştır! Asıl adı Silvanus’tur ve 7. yüzyılda yaşamıştır! Silvanus bir Alevi piridir, aynı zamanda ocak kurucusudur! Turna da Hermes’in avazıdır! Hermes’in asası Nil deryasında, hırkası da bir derviştedir. O halde, Pir Sultan Abdal “Turna”, “Urum Kışı” dediğine göre, ölüm hikâyeleri de üç aşağı beş yukarı birbirine benzediğine göre o mutlaka “Pir Silvanus”tur! Güya Erdoğan Çınar’a göre halkımız 7. yüzyıldan itibaren “Pir Silvanus”un deyişlerini dilden dile yaşatarak bugüne kadar getirmiştir.



Hallac-ı Mansur’un da ölüm öyküsü Pir Sultan Abdal’a benzemesine rağmen, Hallac-ı Mansur’un “Arap çölleri”ne yakın olması, Sivas’la, Yıldız Dağıyla ilişkisinin bulunmaması gibi nedenlerden dolayı Erdoğan Çınar, Pir Sultan Abdal’ı Hallac-ı Mansur yapmayı düşünmemiştir.



Normal bir insanın şöyle düşünmesi gerekirdi: Bugüne kadar araştırma yapan kişiler Pir Sultan isyanından söz ediyorlar, iyi arşiv tutan Osmanlıda ise böyle bir isyanın kaydı yok, demek ki böyle bir isyan yok! Ama Erdoğan Çınar böyle düşünmüyor. Araştırmacıların isyan var kabulünü kabul ediyor ve 16. yüzyılda yaşayan halk ozanı, asıl adı Haydar olan Pir Sultan Abdal’ı alıyor, 7. yüzyıla, Bizans dönemindeki Cibossa’ya götürüyor, adını da Silvanus yapıyor. Pir Sultan Abdal’ın asıl adı Haydar’ken, Silvanus’un asıl adı olan Constantin’den ise hiç söz etmiyor. Cibossa da Erdoğan Çınar’ın iddia ettiği gibi Sivas değil, bugünkü Şebinkarahisar’ın güneyinde bulunan bir kasaba ya da köydür. Cibossa’yı Sivas yapabilmek için de (Kibossa) diye değil (Sibossa) diye telaffuz ediyor. Oysa o dönemde Sivas’ın adı Sebastia.



Tabii Yıldız Dağının da yerinin değiştirilmesi gerekiyor. Haritada Sivas’ın kuzey batısında yer alan Yıldız Dağını alıyor, sağa ve aşağı kaydırıp Şebinkarahisar’ın güneyine yerleştiriyor. Bunu nasıl yaptın diye soranlara ise, ekvatora paralel bir çizgi çekin bakalım Yıldız Dağı Şebinkarahisar’ın güneyinde mi değil mi, diye karşı soru bile soruyor. Siz de bir Türkiye haritası alabilir, Şebinkarahisar ile Yıldız dağı arasına bir çizgi çekip Erdoğan Çınar’ın iddiasını doğrulayabilirsiniz! Aynı mantıkla, örneğin Kars ile İzmir arasına, ekvatora paralel bir çizgi çekersek, İzmir Kars’ın hangi yönünde olur!



Diğer taraftan Erdoğan Çınar, Constantin’in Banaz ile bir ilgisinin bulunmadığını, Türkmen olmadığını, Ermenistan’ın Samosat’ında (Arsamosata) Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini, Silvanus adının takma bir ad olduğunu; Silvanus’un, St Paul’ün adamlarından biri olduğunu; Constantin’in St Paul hayranı olduğunu ve St Paul’ün adamlarından Silvanus’un adını unvan olarak aldığını; Paulikienlerin Ermeni halkına mensup olduğunu okurdan saklıyor. Manici gnostik Hıristiyan Ermeni bir papaz oluyor mu Pir Sultan Abdal! Bütün bunları yaparken okuru da aptal sanıyor. Hani Atlantis’in Mısır kolonisinden on binlerce yıl süren göçler sonucu Alamut’a gelen Mu’culuk, binlerce yıl süren bir yolculuktan sonra ve Türkmen dervişleri aracılığı ile Anadolu’ya gelmişti! Hiç de öyle olmadığı bizzat Erdoğan Çınar’ın Constantin Silvanus anlatımıyla sabittir. Erdoğan Çınar yine kendi düşüncelerini reddetmektedir.



HAKK ERENLERİNİN YOL’U İLE İLGİLİ STRATEJİK BİLGİ



Erdoğan Çınar’ın Hakk Erenleri ile ilgili stratejik bilgisi yok. Ona “ezberimizi bozdu” diyenlerin de yok. Manici gnostik Hıristiyan “Arınmışları” ya da “Kusursuzları” et yemezler. Cinselliği reddederler. Evlenmezler. İçki içmezler. “İnanırları”na ikiden fazla çocuk yapmayı yasaklarlar. Ruhun insan vücudunda hapis olduğunu, insan vücudunun ve dünyanın bir cehennem olduğunu, baki dünyasının bu dünya olmadığını savunurlar. Kadın ve erkek “Arınmışları” veya “Kusursuzları”, Manici gnostikleri ısrarla Hakk Erenleri olarak göstermek düşündürücüdür. Aynı zamanda Hakk Erenlerinin yolunu anlamaya çalışan kişilerin de Yol hakkında temel görüşlere neden sahip olmadıkları da düşündürücüdür.



Eskiden Şamanları Alevi dedeleri olarak gösteren bir anlayış vardı. Ondan kurtulduk. Şimdi de dünyayı fani ve cehennem gören ve dünyadan bir an önce kurtularak “Baki Dünyası”na kavuşmaya çalışanları Alevi Pirleri olarak gösteren kişilerle karşı karşıyayız. Ancak bu kişilerin bizim karşımızda Şamanistler kadar bile şansı yoktur.



Yukarıdaki paragrafta anlatmaya çalıştığım düşüncelere sahip Manici Hıristiyan kişiler, neden ve nasıl Alevi oluyor? Örneğin Manici gnostik Hıristiyan Constantin Silvanus hiç evlenmiş midir, çocuğu, torunu var mıdır? Varsa neden, yoksa neden? Oysa Pir Sultan Abdal’ın oğlu Pir Mehmet’ten, kızı Sanem’den söz edilmektedir.



Erdoğan Çınar ve onun ezberini bozduğu kişiler şöyle düşünüyorlar: Bugün Aleviler İslam şemsiyesi altında Yol’larını nasıl sürdürüyorlarsa, Paulikienler de Hıristiyanlık şemsiyesi altında Yol’u sürdürüyorlardı!



Erdoğan Çınar ve ezberi bozulan kişiler, İslam’ı da Hıristiyanlığı da bir tarafa bırakarak şu soruya cevap bulmalıdırlar: Alevilerde musahiplik temel bir kurum mudur? Eğer temel bir kurumdur diyorsanız, bana Constantin Silvanus’un musahibini söyleyiniz! Onlarda bu kurum var mıydı? Varsa neden, yoksa neden? Siz ki bırakın 7. yüzyılı ta on bir bin yıldan fazla bir zamandır tarih sahnesinde bulunduğunu kabul ettiğiniz “ilk insan”lar olan Luvilerin bile Alevi olduğunu iddia ettiğinize göre musahiplik kurumunun en az on bir bin yıldır var olması gerekiyor. Şurası bir gerçektir ki Alevilik evlilik kurumunun üzerinde yükselmektedir.



Çok küçük bir bilgi daha vereyim: Manici gnostiklerde vücudun bir önemi yoktur. Önemli olan ruhtur. Ruh vücut içinde hapistir. Can ise nefstir. Nefs terbiye edilmemeli, öldürülmelidir. İnanırlarının çok çocuklu olmasını istemezler çünkü her çocuk yeni bir hapishanedir. Oysa Hakk Erenlerinde Hakk çocukta vücut bulmaktadır. Vücudu olmayan serseridir. Ünlü ozanımız Aşık Daimi “Hiç eksiklik yok insanda”, “Hakk’ın varlık deryasıyım” dedikten sonra şu deyişi ile ne demek istemiştir:

“Enel Hakk’ım ismim ileHakk’a erdim cismim ileBenziyorum resmim ileMademki ben bir insanım.”





PİR SULTAN ABDAL, HACI BEKTAŞI VELİ, BALIM SULTAN…



Bu yazıyı okuyan arkadaşlara önerim şudur: Özellikle birden fazla Pir Sultan bulunduğunu iddia eden araştırmacıların kitaplarından edinelim, araştırmacıların düşüncelerini bir tarafa bırakalım, deyişleri bir araya toplayalım. Birden fazla olduğu iddia edilen Pir Sultan Abdalların kullandığı kavramların, yer isimlerinin, önemli adların altını çizelim. Bu kavramların hangi döneme ait olduğunu, Bizans dönemini çağrıştıran herhangi bir kelimenin bulunup bulunmadığını soruşturalım.



Pir Sultan Abdal’ın kullandığı kavramlar ve isimlerden bazı örnekler vermek istiyorum. Ama önce Erdoğan Çınar’dan birkaç alıntı alalım:



Erdoğan Çınar şunları söylüyor:



“Hacı Bektaş-i Veli, 1209-1210 yılları arasında Nişabur’da doğdu.” (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 205)



“Hacı Bektaş-i Veli, doğduğu kenti terk ettiğinde on bir on üç yaşlarındaydı. Anadolu’ya otuzlu yaşlarının başında geldi. Yaklaşık yirmi yıl boyunca, Alamut’un yönetimindeki Kuhuzistan Bölgesi’nde bulundu.” (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 207)



“Hacı Bektaş-i Veli, İdris Peygamber’in Okulu’ndan yetişmiş, kadim sırlara sahip, bilgelerden el almış bir derviş olarak Anadolu’ya geldi. O’nun Anadolu’da ilk görülmesi, 1240 Yılında patlak veren Babai Ayaklanması sırasındadır.” (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 207)



“Hacı Bektaş-i Veli ve Kardeşi Menteş, Babai İsyanında Baba İlyas’ın çevresinde bulundu.” (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 208)



Erdoğan Çınar’ın derin bilgilerine göre Hacı Bektaş-ı Veli’nin etnik kimliği ile de ilgili bilgi sahibi oluverelim:



“Başlangıçta yeryüzünün her tarafında tek bir din hüküm sürüyordu. Bu din, öze en yakın hali ile onbinlerce yıl Anadolu’da çeşitli kisveler altında varlığını sürdürdü. Bu dinin anavatanı Mu, (Güneş) İmparatorluğu idi. Bu İmparatorluğun Atlantis koloni İmparatorluğu’na bağlı Mısır alt kolonisinde bu dini en saf hali ile kurumlaştıran, okullaştıran İdris Peygamber oldu. İdris Peygamber’in kurduğu Mısır Okulu’ndan yetişmiş, aydınlanmış halklar bu inanışı Alamut üzerinden Türkmen dervişler aracılığı ile bin yıllar süren üzen bir yolculuğun sonunda Anadolu’ya ulaştırdılar.” (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 213)



Erdoğan Çınar’ın yazdıklarında inkâr edemeyeceği kabuller var: Ona göre, Hacı Bektaş-ı Veli 1209-1210 yıllarında doğmuştur. Türkmen dervişidir. Nişabur’ludur. 1200’lü yılların ilk yarısında Alamut’ta veya kalelerinden birindedir. 1240 yılında Babai isyanına kardeşi Menteş ile birlikte katılmıştır.



Erdoğan Çınar’ca kabul edilen ve başka olgularla beslenen bu bilgilere göre Hacı Bektaş-ı Veli 7. yüzyılda değil, 13. yüzyılda yaşamıştır. Yine Erdoğan Çınar’a göre etnik kimliğinin de Türkmen olduğu yukarıdaki “Türkmen dervişleri” deyiminden bellidir!



Biz Aleviliğin Türklerde, Kürtlerde, Zazalarda, Araplarda, Romlarda… yaşadığını söylediğimizde Erdoğan Çınar “bunlar Aleviliği değişik etnisiteler içinde eritmeye çalışıyorlar, yok etmeye çalışıyorlar” gibi şeyler söylüyordu. Peki, sen Aleviliği Anadolu’ya “Türkmen dervişler” aracılığı ile getirdiğinde ne yapmaya çalışmıştın?



Erdoğan Çınar’ın verdiği bilgilere bazı bilgiler de ben ekleyeyim:



Hallac-ı Mansur (D. 858-Ö. 922);



Hacı-Bektaş-ı Veli (D. 1209-1210, Ö. 1271);



Seyyid Nesimi (D. 1339-1344, Ö. 1417-1418);

Balım Sultan (D. 1462?-Ö. 1516)

En sonda verdiğim bilgiyi bir kere daha tekrarlayayım:



Balım Sultan’ın yaşadığı dönem 15-16. yüzyıl…

Bir türlü anlayamadığım, aklıma mantığıma sığdıramadığım konu şu: 684 yılında öldürülen ve Ermeni halkının bir evladı olan Constantin Silvanus (Erdoğan Çınar’ın Pir Sultan’ı) “Türkmen derviş” Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Abdal Musa’yı, Balım Sultan’ı nereden biliyordu? (Yoksa Erdoğan Çınar’ın iddia ettiği gibi Hacı Bektaş, Vanesa mıdır? Amasyalı coğrafyacı Strabon, Hacı Bektaş-ı Veli dergâhını birinci yüzyılda kayda mı geçirmiştir? Oysa biliyoruz ki Strabon’un sözünü ettiği tapınak Zeus tapınağı ve günümüzdeki Hacıbektaş kasabasında da değil. Diğer taraftan Erdoğan Çınar Hacı Bektaş-ı Veli’nin 1209-1210 yılında doğduğunu da iddia etmektedir… Birinci yüzyıl nere, on üçüncü yüz yıl nere? Birinci yüzyılda yaşayan Strabon on üçüncü yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli’yi nasıl kayda geçirmiş olabilir!)

Bir soru daha: Ermeni halkının evladı Constantin neden Ermenice veya Grekçe deyişler söylememiş de Türkçe deyişler söylemiştir! Yoksa Türkçe, Ermenice veya Grekçenin bir şivesi midir! Ek bir soru daha: Erdoğan Çınar’ın (A)Luvileri Türkçe mi konuşuyorlardı? Bir soru daha soralım: Luviler yoksa Ermeni miydi?



Paulikienler Luvi olduğu halde Ermeni Türk’ü olan, Zazaca konuşan, Türkçe deyişler yazan, büyük patlamacı, tahtacı, bing bangcı Manici gnostik, kehanet sahibi, ışıkçı düalist Hıristiyan mıydılar!



“KADILAR MÜFTÜLER FETVA YAZARSA”



Şimdi, Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinden kısa bir döküm yapalım:

“Kadılar müftüler fetva yazarsaİşte kement işte boynum asarsa” a) Kadıb) Müftüc) Fetva Bu kavramlar, Osmanlı döneminin kavramlarıdır. “Alınmış abdestim aldırırlarsaKılınmış namazım kıldırırlarsaSizde Şah diyeni öldürürlerseBen de bu yayladan Şaha giderim” a) Abdestb) Namazc) Şah Bu kavramların da Bizans dönemindeki Constantin Silvanus ile bir ilgisi yok. Kavramları sıralamaya devam edelim: Bezirgân, Dergâh, Pirim İsmail, Bozatlı Hızır, Şahım Haydar, Pirim Mustafa, Kerbela, Şah Hüseyin; “Pirim Hacı Bektaş nazar eyledi” Urum Hoca, Derviş;“Abdal Musa ile bir Urum Hoca”; Koyun Baba, gülbeng, “Sultan Ağu İçen cümlenin başı”; Hasan Dede, Zühre yıldızı, Onar Dede, Mürşid, Şeyh Hasan, Horasan, Urum Diyarı, On İki İmam, Secde Eyledi, Hakk, Veli, Çelebi, Kırklar, Aşk Mekânı, Muhabbet, Can, Kırkların Sohbeti, Sefa, Cefa, İstanbul, Kazova; “Bağdat’ta Mansur’un canı ezada.” Kudret, Hakk’ı Bilen, Bismillah, Kırklar Yediler, Hint Eli, Yemen, Talip, Münafık, Kırklar Katarı, Yıldız Dağı; “Mansur gibi kabul kıldı darını.” Eba Müslim, Seyyid Nesimi; “Ko desinler n’oldu Seyyid Nesimi.” “Bektaş-ı Veli’den umarız imdat.” “Mansur’un darına erkâna geldik.” Mümin, Seyrangâh, Erenler, Abdal, Sarıkaya, Dönüyor Çarklar, Hariciler, Sofi; “Mansur Hakk dedi de buldu darını.” Serçeşme, Sultan, Dede Dehman; “İstanbul şehrinde ol Sahib-Zaman” Emirzade, Veli, Düldül-ü Kanber, Fatıma Ana, Hasan, Hüseyin, İmam Zeynel, Şefaat, Bakır, İmam Cafer, Kazım Musa Rıza, Ali-el Rıza, Taki Naki, Asker, Mehdi, Şah Meyit, Güzel Şah, Bağdat, Yezid, Mervan, Gövel Ördek, Üçler Yediler, Basra; “Erdebil’de Şah Safi’den buyruğum.” “Mansur olup şu cihana atarım.” Hatayi, Kâfir, Şah İsmail, Muhammed, Ali, Urum Sofusu; “Şah İsmail gibi samah dönmeye.” Musahib, Zahir, Cesed, Nar, Yol Erkan, Nefs, Hanedan, Hama, Mardin, Erzurum, Kösedağ, Katar, Muhib, Mana, Ehli Hikmet, Sünnet, İmam, Temenna, Erenlerin Sırrı, Koca Haydar, Şah-ı Cihan, Müşkül, Mürvet, Amana Geldim, Hikmet, Erkân, Zat-ı Sıfat, Gülbeng; “Sen bir Padişahsın amana geldim.” Zahir, Batın, On Dört Masum, Şah-ı Merdan Ali, Rabb, Teberra, Miheng, Arş, Ulu Divan, İnşallah, Kırklar Meydanı, Gül Yüzlü Şah, Mehdi; “Hünkar Hacı Bektaş Veli AşkınaZahirde batında Ali aşkınaCümle erenlerin yolu aşkınaNe yatarsın Ali’m zamanın şimdi” Lanet Gömleği, Sultan Nevruz, Şems, Kamer, Yaylak; “Pir Sultan’ım gitmek ister Tebriz’e.” Bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Pir Sultan Abdal bugün Hakk Erenlerinin kullandığı temel kavramların hepsini kullanıyor. Bizans dönemini çağrıştıracak tek bir sözcük bile yok. ERDOĞAN ÇINAR’DA “YALAN DA YOK HİLAF DA YOK” Teyo Emmi ile Erdoğan Çınar arasında fark var. Ünlü Erzurumlu Teyo Emmi’nin anlattıklarına herkes gülüyor, Erdoğan Çınar’ın anlattıklarını ise ciddiye alıp inananlar var. 684 yılında öldürülen Constantin Silvanus, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Abdal Musa’yı, Hallac-ı Mansur’u, Balım Sultan’ı, Hatayi’yi, Şah İsmail’i nereden biliyor? Nasıl bilebilir? Yoksa Constantin Silvanus kehanet sahibi miydi! “Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var”; “Güvercin donunda gördüm otururZiyaret eyledim Balım Sultan’ı.” “Pir Sultan’ım kork Allah’ın işindenTesellimiz aldık pınar başındanBiz de geçtik ol Delikli Taş’ındanZiyaret eyledim Balım Sultan’ı.” “Bizlere bu dolu Ali’den geldiBir sen iç sevdiğim bir de bana verBalım Sultan Kızıl Deli’den geldiBir sen iç sevdiğim bir de bana ver.” “Bektaş-ı Veli’ye kul kurban olduk.” “Bu yıl bu dağların karı erimezEser bad-ı sabah yel bozuk bozukTürkmen kalkıp yaylasına yürümezYıkılmış aşiret il bozuk bozuk.” “Pir Sultanım Haydar diye anıldı.” “Pir Sultan Abdalım Seyyid NesimiŞu âleme destan ettin sesimi.” “Pirim Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli.” “Fetva vermiş koca başlı kör müftüŞah diyenin dilin keseyim deyü.” “Yine Ruşen oldu Şah’ın ocağıKülli elvan açar dergâh çiçeğiHünkâr Hacı Bektaş Veli köçeğiArzulayıp size geldim erenler.” ERMENİCE VEYA GREKÇE CONSTANTİN SİLVANUS’UN BİR SATIR ŞİİRİ LÜTFEN! Pir Sultan Abdal veya Abdalların 900’e yakın şiiri halkımızın dilindedir. Kullandığı kavramlar tanıdık kavramlar. İsa’nın bir “Işık oğlu” olduğuna, “Tevrat’ın da üzerindeki sis perdesi kaldırıldığında Alevilerin kitabı olacağına” dair tek bir satırı yok! 6., 7. yüzyılda geçen olaylar ile ilgili bilgi de yok! Mananalis’ten, Titus’dan, Carbeas’tan, Cibossa’dan, Colonea’dan hiç haber yok! “Divriği Alevi Devleti”ni de bilmiyor Pir Sultan Abdal! Pir Sultan Abdal deyişlerinde Mu rahiplerinden de söz edilmiyor! Ama şöyle bir deyişi var: “Pir Sultan’ım eydür kalbimiz nurdurMüminler gözlüdür münafık kördürErenlerin yolu kadimdir birdirHer tepenin başında ayrı yol olmaz.”

Kitaplar mutlaka eleştirel bir gözle okunmalı, aklın süzgecine vurulmalı, Hakk Erenlerinin Yol’uyla ilgisi değerlendirilmelidir. Tabii ki öncelikle Hakk Erenlerinin temel Yol kuralları ile ilgili bilgi sahibi olunmalıdır. Aksi takdirde Sabiilerin, Masonların, Kabalacıların, Manici gnostik Hıristiyanların oyununa gelinecektir.

Bir soru daha sorayım: Büyük patlama, bing bang anlatılarak Alevilerin düalist olduğu nasıl iddia edilebiliyor? Hasan HARMANCI

ALEVI GÜNDEM HABER

Bu Makaleyi Web sitenize alıntı yapabilirsiniz

Luvi Dili

Luvi Dili






Luvi dili (Luvice veya Luwice) Anadolu’nun yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luviler’in dili olup, Anadolu’nun en eski dillerinden biridir. Bu aynı zamanda, Hititler’in hiyeroglif yazılarında kullandıkları dildir.(Mısır ve Girit hiyeroglif yazısından farklı olan bu hiyeroglif yazısı daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda kullanılmıştır.)

Anadolu’nun Hitit-öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, 20.yy.’daki arkeolojik bulgular, Anadolu’ya yapılan Yunan göçünden çok daha önce, bu topraklarda Anadolu’nun yerlileri sayılabilecek Luvi ulusunun yaşadığını ortaya koymuştur.

Hititler’in çivi yazılı belgelerinde bu halktan Luvili (Luwi’li) olarak söz edilmektedir. Hitit imparatorluğunun yıkılmasından sonra Hititler’in çivi yazısının unutulmuş olmasına karşın, Luvi dili ve yazısı biraz değişikliğe uğramakla birlikte Anadolu’da varlığını sürdürmüştür. Bilge Umar’ın “Türkiye’deki Tarihsel Adlar” adlı ünlü yapıtında belirttiği gibi, Pelasgos denilen insanlardan kalma tarihsel adların Luvi dili temeline dayandığı ortaya çıkmıştır.

Anadolu’nun en eski dillerinden biri olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi kültürel gelişimin Mezopotamya’dan veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil, Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığı tezini güçlendirmiştir.

Luvi diliyle yazılan Hitit hiyeroglif yazısı H.T. Bossert’in katkılarıyla 1946 yılında çözülmeye başlanmış ve çözülme çalışması tam anlamıyla 1960′ta Emmanuel Laroche tarafından tamamlanmış olduğundan, yer ve ilah adlarına ilişkin olarak, Batı’da bu tarihten önceki etimolojik açıklama getiren yazılar geçerliğini yitirmeye başlamıştır. Büyük İskender döneminde Anadolu’nun Luvi ve Hitit kökenli adları hellenleştirilmeye çalışılmışsa da, esas yapılarını korumuşlardır. Anadolu ve Trakya’daki Yunanca yer adlarının yüzde yüzü olmasa da çok büyük bir kısmının Luvi dilindeki adlarından türetildiği anlaşılmış bulunmaktadır. Ayrıca eski Yunanca sanılan pek çok sözcüğün (dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya vs.) Luvi kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. [1]

Luvi dili üzerine en fazla araştırma yapmış yabancı isimler arasında Emmanuel Laroche, 1973′te bu dili “Luvi dili” olarak kabul edip, tanıtan David Hawkins, Piero Meriggi ve Türk isimler arasında Bilge Umar ve Ali M. Dinçol sayılabilir. Luvi sözcüğü Hitit dilinde “ışık insanı” anlamına gelir ki, Luvi dilinde “ışık, parıltı” anlamına gelen “lu” kökü birçok dile “ışık” anlamında geçmiş olup, birçok dilde halen kullanılmaktadır (Örneğin, ilah Apollon’un Likya’lı sıfatının kökeni Luvi dilinde ışık anlamına gelen, kurt anlamındaki “lyk” ya da “lu” sözcüğüdür ki, sözcük Latince’de lux biçimine dönüşmüştür. Ayrıca, Hellen dilinde hiçbir anlamı bulunmayan Apollon adının kökeni de Luvi dilinde “su” anlamına gelen “apa” sözcüğünden gelmekte olup, ilk yazılışı Luvice ap(a)-ull(a)-wana’dır; bu ilah, Etrüsk dilinde Aplu, Apulu, ya da Aplum biçimlerinde belirtilmiştir).

Günümüzde, Likçe denilen Likya dilinin Luvi dilinin bir türevi olduğu kabul edilmektedir. Luviler’in yaşadığı kentlerden biri, Luvi dilinin konuşulduğu Truva’dır (Troya). Yedinci Truva kentinin B katmanında bulunan hiyeroglifik mühür Bir grup bilimci Luviler’in Anadoluda yaşayan Alevilere yakin bir toplum oldugunu düşünürler.

21 Ocak 2010 Perşembe

Hitit Belgeseli.... Anadolu'da Hitit Uygarlığı








Video olarak izleyiniz:







Hititler Belgeseli 1

http://www.belgeselgoruntuleri.com/hititler-belgeseli-16/

Hititler Belgeseli 1/5

http://www.belgeselgoruntuleri.com/hititler-belgeseli-16/

Hititler belgeseli. Savaş ve fetihlerin hüküm sürdüğü bir çağda, onlar zamanın en kudretli askeriydi. Orduları ezip geçen, imparatorluklar deviren güç. Anadolunun ilk büyük krallığını kuran bir hanedanlık. Zamanının en gelişmiş bir hukuk sisteminin üzerine..





*****





Hititler Belgeseli 2













Hititler Belgeseli 2/5



Hititler belgeseli. Hitit medeniyeti. 3000 bin yıllık bir suskunluğun ardından Hititler nihayet kendi öykülerini anlatmaya hazır. MÖ 18. yüzyılda Anadolu karkaşa içindeydi, yerel şehir devletleri arasındaki aralıksız savaşlar, parlak bronz devrini karanlık bir çağa dönüştürmüştü. Krallıklar işgal edilmemek için daha önce davranıp komşularını işgal etmek zorundaydılar







***





Hititler Belgeseli 3





Hititler Belgeseli 3/5



Hititler belgeseli. Hitit medeniyeti üzerine harika bir belgesel video. Belgeselden, Hitit köy ve kasabalarında yaşam çok zordu. Bir çok yerleşim merkezi bir birinden uzaktı. Büyük kentleri birbirinden ayıran, büyük dağlar yüzünden ulaşım son derece zor ve tehlikeliydi. Hititler medeniyeti üzerine.











****













Hititler Belgeseli 4





Hititler Belgeseli 4/5



Hittiler uygarlığı üzerine Hititler Belgeseli (Türkçe) - Hitit uygarlığı ile Mısır uygarlığı arasında yaşanan ilginç bir hikaye ile başlayan belgeselin bu bölümünde tarihi bir hikaye dinleyecek ve hikayenin sonucu tarihi gelişmelerde, Hititler hiç kimseye acımadıları, askerler Suriyede ki Mısır yerleşim











*******







Hititler Belgeseli 5







Hititler Belgeseli 5/5



Hititler Belgeseli (Türkçe Belgesel) – Belgeselden, Bu evlilik eski çağ yakın doğu edebiyatında, bir prens yada kralla, karısı arasında ilişkiyi tanımlamak için sevgi sözcüğünün kullanıldığı bir durumdur. Bu nedenle çok önemli bir evlilik… Anadolunun eski medeniyetlerinden Hititler hakkında güzel bir belgesel






http://www.belgeselgoruntuleri.com/hititler-belgeseli-35/

20 Ocak 2010 Çarşamba

ANADOLU ANTİK BÖLGELER HARİTASI

ANADOLU ANTİK BÖLGELER HARİTASI



THRAKIA Trakya



Günümüzde, ülkemizde kalan bölümü; Edirne, Tekirdağ, Kırklareli illerinin tümünü, İstanbul'un Avrupa yakasını ve Gelibolu yarımadasını kapsar.

Antik Çağda sınırları kuzeyde ve batıda, Tuna (Istros) ve Vardar (Aksios) nehirlerine kadar uzanıyordu.



Bölge adını THRAKLAR'dan almıştır.



VII.yy. dan itibaren göç etmeye başlayan Ion, Aiol, Megaralı'lar koloniler kurdular. ( Byzantion, Maroneia, Abdera, Ainos, Sestos, vs.)



Hendek ve çitlerle çevrili köylerde veya göllerde kazıklar üzerine inşa ettikleri evlerde otururlardı.

Kentleşme, Makedonya kralı II. Philippos ile başlamış, Roma Dönemine değin devam etmiştir. Yinede kıyı kesimleri hariç iç kesimlerde başarılı olamamışlardır. İç kesimlered kent denebilecek yerleri hemen hemen yoktur.



Thraklar, çocuklarını köle olarak yabancılara satar, yabancı ordularda paralı asker olarak çalışır, vücutlarına dövme yaptırmaktan hoşlanırlardı. Savaş ve soygunculuktan başka işi aşağılıyıcı bulurlardı.



Hebros (Meriç) Nehrinin alüvyonlarından altın elde ediyorlardı. Thrakia'nın şarapları çok ünlüydü. Homeros Thrakialılar'ı "at yetiştiriciler" sıfatıyla tanımlar. Balıkçılık geçim kaynakları arasındaydı. Roma Çağı sikkelerinde palamut ve ton balıkları resmedilmiştir. Zengin orman örtüsünün kerestelerini Yunanlılar gemi yapımında kullanmışlardı.





BYTINIA. Bitinya

BITHYNIA



Günümüzde İstanbul ilinin Anadolu yakasını, Kocaeli, Adapazarı, Bolu illerinin tümü, Zonguldak'ın batı yarısı ile Bilecik ve Bursa illerinin kuzey kesimlerini kapsar.

Kuzeyini Karadeniz (Pontos Euksinos), batısını İstanbul Boğazı (Bosporos Thrakios) ve Mamara Denizi (Propontis), güneyini Orhaneli Çayı ( Adırnaz ) (Rhyndakos) ve Uludağ (olimphos), dogusunuFilyos Çayı (Billaios) sınırlar.



Bölgeye adını veren Bithynler aslen bir Thrak boyu idiler. Bölgeye 1200'lerde girmeye başlamışlardır.



Bölge günümüzde olduğu gibi Antik Çağda da termal tesisleriyle ünlüydü.



ÖNEMLİ BYTINIA ANTİK KENTLERİ

Prousias ad Hypium, Bt, KONURALP-Düzce



NIKEIA, İZNİK



TROAS

Günümüzdeki Biga yarımadasını kapsar. Yani Çanakkale ilinin tümü.



Adını Antik Çağın ünlü Troia kentinden almıştı. Burada III. Bin yıldan beri Dardenler denen çok eski bir halkın yaşadığına inanılır. XIII. Yy.da Akalar tarafından ele geçirildi. XII. Yy.dan itibaren Thraklar'ın göçlerine sahne oldu.



Assos kentinde üretilen buğdayları İran'a kadar ihraç ediliyordu. Sigeion kentinde bakır işçilerinin loncası bile vardı. Andeira'da bol miktarda çinko vardı. Assos'ta lahit yapımında kullanılan sarkophagos denen bir bazalt türü işletmesi vardı.



ÖNEMLİ TROAS ANTİK KENTLERİ

Aleksandreia Troas/sigia, (Tr), Dalyan K.bitişiği-Geyikli



Antandros/edonis, (Tr), Yarmataş/Altınoluk-Avcılar K.arası



Apollonion Smintheion, (Tr), GÜLPINAR



ASSOS, (Tr), BEHRAMKALE



Tenedos, (Tr), BOZCAADA



TROİA/ WİLUSA, (Tr), HisarlıkTepe 6+25 Çanakkale













MYSIA Misya

Günümüzde Balıkesir ilinin tümü, Manisa ve İzmir illerinin kuzey bölümleri, Kütahya ilinin batısını kapsar. Doğu sınırını Olymphos (Uludağ) Dağı, güney ve batı sınırını Bakırçay (Kaikos), Kuzey sınırını Gönen Çayı (Aisepos) ve Orhaneli çayı (Rhyndakos) belirler



Bölge adını bir Thrak boyu olan Mysler'den almıştır. Bölgeye XIII.yy. da yerleşmişlerdir.



Karia ve Lydialı'larla kardeş kabul edilirlerdi.



Strabon, "Mysia kayın ağacı demektir. Uludağda bol bulunur" der.



Dinleri gereği canlı bir şey yemekten kaçınırlar, bol bol bal, süt, peynir yerlerdi.



Paralı asker olarak büyük ünleri vardı. Mısır ordusunda bile yer almışlardır.



Ormanlarından elde edilen kara sakız döneminin en kalitelisiydi. Tıbbi amaçla kullanılan terebentin yağı bölgedeki kadran ağaçları bu bölgede yetişiyordu. Bakır, gümüş, altın yönünden zengin bir bölgeydi. Bu bölgede yer alan Argyra kasabasının adı gümüş demektir. Prokonnesos (Marmara) adası beyaz mermerleriyle, Kyzikos istiridyeleryle ün salmıştı. Bir cins üzümlerinden parfüm yapılıyordu.



ÖNEMLİ MYSIA ANTİK KENTLERİ

ALLIANOI, (M), PAŞAILICASI-Bergama-İvrindi arası



Daskyleion, (M), Ergili K.(2Km.)-Manyas Gölü



Kyzikos, (M), Tatlısu K. Erdek



PERGAMOUN, ASKLEPİEİON, (M), BERGAMA





LYDIA Lidya

Günümüzde, İzmir ilinin doğusu, Manisa ilinin büyük bir bölümü, Kütahya ve Uşak illerinin batı uçlarını kapsar.

Kuzeyini Mysia'dan Kaikos Irmağı , Demirci Dağı (Temnos) ve Murat Çayı (Dindymos) ayırır. Güneyini Aydın Dağları (Messogis), ve Menderes Nehri (Maiandros) sınırlar. Dogu sınırı Banaz çayı (Sindros) vadisi. Batıda Ionia ile sınırını Belkahve belirler. Katakekaumene (Yanık Ülke) ise Mysia ile ortak kullandıkları bir alandı.



II. bin'in ortalarında, Hitit İmparatorluk Çağı çivi yazılı tabletlere göre ASSUWA adını taşıyordu. Prenslerinden bir olan MUKSUS ise batılılarca MOPSOS olarak anılıyordu.



1200 lerde Balkanlardan gelen Maion denen göçmenler bölgeye Maionia adını verdiler.



VII.yy. başlarında Mermnad adlı soylu bir ailenin önderliğinde Lydia devleti gelişmeye başladı. Bu ailenin ilk kralı Gyges (680-645) zamanında bölgeye LYDIA denmeye başlandı.



VI.yy.da Helenleşmeye başladılar. IV.yy.da yerli Lydce dili yerini Hellenceye bırakmıştır.



Lydıalı'lar Bozdağ (Tmolos) üzerindeki altın madenlerini keşfettiler. Antik Çağda "Kroisos kadar zengin" sözü bir deyim oldu. Günümüzde de bu deyim kullanılmaktadır. "Karun kadar zengin"



Herodotos'a göre "Asia'da hiçbir ulusun yiğitlik ve güçte bileğini bükemeyecegi uzun mızraklı usta süvariler" olarak anılan Lydialı'ların Pers işgalinden sonra (547) tarifleri değişmiştir.

Giderek zevk düşkünü kadınsı bir ulus görünümüne bürünmüşlerdir. Beyaz tenleri bozulmasın diye güneşe çıkmazlardı. Safrandan yapılan güzel kokulu parfüm kullanırlar, altın simli elbiseler giyerlerdi. Kadınları ise şeffaf iç gıcıklayıcı elbiseleri tercih ederlerdi. Oyuna düşkündüler, Kumar, zar, aşık kemiği oyununu severlerdi. Sardeis halkı, gazinoların ve genel evlerin sahibi olan ilk insanlardı.



Lydia'nın uygarlık tarihine en büyük katkısı, Paktolos Çayından çıkardıkları beyaz altınla ilk madeni parayı basmalarıdır. (VII.yy.)

Tmolos dağında Altın, gümüş, bakır, arsenik ve antimuan çıkarıyorlardı. Çıkardıkları kırmızı renkli doğal civa sülfür dudak boyası olarak kullanılıyordu. Bölgede bol bulunan Civa madeni levhaların ayna haline getirilmesine yarıyordu. Sardeis'te üretilen krem ve parfümler antik dünyanın her yerine ihraç edilirdi. Koyun yünlerinin boyanmasını ilk kez Sardeisli'ler bulmuştur. (Pilinius). Sardis dokumaları Sappho'nun şiirlerine girecek kadar ünlenmişti. Sardis mor renkli yatak örtüleri ve kırmızı renkli battaniyeleriyle tanınırdı. İlk dükkan sahibi olanlarda Lydialı'lardır.



ÖNEMLİ LYDIA ANTİK KENTLERİ

SARDEIS, Sart Köyü- Salihli



Thyateria, Akhisar/Tepe mezarlığı



Philadelphia, ALAŞEHİR



AIOLIS Ayolis

Günümüzde İzmir ilininin kuzey kesimi ile Midilli adasını kapsar. Güneyini Gediz (Hermos) nehri, kuzeyini Bakırçay ( Kaikos), batısını Çandalı körfezi, doğusunu Yunt dağı ile Dumanlu dağ sınırlar.



Anadolu'nun yerli halklarından Lelelgler ve Pelasglar'ın yaşadığı bu bölgeye adını, XI. Yy.da kuzey Yunanistan'dan gelmeye başlayan Aioller vermişlerdir.



VIII. Yy. sonlarında dinsel ağırlıklı bir birlik kurarlar. Ortak kült alanları, Gryneion'daki Apollon Kutsal Alanı'dır.

AIOLIS BİRLİĞİ; Kyme, Larissa, Neonteikhos, Temnos, Killa, Notion, Aigiroissa, Pitane, Aigai, Myrina, Gryneia 12. ise birliğe sonradan katılan Smyrna kentlerinden oluşuyordu.



Aioller şiire ve müziğe düşkünlükleriyle tanınırlardı.



ÖNEMLİ AIOLIS ANTİK KENTLERİ

Adramytteion,



AIGAI, Nemrutkale-Köseler K,(2km)Aliaga



Kyme, Namurt Limanı-Yeni Foça Kavşağı



Phokaia, FOÇA



Pitane, ÇANDARLI









IONIA iyonya

Günümüzde İzmir ve Aydın illerinin Ege Denizi kıyısındaki tüm batı kesimi ile Sakız ve Sisam adalarını kapsar. Kuzeyini Gediz (Hermes) nehri, güneyini Tekağaç (Poseidon) burnu (Didim yakını), batısı ege denizi, doğusunu Belkahve sınırlar.



Lelegler, Karialı'lar ve Lydialı'larca iskan edilen bölgeye, XI. Yy.dan X. Yy. a geçerken, orta Yunanistan'dan İon denilen halk göçmeye başlar. Göç kuşaklar boyu sürmüş, yeni gelenler yerli halkla kaynaşmış ve yeni bir halk yaratılmıştır.



Ion adı eski doğu bölgelerinde YAMAN yada YAWAN biçiminde, Ionialılar ise YAUNAP olarak geçmektedir



Önceleri kıyıda başlayan yerleşmeler daha sonraları iç kesimlerde de görülür. Bunlar küçük kasabalardı.

IX. yy. ın ortalarına doğru yerleşim yerlerini sağlam surlarla çevirerek polis denecek kent devletlerini oluşturmaya başladılar.

Polisler önceleri babadan oğula geçen Krallarla, IX. İle VIII. Yy. arasında aristoklarla, VII. Yy. doğru ilkel demokrasiyle yönetildiler.



VII. yy. dan önce PANIONION adı verilen bir birlik kurdular.



VII. ve VI. Yy. larda Abydos, Kyzikos, Sinope, Amisos, Kerazus, Trapezos gibi pek çok koloni kurdular.



ÖNEMLİ IONIA ANTİK KENTLERİ

DİYMA, DİDİM



EPHESOS, Selçuk



MAGNESİA ad maiandros, Ortaklar(2Km.)-Tekinköy



METROPOLİS, YENİKÖY-Torbalı(7Km.)



MİLETOS, Milet/Balat



PRİENE, Gülbahçe K.-Söke



ERYTRAİ, ILDIRI K.-Çeşme



KLAROS, Değirmendere-Selçuk Kavşağı



SMYRNA, Anafartalar karakolu yanı-İzmir



SMYRNA(eski), Bayraklı Karşıyaka yolu



TEOS, Sıgacık K.-Seferihisar





NOTİON, Değirmendere-Selçuk Kavşagı



Klozemenai, Urla İskelesi

KOLOPHON, Değirmendere



Belevi Mousoleıon, Belevi K.



Meryem Ana Evi, Selçuk(7Km.)

anadolu'nun en eski halkı Luviler(Işık insanları) alıntıdır..

anadolu'nun en eski halkı Luviler(Işık insanları)


________________________________________

anadolu'nun en eski halkı Luviler(Işık insanları)



Anadolu’nun Hititlerden önceki halkına tabletlerde “Hatti” deniliyor. Büyük bir olasılıkla halk da kendisini böyle adlandırmıştır. Yaklaşık iki bin yıl boyunca Anadolu “Hatti ülkesi” olarak anılmıştır.

Hatti’ler Anadolu’nun bilinen ilk halkıdır. Çok erken çağlarda M.Ö. 3000 yıllarının ortalarına doğru siyasi organizasyonlarını tamamlamışlar, krallıklar ve beylikler halinde örgütlenmişlerdir. Hatti halkının daha çok Kapadokya/Kızılırmak yayı ile Güney Doğu Anadolu’da yaşadığı anlaşılmaktadır. Hatti ülkesin de hattiler , luviler ve palalar yaşıyorlardı. Hititler Anadolu’ya geldiler ve yerli halk olan Hattiler, luviler ve palalar arasında, zamanla güç kazanarak Hitit devletini kurdular. Hititler Orta Anadolu’da, yani Hatti ülkesinde varolan köklü birikime sahip çıkarak ve diğer yakındoğu uygarlıklarından etkilenerek yeni bir kültür bireşimi oluşturdular.

Hitit Uygarlığının Başlıca Dilleri Filoloji çalışmalarının verdiği sonuçlara göre Anadoluda Hitit Uygarlığı döneminde başlıca üç Hind-Avrupa iki de azyanik dili konuşuluyordu. Hind-Avrupa dilleri; Nesi, Luvi ve Pala dilleri idi. Hitit dili Indo Avrupa dilerinin en eskisidir Hitit Alfabesi Akad alfabesi ile aynidir.Hititler kendi dillerini "DEPABILII" olarak lanse ederlerdi. Kendi ulke halkini ise "NESILI" olarak cagirirlardi. Dinsel ve onemli belgesel yazilari Luvi dili ile yazarlardi. Luvi dili Hitit diline benziyordu. Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçe’den başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadca’ nın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir.

Çivi yazısı ile yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilmekteydi. Hititlerde okur yazarlık yalnızca çok küçük bir gruba ait bir beceri olarak kabul edilirdi. Çivi yazısını kralların da (LUGAL.GAL) okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “sesli oku” ibaresinden anlaşılır. Çiviyazısı ile kullanılan dil genelde Hititçe, resimyazısında kullanılan dil ise genelde Hititçe’nin yakın akrabası olan Luvice'dir. Bu gözlemle, o çağda pek çok halka ev sahipliği yapan Orta Anadolu’da Luvilerin en kalabalık etnik grup olduğu düşünülebilir.

İlk olarak 1946’da keşfedilen Anadolu’nun en eski dili olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi durumun ve kültürel gelişimin Sümer, Sami veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil tam tersi şekilde Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını kanıtlar, örnek vermek gerekirse kayıtlara geçen Anadolu’lu “Palasuit” halkının, Troya’nın müttefiklerinden biri olarak şehrin düşmesinden sonra batıdan gelen istiladan kaçarak Doğu Akdeniz tarafına göç ettiği ve buraya yerleşip “Palastine” kentini kurdukları yazılıdır. (Hitit tabletlerinde) (Ayrıca hepimizin bildiği Troya’nın anaerkil Anadolu’yu temsil ediyordu) Anatanrıça inancını beraberlerinde götürmeleri sonucu Hurri ve Palasuit halkının “Kupapa/Kibele”si Kepat-Hepat olur. Etimolojik kökende ileriye gidildiğindeyse “Hepat-Hepa-Hebe-Heve” ve son halinde Suriye üzerinden Filistin’de “Havva” şeklini alır. Aynı şekilde bir çok yer ve deity adı gene Luvi dili esas alınarak çözümlenebilir, özellikle yunan dilinin daha sonradan orijinal dile eklenen -ys –iaea -ion –ios -os takıları çıkarıldığında, geriye eski Yunanca'da anlamı olmayan ana kelimenin kökü kalır. İzmir, Amasya, Antalya, Halikarnas, Girit, Didim, Milet gibi yer adları ve Demeter, Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıçaların isimleri hep aynı Luvi kökenden türetilmiştir. Bu dil kısmen 1946’da çözümlenebildiğinden bu tarihten önce Batıda yazılmış kaynaklar eksiksiz ve tam değildir.



Kibele luvice kuwawa ku(wa)+aba+ula yani akarsu ve koruların kutsal annesi demektir. İslamiyet öncesi Arap yarımadasında Mekke’nin kutsal ilahesi Hübel-Übel’in ve şehrin bir başka koruyucu tanrıçası olan Lat’ın da Lykia kökenli Leto’nun devamı olduğundan hareketle Halikarnas Balıkçısı islamiyetteki ay sembolizmi ve 5 sayısına verilen önemi daha önceki dönemin anaerkil etkileşimine bağlar. Kıble ve kabe sözcüklerinin de Kibele sözcüğünden türetildiği, hatta “Abdullah” özel adının ilk şeklinin “Abdullat”-lat’a tapan olduğu bilinmektedir. Arap panteonunda bir ağaç kütüğüyle sembolize edilirdi, bu simge “xanon” olarak en eski devirlerden beri Anadolu’da tanrıçayı betimlemek için kullanılır, tarihsel açıdan bakıldığında Sümer, Mezopotamya ve Yakın-Doğuda Anatanrıça kültü m.ö.2500-3500 arası tarihlenirken (Avrupa’daki tarihler de bu civardadır) Anadolu’da bu tarih çok daha geriye gitmektedir, kelimelerin etimolojik geriye gidişi de aynı noktaya işaret eder.



Ege'deki eski yerleşimlerin adlarını araştırdığımız zaman karşımıza KASURA ve KUMADRULA kent isimleri çıkıyor . ( Prof. Bilge Umar , Türkiye'deki Tarihsel Adlar . İstanbul – 1993 )

İngiliz Arkeolog James Mellart'a göre , Anadolu'ya Balkanlardan , Boğazlar üzerinden gelmişler ve Troya 1 ' i yıkıp , Troya 2'yi kurmuşlardır . M.Ö. 2300 yıllarında Menderes Vadisine yerleşenler ise Yortan ve Kusuru Kültürünü meydana getirmişlerdir . Luvi'lerin konuştukları dil "Luvi Dili" olarak adlandırılır .

F. Schachermayer , Luvice'ye " Ege Dilleri" adını vermiştir . Hititçe ile akrabalığı bulunan Luvice'deki tanrı , şahıs ve yer adlarının Helenistik Devirlerle aynı olması ise bunların menşelerinin Luvice olduğuna da hiç şüphe bırakmaz . ( Prof. Dr. Firuzan Kınal , "Luvi'ler" Türk Ansiklopedisi XXIII Ankara 1976 , sayfa 106 .)

MÖ. 2300 yıllarında yöreye yerleşen Luvi'lerin , Efes , Kolophon , Teos , ve Smyrna'da yaşayan Halkın Ataları olduğunu iddia etmek , Arkeoloji Bilimine ters düşmemektedir . Luvice'de ismi geçen KASURA'da mutlaka bir yerleşim yeri ve bu yerleşimde yaşayan bir Halk olmalıdır .

Bu bilgileri pekiştirmek için Mübahat S. Kütükoğlu'nun "XV ve XVI . Asırlarda İzmir Kazası " adlı kitabının 61. sayfasında " Türklerden önceki Yerleşme Yerleri adları " bölümünde KESRİ ile ilgili bölümü inceleyelim ;

" Kuşadası Körfezinde sahile yakın bir yerleşme yeri olup , bu günkü adı ÖZDERE'dır . Osmanlı Döneminde tepede olan köy , zamanla ovaya inmiştir ."

Prof. Dr. Bilge Umar tarafından KESRİ adının eski çağlarda var olduğu , ve muhtemelen Luvi dilinde tapınak anlamı taşıyan "KAS" ile yine aynı dilde ulu , yüce anlamına gelen "URA" kelimesinden meydana gelen ve "YÜCE TAPINAK" manasındaki KASURA'dan üretilme olduğu tahmin edilmektedir .

Gerçektende burada Roma Devrinde bir ZEUS TAPINAĞI olmalıdır .

İsmi "YÜCE TAPINAK" anlamında olan beldemizde Zeus Tapınağının da Roma Çağında olması Kesri isminin etimolojisini doğrulamaktadır .

Yine Helenistik ve Roma çağında ismi "Dioshieron" olan yerleşim bize göre mutlaka sahilde olmalıdır . Antik çağlarda KASURA , DİOSHİERON olmuştur. Tüm tarihi kayıtlar bunu doğrulamaktadır .

Efes , Klaros , Teos yol güzergahı çok önemlidir . Teos'ta , Antik Çağlarda Asya Olimpiyatlarının yapılması , Lebedos'un ( Gümüldür ) Dionysos sanatçıları , Dioshieron'daki ( Özdere ) Zeus Tapınağı , Klaros'ta ( Ahmetbeyli ) devrin en önemli kahinlerinin yaşaması , Ephesos'ta ( Selçuk) Artemis Mabedinin bulunması, Bülbül Dağında Meryem Ananın yaşaması , St. Jean Kilisesi , Kuşadası Körfezinin Antik Çağlardaki önemini belli eden eser ve kayıtlardır .

Peki bu kadar önemli eserlerin hepsi ortaya çıkmışken beldemizdeki ZEUS TAPINAĞI nerededir ?

Unutmamalıyız ki bölgemiz , önemli bir deprem bölgesidir . MÖ. 304 , MÖ. 36 ve MS. 176 yıllarında meydana gelen depremler , Smyrna ( İzmir ) , Ephesos

( Selçuk) , Klaros ( Ahmetbeyli ) , ve Teos ' u ( Seferihisar ) yerle bir etmiştir. Muhtemel ki Dioshieron'daki Zeus Tapınağı deniz kıyısında olması dolayısıyla sular altında kalmış olmalıdır .

Yine bölgemize yakın yerleşim alanlarından Kemalpaşa ( Nif ) , Karabel ve Manisa yakınlarındaki Niobe Kaya Kabartmaları da Hititlerin akraba kavmi Luvi'lere aittir. Demek ki Luvi'ler Ege'de MÖ. 2300 – 1200 yıllarında yaşadılar .



Günümüzde , Özdere Belediye Başkanı Haldun Ertok ' un desteği ile yapılan Liman çalışmalarında denizden çıkarılan sütun ve sütun başlıkları ve mimari kalıntılar buradaki yerleşim yerinin muhtemelen depremler sırasında tahrip olduğunu ve sular altında kaldığını göstermektedir .

Günümüz Arkeolog ve sanat Tarihçilerine en değerli kaynağı sunan Anadolulu ünlü Coğrafyacı ve Gezgin Strabon MÖ. 60 yıllarında yazdığı 17 ciltlik Seyahatnamesinde bölgemizden şöyle bahsetmektedir ;

" Ephesos , Klaros , Kolophon , Dioshieron , Lebedos , Myonnesos , ve Teos dönemin önemli yerleşim alanlarıdır . Kolophon'dan 120 stadia (eski uzaklık birimi) uzaklıkta olan Lebedos'a gelinir .

Burası Hellas Pontus'tan itibaren İyonya'daki bütün Dionisiac sanatçılarının bir araya geldikleri ve oturdukları ve ayni zamanda her yıl , Dionysos ( Şarap ve Eğlence Tanrısı ) onuruna düzenlenen oyunların yapıldığı , genel festivalin toplandığı yerdir . Onlar evvelce , Kolophon'dan sonra ve İyonyalı'ların şehri olan Teos'ta yaşarlardı . Fakat burada bir iç ayaklanma çıkınca , kaçarak , Ephesos'a sığındılar . Bergama Kralı Attalos , onları Teos'la , Lebedos arasında bulunan Myonnesos'a ( Doğanbeyli ) yerleştirdiği zaman , Teoslular , Myonnesos'un kendilerine karşı tahkim edilmesine izin verilmemesi ricasında bulunmak üzere Romalılar'a bir elçi heyeti gönderdiler ve Lebedos'a göç ettiler . Burada oturanlar nüfuslarının azlığından ötürü kendilerini memnuniyetle kabul ettiler .

Teos'ta keza , Lebedos'tan 120 stadia uzaklıktadır .

Bu iki Yerleşim Alanı arasında bazıları tarafından Akannesos olarak adlandırılan ASPİS Adası vardır . Myonnesos yarımada şeklinde bir yükseklik üzerine iskan edilmiştir . "

Aynı yazar , bölgemiz hakkında verdiği bilgilere şöyle devam etmektedir ;

( Strabon , sayfa 26 . ) " Kolophon'da sonra , Karakios Dağına , Artemis'e ( Baş Tanrı Zeus'un kızı , Bereket Tanrıçası ) tahsis edilmiş bir Ada'ya gelinir . Kıyıdan Adaya , Dişi Geyiklerin yüzerek geçtiğine , ve burada yavruladıklarına inanılırdı . Bundan sonra , Kolophon'dan , Klaros üzerinden 120 stadia uzaklıkta , Lebedos'a gelinir . "

Özdere , kayıtlara göre , Hititlerin akrabası luviler'in yaşadığı dönemde Yüce Tapınağın bulunduğu , Helenistik Çağdan sonra , Roma Devrinde ise Baş Tanrı Zeus'un adına yapılmış Tapınağın bulunduğu yerleşim alanıdır .

. Milattan binlerce yıl önce bu gün " Bayraklı , Tepekule ve Limantepe ( Urla ) " adıyla andığımız yüksek tepeler üzerinde ilk kentleri kuranların , yapılan kazılar neticesinde Luvi – Leleg yani Hititler olduğunu biliyoruz .



Antik çağda Muğla sınırlarının büyük bölümü, Karia bölgesi olarak anılıyordu. Karia’nın sınırları, kuzeyde Büyük Menderes ile güneyde Dalaman çayı arasındaki bölgeyi içine alıyordu. Bu bölgede bugünün Muğla merkezi, Kavaklıdere, Yatağan, Ula, Marmaris, Köyceğiz, Ortaca, Bodrum ve Milas ilçeleri bulunmakta. Karia bölgesinin doğusu Frigya, kuzeyi Lydia, güneydoğusu Lykia ile çevrelenmişti. Muğla’nın Dalaman ve Fethiye ilçeleri Lykia Bölgesi sınırları içindeydi.

Karia adı Kar’lardan geliyor. Bölgenin yerli halkı Luvi’ler. Luvi’lerin MÖ 2000’lerden beri bu bölgede yaşadıkları biliniyor. Luvi dilinde Kar, doruk-uç anlamında kullanılıyor. Karia ise Helen ağzında "doruklar ülkesi"ni tanımlıyor.



Doğu Karadeniz bölgesindeki Trabzon, Samsun, Amasya, Giresun, Ordu’nun eski ismi olan Kotyora, Sümela gibi isimler Yunanca olmayıp Luvice diye bir dil olduğuna göre demek ki bu bölgede ilk yerleşim yerlerini kuranlar Luvilerdir diyebiliriz



Anadolu’da Bilge Umar’ın “Yaban Sürüleri” dediği ve M.Ö. XII.yüzyılda batıdan geldiği ileri sürülen istila ve yağmacılık hareketleri sonucunda Hitit İmparatorluğu yıkılınca, bu imparatorlukta sağ kurtulabilenler kaçmak zorunda kalmıştır. Kaçanlar genelde kuzeye ve güneye gitmişlerdir. Güneye gidenler oradaki Mezopotamya medeniyetindeki devletler içerisinde kalmışlar,arada erimişler, bazıları belli bölgelerde toplandıklarından “Genç Luviler” denen şehir krallıkları kurmuşlardı. Ancak kuzeye gidenler, buralarda devlet olmaması ve buraların dağlık yapısı nedeniyle güvende olmuşlardır. Dolayısıyla bölgeye Luvi ve Hitit adlarının kalmasının nedenlerinden birini ancak bu olayla açıklamak mümkündür.



M.Ö.2000 yıllarından önce Hurriler ve Luviler ile başlayan göç hareketleri, M.Ö.1250 den sonra dağılan Hitit kalıntıları ile devam eder.M.S.1. yüzyıldan buralara büyük bir Laz kütlesi göç eder.

Hititlerin Luvi nüfusunun yoğun olduğu Kuzey Suriye'ye de ki isimlerde luvicedir. Halpa (Halep), Kargamış, Samal (Zincirli), Hattina (Amuk), Gurgum (Maraş), Hamat (??).













Luvi dili



Anadolu’nun yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luviler’in dili olup, Anadolu’nun en eski dillerinden biridir. Bu aynı zamanda, Hititler’in hiyeroglif yazılarında kullandıkları dildir.(Mısır ve Girit hiyeroglif yazısından farklı olan bu hiyeroglif yazısı daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda kullanılmıştır.)



Anadolu’nun Hitit-öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, 20.yy.’daki arkeolojik bulgular, Anadolu’ya yapılan Yunan göçünden çok daha önce, bu topraklarda Anadolu’nun yerlileri sayılabilecek Luvi ulusunun yaşadığını ortaya koymuştur.



Hititler’in çivi yazılı belgelerinde bu halktan Luvili (Luwi'li) olarak söz edilmektedir. Hitit imparatorluğunun yıkılmasından sonra Hititler’in çivi yazısının unutulmuş olmasına karşın, Luvi dili ve yazısı biraz değişikliğe uğramakla birlikte Anadolu’da varlığını sürdürmüştür. Bilge Umar’ın “Türkiye’deki Tarihsel Adlar” adlı ünlü yapıtında belirttiği gibi, Pelasgos denilen insanlardan kalma tarihsel adların Luvi dili temeline dayandığı ortaya çıkmıştır.



Anadolu’nun en eski dillerinden biri olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi kültürel gelişimin Mezopotamya’dan veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil, Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığı tezini güçlendirmiştir.



Luvi diliyle yazılan Hitit hiyeroglif yazısı H.T. Bossert'in katkılarıyla 1946 yılında çözülmeye başlanmış ve çözülme çalışması tam anlamıyla 1960'ta Emmanuel Laroche tarafından tamamlanmış olduğundan, yer ve ilah adlarına ilişkin olarak, Batı’da bu tarihten önceki etimolojik açıklama getiren yazılar geçerliğini yitirmeye başlamıştır. Büyük İskender döneminde Anadolu’nun Luvi ve Hitit kökenli adları hellenleştirilmeye çalışılmışsa da, esas yapılarını korumuşlardır. Anadolu ve Trakya'daki Yunanca yer adlarının yüzde yüzü olmasa da çok büyük bir kısmının Luvi dilindeki adlarından türetildiği anlaşılmış bulunmaktadır. Ayrıca eski Yunanca sanılan pek çok sözcüğün (dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya vs.) Luvi kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.



Luvi dili üzerine en fazla araştırma yapmış yabancı isimler arasında Emmanuel Laroche, 1973'te bu dili "Luvi dili" olarak kabul edip, tanıtan David Hawkins, Piero Meriggi ve Türk isimler arasında Bilge Umar ve Ali M. Dinçol sayılabilir. Luvi sözcüğü Hitit dilinde “ışık insanı” anlamına gelir ki, Luvi dilinde "ışık, parıltı" anlamına gelen “lu” kökü birçok dile “ışık” anlamında geçmiş olup, birçok dilde halen kullanılmaktadır (Örneğin, ilah Apollon'un Likya'lı sıfatının kökeni Luvi dilinde ışık anlamına gelen, kurt anlamındaki “lyk” ya da "lu" sözcüğüdür ki, sözcük Latince'de lux biçimine dönüşmüştür. Ayrıca, Hellen dilinde hiçbir anlamı bulunmayan Apollon adının kökeni de Luvi dilinde "su" anlamına gelen "apa" sözcüğünden gelmekte olup, ilk yazılışı Luvice ap(a)-ull(a)-wana'dır; bu ilah, Etrüsk dilinde Aplu, Apulu, ya da Aplum biçimlerinde belirtilmiştir).



Günümüzde, Likçe denilen Likya dilinin Luvi dilinin bir türevi olduğu kabul edilmektedir. Luviler'in yaşadığı kentlerden biri, Luvi dilinin konuşulduğu Truva'dır (Troya). Yedinci Truva kentinin B katmanında bulunan hiyeroglifik mühür Bir grup bilimci Luviler'in Kafkas ya da Orta-Asya kökenli olduğunu ve Etrüskler'in Luviler'in bir kolu olduğunu düşünmektedir

































































































Aleviler Aleviliği Tartışıyor

Aleviliğin Gizli tarihi yazarı, Erdoğan Çınar'la söyleşi



"Alevi sözcüğüyle Ali ismi arasında uzak bir ses benzerliği dışında bir ilişki yoktur. Bu ses benzerliğini kullanmışlardır. Işık insanı ışıktan gelen anlamında Alevi sözcüğüyle yer değiştirmiş. Alevi sözcüğünün kullanılması Ali ile olan ses benzerliğinin ardına saklanma kaygısındandır."



Alevilik nedir sorusuna verilen cevaplar Alevi camiasını parçalamış durumda. Bir yandan İslamcı çevrelerin Türkiye’nin %99’u Müslümandır söylemi ardında Aleviliği İslamın içinde eritme çabaları ve Aleviliği İslamın içinde gören Alevilerin bu bakışa destekleri, diğer taraftan bazı Alevilerin Aleviliğin İslam’la bir ilgisinin olmadığını söylemeleri ve yazmaları bu kesimde işleri kızıştırdı. Başbakan Erdoğan’ın alt kimlik-üst kimlik tartışmaları çerçevesinde Türkiyeliliği ve İslamı bir üst kimlik olarak gören açıklamaları Alevi camiasında huzursuzluğu arttırdı. Alevi dernekleri ve yazarları bu İslam içinde değerlendirilme baskısına Aleviliğin Müslümanlıkla bir ilgisinin olmadığı ve Aleviliğin kökünün İslamiyetten çok daha eski dönemlere uzanan bir kadim uygarlık olduğu cevabını veriyorlar. Bu konudaki tartışma Alevi camiasında derin bir ilgiyle izleniyor. Şimdi ortaya çıkan sorular can alıcı önemde: Aleviler Müslüman değil mi? Aleviler Aleviliği bilmiyor mu? Aleviler bir etnisite mi? Alevi ismi Hz. Ali’den gelmiyor mu? Yüzlerce yıldır Hz. Ali resimleriyle ve kılıcı Zülfikar ile kendilerini simgeleyen Aleviler bugün kendilerinin farklı bir kimlik sahibi bir toplum olup olmadığını tartışıyorlar. Bazı Aleviler Diyanet kurumunda bir yer edinmeye çalışırken diğerleri neden buna karşı çıkıyorlar? Birgün bütün bu konuları masaya yatırıyor ve yukarıdaki soruların cevaplarını Alevi camiasında arıyor. Alevilerin önde gelen simalarıyla konuştuk. Cevaplar tüm Türkiye’yi sarsacak nitelikte. İlk konuğumuz araştırmacı yazar Erdoğan Çınar.

(Hakan Tanıttıran Gülşen İşeri )





‘Alevi adı Hz. Ali’den gelmez’



»Siz Alevi camiasında oldukça ilgi gören kitabınızda Alevi kelimesinin Hz. Ali’den gelmediğini söylüyorsunuz. Peki nedir bu sözcüğün kökeni ve bugüne kadar yaygın kabul gören bu anlayış hatalı mıydı?



Yaygın bir inanışın aksine bana göre Alevi sözcüğü Ali sözünden türetilmiş bir söz değildir. Çünkü Türkçe dilbilgisi kurallarına göre Ali sözcüğünden Ali’yi seven, Ali’nin yolundan giden anlamında bir kelime türetmek gerekirse, Alici veya Alili olması gerekiyor. Hiçbir zaman Alevi olmazdı. i eki Türkçe de sonuna geldiği kelimeye aidiyet kazandırır. İnsan-insani, tarih-tarihi, mimar-mimari gibi. Alevi sözcüğü alev kelimesinin sonuna –i eki gelmesi ile oluşturulmuş, aleve ait, ışığa ait, alevden gelen, ışıktan gelen anlamında bir kelimedir. Zaten 16. yüzyıla gelinceye kadar Alevilik içinde asıl zümreyi oluşturanlara verilen isim ışıklar veya ışık taifesi idi. Ancak ışık ve ışık taifesi sözcükleri küfre dönüştükten sonra ve bu insanlar üzerine sürek avları ve katliamlar düzenlendiği içindir ki bu insanlar isimlerini değiştirmek zorunda kalmışlar. Alevilik tüm tarihi boyunca defalarca isim değiştirmiştir. Alevilik kadar farklı isimlere bürünen bir başka topluluk, bir başka inanış daha yoktur yeryüzünde. Bu onlara karşı sürdürülen saldırıların ve katliamların doğal sonucudur.



»Osmanlıdaki Alevi katliamlarının dışında tarihin başka dönemlerinde de Alevi katliamları var mıdır ve bu katliamların nedeni nedir?



Katliamların nedeni temelde farklılıklardır. Egemen düşünce kendisinden olmayana bir müddet tahammül etse de, daha sonra onu ortadan kaldırmaya yöneliyor. Güçlünün kendisinden olmayana tahammülsüzlüğüdür neden. Elbette Osmanlı katliamları ilk değildi bunun öncesi de vardı. Alevilere yönelik yapılan katliamların içinde Osmanlının yaptıkları Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin yaptıklarına kıyaslandığında devede kulak kalacak kadar azdır.



»Alev ve Alevi sözcüklerinin Ortadoğu’daki aleve tapanlarla, Zerdüştlerle bir ilgisi var mı?



Hayır. Alevi sözcüğünün aleve tapanlarla,ışığa tapanlarla bir ilgisi yoktur. Alevi inanışında var oluşun kaynağı ışıktır, enerjidir. Var oluş güneşten yansıyan enerjinin vücut bulmasıyla ortaya çıkmıştır. Alevilik, yeryüzündeki yaradılışın esasının ışık vasıtasıyla olduğ unu kabul eden bir inanıştır. Işık vasıtadır. Alevilik ışığı yaradan gibi değil, yaratanın görünen yüzü olarak görür. Bu ikisi birbirine çok yakın gibi dursa da, birbirinden çok farklı şeylerdir.



»Alevi sözcüğünün kökeni nerelere kadar gidiyor?



Milattan önce 2000 yıllarında Anadolu’da Luviler yaşamı ş. Hititlerle beraber var olmuşlar, ancak biraz Hititlerin gölgesinde kalmışlar, biraz da kendileri böyle olmasını istemişler. Çok önemli bir uygarlık oldukları ve bu uygarlığın evrenin, yeryüzünün ve insanlığı n var oluşuna ilişkin çok önemli bilgilere sahip olduğu yeni yeni anlaşılmaya başlandı. Luvi sözcüğü Hitit dilinde “ışık insanı” demektir. Zaten günümüzde de birçok dilde “lu” kökü ışık anlamında kullanılır. İngilizce de light Almanca da licht, Latince de lüx gibi. Alev sözcüğü de ışığın kaynağındaki yansımaya verilen isimdir. Anadolu da sadece Luviler yok; Likyalılar da var. Likya ışık ülkesi demektir. Aleviler de Safavi savaşları sırasında kendilerine uygulanan büyük katliamlar öncesine kadar kendilerine ışık taifesi olarak adlandırdılar, ancak ışık taifesi katli vacip hale gelince mecburen isim ve kisve değiştirdiler. Ama isim ve kisve değiştirirken özlerine sadık kaldılar ve bir kelime oyununun arkasına sığınıp varlıklarını bir müddet daha gizlemeyi denediler. Alevi sözcüğü o zamandan itibaren kullanılmaya başlandı. Bazı araştırmacılar bunu daha yakın zamanlara taşıyorlar ama ben alevi sözcüğünü Kul Nimet’in nefeslerinde buldum, bana göre Alevi sözcüğü ilk kez 16. yüzyılın son çeyreğinde kullanıldı.



»Yani daha önce kendilerine “Işık insanları” diyorlardı.



Işık taifesi diyorlardı ve 16. yüzyıldan önceki Osmanlı arşivleri incelendiği zaman fermanlarda Alevi sözcüğüne rastlanmaz ağırlıklı kullanılan isim “ışık taifesi”dir. Bu konuda yapılmış araştırmalar ve ortaya çıkarılmış belgeler var.



»Bu, Aleviler’in kendilerine verdikleri isim. Peki dışarıdan onlara verilen isim nedir?



Aynı isim kullanılıyordu. Işık taifesi, Aleviler’in kendilerine verdikleri isimdir ama dışarıdan da aynı isimle anılıyorlardı. Bugün Alevi geçmişine baktığımızda Aşık-ı Sadık’lar veya diğer ozanlar geçmişte kendilerine Işık diyorlardı, onların ismi Işık’tı. Onlar da savunmasız bir şekilde Anadolu da köyden köye dolaşıp bu inanışın misyonerliğini yaparken ağır tehditler altında kaldılar. Işık sözcüğü o dönem Osmanlı da kullanılan Arap harfleri ile yazıldığı zaman yazılışı aşık ile aynıdır. Orada başka bir küçük oyun gizlidir.



»Bu da bir gizlenme, bir örtüydü sanırım.



Evet bir gizlenmeydi. Birde Siraçlar var. Onların geçmişteki ismi ışıklardı. Yine bu mezalime maruz kalmamak için isimlerini siraçlar olarak değiştirdiler. Siraç Arapça bir kelime o da ışık demek. Siraçlar bugün Anadolu’daki on iki büyük alevi topluluğundan bir tanesidir ve Anadolu coğrafyasında çok yaygındırlar.



»Alevilik Hz. Ali’yle örtünmüş, gizlenmiş diyorsunuz. Neden Ali?



Alevi sözcüğüyle Ali ismi arasında uzak bir ses benzerliği dışında bir ilişki yoktur. Bu ses benzerliğini kullanmışlardır. Işık insanı ışıktan gelen anlamında Alevi sözcüğüyle yer değiştirmiş. Alevi sözcüğünün kullanılması Ali ile olan ses benzerliğinin ardına saklanma kaygısındandır.



»Yani Hz. Ali’nin mazlum, mağdur kimliğiyle bağlantısı yok mu?



Var. Kerbela Olayı, Alevilikte sırdan uzak, sırra vakıf olmayan asıl büyük kitleyi mağdur olmuş insanların sempatisini kazanmak için çok iyi kurgulanmış, kullanılmıştır. Aleviler mağdurun yanında olmayı seviyorlar. Ali, Alevilik içinde çok etkili bir isimdir. Ancak Ali derken 7. yy’da yaşamış İslami şahsiyeti kastedilmez.



»Kimi kastediyorlar?



Kasedilen bir kişi değil bir kavramdır. Şimdi Genç Abdal’dan (Güvenç Abdal) iki dörtlük okuyayım.



Yoğ iken yerle gökler ezelden

Kudret kandilinde pünhan Alidir

Kün deyince bezm-i elestten evvel

Alemi var eden sultan Alidir.



Müminler sırrını ilden sakınır

Kendin bilmezlere sözün dokunur

Genci Abdal dört kitapta okunur

Evveli ahiri destan Alidir.



Şimdi dünya kurulmadan varolan ve alemi var eden bir varlığı hangi özneyle anarsak analım ister Ali ister Muhammet diyelim bu,7. yy’da yaşamış etiyle canıyla kanıyla varolmuş İslam’ın 4. halifesi olan Ali olması mümkün değildir.



Aşağı yukarı Alevi sırrına vakıf tüm Alevi Aşık-ı sadıklarının nefeslerinde bu durum böyledir. Bir dörtlük daha okuyayım:



Şah-ı Merdan cuşa geldi sırrı aşikar eyledi

“Yağmuru yağdıran benim” deyi Ömer’e söyledi

Ol dem şimşek yalabıdı Yedi Sema gürledi

Hem Sakidir, hem Baki’dir, Nur -Rahman’ım Ali!

Sefil Ali



Şimdi saki, Saki, Baki ve Nur-u Rahman, esirgeyen, bağışlayan ışığım Ali diyor aşık. Bu vasıfların, niteliklerin bir insanda toplanması ve bunun da 7. yy’da yaşayan Hz. Ali olması mümkün değildir. Aleviler bunu binlerce yıldır söylüyorlar, dinliyorlar. Bunu söyleyen birisinin kendisini Müslüman hissetmesi zaten mümkün değildir.



»Anadolu da on iki büyük Alevi aşiretinin olduğunu söylüyorsunuz, hep on iki rakamı çıkıyor karşımıza? Bu da bir gizlenme şekli mi, hepsi bir kod mu yani?



Evet hepsi bir kod. Alevilik’te edilen her sözün, her kelimenin altında mutlaka geniş anlamlar yüklüdür. Bu anlamlar da sadece bir tane değildir, herkes ufkunun elverdiği kadarı nı görür. Alevilik büyük bir deryadır, bir ummandır Alevilik. Kişi bu ummandan kabının yettiği kadarını alır. Aleviliği anlamak için insanın kendi kabının geniş olması gerekir. Kendi anlayışının, algılamasının, eğitimi ve görgüsünün geniş olması gerekir.



Alevilik insanlık tarihi kadar eskidir



»Kitabınızda yer verdiğiniz Alevi kültürünün sembolleri insanlık tarihinin binlerce yıllık geçmişinde sıkça rastlanan semboller. Nasıl bir ilişki var insanlık tarihindeki sembollerle Alevi sembolleri arasında? Örneğin 8 köşeli yıldız sembolü.



Sekiz köşeli yıldız bugün bir müze olarak kullanılan Hacı Bektaşi Veli Dergâhı’nda dergâhın mührü olarak sergileniyor. Mühür bir nevi kimliktir, kimlik cüzdanı gibi bir şeydir. 8 köşeli yıldız geçmişte ‘Mu’ inanışında, mu ana kıtasına bağlı kolonilerde, mabetlerde kullanılan da bir semboldür. O inanışa bağlı dergâhlarda kullanılan bu mühür bugün Hacı Bektaşi Veli dergâhının mührü olarak hala kullanılmaktadır. Sadece dergâhın mührü olarak değil, bütün mezar taşlarının bir köşesinde bulunmaktadır. Hacı Bektaşi Veli Dergâhı zannedildiği gibi 1240 tarihindeki bir oluşumla ortaya çıkmı ş bir oluşum değildir. Bu dergâhın altında inanılmaz sayı da mumya bulunmaktadır. Bu mumyaların üzerinde bir karbon testi yapılacak olursa görülecektir ki bu mumyalar en az 3-5 bin yıllıktır. Dergâhta pirlerin, mürşitlerin, dedelerin babaların kitabeleri kayıptır. Bu dergâh Hacı Bektaşi Veli zamanında kurulmuş bir dergâh değildir. Hem 8 köşeli yıldızdan hem de mumyalardan bu dergâhın çok eski bir inanışın devamı olduğu bellidir. Bu iki kanıt bu dergâhın kadim bir inanışın taşıyıcısı olduğunu açıkça gösterir. Aleviliğin çok eski ve kadim bir geçmişi olduğunu bilmemiz Aleviliği anlamamız açısından oldukça önemlidir. Aleviliği İslamla başlatanlar derler ki; “Aleviliğ in bütün ibadeti Alevi Ayin-i Cem’inin içerisindedir. Alevi Ayin-i Cem’i ilk nerede görülmüşse Alevilik orada başlamıştı r.” Buna ek olarak Alevi Ayin-i Cem’inin 1400 yıl önce Hz. Ali’nin toprak damlı evinde, Arabistan Yarımadası’nda yapıldığını ve orada başladığını söylerler. Halbuki ben kitabımda çok açık olarak bundan 5500 yıl önce yazılmış bir Sümer tabletinde Alevi Ayin-i Cem’inin bugün Anadolu’nun herhangi bir Alevi köyünde yürütüldüğü biçimiyle, demiyle, çerağıyla, zakiriyle, 12 hizmetlisiyle Sümerlerde de yürütüldüğünü ortaya koydum. Tarihin kabul ettiği ilk yazılı belgedir Sümer tabletleri. Bu tabletlerden önce de vardı bu kadim inanış ama bilinen yazılı tarih bu kadar.



»Yani size göre insanlık kadar eski bir inanıştır o zaman Alevilik.



Evet öyledir ve bu benim görüşüm değil bilimsel bulgulardır. Ben sadece üstü örtülmüş bir takım gerçekleri gün yüzüne çıkarıyorum.



»Örtüyü kaldırıyorsunuz sizin deyiminizle.



Evet. Bakın bir nefes daha okuyayım;



Sorma ne hacet bizlere sofu

Ta evvel künyede ismimiz vardır

Dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel

Şu yeşil kandilde cismimiz vardır.



Devrani’nin bir nefesi bu. Devrani diyor ki; dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel başka bir kandilde, gezegende cisim olarak vardık. Bir başka biçim değil cisim olarak vardık. Bu nefesleri çoğaltabiliriz. Eğer Alevi Aşıkların söyledikleri inanmazsak biz bunlara Alevi aşığı olarak kabul etmeyiz, onların yolundan gitmeyiz. Ama kabul edersek söylediklerini de kabul edeceğiz. Sadece Yunus Emre’yi kabul etmekle olmuyor bu iş. Onun söylediklerini de kabul edeceksiniz. Pir Sultan’ı kabul etmekle olmuyor söylediklerini de kabul etmek gerekiyor. Kul Himmet’i , Genç Abdal’ı keza öyle. Bunları n hepsinin nefeslerinde Aleviliğin tarihi ve inanışın aslı çok net olarak yatıyor.



»Alevilerin Ayin-i Cem’inde bütün bunlar anlatılıyor diyorsunuz. Ne anlatılıyor Cem törenlerinde?



Alevi Âyin-i Cem‘i, evrensel bir gösteridir. Evrenin ve insanın yaratılışının mistik bir sunumudur, ruhani bir şölendir. Ritüellerin, söz, müzik ve dansla bezendiği, masalsı bir anlatımdır. Zengin sembollerle donanmış koreografinin içinde, engin sırlar ve kadim bilgiler gizlenmiştir. Alevi Âyin-i Cem‘i içinde dans, müzik ve söz, çarpıcı bir uyum içinde bir araya gelerek, varoluşun hikâyesine dönüşür. Alevi Âyin-i Cem‘i, varoluşun hikâyesini başlangıcından alarak, sırası içinde bu güne taşır. Alevi Âyin-i Cem‘i içinde sahnelenen her figürün, her sözün, her notanın, derin anlamları vardır.



»Aleviler yıllarca Hz. Ali’nin resimleriyle, kılıcı Zülfikar’ın kolyeleriyle yaşadılar. Kendilerini Müslüman olarak tanımladılar. Genelde Aleviliğin Şia’yla bir ilişkisi olduğu, Şia’nın bir kolu, bir farklı yorumu olduğ u düşünülürken siz onlara Müslüman değilsiniz diyorsunuz. Aleviler bütün bunları bilmiyorlar mıydı?



Ben kitabımı yazarken Aleviliğin doğru anlaşı lması için Alevilik üzerindeki Ali ipoteğinin kaldırılması gerekir diye başladım. Kabul etmek gerekir ki alışılmadık bir cümle bu. Alevilerle Aleviliğin kendi inanışları arasında kalın bir perde olduğunu ve o perde kaldırılmadıkça Aleviliğin aslının anlaşılamayacağını düşünüyorum. Kabul ediyorum sert ve radikal bir çıkış bu. Bu konu ile ilgili çeşitli konuşmalar yaptım, konferanslara katıldım ve yüzlerce mail aldım. Çok açık söylemeliyim ki bu iddiama ciddi bir karşı çıkış olmadı. Sadece Alevi esnafları bu düşünceme karşı çıktı. Zaten Alevilerle Alevi esnafları da birbirinden ayırmak lazım.



»Alevi esnafları derken kimleri kastediyorsunuz?



Aleviliği bir başka bünyenin içinde eritmek üzere kendini görevli kılmış insanların varlığını hepimiz biliyoruz. Yani Aleviliğin kendisini tarif yerine Aleviliği bir başka din ve inanışın içinde asimile etmeye programlı insanların -ki bunların sayısı çok az yazdıklarıma tepkisi var. Alevilerin de onlara tepkisi var. Diyorlar ki bunlara; “bunca zamandır bize doğruları söylemediniz.” Onlar bu kitaptan sonra geçmişte onlara inanmış kişilere hesap verme durumunda kalmışlardır.



»Yazdığınız kitap bir nevi turnusol kâğıdı mı oldu?



Evet. Geçmişte söylenmiş, yazılmış bir sürü şey var. Bunlara inanan geniş bir kesim de var. Şimdi bu insanlar bu kitabı eline aldı, okudu ve bana gelmeden önce muhtemelen onlara gittiler. Dediler ki; “Siz böyle böyle diyordunuz ama öyle değilmiş, ne diyorsunuz?” Artık onlardan hesap sorma zamanı başladı. Bu konuşulması gerekenlerden bir tanesi. İkinci bir konu Aleviler bunu biliyorlar mıydı? Alevi inanışıyla ilgili, Alevi inanışının aslıyla ilgili her şey Alevi nefeslerinde Alevi cemlerinde var. Alevilik binlerce yıldır nefeslerde yaşıyor. Ebetteki biliyorlar Aleviler gerçeği. Ama bu bir çeşit cümlelerle ifade edilmeyen, bilgiden ziyade bir sezgi olarak vardı. Aleviler kendilerinin Müslüman olmadıklarını, Müslümanlıktan farklı oldukları nı seziyorlardı demek biliyorlardı demekten daha doğru bir yaklaşım.



»Arada bir çelişki görüyorlardı; tarif edilmemiş olsa da öyle mi?



Genel algılama Aleviliğin İslamiyet’ten ayrı olduğu şeklinde değil de farklı olduğu yönündeydi. Aleviler camiye gitmiyorlar, namaz kılmıyorlar, oruç tutmuyorlar, hacca gitmiyorlar diye Müslüman olmadıklarını söylemek eksik bir anlatım olur. Asıl önemli olan Alevi inanışının temeldeki inanış kalıplarının İslamiyet’ten farklı olmasıdır.



Şöyle söyleyeyim Alevilerin inandığı Allah ile Müslümanların inandığı Allah aynı Allah değildir.



Müslümanlıkta yaratan ve yaratılan diye bir ayrım vardır. Yaratılışın dışındaki daha ulu bir varlık yaratılmışları yaratmıştır.



Alevilerde böyle bir inanış yoktur. Aleviler yaratılışın tamamını yaratanın kendisi olarak görürler. Yani yaratılmışın dışında bir ilahi varlığa inanmazlar.



Alevilik ve İslam daha Allah’ın tanımında, yaratanın tanımında birbiriyle uzlaşmaz, örtüşmez bir şekilde birbirlerinden ayrılırlar. Geleneksel tarzda izah etmek gerekirse, Allah’tan başka tanrı yoktur der Müslümanlar. Aleviler bunu Allah’tan başka varlık yoktur diye ifade ederler. İkisi birbirinden çok farklı şeylerdir.



Yaradılışı yaratan ve yaratılan olarak ikiye ayırmayı Aleviler doğru bulmazlar. Varlıkta ikilik yaratmaktır bunun anlamı Alevilikte hakir görünür.



Aleviler varlığın birliğine inanırlar. Varlığın birliği de Alevilerde çok bilinen bir tabirle “ene’l hak” diye tarif edilir. Ene’l hak sözcüğü 910 yılında Bağdat’ta işte çok ağır tarihin en ağır cinayetlerinden birine kurban giden Hallacı Mansur tarafından ifade edilmiştir. “Ben Allahım” demektir.



Ancak bunun derinliği de, yaratılmış her şeyin, yaratanın bir parçası olduğunu, bu parçaların bir araya gelmesiyle yaratanın ortaya çıktığının ifadesidir. Daha temel olarak Allah inancında ayrılırlar. Aynı Allah’a inanmayan insanlar aynı dinden olabilirler mi? Hıristiyanlıkta, Yahudilikte ve Müslümanlıkta aynı tanrıya inanılır ama bunlar ayrı dinlerdir. Alevilerle Müslümanlar aynı tanrıya bile inanmazlar.



»Yani Alevilik tüm tek tanrılı dinlerden de ayrılıyor, öyle mi?



Alevilik tüm semavi dinlerden ayrılır. Sadece Müslümanlıkta değil. Çünkü yaratılmışın dışında bir yaratanı n varlığına inanmıyorlar.



»Bugüne değin Müslümanlık içindeki dört hak mezhep dışında kaldığı tartışılıyordu. Şimdi siz bütün semavi dinlerin dışında mı olduğunu söylüyorsunuz?



Evet tamamen böyle. Başka bir şey daha söyleyeyim; Aleviler cennete de cehenneme de inanmazlar. Tüm semavi dinlerde öldükten sonra cennete ya da cehenneme gidileceğine inanılır. Alevilikte böyle bir inanç yoktur. Aleviler nurdan geldiklerini ve devriye çemberi tamamladıktan sonra aynı nura geri döneceklerine inanırlar. Bir çembere inanırlar, bu çemberin içinde önce “kadir-i mutlak” tan nura, nurdan dört kuvvete düştüklerine inanırlar. Bu dört kuvvet dört nesneyle temsil edilir (ateş, toprak, su ve hava) Bunlar bilimsel gerçeklerdir: Bugün herkes kabul ediyor ki bir gezegenin doğumundan bir çocuğun doğumuna kadar evrende her şeyin kontrol eden dört kuvvet vardır. Alevi nefeslerinde de bu vardır. Sıradan insanlar kolay anlasınlar diye ateş, toprak, su ve hava olarak adlandırılır.



Sonra bu nur dört kuvvetin kontrolünde önce cansız nesneye, sonra nebata sonra hayvana sonra insana ve ardından olgun insana yani İnsan-ı Kamil’e ulaştıktan sonra tekrar geldiği kaynağa döner. Alevilikte başka bir evrene, başka bir mekana veya öbür dünyaya, cennete ya da cehenneme gidiş yoktur. Sadece İnsan-ı Kamil oluncaya kadar dünyaya geliş gidişe inanılır.



»Yani reankarnasyona mı inanıyorlar?



Tam öyle değil ama; ona yakındır. Eğer bir insan İnsan-ı Kamil mertebesine ulaşmadan ölmüşse-ki ona ham ervah denir bu kişinin arkasından sonra Devr-i Asan olsun diye dua edilir. Bu duayla ona İnsan-ı Kamil olmakta kolaylık dilenir. Olgun insan ölmez hakka yürür. Olgun insanın ardından Hakk’a yürüdü denir.



Hakk aslında gerçektir. Alevilik kökü çok eskiye giden on binlerce yıl öncesine giden çok soylu ve kadim bir inanıştır ve kendisini sürekli sembollerle, simgelerle ifade etmiştir. Bunun nedeni Alevilik başka dinlerin hakim olduğu coğrafyalarda, iklimlerde yaşamasıdır. Yaşarken de saklanmıştır. Saklanırken de uzlaşmacı bir tavır takınarak yaşadığı coğrafyadaki inanışların öznelerini kullanmıştır.



»Alevi toplumunda kendisini Müslüman hisseden bir kesim var. Bu hissedişin nedeni 1400 yıllık İslam kültürünün yarattığı bir şey midir? Yoksa İslami alışkanlıklar ve ritüeller Alevi toplumunun içine mi işlemiştir?



Mevlana’nın güzel bir sözü var: ‘Olduğun gibi görün yoksa göründüğün gibi olursun.’ Aleviliğin uzun yıllar başka bir dinin içinde ya da başka bir dinin hükümdarlığında kendilerini açık ve serbest bir biçimde ifade edememeleri sonucunda kendisini Müslüman hisseden insanların varlığı doğrudur. Burada Aleviliğin tarifini doğru yapmak lazım. Alevilik semavi dinlerin dışında bir gizli inanıştır.



Diğer dinlerde olduğu gibi Müslüman ya da Hıristiyan ya da Musevi ana babadan doğan çocuk anne babanın dinine geçer. Alevilikte bu yoktur. Alevi olabilmek için belli bir olgunluğa geldikten sonra kendi özgür iradenle Aleviliği kabul etmen gerekir. Doğan çocuk Alevi sayılmaz. Belli bir yaşa gelip aklı erdikten sonra bir rehber eşliğinde ve bir müsaip edinerek yola girip yemin etmesinin ardından ancak alevi sayılır.



Bu Aleviliği diğer semavi dinlerden ayıran çok gelişmiş bir özelliğidir. Yola giren insanda yola girdikten sonra hemen Aleviliğin sırlarına vakıf olamaz. Aleviliğin sırrı dört kapının ardında gizlidir. Yani girersin birinci kapının onuncu basamağına yükselirsin ardından başka bir kapı gelir onu açarsın bir on basamak daha çıkarsın ve sonra bir kapı daha.



Dördüncü kapının onuncu basamağında Alevi sırrı insana verilir. Buna göre yoldaki adamı çevirip Aleviler Müslüman mıdır diye sormak ve onun verdiği cevabı muteber saymak mümkün değildir. Erkâna girmemiş, ikrar vermemiş insanın Aleviliği tarif etmesi mümkün değildir. 1960’lı yıllardan sonra köyden şehre göçler yaşandı Alevi köyleri boşaldı şehire gelen Alevilerin büyük kısmı Aleviliğin ilk kapılarındaki insanlardır. Alevilik konusundaki bilgileri sınırlıydı.



Onlardan doğan çocuklar da Aleviliği bilgileri sınırlı anne babalarından öğrendiler. Bu anne babalardan doğan çocukların kendilerin Müslüman olarak tanımlamaları Alevi yolunu bilmemelerinden kaynaklanır. Çünkü Alevi yolu, Alevi erkânı 1960’lardan itibaren dağılmıştır. Bugün Alevi erkânı kaybolmuştur. Aleviler gerçek bir Alevi bilgisinden mahrumdurlar.



»Aleviliği dördüncü kapının onuncu basamağındaki bir kişi doğru anlatabilir ve Aleviliğe vakıf olabilir diyorsunuz. Şu anda siz bize Aleviliği anlatıyorsunuz, peki sizin durumunuz ne?



Doğru Aleviliği anlatıyorum ancak Aleviliğin benim yazdığım kitapta da burada söylediklerim dışında bir çok sırrı, vasfı var. Ben hepsini anlatmıyorum. Ben sadece bilebildiğimi vakıf olabildiğimi anlatıyorum. Hatta daha çok Aleviliğin ne olduğunu değil ne olmadığını anlatıyorum. Bu arada da vakıf olduğumun da çok azını anlattığımı da söylemeliyim.



»Konuşmalarınızda Alevi sırrına vakıf olan ve olmayan ozanlar ayrımı var. Bu ozanlar nasıl ayrılıyor ?



Bu ayrım sadece ozanlar için değil tüm Aleviler için vardır. Aleviliğin kurumsal yapısı içinde dört kapı vardır; Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı, Marifet Kapısı ve Hakikat Kapısı ve bu kapıdaki insanlara şeriat ehli, tarikat ehli, marifet ehli ve hakikat ehli denir. Yani her ehil başka bir şey söyler.



Alevi nefeslerinden tarikat ehli başka bir anlam çıkarır, marifet ehli başka bir anlam çıkarır, hakikat ehli başka bir anlam çıkarır. Her söze en az dört anlam yüklenmiştir.



Onun için Aleviliği çok iyi tanımlamadan çok iyi bilmeden Alevilerin kendilerini Müslümanım ya da değilim diye tanımlamaları doğru değildir. Sokaktaki insana mikrofon uzatıp Müslüman mısın diye sormak ve Müslümanım cevabı almak Alevilerin Müslümanlığı konusunda bir şey ifade etmez. Çünkü o insan Alevilik üzerine bir fikir yürütmek için yetiştirilmemiştir. Ehil değildir.



Birgün Gazetesi 'inden alıntı





















































































LUVİLER ( IŞIK İNSANLARI )



Luvi dili\ [Linkleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye olmak için tıklayınız...]’nun yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luviler’in dili olup, Anadolu’nun en eski dillerinden biridir. Bu aynı zamanda, [Linkleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye olmak için tıklayınız...]’in hiyeroglif yazılarında kullandıkları dildir

Anadolu’nun Hitit-öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, 20.yy.’daki arkeolojik bulgular, Anadolu’ya yapılan Yunan göçünden çok daha önce, bu topraklarda Anadolu’nun yerlileri sayılabilecek Luvi ulusunun yaşadığını ortaya koymuştur.

Hititler’in çivi yazılı belgelerinde bu halktan Luvili (Luwi'li) olarak söz edilmektedir. Hitit imparatorluğunun yıkılmasından sonra Hititler’in çivi yazısının unutulmuş olmasına karşın, Luvi dili ve yazısı biraz değişikliğe uğramakla birlikte Anadolu’da varlığını sürdürmüştür.



Luvi sözcüğü Hitit dilinde “ışık insanı” anlamına gelir ki, Luvi dilinde "ışık, parıltı" anlamına gelen “lu” kökü birçok dile “ışık” anlamında geçmiş olup, birçok dilde halen kullanılmaktadır

Örneğin, ilah Apollon'un Likya'lı sıfatının kökeni Luvi dilinde ışık anlamına gelen, kurt anlamındaki “lyk” ya da "lu" sözcüğüdür ki, sözcük Latince'de lux biçimine dönüşmüştür.

Ayrıca, Hellen dilinde hiçbir anlamı bulunmayan Apollon adının kökeni de Luvi dilinde "su" anlamına gelen "apa" sözcüğünden gelmekte olup, ilk yazılışı Luvice ap(a)-ull(a)-wana'dır; bu ilah, Etrüsk dilinde Aplu, Apulu, ya da Aplum biçimlerinde belirtilmiştir.



Günümüzde, Likçe denilen [Linkleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye olmak için tıklayınız...] dilinin Luvi dilinin bir türevi olduğu kabul edilmektedir. Luviler'in yaşadığı kentlerden biri, Luvi dilinin konuşulduğu Truva'dır



PAULIKIENLER (PAVLAKİLER ) ve ONLARIN İNANÇLARI



Luvi inanışının anadoludaki en son temsilcileri olan Paulikienlerdir.



Paulikienlerin en yoğun olarak yaşadığı yerlere dikkat edin: Malatya, Sivas, Dersim,Elazığ,Çorum,Tokat,Amasya,Maraş... Sırasıyla Arguvan ve Diviriği'yi başkent yapmışlar. Divriği kalesini onlar inşa etmiş. Bogomiller, Albigenler, Tundrakiler. bunların değişik coğrafyalara sürülen akrabalarına verilen isimlerdi.

Bizans imparatorluğunun doğu sınırları üzerinde yaşayan ve kendi doktrinlerine sağlamca bağlı olan Pavlakiler savaşçılıkları ile Bizans devleti için büyük bir sorun olmuşlardır.



History Of The Byzantine Empıre (1952) adlı kitabın yazarı A. A. Vasiliev, Pavlaki hareketinin M.S. 3. yüzyılda Samosatalı Paul tarafından kurulduğunu ve 7’inci yüzyılda reforme edildiğini düşünmektedir (Bk. Vasiliev, a.g.e., s. 383).

Samosata (Samsat) ve Adıyaman 1954 yılına kadar Bizans çağında olduğu gibiMalatya’ya bağlı yerleşmelerdi.

Sicilyalı Peter, 867 yılında Pavlakiler’in Efes’i zaptetmeleri üzerine 869 yılında Bizans tarafından Pavlakiler’e elçi olarak yollanmıştır.



Barış çabaları sonuç vermeyen Sicilyalı Peter, elçiliğinin avantajlarından yararlanarak Pavlakiler’in doktrini üzerine History Of The Manichees adında bir kitap yazmıştır (Bk. The Cambrıdge Medieval History, IV, s. 191-192).



Pavlaki adının kökeni

M.S. 660-880 yılları arasındaki dönemi işlediği bölümde Pavlakiler’e değinen The Decline And Fall Of The Roman Empıre (1737-94) adlı eserin yazarı Edward Gibbon da Pavlakiler’in adlarını St. Paul’dan aldıklarını düşünür, ama Pavlakiler’in kendilerinin bu görüşleri reddettiklerini ve kendi gerçek kurucularının Silvanus ( Pir Silvanus bugunki adıyla Pir Sultan) adlı biri olduğunu söylediklerini de kaydeder. O’na göre hareketin kendisi büyük ihtimalle bu adı kullanmıyordu (Bk. Gibbon, a.g.e., cilt 6, 54. Bölüm, s. 110-129).

Armenia-Cradle Of Civilisation adlı eserin yazarlarına göre de bu hareketin kurucusu M.S. 6./7. yüzyılda yaşayan ve sonraları Silvanus (Sylvanus) (Türkçe karşılığı TAHTACI) adını almış olan Constantine Mananali’dir.

Mananali, Dersim (Doğu Dersim)’in bir diğer adı olan halk dilindeki Mamekiye (Kalmem Ocağı)’nin Ermenice kaynaklardaki şeklidir.

Uzun sözün kısası, Pavlakiler’in anavatanı Dersim, Erzincan, Malatya, Maraş, Adıyaman, Sivas, Tokat, Çorum, Amasya ve çevreleriydi.



Bu hareketin kurucusu Constantine (Silvan), bir Dersimli (Mamekiyeli)’ydi. Onların esas üsleri de Dersim (özellikle Doğu Dersim ve Divriği) ve Malatya’da bulunuyordu. Başkentleri Divriği (Tefrike) idi.



Ama Pavlaki sekti Anadolu’da genişçe yayılabildi. Onlar Kapadokya, Pontus, Lycaonia ve Frigya gibi bölgelerde de varlardı.

Divriği, en önemli kalelerinden biriydi.



Pavlaki önderlerinden Chrysocheir (Türk tarihin Battal Gazi olarak nakledilmiş) liderliğindeki Divriği direnişi bu kent imha edilerek bastırılabildi.

Pavlakiler’le onların bir kolu olan Tondrakiler’in Dersimli (Eski Dersimliler) oldukları düşünülmektedir.

Enc. Of Islam’ın Yezidilik maddesinin yazarı Th. Menzel şöyle demektedir: “Yezidiler kendilerine Dasin, Dasni, Daseni (çoğ. Dawasin, Duasin, Dawashım) derler.

Süryaniler arasında Yezidiler’e Dasnaye, Ermeniler arasında ise Yezidiler’e Tondrakiler ve Pavlakiler (Polikyanlar) adı verilir”.

(Bk. Menzel, a.g.y).



Peter Siculus, George Mon. ve diğer kaynaklara dayanan Gibbon, Pavlakiler’in yedi öğretmeni olarak

1- Constantine Mananali (Silvanus)( Bugünki adıyla Pir SULTAN),

2- Simeon (Titus),

3- Gegnesius (Timotheus),

4- Joseph (Epaphroditus),

5- Zacharias veya Shepherd (çoban),

6- Baanes (Vahan)

7- Sergius (Tychicus)’un (Akdeniz bölgesinde yaşayan Tahtacıların önderi) adların verir.

O’nun aktardığına göre Pavlakiler’in altı kilisesi ise Silvanus ve Titus tarafından Colonea civarında kurulan Makedonya,

Timotheus tarafından kurulan Mananalis (Achaia),

Epaphroditus ve Zacharias tarafından kurulan ve yeri belirlenemeyen Philippians, Laodiceans (Argaus), Ephesians (Mopsuestia) ve Clossians idiler (Bk. Gibbon, a.g.e., s. 112, dipnot)

Geleneğe göre halkın arasına ilk çıktığında Manes’in yanında Simeon ve Zakko adlarında iki havarisi vardı. Bu iki havari Pavlakiler’in yedi önderi arasında anılan Simeon ve Zacharia den başkası değildir.



Mani’nin bir diğer havarisi Addai (Addi) ile Yezidiler’in Şeyh Adi’si arasında ilişki kurulmuştur.

Mani’nin Sasani hükümdarı Şapur (240-70) eşliğinde Romalılar’la savaşlara katıldığını ve Roma imparatorluğunun sınır kesimlerini ziyaret ettiği bilinmektedir. O’nun bu seyahatleri sırasında Dersim’e uğraması ve buraya kendisinin adı geçen havarilerini bırakmış olması mümkündür.

Eskiden beri Zerdüşt dininin yer ettiği Pontus ve Kapadokya’da başarılı bir faaliyet yürüten Constantine (Silvan), kendi taraftarlarını çabuk arttırdı. Gnostik ve İconoklast sektlerin kalıntıları ve Kırmanciye Manesçileri onun doktrinleri etrafında birleştiler. Pek çok Katolik unsuru da etkili tartışmalarıyla kendi inancına çevirdi.

Pavlakiler’in kurucusu Constantine kendi karargahı olarak vaktiyle Pontus’un bir bölgesi olan Colonia (Konak, Kulehisar/Koyul Hisar veya Kara Hisar) çevresini seçti.

Gibbon, Colonea’nın Pontus’un zaptından sonra Pompey tarafından kurulduğunu tahmin etmektedir (Bk. E. Gibbon, The Decline And Fall Of The Roman Empıre, s. 116).

Hristiyanlığın ve Ermeni kilisesinin gücünü zayıflatan Arap-İslam hakimiyeti peryodu genelde muhalif ve isyancı sektlerin büyümesine elverişli bir ortam yaratmıştı. Pavlakiler bu dönemde özellikle güçlendiler.



Araplar’ın faaliyetine hoşgörü gösterdiği Mamekiyeli Silvanus, 27 yıllık bir misyondan sonra yaşamını Yunanlılar (Bizanslılar)’ın bir saldırısında yitirir.



Coloneia’ya onu ve hareketini ezmek amacıyla askeri ve adli yetkilerle donatılmış üst düzey bir Bizanslı yönetici gönderilir. Bu yönetici acımasızca üzerlerine gittiği Pavlakiler’in kitaplarını yakar, bu kitapları okuyanları ölümle cezalandırır.

Silvanus ve yandaşları birçok yönden Manes (Mani)’in izleyicileri olmuş, bu nedenle Manesçi olarak da tanınmışlardır.



Mamekiyeli Silvanus’tan sonra hareketin başına Simeon geçer. Kendilerini cezalandırmak için gönderilen Justus isimli birinin Simeon tarafından kazanıldığı kaydedilmektedir.

Justinian II (685-695) Pavlakiler’in adını ve anısını yoketmeyi amaçladıysa da bunu başaramadı. Ama daha sonraları Theodora’nın askerlerinin kısa bir sürede dağlarda yüz-bin kadar Pavlaki’yi katlettiği kaydedilmektedir.



Simeon’dan sonra da hareketin başına Isaurian evinden Leo III döneminde (717-741) yaşadığı tahmin edilen Gegnaesius veya babası Paul (?) geçer.



Vasiliev’in de işaret ettiği gibi çeşitli milliyetleri bir yerden diğerine taşımak Bizans devletinin geleneksel iç-politika metotlarından biriydi. Örneğin Ermeniler ve Dersimliler (Pavlakiler) Balkan yarımadasına, Slavlar ise Anadolu’ya, özellikle Orta Anadolu’ya taşınmıştır.

Pavlakiler’in kitlesel halde doğu sınırlarından Trakya’ya taşınması 8. Yüzyılda imparator V. Constantine ve 10. Yüzyılda da John Tzimisces (Çemişgezekli John) tarafından gerçekleştirilir.



750’lerde yaptığı Ermenistan seferi sırasında Arap-Bizans sınır şeridindeki Malatya ve Erzurum (Theodosiopolis) kentlerinde Pavlakiler’in büyük sayıda mevcut olduklarını gören Leo III’ten sonraki Bizans imparatoru Constantine V Copronymus (741-775), ceza olarak onları ‘Fırat havzaları’ndan İstanbul’a ve Trakya’ya yerleştirir. J. B. Bury’nin yazdıklarına inanılacak olursa bu sürgünü yapan V. Constantine bile kalben bir Pavlaki olarak görülmüştür.

İşte bu iskan ile birliktedir ki, Pavlakiler’in doktrini Avrupa’ya taşınıp tanıtılmış olur.

Trakya Pavlakileri, Kırmanciye ’deki yoldaşlarıyla bağlantılarını gizli yollardan sürdürmüş, cezalandırmalara karşı direnişlerini orada da devam ettirmiş ve Bulgaristan’daki faaliyete destek vermişlerdir.

P. K. Hitti’nin Arap Ghassan orijinli olduğunu söylediği sonraki Bizans imparatorlarından Nicephorus I (802-811)’in Pavlakiler lehinde biri olduğu, Michael I (811-13)’in ise Eklesiyastikler tarafından onları cezalandırmaya zorlandığı kaydediliyor. O’nun başlattığını Ostrogorsky’nin bir Ermeni olduğuna işaret ettiği halefi Leo V (813-820) devam ettirir.

Özellikle Theophilus (829-842) ve onun karısı olduğu anlaşılan Theodora gibi Hristiyan yöneticilerin dinsel muhalefeti cezalandırdıklarına işaret eden J. B. Bury, A History Of Eastern Roman Empıre (1912) adlı eserinde zafer gibi sunulan Pavlakiler’in cezalandırılmasını 9’uncu yüzyılın en büyük politik felaketlerinden biri olarak tanımlar ve bundan sadece Theodora adlı imparatoriçenin değil, Theophilus’un da sorumlu olduğunu yazar.



J. B. Bury’nin yazdığına göre, ‘Karbeas’, imparator Theophilus (829-42)’un yönetimi zamanında veya daha erken bir cezalandırma sırasında Anatolik Theması (Anadolu Eyaleti)’nın generali altında bir görevde bulunan Pavlaki inançtan biriydi. Pavlakiler’e karşı başlatılan saldırılar üzerine kendi inancından beş-bin adamıyla ayaklanan Karbeas (Gibbon’da Carbeas), anti-Hıristiyan olarak tanımladığı Bizans’a bağlılığı tanımadığını ilan eder ve başına geçtiği beş-bin yandaşını Kapadokya ötesindeki bölgeye götürdükten sonra onlarla birlikte Malatya’nın Arap emiri Omar’ın hizmetine ve koruması altına girer. Karbeas’ın babasının asıldığı haberi üzerine bu kaçışa karar verdiği söylenmektedir (Bk. Bury, a.g.e., s. 276-86).

Gibbon’un dayandığı kaynaklarda Karbeas ayaklanması ve kaçışı Theodora’nın cezalandırma hareketine bağlanmaktadır. Ama Bury’nin dikkat çektiği M.S. 845-46 tarihli bir belge ‘Karbeas ve O’nun halkının’ doğuda Araplar’ın koruması altına zaten girdiklerini göstermektedir. Bu aynı belgeye göre imparator Theophilus tarafından Koloneia (Kara Hisar?) bölgesine atanan Kallistos, kendi subaylarından Pavlaki inancı paylaşan bazılarını bu inancı bırakmaya zorlamış, ama Karbeas Pavlakileri’ne bağlı kalan bu subaylar Kallistos’un esir edilip halifeye teslim edilmek üzere Samarra’ya gönderilmesini sağlamışlardır. Bury, sözü geçen 845-846 tarihli bu belgeye dayanarak Karbeas’ın kaçış olayının Theophilus (829-42)’un yönetimi döneminde veya ondan bir süre önceki Michael I (811-13) ile onu izleyen Leo V (813-20) dönemlerinde yeraldığını yazmaktadır. O’nun görüşüne göre Malatya’nın kuzey ve batısındaki bölgelerde büyük ihtimalle Karbeas öncülüğündeki beş-bin kişinin göçü öncesinde de Pavlakiler mevcuttu. Daha sonraları bu bölgelere sürekli olarak Pavlakiler’den yeni sığınanlar oldu. Böylece Bury’e göre o tarihlere dek Bizans savunmasına hep büyük katkı yapmış olan Pavlakiler, bu tarihten sonra kendilerinin üç ana kenti olan Argaus (Malatya kuzeyindeki Arguvan/Argawan), Tephrike (daha kuzeydeki Divriği) ve Amara (Abara, modern Manjilik yakınındaki Emerli)’da Bizans devletinin çok korkulan düşmanlarına dönüştüler (Bk. akt. Bury, a.g.e., s. 277-78, dipnot).

Adı geçen kalelerin üçü de Honigmann’ın yazdığına göre Pavlakiler’i Bizans’a karşı koruyan Malatya emirinin desteği ile Karbeas tarafından kurulmuşlardır.

Karbeas’ın korumasına girdiği veya ittifak yaptığı Arap emiri (açık ki Malatya emiri Omar’dır), Gibbon’un yazdığına göre, Carbeas’ı halife ile tanıştırır ve bu ittifakın da katkısıyla Carbeas Bizans’a karşı daha da güçlenir. Sivas (Sebastea) ve Trabzon arasındaki dağlarda Divriği (Tephrice) kentini kuran ve surlarla çeviren de Carbeas’tır. Böylece Pavlakiler burada bir tür devlet kurmuş görünmektedirler. O’nun döneminde Divriği ve çevresindeki dağların “İncil ile kılıç kullanmayı uzlaştıran korkunç bir halk” olarak tanımlanan Pavlaki firarilerle dolduğuna ve bunların Muhammedciler’e katıldığı veya onlarla ittifak yaptıklarına işaret edilmektedir. ( Alevilerin İslamiyetle tanışıp öğretilerini benimsemeye başladığı yıllar)

Kocası Theophilus’un politikasını daha da acımasızca yürüten İmparatoriçe Theodora, ortodoks danışmanlarının yönlendirmesi altında Pavlakiler’e “ya yanlışlarınızı bırakır ya da yeryüzünden yokedilirsiniz” mesajı veriyordu. Hemen ardından yapılan seferlerin amacı onları yoketmekti. Böylece büyük bir Pavlaki katliamı başladı. Binlerce kişi öldürüldü. Kurbanlar kılıçla biçiliyor, çarmıha geriliyorlardı. Bu katliamdan kaçabilenler sınırlar-ötesinde sığınak aradılar. Bizans devleti Pavlakiler’in mülklerine de el koydu (Bk. Bury, a.g.e).

İmparatoriçe Theodora’nın tahttan düşüşünden hemen sonra Pavlakiler’in Bizans’ın düşmanlarıyla aktif bir işbirliğine girdikleri görülür.



Sonraki Bizans imparatoru Michael III de (842-867), babası Theophilus ve annesi Theodora’nın Pavlakiler’e karşı izledikleri imha politikasını aynen sürdürür. Onun döneminde ordunun baş komutanlığına getirilen dayısı Petronas, 856 yılında Samosata, Amida ve Divriği üzerine akınlar düzenler.



Karbeas ise Malatya ve Tarsus kentlerinin Müslüman emirleriyle (Malatya emiri Omar ve Tarsus emiri Jafar İbn Dinar) birlikte Bizans sınırlarına yapılan baskınlara aktif olarak katılmakta, onlara yardımcı olmaktadır.



Birkaç yıl sonra dayıları Bardas ve Petronas’ın yanısıra artık yirmi yaşına varmış bulunan Michael III’ün kendisi de bizzat savaş alanında görünmeye başlar.



Bardas’ın yönlendiriciliğinde Pavlakiler’e karşı bir seferinde Samosata’yı kuşatır.



Ama Samosata surları dibinde sert bir Pavlaki lider olarak tanınan ve hep Malatya emiriyle birlikte olduğu söylenen Carbeas tarafından ağır bir yenilgiye uğratılır (859).



Kampı ele geçirilen ve birçok subayı esir edilen Michael III kaçmak zorunda kalır.

Bu savaşa Carbeas’ın müttefiki olarak Araplar (Müslüman)’ın da katıldığı ve onunla aynı bayrak altında dövüştükleri söylenmektedir.



Michael III, 859-861 yılları arasındaki bir tarihte bu kez Malatya emiri Omar’ın üzerine bir sefere çıkar.

Babası Theophilus’un, Azerbaycanlı emir Afşin (Afşin Haydar, ölm. 841) tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldığı Dazimon (Dazmana, modern Tokat) ovasında kamp kurdu ve Malatya Emiri Omar’ın gelişini bekledi. Beklenmedik bir yoldan gelen Omar’ın kuvvetleriyle Dazimon ovasında yapılan savaşta Bizans ordusuna kök söktürüldü ve zafer kazanmış olan general Omar, Sinop’a dek yürüdüğü söylenir. Bu olayın tarihi 860, 861 veya 862 yılı olarak tahmin edilmektedir.



863 yılında emir Omar yeniden aynı bölgeye gelerek Armeniac Teması’na girer, Karadeniz kıyısına dek giderek Amisus (Samsun) kentini zapteder. Daha sonra Ankara üzerinden batıya yönelen Omar’ın kuvvetleri Poson adlı yerde Bizans ordusunun sürpriz bir saldırısında ağır bir yenilgi alırlar. Omar’ın kendisi de bu savaşta öldürülür.

O’nun oğlu ise esir edilir.

Sonraki süreçte Bizans’ın insiyatifi eline aldığı görülür.

J. B. Bury’nin yazdığına göre her yıl Bizans topraklarına akınlar yapan Arap (Saraken) kumandan Ali ibn Yahya da bir süre sonra öldürülür (863). Ali İbn Yahya, 860 yılında Pavlaki lider Karbeas’la birlikte Bizans topraklarına bir akın yapmıştır (Bk. Bury, a.g.e., s. 282-84).

830’larda Malatya emiri Ömer’in adını duyarız Özellikle bu emirle birliktei, bir bölümü Malatya’nın kuzeyi ve batısında yaşamakta olan Pavlakiler’le Müslüman Araplar (Abbasiler) arasında Bizans’a karşı bir ittifakın oluştuğunu görürüz.

Pavlaki lider Karbeas ile hep birlikte olduğu ve Karbeas’ı halife ile tanıştırdığı da



Carbeas’ın yerine geçen Chrysocheir (Chrysocheirus), daha büyük bir intikama hazırlanır. 867 yılında Müslüman (Arap) müttefikleriyle birlikte Basil I’in yönettiği Bizans’ın kalbine dek sızarak sarayın birliklerini tekrar takrar yenilgiye uğratır. Bu tarihte Efes (Ephesus)’i ele geçiren Chrysocheir, Efes (Ephesus) Katedrali’ni eşeklerin ve atların ahırına dönüştürür.

Böylece 9. yüzyılda Kırmanciye’den Batı Anadolu’ya akan Pavlakiler Bizans devleti için büyük bir tehdide dönüşürler.



Babasının Ermeni olduğu söylenen Mekedonya doğumlu imparator Basil I (867-886) esirleri kurtarmak için Chrysocheir’le barış yapmak zorunda kalır.



Ama daha sonra anlaşmayı bozarak Pavlakiler’in topraklarına saldırır (871-872), kendisine karşı direnen ‘Pavlaki ülkesini’ yakıp yıkar.



O’nun Fırat’ın doğusuna kadar gittiği düşünülüyor.



Divriği’yi kuşatan Basil, onların gücünü, silah ve hazırlığını farkedince umutsuzluğa kapılıp İstanbul’a geri çekilirse de kılıçtan geçirilen Pavlakiler’in lideri Chrysocheir’in başını birlikte götürüp tahtın önüne bırakır (872/875).



Chrysocheir’in ölümünü takiben Pavlakiler’in gücünün kırıldığı söylenmektedir.



Çünkü Bizans imparatorunun ikinci seferi sırasında onların Divriği’yi boşaltarak sınır kesimlerdeki bölgelere sığındıkları görülür. Böylece boşaltılmış olan Divriği yakılıp yıkılır.



Basil, daha sonra Araplar’ın ana üssü konumundaki Malatya’yı zaptetmek isterse de bunu başaramaz (Bk. Gibbon, a.g.e, cilt 6, 110-129).

Abbasi devletinin çözülme sürecine girdiği ve Eski Dersimliler’in bir parçası olan Pavlakiler’in de Bizans katliamları ve yığınsal sürgünlerle büyük kan kaybına uğradıkları bu dönemin sonrasında Bizans’a karşı mücadelede bu kez Hamdaniler öne çıkar ve Bizans’ın baş sorunu haline gelirler.



Bizans’a karşı mücadele bayrağı 932-962 yılları arasındaki otuz yıl boyunca Hamdaniler’dedir. Bu otuz yıl Bizans-Hamdani savaşlarıyla geçer

.

Bu çalışmanın görüşüne göre bu savaşlar sürecinde Dersimliler (özellikle bu süreçte Dersim’e yeni gelenler) aktif olarak olayların içinde olup ağırlıkla Hamdaniler’le birlikte idiler.



Bu noktada dayandığım kanıtları ileriki sayfalarda açacağım.

970’lerin başlarında Çemişgezekli Bizans imparatoru John Zimisces (969-976), Chalybian dağlarından Trakya’nın Haemus dağı vadilerine sürgün olarak daha büyük bir Pavlaki nüfus yerleştirince Trakya’daki Pavlaki kolonisi daha da çoğaldı ve güçlendi.

Zimisces’in Ermenistan (Kırmanciye)’dan Trakya’ya Pavlakiler ve Jacobitler’den koloniler yerleştirdiğini Anna Comnena da anlatır.

Gibbon, Scylitzes’ten naklen, bu sürgünün Pavlakiler’in Bizans’ın doğu eyaletlerinde Araplar’la kurdukları çok tehlikeli görülen ittifak nedeniyle Antakya Patriarkı Thomas tarafından önerildiğini yazmaktadır.



Bizans imparatoru Tzimisces’in hesabı Pavlakiler’i Tuna (Danube) çevresinde bölgeye sık sık akınlar yapmakta olan kuzeydeki İskitler’e karşı bir barikat olarak kullanmak, böylece kendilerinden kurtulunmak istenen bu iki gücü birbirine kırdırıp bir taşla iki kuş vurmaktı.

Ama sonuç Bizans için tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü Pavlaki görüşler Balkanlar’da Bogomilizm adı altında beklenmedik bir hızla gelişti ve çok geniş bir alana yayılıp güçlendiler.



Trakya Pavlakileri Trakya kapılarını ve Philippopolis kentini ellerinde tuttular.



Philippopolis, Pavlakiler’in Balkanlar’daki merkezi haline gelmişti. Onları bu kente ve çevresine yerleştiren doğudaki kalelerini ve üslerini ellerinden alan Çemişgezekli Bizans imparatoru Tzımisces olmuştu.



Jacobit sürgünler onların müttefikiydi.



Pavlakiler Makedonya’da ve Epirus’ta da kalelere ve köylere sahiplerdi. Pek çok yerli Bulgar onlarla aynı inancı savunuyordu.



Bulgaristan, Hırvatistan ve Dalmatya (Dımıli adıyla kıyaslayın) çevresinde 13. yüzyıl başında Pavlakiler hâlâ varlardı.



Gibon’un yazdığına göre 18. Yüzyıl sonunda bile Haemus Dağı ve vadilerinde bir Pavlaki kolonisi mevcuttu.



Gibbon, kendi çağının bu modern Pavlakiler’inin kendi orijinlerine ilişkin anıları ve hafızalarını yitirdiklerine işaret etmektedir.



Gibbon’un bu tespiti Anadolu için de bir o kadar doğrudur.



Çünkü bu çalışmanın görüşüne göre, Anadolu tarihinde Babailer adıyla bilinen hareketin de, bazı kaynaklarda Babai çevreden gelen biri olarak tanıtılan Bektaş’ın adını taşıyan Bektaşilik tarikatının da öncelleri Pavlakiler’dir.























































1. Anadolu'nun en eski halkı Luviler (Işık insanları)

Anadolu’nun Hititlerden önceki halkına tabletlerde “Hatti” deniliyor. Büyük bir olasılıkla halk da kendisini böyle adlandırmıştır. Yaklaşık iki bin yıl boyunca Anadolu “Hatti ülkesi” olarak anılmıştır.

Hatti’ler Anadolu’nun bilinen ilk halkıdır. Çok erken çağlarda M.Ö. 3000 yıllarının ortalarına doğru siyasi organizasyonlarını tamamlamışlar, krallıklar ve beylikler halinde örgütlenmişlerdir. Hatti halkının daha çok Kapadokya/Kızılırmak yayı ile Güney Doğu Anadolu’da yaşadığı anlaşılmaktadır. Hatti ülkesin de hattiler , luviler ve palalar yaşıyorlardı. Hititler Anadolu’ya geldiler ve yerli halk olan Hattiler, luviler ve palalar arasında, zamanla güç kazanarak Hitit devletini kurdular. Hititler Orta Anadolu’da, yani Hatti ülkesinde varolan köklü birikime sahip çıkarak ve diğer yakındoğu uygarlıklarından etkilenerek yeni bir kültür bireşimi oluşturdular.

Hitit Uygarlığının Başlıca Dilleri Filoloji çalışmalarının verdiği sonuçlara göre Anadoluda Hitit Uygarlığı döneminde başlıca üç Hind-Avrupa iki de azyanik dili konuşuluyordu. Hind-Avrupa dilleri; Nesi, Luvi ve Pala dilleri idi. Hitit dili Indo Avrupa dilerinin en eskisidir Hitit Alfabesi Akad alfabesi ile aynidir.Hititler kendi dillerini "DEPABILII" olarak lanse ederlerdi. Kendi ulke halkini ise "NESILI" olarak cagirirlardi. Dinsel ve onemli belgesel yazilari Luvi dili ile yazarlardi. Luvi dili Hitit diline benziyordu. Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçe’den başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadca’ nın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir.

Çivi yazısı ile yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilmekteydi. Hititlerde okur yazarlık yalnızca çok küçük bir gruba ait bir beceri olarak kabul edilirdi. Çivi yazısını kralların da (LUGAL.GAL) okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “sesli oku” ibaresinden anlaşılır. Çiviyazısı ile kullanılan dil genelde Hititçe, resimyazısında kullanılan dil ise genelde Hititçe’nin yakın akrabası olan Luvice'dir. Bu gözlemle, o çağda pek çok halka ev sahipliği yapan Orta Anadolu’da Luvilerin en kalabalık etnik grup olduğu düşünülebilir.

İlk olarak 1946’da keşfedilen Anadolu’nun en eski dili olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi durumun ve kültürel gelişimin Sümer, Sami veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil tam tersi şekilde Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını kanıtlar, örnek vermek gerekirse kayıtlara geçen Anadolu’lu “Palasuit” halkının, Troya’nın müttefiklerinden biri olarak şehrin düşmesinden sonra batıdan gelen istiladan kaçarak Doğu Akdeniz tarafına göç ettiği ve buraya yerleşip “Palastine” kentini kurdukları yazılıdır. (Hitit tabletlerinde) (Ayrıca hepimizin bildiği Troya’nın anaerkil Anadolu’yu temsil ediyordu) Anatanrıça inancını beraberlerinde götürmeleri sonucu Hurri ve Palasuit halkının “Kupapa/Kibele”si Kepat-Hepat olur. Etimolojik kökende ileriye gidildiğindeyse “Hepat-Hepa-Hebe-Heve” ve son halinde Suriye üzerinden Filistin’de “Havva” şeklini alır. Aynı şekilde bir çok yer ve deity adı gene Luvi dili esas alınarak çözümlenebilir, özellikle yunan dilinin daha sonradan orijinal dile eklenen -ys –iaea -ion –ios -os takıları çıkarıldığında, geriye eski Yunanca'da anlamı olmayan ana kelimenin kökü kalır. İzmir, Amasya, Antalya, Halikarnas, Girit, Didim, Milet gibi yer adları ve Demeter, Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıçaların isimleri hep aynı Luvi kökenden türetilmiştir. Bu dil kısmen 1946’da çözümlenebildiğinden bu tarihten önce Batıda yazılmış kaynaklar eksiksiz ve tam değildir.



Kibele luvice kuwawa ku(wa)+aba+ula yani akarsu ve koruların kutsal annesi demektir. İslamiyet öncesi Arap yarımadasında Mekke’nin kutsal ilahesi Hübel-Übel’in ve şehrin bir başka koruyucu tanrıçası olan Lat’ın da Lykia kökenli Leto’nun devamı olduğundan hareketle Halikarnas Balıkçısı islamiyetteki ay sembolizmi ve 5 sayısına verilen önemi daha önceki dönemin anaerkil etkileşimine bağlar. Kıble ve kabe sözcüklerinin de Kibele sözcüğünden türetildiği, hatta “Abdullah” özel adının ilk şeklinin “Abdullat”-lat’a tapan olduğu bilinmektedir. Arap panteonunda bir ağaç kütüğüyle sembolize edilirdi, bu simge “xanon” olarak en eski devirlerden beri Anadolu’da tanrıçayı betimlemek için kullanılır, tarihsel açıdan bakıldığında Sümer, Mezopotamya ve Yakın-Doğuda Anatanrıça kültü m.ö.2500-3500 arası tarihlenirken (Avrupa’daki tarihler de bu civardadır) Anadolu’da bu tarih çok daha geriye gitmektedir, kelimelerin etimolojik geriye gidişi de aynı noktaya işaret eder.



Ege'deki eski yerleşimlerin adlarını araştırdığımız zaman karşımıza KASURA ve KUMADRULA kent isimleri çıkıyor . ( Prof. Bilge Umar , Türkiye'deki Tarihsel Adlar . İstanbul – 1993 )

İngiliz Arkeolog James Mellart'a göre , Anadolu'ya Balkanlardan , Boğazlar üzerinden gelmişler ve Troya 1 ' i yıkıp , Troya 2'yi kurmuşlardır . M.Ö. 2300 yıllarında Menderes Vadisine yerleşenler ise Yortan ve Kusuru Kültürünü meydana getirmişlerdir . Luvi'lerin konuştukları dil "Luvi Dili" olarak adlandırılır .

F. Schachermayer , Luvice'ye " Ege Dilleri" adını vermiştir . Hititçe ile akrabalığı bulunan Luvice'deki tanrı , şahıs ve yer adlarının Helenistik Devirlerle aynı olması ise bunların menşelerinin Luvice olduğuna da hiç şüphe bırakmaz . ( Prof. Dr. Firuzan Kınal , "Luvi'ler" Türk Ansiklopedisi XXIII Ankara 1976 , sayfa 106 .)

MÖ. 2300 yıllarında yöreye yerleşen Luvi'lerin , Efes , Kolophon , Teos , ve Smyrna'da yaşayan Halkın Ataları olduğunu iddia etmek , Arkeoloji Bilimine ters düşmemektedir . Luvice'de ismi geçen KASURA'da mutlaka bir yerleşim yeri ve bu yerleşimde yaşayan bir Halk olmalıdır .

Bu bilgileri pekiştirmek için Mübahat S. Kütükoğlu'nun "XV ve XVI . Asırlarda İzmir Kazası " adlı kitabının 61. sayfasında " Türklerden önceki Yerleşme Yerleri adları " bölümünde KESRİ ile ilgili bölümü inceleyelim ;

" Kuşadası Körfezinde sahile yakın bir yerleşme yeri olup , bu günkü adı ÖZDERE'dır . Osmanlı Döneminde tepede olan köy , zamanla ovaya inmiştir ."

Prof. Dr. Bilge Umar tarafından KESRİ adının eski çağlarda var olduğu , ve muhtemelen Luvi dilinde tapınak anlamı taşıyan "KAS" ile yine aynı dilde ulu , yüce anlamına gelen "URA" kelimesinden meydana gelen ve "YÜCE TAPINAK" manasındaki KASURA'dan üretilme olduğu tahmin edilmektedir .

Gerçektende burada Roma Devrinde bir ZEUS TAPINAĞI olmalıdır .

İsmi "YÜCE TAPINAK" anlamında olan beldemizde Zeus Tapınağının da Roma Çağında olması Kesri isminin etimolojisini doğrulamaktadır .

Yine Helenistik ve Roma çağında ismi "Dioshieron" olan yerleşim bize göre mutlaka sahilde olmalıdır . Antik çağlarda KASURA , DİOSHİERON olmuştur. Tüm tarihi kayıtlar bunu doğrulamaktadır .

Efes , Klaros , Teos yol güzergahı çok önemlidir . Teos'ta , Antik Çağlarda Asya Olimpiyatlarının yapılması , Lebedos'un ( Gümüldür ) Dionysos sanatçıları , Dioshieron'daki ( Özdere ) Zeus Tapınağı , Klaros'ta ( Ahmetbeyli ) devrin en önemli kahinlerinin yaşaması , Ephesos'ta ( Selçuk) Artemis Mabedinin bulunması, Bülbül Dağında Meryem Ananın yaşaması , St. Jean Kilisesi , Kuşadası Körfezinin Antik Çağlardaki önemini belli eden eser ve kayıtlardır .

Peki bu kadar önemli eserlerin hepsi ortaya çıkmışken beldemizdeki ZEUS TAPINAĞI nerededir ?

Unutmamalıyız ki bölgemiz , önemli bir deprem bölgesidir . MÖ. 304 , MÖ. 36 ve MS. 176 yıllarında meydana gelen depremler , Smyrna ( İzmir ) , Ephesos

( Selçuk) , Klaros ( Ahmetbeyli ) , ve Teos ' u ( Seferihisar ) yerle bir etmiştir. Muhtemel ki Dioshieron'daki Zeus Tapınağı deniz kıyısında olması dolayısıyla sular altında kalmış olmalıdır .

Yine bölgemize yakın yerleşim alanlarından Kemalpaşa ( Nif ) , Karabel ve Manisa yakınlarındaki Niobe Kaya Kabartmaları da Hititlerin akraba kavmi Luvi'lere aittir. Demek ki Luvi'ler Ege'de MÖ. 2300 – 1200 yıllarında yaşadılar .



Günümüzde , Özdere Belediye Başkanı Haldun Ertok ' un desteği ile yapılan Liman çalışmalarında denizden çıkarılan sütun ve sütun başlıkları ve mimari kalıntılar buradaki yerleşim yerinin muhtemelen depremler sırasında tahrip olduğunu ve sular altında kaldığını göstermektedir .

Günümüz Arkeolog ve sanat Tarihçilerine en değerli kaynağı sunan Anadolulu ünlü Coğrafyacı ve Gezgin Strabon MÖ. 60 yıllarında yazdığı 17 ciltlik Seyahatnamesinde bölgemizden şöyle bahsetmektedir ;

" Ephesos , Klaros , Kolophon , Dioshieron , Lebedos , Myonnesos , ve Teos dönemin önemli yerleşim alanlarıdır . Kolophon'dan 120 stadia (eski uzaklık birimi) uzaklıkta olan Lebedos'a gelinir .

Burası Hellas Pontus'tan itibaren İyonya'daki bütün Dionisiac sanatçılarının bir araya geldikleri ve oturdukları ve ayni zamanda her yıl , Dionysos ( Şarap ve Eğlence Tanrısı ) onuruna düzenlenen oyunların yapıldığı , genel festivalin toplandığı yerdir . Onlar evvelce , Kolophon'dan sonra ve İyonyalı'ların şehri olan Teos'ta yaşarlardı . Fakat burada bir iç ayaklanma çıkınca , kaçarak , Ephesos'a sığındılar . Bergama Kralı Attalos , onları Teos'la , Lebedos arasında bulunan Myonnesos'a ( Doğanbeyli ) yerleştirdiği zaman , Teoslular , Myonnesos'un kendilerine karşı tahkim edilmesine izin verilmemesi ricasında bulunmak üzere Romalılar'a bir elçi heyeti gönderdiler ve Lebedos'a göç ettiler . Burada oturanlar nüfuslarının azlığından ötürü kendilerini memnuniyetle kabul ettiler .

Teos'ta keza , Lebedos'tan 120 stadia uzaklıktadır .

Bu iki Yerleşim Alanı arasında bazıları tarafından Akannesos olarak adlandırılan ASPİS Adası vardır . Myonnesos yarımada şeklinde bir yükseklik üzerine iskan edilmiştir . "

Aynı yazar , bölgemiz hakkında verdiği bilgilere şöyle devam etmektedir ;

( Strabon , sayfa 26 . ) " Kolophon'da sonra , Karakios Dağına , Artemis'e ( Baş Tanrı Zeus'un kızı , Bereket Tanrıçası ) tahsis edilmiş bir Ada'ya gelinir . Kıyıdan Adaya , Dişi Geyiklerin yüzerek geçtiğine , ve burada yavruladıklarına inanılırdı . Bundan sonra , Kolophon'dan , Klaros üzerinden 120 stadia uzaklıkta , Lebedos'a gelinir . "

Özdere , kayıtlara göre , Hititlerin akrabası luviler'in yaşadığı dönemde Yüce Tapınağın bulunduğu , Helenistik Çağdan sonra , Roma Devrinde ise Baş Tanrı Zeus'un adına yapılmış Tapınağın bulunduğu yerleşim alanıdır .

. Milattan binlerce yıl önce bu gün " Bayraklı , Tepekule ve Limantepe ( Urla ) " adıyla andığımız yüksek tepeler üzerinde ilk kentleri kuranların , yapılan kazılar neticesinde Luvi – Leleg yani Hititler olduğunu biliyoruz .



Antik çağda Muğla sınırlarının büyük bölümü, Karia bölgesi olarak anılıyordu. Karia’nın sınırları, kuzeyde Büyük Menderes ile güneyde Dalaman çayı arasındaki bölgeyi içine alıyordu. Bu bölgede bugünün Muğla merkezi, Kavaklıdere, Yatağan, Ula, Marmaris, Köyceğiz, Ortaca, Bodrum ve Milas ilçeleri bulunmakta. Karia bölgesinin doğusu Frigya, kuzeyi Lydia, güneydoğusu Lykia ile çevrelenmişti. Muğla’nın Dalaman ve Fethiye ilçeleri Lykia Bölgesi sınırları içindeydi.

Karia adı Kar’lardan geliyor. Bölgenin yerli halkı Luvi’ler. Luvi’lerin MÖ 2000’lerden beri bu bölgede yaşadıkları biliniyor. Luvi dilinde Kar, doruk-uç anlamında kullanılıyor. Karia ise Helen ağzında "doruklar ülkesi"ni tanımlıyor.



Doğu Karadeniz bölgesindeki Trabzon, Samsun, Amasya, Giresun, Ordu’nun eski ismi olan Kotyora, Sümela gibi isimler Yunanca olmayıp Luvice diye bir dil olduğuna göre demek ki bu bölgede ilk yerleşim yerlerini kuranlar Luvilerdir diyebiliriz



Anadolu’da Bilge Umar’ın “Yaban Sürüleri” dediği ve M.Ö. XII.yüzyılda batıdan geldiği ileri sürülen istila ve yağmacılık hareketleri sonucunda Hitit İmparatorluğu yıkılınca, bu imparatorlukta sağ kurtulabilenler kaçmak zorunda kalmıştır. Kaçanlar genelde kuzeye ve güneye gitmişlerdir. Güneye gidenler oradaki Mezopotamya medeniyetindeki devletler içerisinde kalmışlar,arada erimişler, bazıları belli bölgelerde toplandıklarından “Genç Luviler” denen şehir krallıkları kurmuşlardı. Ancak kuzeye gidenler, buralarda devlet olmaması ve buraların dağlık yapısı nedeniyle güvende olmuşlardır. Dolayısıyla bölgeye Luvi ve Hitit adlarının kalmasının nedenlerinden birini ancak bu olayla açıklamak mümkündür.



M.Ö.2000 yıllarından önce Hurriler ve Luviler ile başlayan göç hareketleri, M.Ö.1250 den sonra dağılan Hitit kalıntıları ile devam eder.M.S.1. yüzyıldan buralara büyük bir Laz kütlesi göç eder.

Hititlerin Luvi nüfusunun yoğun olduğu Kuzey Suriye'ye de ki isimlerde luvicedir. Halpa (Halep), Kargamış, Samal (Zincirli), Hattina (Amuk), Gurgum (Maraş), Hamat (??).



Görüldüğü gibi, Anadolu’nun en eski halkı Luvilerin, izleri aramızda yaşıyor.

































Achilles'i Aleviler mi Öldürdü? Şaşıracaksınız!



Bizim Gazete tarihsel bir kuşkuyu tartışmaya açıyor. Şaşıracaksınız...

POLEMİK

Achilles veya Yunan mitolojisindeki ismiyle Akhilleus'u sanırız Truva filminden dolayı herkes tanımakta. Yine de tanımayanlara hatırlatalım. Achilles, Truva filminin başrol oyuncusu ve Brad Pitt tarafından canlandırılan karakter. Achilles'in ismine ve hayat hikayesine ilk olarak Helen şairi Homeros'un şiirlerinde rastlanıyor. Efsaneye göre yarı tanrı olan Achilles, Truva Savaşı'na katılıyor ve bu savaşta Truva Prensi Hektor'u öldürünce, kardeşi Paris tarafından topuğundan vurularak öldürülüyor. Avrupa mitolojisini derinden etkilemiş olan bu şahsiyet, gücü ve savaşçılığıyla tanınıyor. Hatta yine rivayete göre Büyük İskender'in de Achilles'in soyundan geldiği iddia ediliyor. Ancak biz onu daha çok Truva filmindeki "psikopat" tavırlarından tanıyoruz. Eminiz; milyonlarca sinemasever Achilles'in Hektor'u öldürdüğü sahnede; Achilles'i Yunan kültüründe yer almayan küfürlerle anmıştır.

İşte bu psikopatın Alevi tarihiyle ilgisi olabilir. Neden mi? Merakınızın anahtarı bu yazıda.

Anadolu'nun Hitit ve Öncesi Dönemine Uzanalım

Bu tartışmanın kaynağı için Anadolu'nun çok eski tarihine bakmak gerekiyor. Bugünlerde sıkça tartışılan Erdoğan Çınar'ın teorilerine uzanmak... Erdoğan Çınar; son yıllarda ortaya attığı teori ile oldukça tartışma yaratmıştı. Çınar; Anadolu'da İslamiyet'ten ve hatta tüm semavi dinlerden önce yaşayan Aleviler olduğunu iddia ediyordu. Luvi ve Paulikan ismi verilen toplulukları da buna örnek olarak gösteriyordu. Çınar'ın bir çok kitabına konu olan bu iddiası; büyük tartışma yarattı. Bazı çevreler bu iddiaları "saçma" ve "masalsı" bulurken, bazı çevreler "araştırmaya değer" olarak niteledi. Çınar'ın iddialarının doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak elbette Bizim Gazete'nin işi değil. Bu tarihçilerin ve din bilimcilerin işi. Lakin uzun yıllardır tartışılan bu konu etrafından Bizim Gazete'nin dikkatini çeken noktayı paylaşmamız gerekiyor.

Luviler Kimdir?

Erdoğan Çınar'ın kitaplarında; isim benzerliğinden, dinsel inançlara, ibadetlerden, müzik kültürüne kadar bir çok noktada Alevilerle bağ kurduğu Luvi halkı; Anadolu'da Hititler öncesinde ve devamında yaşayan halklardan bir tanesi. Her ne kadar tarih derslerinde ve tarihsel araştırmalarda yeterli ilgiyi görmese de; 20. yüzyılda yapılan arkeolojik kazılar; Anadolu'da Yunan göçünden bile önce Luvi isimli yerli bir halkın yaşadığını ortaya çıkarmıştır. Luviler'in izine ise ilk olarak Hitit kaynaklarında rastlanmıştır. Luvi dilinde yazılmış bir Hitit hiyeroglifi halen Ankara'daki Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde sergilenmeye devam ediyor. (Kaynak:Kayıp Yazılar ve Diller, Johannes Friedrich) Yine çeşitli araştırmalar; Yunanlıların dini inanışlarının Luvilerden etkilendiğini ortaya koyuyor. Hürriyet yazarı Mehmet Yaşin'in 31 Ocak 2004 tarihli yazısında Anadolu'nun güneyindeki Sagalossos kentinden söz edilir. Yazıda Luvi inancına mensup şehir halkının Büyük İskender'in MÖ IV. yüzyılda şehri ele geçirmesine kadar kendi inanışını sürdürmüştür. İskender'in istilasından sonra dinler arasında bir etkileşimden söz edilmektedir. Yunanlıların en büyük tanrısı Zeus ile Luvi dinindeki Tarkhunt'un benzerliği göze çarpar.

Ağlasun'daki Büyük Sır

Tarihçilerin bir Luvi şehri olduğunu kabul ettikleri Sagalossos bugün Burdur'un Ağlasun ilçesi sınırları içerisinde kalmaktadır. Hatta ilçe ismini bu antik kentten alıyor. Sagalossos 8 bin yıl öncesine dayanan tarihi ile dünyanın en eski antik kentlerinden birisi olma özelliğini elinde bulunduruyor.

Bizim Gazete'nin dikkatini çeken bir iddiaya değinmek istiyoruz, tam bu noktada. Gerek Wikipedia'daki Luviler maddesinde, gerekse Alevi forumlarında Sagalossos'daki kazıdaki bir olaydan söz edilmekte. İddiaya göre kazı sırasında çok önemli bir keşif yapılarak MÖ 3500 yılına ait cesetler bulunuyor. Bu önemli keşfin de etkisiyle, kazı çalışmasına katılan Ağlasunlu işçilerin "İşte bunlar bizim atamız" şeklindeki şakasını, kazıyı yürüten Belçikalı Prof. Dr. Marc Waelkens ciddiye alıyor. Çıkan kemiklerden ve Ağlasunlu işçilerden aldığı DNA'ları Belçika'ya analiz için gönderdiğinde geri dönen sonuç şaşırtıcı oluyor. Cesetlerin ve işçilerin DNA'larında bir miktar benzerlik saptanıyor ve bu işçilerin, bu cesetlerle akrabalığı olabileceği ortaya çıkıyor. Tabi bu iddiayı doğrulamak da gerek. Bizim Gazete, kazı ekibinden herhangi birine ulaşıp iddiayı doğrulamaya çalışmadı. Zaten bu yazı da bir tür beyin jimnastiği olacağı için çok da gerek yok. Adı üzerinde bir "polemik" yazısı. Ancak iddia konusunda araştırma yapmak isterseniz Google'a Ağlasun, Luvi ve DNA kelimelerini yazarak başlayabilirsiniz.

Ağlasun'daki Aleviler

Biz, ulaştığımız bu verilerden sonra Ağlasun'da Alevi yaşayıp yaşamadığını araştırmayı uygun gördük. Ve araştırmamız sırasında 4 Ekim 1575 tarihinde Osmanlı Padişahı Sultan III. Murad'dan, Isparta Beyi'ne giden bir ferman karşımıza çıktı. Fermanın içeriğiyle ilgili şu bilgi verilmiş: "Ağlasun'da Karagöz denen Yörük taifesinden İstanbul'a yollanacak zahireler için deve istemeye giden görevliler Yörükler tarafından feci şekilde dövülüp sakatlandıkları bu kavga çıkaran kişilerin kimler olduğu bildirilmesi istenmektedir." (Kaynak: Osmanlı Belgelerinde Aleviler, Kizildelisultan.com)

Truva İle Bunların İlgisi Ne?

Yazının bu bölümüne kadar, bir polemik yazısına uygun olarak, kafa karıştırıcı ve şüphe uyandırıcı bilgiler paylaştık. Yukarıdaki verilerin doğruluğu yanlışlığı konusunda Bizim Gazete ekibinden net bilgiler verecek arkadaşımız bulunmuyor. Zaten bizim işimiz de değil. Biz sadece iddia ve bilgileri aktarmakla yetindik. Luviler ile, Ağlasunlular arasındaki akrabalığın derecesi nedir; bu akrabalık Luviler ile Alevilerin ilgisi konusunda ne kadar büyük bir delildir, şimdilik bilmiyoruz. Ancak beyin fırtınasını sürdürüyoruz.

Uzatmadan konuyu Truvalılar ile Luvilerin ilgisine getirmek istiyoruz. Bu ilginin sırrı Truva'da yapılan kazılarda ortaya çıkan bir hiyeroglifik mühre dayanıyor. Yanda resmini gördüğünüz bu mührün önemi ise Luvi dilinde olması. Bilim adamları buradan hareketle Truva (Troy) kentinde Luvi dilinin konuşulduğuna inanıyor. Bazı bilim adamları ise Etkürikslerin bir Luvi kolu olduğunu düşünmekte.

Luviler Alevi, Truvalılar Luvi İse...

Yukarıda kesinliği kanıtlanmamış iddialardan ortaya çıkıp bir bir varsayım üretelim. "Luviler Alevi, Truvalılar Luvi ise" dediğimiz anda, polemiğin başlığına ulaşmış oluyoruz. Truvalıların Luvi, Luvilerin de Alevi olması iddiaları doğruysa eğer; Achilles tarafından öldürülen Truva Prensi Hektor'un da Alevi olduğu sonucu ortaya çıkabilir. Eski Yunan destanlarında ve tarihsel kaynaklarda Achilles'in Hektor'un intikamını almak isteyen Truvalılar tarafından öldüğü kabul edildiğine göre; Yunan savaşçısı ve yarı tanrı Achilles'i Alevilerin öldürmüş olabileceği sonucuna ulaşılmakta.

İşte Bizim Gazete okuyucusuna bir dokungaçlı götürgeç malzemesi. Düşünelim, tartışalım, tekrar düşünelim...

BİZİM GAZETE - ÖZEL HABER

Lütfen kullanırken KAYNAK belirtiniz.







http://www.renkhaber.com/ sitesinden 18.01.2010 16:29:21 tarihinde yazdırılmıştır.













wroteon August 27, 2009 at 10:42am

Luviler... Aluviler... Aleviler..



Farklı Alevi tarihi anlatımlarının kolay kolay kabul görmesi mümkün değil. Çokça zaman istiyor. Ama bir gerçek var ki; artık kimse hurafelerden oluşmuş çarpık, tutarsız, eklektik bilgileri bir tarih anlatısı olarak eskiden olduğu kadar kolay anlatamayacak. Erdoğan Çınar’ın tezleri tartışılacak ve zaman içinde taşlar yerine oturacaktır.



Erdoğan Çınar’ın yeni Kitabı “Aleviliğin kökleri- Abdal Musa’nın Sırrı” Kalkedon yayınları tarafından yayımlandı. Bu, Erdoğan Çınar’ın 4. kitabı. İlk kitabından beri ezberleri bozan ve Alevilik konusunda tüm bilgilerimizin yeniden sorgulanmasına yol açan bir yazarla karşı karşıyayız. Açıkça söylemek gerekirse ilk kitabı “Aleviliğin Gizli Tarihi”ni okuduğumda semboller üzerinden yaptığı açıklamalar ilgimi çekmişti ancak bunların Alevilik ile bağlantılarını kurmak biraz zorlama diye düşünmüştüm. Gerçi Alevilikle ilgili bilgilerin söylencelere dayalı olduğunun ve tarihsel kanıtlardan yoksun bir biçimde sunulduğunun farkındaydım ve bu konuda okuduğum tüm kitapların birbirini tekrar ettiği izlenimine sahiptim. Bu açıdan yazarın yaklaşımı ilgimi çekmişti. Hele hele Aleviliğin izlerini Bizans kayıtlarından ve Ortodoks Kilisesi kayıtlarından sürmesi çok ilginç gelmişti.



Anadolu tarihini bu kayıtlardan okumak işin gereği ise de Aleviliğin köklerini buradan çıkartmaya çalışmak orijinal bir fikirdi. Çınar’ın 3. kitabı “Kayıp Bir Alevi Efsanesi”ni okuduğumda Pir Sultan Abdal efsanesinin kayıtlara geçmiş haliyle karşılaştım. Etkilenmedim desem yalan olur. Çeşitli kaynaklara referans verilerek aktarılan bilgiler efsanede anlatılan coğrafyada, Yıldız Dağı eteklerinde aynı efsanede anlatılan biçimiyle yaşanmış bir olaydan ve olayın kahramanlarından söz ediyordu. Zaten öteden beri Pir Sultan Abdal adında hiç isim geçmediğini üç ismin de sıfat olduğunu düşünürdüm. Şimdi anladım ki Aleviler kadim bir bilgiyi isimleri ortadan kaldırarak her döneme uygun bir hale getirmişler ve bu sıfatları aktarımın Anadolu’nun Türk egemenliğine girmesinden zarar görmeden yapılabilmesinin bir yolu olarak kullanmışlar. Bugün artık efsaneyi gizlice anlatmak için uygulanan yöntemin gerçeğin kendisi haline gelmesi ise işin trajik yanı. Yazar bu duruma gerçeğin etrafına bağlanmış kabuk adı veriyor ve kabuğu kaldırarak özü gösteriyor.



Çınar’ın kullandığı yan delillerle birlikte efsanede anlatılan olayların 7. yy da yaşandığı konusunda bir kuşku yok. Burada önemli olan aktarılan tarihin aktarıcılarının güvenli kaynaklar olup olmaması sorunudur. Referans verilen kaynaklar arasında yer alan Bizanslı tarihçi Sicilyalı Peter’in aktardıkları dönemle ilgili sınırlı kaynaklar arasında sayılmaktadır. Batı’da özellikle 1990’lardan itibaren eski Latince ve Yunanca belgelerin İngilizce yayımlanması çalışmaları hız kazanmıştır. Bu nedenle Çınar’ın araştırmalarının önümüzdeki dönemde kaynak sıkıntısı çekmeyeceğini düşünüyorum. Bu konuda çok kaynak kullanmak zaten mümkün değildir. Anılan dönemde birinci el kaynaklar zaten sınırlıdır, İmparatorluk ve Kilise kayıtlarına dayanmak zorundadır. Birinci el kaynaklar üzerinden yapılan ikinci el araştırmaların handikapı bölgeyi yakından tanımamak olarak gözüküyor. Bu nedenle Çınar’ın önemli bir avantajı var; bölgeyi ve insanlarını tanıyor ve gelenek ve göreneklerini kadim tarihi bilgiler ile birlikte değerlendirebiliyor.



Çınar’ın son kitabı “Aleviliğin kökleri- Abdal Musa’nın Sırrı”nda bu özellik açıkça ortaya çıkmış. Yazar bu kitabında artık bir olgunluk dönemine ulaşmış ve olaylar ve olgular arasında diyalektik bir bağ kurarak Anadolu tarihindeki kayıp halkaları birbirine bağlıyor. Yazarın bir tezi var ve tarihe bu tezinin ışığında bakıyor, olguları bu tez ışığında değerlendiriyor. Bir yandan Anadolu’da kesintisiz bir Alevi inanışının varlığını kanıtlamaya çalışırken diğer yandan bugün hala varlığını sürdüren inanışlar, gelenekler ve uygulamaların bu kesintisiz tarihsel inanış ile uyumluluğunu gösteriyor.



Çınar’ın tüm kitaplarında olduğu gibi son kitabında da en önemli olguları Alevi deyişleri: Çınar’ın bu deyişleri aktaran diğer araştırmacılardan farklılığı deyişleri “görünen” yüzünden değil “anlam” açısından değerlendirmesi. Çınar’ı okurken okuyucu bir “gizem dünyası” içinde buluyor kendini. Yüzlerce yıl süren ve varlığını korumak için şekilden şekle giren bir halkın gizemli hikâyesinin içinde. Kendini korumak için “sır”ların içine gömülen ve kendi hikâyesini “sır”larla bezeli bir biçimde kuşaktan kuşağa aktaran mazlum bir halkın efsanevi tarihini ortaya çıkarmak için önce gizemi çözmek, sırları aydınlığa kavuşturmak gerekiyor. Çınar’ın amacı da bu: O kendi ifadesiyle “gerçeğin” peşinde. Çünkü dün olduğu gibi bugünde en devrimci olan “gerçek”.



Çınar’ın önceki araştırmacılardan farkı kendini anlattığı şeylerin kadim bağlantılarını kurmasıdır. Bugüne değin okuduğumuz yazarlar Alevi inanışı konusunda çeşitli olguları “olsa olsa şöyledir” bağlamı içinde açıklamakta idi. Zorlama bir ilişki bulma çabası Alevi araştırmacıları tekrara düşmek ve “hurafe”lerle dolu bir tarih oluşturmak zorunda bıraktı. Hurafeler ise “gerçeği” çürüttü.



Luvi/Aluvi



“Aleviliğin kökleri- Abdal Musa’nın Sırrı” kitabı Alevi deyiminin kökleriyle de yakından ilgili bir çalışma. İlk kitabı Aleviliğin Gizli Tarihi’nde Alevi adının Hz. Ali’den gelmediğini fonetik kanıtlarla iddia eden Çınar, yeni kitabında bu ismin Anadolu’nun kadim halkı Luviler’den geldiğini belirtiyor. Tarihçi-araştırmacı Bilge Umar’ın Luvi kültürü ile ilgili araştırmalarının bulgularının da desteğiyle ortaya atılan sav Hitit dönemi kalıntılarındaki görüntülerle de destekleniyor. Bağlama eşliğinde dönülen semah kabartmaları 5000 yıl önceden ses veriyor Erdoğan Çınar’a. Bilge Umar, Luvi dilinde okunmayan bir –A ön ekinden söz ediyor ve beraber okunduğunda Aluvi kelimesi ortaya çıkıyor. Benzerliğe dikkat çeken Çınar, benzerliği sadece bir ses benzerliği olarak görmüyor ve inanç, ibadet, yaşam kültürü ve kurumsallaşma bağlamında değerlendiriliyor. Gerçi Aleviler bu tür ses benzerliklerini zaman zaman kendilerini “sırlamak” için kullanıyorlar ama Çınar Luviler’e Luvi adı başka toplumlar tarafından takılmış olmalı diyor; Luviler kendi dönemlerinde ışık insanları olarak anılıyormuş. Zaten tüm dünya dillerinde de Işık kelimesi Lu kökünden türemiştir: Lüx, Light, Licht gibi. 16. yüzyıla kadar Osmanlı’da Alevi ismi hiç kullanılmamış ve Osmanlı metinlerinde bu insanlar Işık Taifesi olarak adlandırılmışlardır.



Antik Truva kentinin kazı çalışmalarında şehrin bir Luvi kenti olması bu tartışmaya ayrı bir lezzet katıyor. Kazı çalışmalarını yürüten heyetin başında bulunan Prof.Dr. Manfred Korfmann 1995 yılında Almanya’da yaptığı bir konferans sunumunda bu bulguları açıkladı. Korfmann bu açıklamalarını buldukları bir mühre dayandırmaktaydı. Mühür bir yüzünde erkeğin diğer yüzünde kadının bulunduğu bir aile mührü idi. Bu uygulama kadın ve erkek arasındaki mutlak eşitliğe yapılan bir vurgudur. Belki de Homeros ünlü “İlyada” destanında savaşın bir kadın -“Helen”- için çıktığını anlatırken savaşan iki toplum arasındaki farklılığı simgesel bir dille anlatmaktaydı. Kadınının ikinci planda olduğu bir toplum olarak Yunan şehir devletleri ile “Kadın Ana” geleneği içinde kadınlar ile erkeklerin eşit olarak yaşadığı Luvi uygarlıkları arasındaki fark, özgürlüğe kaçan bir Yunan kadını “Helen”den daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki?



Lanetten Okunan Tarih



Erdoğan Çınar’ın kitaplarındaki alıntılarda Osmanlı ve Bizans kayıtları Anadolu insanlarını lanetle anmaktadır. Ne gariptir ki lanetle anan ve katliam çağrısı yapan Konsil kayıtları ve imparatorluk belgeleri şimdi bu halkın tarihine ışık tutan tarihi belgeler haline gelmiş, yok etmek istedikleri bir halkın tarihini kendi kayıtları gün ışığına çıkarıyor. Bir kez daha “gerçek” kendini gösteriyor.



“Aleviliğin kökleri- Abdal Musa’nın Sırrı” Truva kentinden “kadın ana” geleneğine, dergâh devletlerinden Abdal Musa’ya, Anadolu ile Mısır arasındaki gizemli bağlantıya dek çok geniş bir kapsama sahip. Çınar’ın Alevilerin köklerini arama çabası ortaya bildiğimizden çok daha farklı bir Anadolu tarihinin çıkmasına da yol açmış. Bir kez daha egemenlerin yazdığı tarih ile yaşananlar arasında bir benzerlik bulunmadığı ortaya çıkıyor. Tarihi kazananlar yapıyor. Aynı ulus devlet oluşum süreçlerinde insanlığın tarihsel belleği nasıl biçimlendiyse görüyoruz ki daha önceki her tarihsel dönüşümde de gelecek kuşaklara aktarılırken tarih aynı biçimde yeniden ve yeniden tasarlanmış. Her yeni egemen, tarihi kendisiyle başlatarak farklı olanı tarihten “silmiş”.



Dergahlar ve Ocaklar



Son kitabın önemli bulgularından biri Bizans döneminde kayıtlarda bulunan dergâhların Osmanlı döneminde de isimlerini değiştirerek de olsa aynı yerde varlıklarını sürdürmeleri. İnanışlar aynı, coğrafyalar aynı, ibadetler aynı, isimler değişmiş. Bu bölümler oldukça ilginç ve üzerinde durulması gereken tarihsel bir sürekliliğe işaret ediyor. Strobon’un anlatımlarından öğrendiklerimiz bu kadim bağlantıya işaret ediyor.



Kitabın ‘Hıristiyanlığın Alevilerden Aldıkları’ isimli bölümünde Hıristiyanlığın bir devlet dini olarak kurumsallaştığı yüzyıllarda Anadolu’daki Işık inancıyla olan mücadelesi ve onların üzerinde kurduğu baskının bugüne değin sonuçları devam eden bir “Alevi gizem okulu”nun oluşmasına yol açması anlatılıyor. Bu okulun Çınar’ın 4 kitabı birlikte okunduğunda 4 kapı 40 basamaktan oluşan bir sırlar öğretisiyle örgütlenen “gizli bir inanış”, “gizli bir tarih” oluşturduğu görülüyor. Kendini korumak ve geleceğe taşımak için uygulanan yöntemler sadece sırlardan oluşmuyor: bir de bu gizlilik içinde şekillenen bir sözlü gelenek oluşmuş. Aktarım bu yolla yapılıyor ve böylece inanış kendisini baskılardan bir ölçüde koruyor.



Aleviler hakkında yaygın şekilde kullanılan suçlamaların (Mum söndü vb.) tarihini bu dönemde görmek ilginç. Bu iftiraların kaynağının bir inanış mücadelesi içinde oluştuğunu görmek işi açıklığa kavuşturuyor. Bir kez daha egemenler iktidarlarını tehdit edenlere yönelik gerçek dışı iftiralarla bu mücadelelerini sürdürüyorlar.



Bu tarz bir mücadele yöntemi bugün için de geçerli değil mi? İstanbul Valisi de 1 Mayıs’ta uygulanan devlet şiddetini açıklarken aynı egemen dili ve iftira yöntemini kullanmıyor mu?



Şimdi tüm bu farklı Alevi tarihi anlatımlarının kolay kolay kabul görmesi mümkün değil. Çokça zaman istiyor. Ama bir gerçek var ki artık kimse hurafelerden oluşmuş çarpık, tutarsız, eklektik bilgileri bir tarih anlatısı olarak eskiden olduğu kadar kolay anlatamayacak. Erdoğan Çınar’ın tezleri tartışılacak ve zaman içinde taşlar yerine oturacaktır. Belki de yayıncının yazdığı önsözde söylediği gibi “kendi topraklarında yabancı gibi yaşamak zorunda bırakılmış bir kültürün yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. Tanığı olduğumuz bu gelişmenin, bu toprakların üstünü örten, onu güneşsiz bırakan dinsel karanlığın yırtılmasına da katkı sağlaması” mümkün olacaktır.



Post #2

Aydoğdu wroteon August 27, 2009 at 11:50am

luviler



Aslında kimsenin araştırmadığı pek de araştırmak istemediği bir millettir.

Türklerin atası olduğu kesindir. Luvilerin araştırıldığı zaman, hititlerin de luvilerin dilini kullandığı anlaşılacaktır. Bugün kü Türkçe de bile luvice kelimeler kullanılmaktadır. Latin alfabesinin dil kökeni Luviler den gelmiştir. 1999 da Belçikalı bir arkeleogun Burdur Ağlasun a bağlı bir köyde yaptığı araştırmada, bu bölgede bir dağın yamacında, 1500 metre yükseklikte, Luvilere ait bir ören bulup kazı çalışmaları yapmıştır. Tesadüf bir iskelet bulup bu iskeletten kemik örnekleri alıp, örende çalışan Ağlasun köylü işçilerinde saç örneklerini alıp Belçika da bir laboratuarda dna gen testi yaptırmıştır. Sonuç Ağlasun köylüleriyle buradaki iskeletin akraba olduğu ortaya çıkmış ve bu iskelet de M.Ö. 3500 lerden kalmadır.



Truva lıların kullandığı dil de Luvi dilidir ve Truvalılar Luvidir. Truvalılardan günümüze gelen tek yazılı belge bir mühürdür ve bu da Luvi dilinde yazılmıştır. Latin alfabesinin kökeni de Luvi dilidir. Yani şu anda kullandığımız dil de aslında kökende Luvi dilidir.



Yine Luviler Türklerin ibadeti olan semah ibadetini saz eşliğinde yapmışlardır. Bununla ilgili tabletler ve kabartma resimler bulunmaktadır. Yani saz Orta Asya dan gelmediği gibi Türkler de Orta Asya dan gelmemiş olabilir hep Anadolu da yaşamıştır.



Not: Luvilerle ilgili wikipedia da başlık açmış bulunmaktayım merak edenler ve eklenti yapmak isteyenler oraya da bakabilirler.



Neymiş Türkler 1071 de Malazgirt Zaferiyle Anadolu ya yerleşmiş peki iyi güzel Danişmendliler Türk değilmiydi. Türktü e onlar niye 1071 den önce Anadolu topraklarında o zaman, ne işleri vardı ve hep oradaydılar neden acaba. Onlar hep oradaydı.



Başka bir örnek Battal Gazi Türk müydü evet Türk dü. Ne zaman yaşadı 7. ve 8. yüzyıllar arasında. O zaman Türkler nerdeydi? Orta Asya da eeeee hani 1071 de gelmiştik. Battal Gazi yıllarca Bizans la savaştı. Biz hep Anadolu daydık. Kim bu bizi tarihle kandıranlar veya kimlerin işine geliyor bu işler onu inanın biz bilmiyoruz. Ama birilerinin işine gelmediği kesindir. Doğru, objetif, tarafsız bir tarih ve bilgi istiyoruz. Artık herşeye eyvallah diyen bir gençlik yok. Araştıran, öğrenen ve bulan bir gençlik var.





Post #3

Aydoğdu wroteon August 27, 2009 at 11:54am

Anadolu’nun Hititlerden önceki halkına tabletlerde “Hatti” deniliyor. Büyük bir olasılıkla halk da kendisini böyle adlandırmıştır. Yaklaşık iki bin yıl boyunca Anadolu “Hatti ülkesi” olarak anılmıştır.

Hatti’ler Anadolu’nun bilinen ilk halkıdır. Çok erken çağlarda M.Ö. 3000 yıllarının ortalarına doğru siyasi organizasyonlarını tamamlamışlar, krallıklar ve beylikler halinde örgütlenmişlerdir. Hatti halkının daha çok Kapadokya/Kızılırmak yayı ile Güney Doğu Anadolu’da yaşadığı anlaşılmaktadır. Hatti ülkesin de hattiler , luviler ve palalar yaşıyorlardı. Hititler Anadolu’ya geldiler ve yerli halk olan Hattiler, luviler ve palalar arasında, zamanla güç kazanarak Hitit devletini kurdular. Hititler Orta Anadolu’da, yani Hatti ülkesinde varolan köklü birikime sahip çıkarak ve diğer yakındoğu uygarlıklarından etkilenerek yeni bir kültür bireşimi oluşturdular.

Hitit Uygarlığının Başlıca Dilleri Filoloji çalışmalarının verdiği sonuçlara göre Anadoluda Hitit Uygarlığı döneminde başlıca üç Hind-Avrupa iki de azyanik dili konuşuluyordu. Hind-Avrupa dilleri; Nesi, Luvi ve Pala dilleri idi. Hitit dili Indo Avrupa dilerinin en eskisidir Hitit Alfabesi Akad alfabesi ile aynidir.Hititler kendi dillerini "DEPABILII" olarak lanse ederlerdi. Kendi ulke halkini ise "NESILI" olarak cagirirlardi. Dinsel ve onemli belgesel yazilari Luvi dili ile yazarlardi. Luvi dili Hitit diline benziyordu. Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçe’den başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadca’ nın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir.

Çivi yazısı ile yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilmekteydi. Hititlerde okur yazarlık yalnızca çok küçük bir gruba ait bir beceri olarak kabul edilirdi. Çivi yazısını kralların da (LUGAL.GAL) okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “sesli oku†ibaresinden anlaşılır. Çiviyazısı ile kullanılan dil genelde Hititçe, resimyazısında kullanılan dil ise genelde Hititçe’nin yakın akrabası olan Luvice'dir. Bu gözlemle, o çağda pek çok halka ev sahipliği yapan Orta Anadolu’da Luvilerin en kalabalık etnik grup olduğu düşünülebilir.

İlk olarak 1946’da keşfedilen Anadolu’nun en eski dili olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi durumun ve kültürel gelişimin Sümer, Sami veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil tam tersi şekilde Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını kanıtlar, örnek vermek gerekirse kayıtlara geçen Anadolu’lu “Palasuit” halkının, Troya’nın müttefiklerinden biri olarak şehrin düşmesinden sonra batıdan gelen istiladan kaçarak Doğu Akdeniz tarafına göç ettiği ve buraya yerleşip “Palastine” kentini kurdukları yazılıdır. (Hitit tabletlerinde) (Ayrıca hepimizin bildiği Troya’nın anaerkil Anadolu’yu temsil ediyordu) Anatanrıça inancını beraberlerinde götürmeleri sonucu Hurri ve Palasuit halkının “Kupapa/Kibele”si Kepat-Hepat olur. Etimolojik kökende ileriye gidildiğindeyse “Hepat-Hepa-Hebe-Heve” ve son halinde Suriye üzerinden Filistin’de “Havva” şeklini alır. Aynı şekilde bir çok yer ve deity adı gene Luvi dili esas alınarak çözümlenebilir, özellikle yunan dilinin daha sonradan orijinal dile eklenen -ys –iaea -ion –ios -os takıları çıkarıldığında, geriye eski Yunanca'da anlamı olmayan ana kelimenin kökü kalır. İzmir, Amasya, Antalya, Halikarnas, Girit, Didim, Milet gibi yer adları ve Demeter, Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıçaların isimleri hep aynı Luvi kökenden türetilmiştir. Bu dil kısmen 1946’da çözümlenebildiğinden bu tarihten önce Batıda yazılmış kaynaklar eksiksiz ve tam değildir.



Kibele luvice kuwawa ku(wa)+aba+ula yani akarsu ve koruların kutsal annesi demektir. İslamiyet öncesi Arap yarımadasında Mekke’nin kutsal ilahesi Hübel-Übel’in ve şehrin bir başka koruyucu tanrıçası olan Lat’ın da Lykia kökenli Leto’nun devamı olduğundan hareketle Halikarnas Balıkçısı islamiyetteki ay sembolizmi ve 5 sayısına verilen önemi daha önceki dönemin anaerkil etkileşimine bağlar. Kıble ve kabe sözcüklerinin de Kibele sözcüğünden türetildiği, hatta “Abdullah” özel adının ilk şeklinin “Abdullat”-lat’a tapan olduğu bilinmektedir. Arap panteonunda bir ağaç kütüğüyle sembolize edilirdi, bu simge “xanon” olarak en eski devirlerden beri Anadolu’da tanrıçayı betimlemek için kullanılır, tarihsel açıdan bakıldığında Sümer, Mezopotamya ve Yakın-Doğuda Anatanrıça kültü m.ö.2500-3500 arası tarihlenirken (Avrupa’daki tarihler de bu civardadır) Anadolu’da bu tarih çok daha geriye gitmektedir, kelimelerin etimolojik geriye gidişi de aynı noktaya işaret eder.



Ege'deki eski yerleşimlerin adlarını araştırdığımız zaman karşımıza KASURA ve KUMADRULA kent isimleri çıkıyor . ( Prof. Bilge Umar , Türkiye'deki Tarihsel Adlar . İstanbul – 1993 )

İngiliz Arkeolog James Mellart'a göre , Anadolu'ya Balkanlardan , Boğazlar üzerinden gelmişler ve Troya 1 ' i yıkıp , Troya 2'yi kurmuşlardır . M.Ö. 2300 yıllarında Menderes Vadisine yerleşenler ise Yortan ve Kusuru Kültürünü meydana getirmişlerdir . Luvi'lerin konuştukları dil "Luvi Dili" olarak adlandırılır .

F. Schachermayer , Luvice'ye " Ege Dilleri" adını vermiştir . Hititçe ile akrabalığı bulunan Luvice'deki tanrı , şahıs ve yer adlarının Helenistik Devirlerle aynı olması ise bunların menşelerinin Luvice olduğuna da hiç şüphe bırakmaz . ( Prof. Dr. Firuzan Kınal , "Luvi'ler" Türk Ansiklopedisi XXIII Ankara 1976 , sayfa 106 .)

MÖ. 2300 yıllarında yöreye yerleşen Luvi'lerin , Efes , Kolophon , Teos , ve Smyrna'da yaşayan Halkın Ataları olduğunu iddia etmek , Arkeoloji Bilimine ters düşmemektedir . Luvice'de ismi geçen KASURA'da mutlaka bir yerleşim yeri ve bu yerleşimde yaşayan bir Halk olmalıdır .

Bu bilgileri pekiştirmek için Mübahat S. Kütükoğlu'nun "XV ve XVI . Asırlarda İzmir Kazası " adlı kitabının 61. sayfasında " Türklerden önceki Yerleşme Yerleri adları " bölümünde KESRİ ile ilgili bölümü inceleyelim ;

" Kuşadası Körfezinde sahile yakın bir yerleşme yeri olup , bu günkü adı ÖZDERE'dır . Osmanlı Döneminde tepede olan köy , zamanla ovaya inmiştir ."

Prof. Dr. Bilge Umar tarafından KESRİ adının eski çağlarda var olduğu , ve muhtemelen Luvi dilinde tapınak anlamı taşıyan "KAS" ile yine aynı dilde ulu , yüce anlamına gelen "URA" kelimesinden meydana gelen ve "YÜCE TAPINAK" manasındaki KASURA'dan üretilme olduğu tahmin edilmektedir .

Gerçektende burada Roma Devrinde bir ZEUS TAPINAĞI olmalıdır .

İsmi "YÜCE TAPINAK" anlamında olan beldemizde Zeus Tapınağının da Roma Çağında olması Kesri isminin etimolojisini doğrulamaktadır .

Yine Helenistik ve Roma çağında ismi "Dioshieron" olan yerleşim bize göre mutlaka sahilde olmalıdır . Antik çağlarda KASURA , DİOSHİERON olmuştur. Tüm tarihi kayıtlar bunu doğrulamaktadır .

Efes , Klaros , Teos yol güzergahı çok önemlidir . Teos'ta , Antik Çağlarda Asya Olimpiyatlarının yapılması , Lebedos'un ( Gümüldür ) Dionysos sanatçıları , Dioshieron'daki ( Özdere ) Zeus Tapınağı , Klaros'ta ( Ahmetbeyli ) devrin en önemli kahinlerinin yaşaması , Ephesos'ta ( Selçuk) Artemis Mabedinin bulunması, Bülbül Dağında Meryem Ananın yaşaması , St. Jean Kilisesi , Kuşadası Körfezinin Antik Çağlardaki önemini belli eden eser ve kayıtlardır .

Peki bu kadar önemli eserlerin hepsi ortaya çıkmışken beldemizdeki ZEUS TAPINAĞI nerededir ?

Unutmamalıyız ki bölgemiz , önemli bir deprem bölgesidir . MÖ. 304 , MÖ. 36 ve MS. 176 yıllarında meydana gelen depremler , Smyrna ( İzmir ) , Ephesos

( Selçuk) , Klaros ( Ahmetbeyli ) , ve Teos ' u ( Seferihisar ) yerle bir etmiştir. Muhtemel ki Dioshieron'daki Zeus Tapınağı deniz kıyısında olması dolayısıyla sular altında kalmış olmalıdır .

Yine bölgemize yakın yerleşim alanlarından Kemalpaşa ( Nif ) , Karabel ve Manisa yakınlarındaki Niobe Kaya Kabartmaları da Hititlerin akraba kavmi Luvi'lere aittir. Demek ki Luvi'ler Ege'de MÖ. 2300 – 1200 yıllarında yaşadılar .



Günümüzde , Özdere Belediye Başkanı Haldun Ertok ' un desteği ile yapılan Liman çalışmalarında denizden çıkarılan sütun ve sütun başlıkları ve mimari kalıntılar buradaki yerleşim yerinin muhtemelen depremler sırasında tahrip olduğunu ve sular altında kaldığını göstermektedir .

Günümüz Arkeolog ve sanat Tarihçilerine en değerli kaynağı sunan Anadolulu ünlü Coğrafyacı ve Gezgin Strabon MÖ. 60 yıllarında yazdığı 17 ciltlik Seyahatnamesinde bölgemizden şöyle bahsetmektedir ;

" Ephesos , Klaros , Kolophon , Dioshieron , Lebedos , Myonnesos , ve Teos dönemin önemli yerleşim alanlarıdır . Kolophon'dan 120 stadia (eski uzaklık birimi) uzaklıkta olan Lebedos'a gelinir .

Burası Hellas Pontus'tan itibaren İyonya'daki bütün Dionisiac sanatçılarının bir araya geldikleri ve oturdukları ve ayni zamanda her yıl , Dionysos ( Şarap ve Eğlence Tanrısı ) onuruna düzenlenen oyunların yapıldığı , genel festivalin toplandığı yerdir . Onlar evvelce , Kolophon'dan sonra ve İyonyalı'ların şehri olan Teos'ta yaşarlardı . Fakat burada bir iç ayaklanma çıkınca , kaçarak , Ephesos'a sığındılar . Bergama Kralı Attalos , onları Teos'la , Lebedos arasında bulunan Myonnesos'a ( Doğanbeyli ) yerleştirdiği zaman , Teoslular , Myonnesos'un kendilerine karşı tahkim edilmesine izin verilmemesi ricasında bulunmak üzere Romalılar'a bir elçi heyeti gönderdiler ve Lebedos'a göç ettiler . Burada oturanlar nüfuslarının azlığından ötürü kendilerini memnuniyetle kabul ettiler .

Teos'ta keza , Lebedos'tan 120 stadia uzaklıktadır .

Bu iki Yerleşim Alanı arasında bazıları tarafından Akannesos olarak adlandırılan ASPİS Adası vardır . Myonnesos yarımada şeklinde bir yükseklik üzerine iskan edilmiştir . "

Aynı yazar , bölgemiz hakkında verdiği bilgilere şöyle devam etmektedir ;

( Strabon , sayfa 26 . ) " Kolophon'da sonra , Karakios Dağına , Artemis'e ( Baş Tanrı Zeus'un kızı , Bereket Tanrıçası ) tahsis edilmiş bir Ada'ya gelinir . Kıyıdan Adaya , Dişi Geyiklerin yüzerek geçtiğine , ve burada yavruladıklarına inanılırdı . Bundan sonra , Kolophon'dan , Klaros üzerinden 120 stadia uzaklıkta , Lebedos'a gelinir . "

Özdere , kayıtlara göre , Hititlerin akrabası luviler'in yaşadığı dönemde Yüce Tapınağın bulunduğu , Helenistik Çağdan sonra , Roma Devrinde ise Baş Tanrı Zeus'un adına yapılmış Tapınağın bulunduğu yerleşim alanıdır .

. Milattan binlerce yıl önce bu gün " Bayraklı , Tepekule ve Limantepe ( Urla ) " adıyla andığımız yüksek tepeler üzerinde ilk kentleri kuranların , yapılan kazılar neticesinde Luvi – Leleg yani Hititler olduğunu biliyoruz .



Antik çağda Muğla sınırlarının büyük bölümü, Karia bölgesi olarak anılıyordu. Karia’nın sınırları, kuzeyde Büyük Menderes ile güneyde Dalaman çayı arasındaki bölgeyi içine alıyordu. Bu bölgede bugünün Muğla merkezi, Kavaklıdere, Yatağan, Ula, Marmaris, Köyceğiz, Ortaca, Bodrum ve Milas ilçeleri bulunmakta. Karia bölgesinin doğusu Frigya, kuzeyi Lydia, güneydoğusu Lykia ile çevrelenmişti. Muğla’nın Dalaman ve Fethiye ilçeleri Lykia Bölgesi sınırları içindeydi.

Karia adı Kar’lardan geliyor. Bölgenin yerli halkı Luvi’ler. Luvi’lerin MÖ 2000’lerden beri bu bölgede yaşadıkları biliniyor. Luvi dilinde Kar, doruk-uç anlamında kullanılıyor. Karia ise Helen ağzında "doruklar ülkesi"ni tanımlıyor.



Doğu Karadeniz bölgesindeki Trabzon, Samsun, Amasya, Giresun, Ordu’nun eski ismi olan Kotyora, Sümela gibi isimler Yunanca olmayıp Luvice diye bir dil olduğuna göre demek ki bu bölgede ilk yerleşim yerlerini kuranlar Luvilerdir diyebiliriz



Anadolu’da Bilge Umar’ın “Yaban Sürüleri” dediği ve M.Ö. XII.yüzyılda batıdan geldiği ileri sürülen istila ve yağmacılık hareketleri sonucunda Hitit İmparatorluğu yıkılınca, bu imparatorlukta sağ kurtulabilenler kaçmak zorunda kalmıştır. Kaçanlar genelde kuzeye ve güneye gitmişlerdir. Güneye gidenler oradaki Mezopotamya medeniyetindeki devletler içerisinde kalmışlar,arada erimişler, bazıları belli bölgelerde toplandıklarından “Genç Luviler” denen şehir krallıkları kurmuşlardı. Ancak kuzeye gidenler, buralarda devlet olmaması ve buraların dağlık yapısı nedeniyle güvende olmuşlardır. Dolayısıyla bölgeye Luvi ve Hitit adlarının kalmasının nedenlerinden birini ancak bu olayla açıklamak mümkündür.



M.Ö.2000 yıllarından önce Hurriler ve Luviler ile başlayan göç hareketleri, M.Ö.1250 den sonra dağılan Hitit kalıntıları ile devam eder.M.S.1. yüzyıldan buralara büyük bir Laz kütlesi göç eder.

Hititlerin Luvi nüfusunun yoğun olduğu Kuzey Suriye'ye de ki isimlerde luvicedir. Halpa (Halep), Kargamış, Samal (Zincirli), Hattina (Amuk), Gurgum (Maraş), Hamat (??).



Görüldüğü gibi, Anadolu’nun en eski halkı Luvilerin, izleri aramızda yaşıyor.





___________________İMZA___________________

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün

Bir uçurum kıyısında vursunlar beni ki dünya

uğuldayıp duran bir uçurum değil miydi zaten...



Geçmişim kar sessizliğiyle özetleniyor artık

Anılarım buz tutmuştur, aşklarım kar yangını

Ömrüm parmak uçlarımda eriyen bir kar tanesi



Karda izler bırakıyorum, avcılar peşime düşsün...



Post #4

Aydoğdu wroteon August 28, 2009 at 12:30pm

Achilles'i Aleviler mi Öldürdü?



Achilles veya Yunan mitolojisindeki ismiyle Akhilleus'u sanırız Truva filminden dolayı herkes tanımakta. Yine de tanımayanlara hatırlatalım. Achilles, Truva filminin başrol oyuncusu ve Brad Pitt tarafından canlandırılan karakter. Achilles'in ismine ve hayat hikayesine ilk olarak Helen şairi Homeros'un şiirlerinde rastlanıyor. Efsaneye göre yarı tanrı olan Achilles, Truva Savaşı'na katılıyor ve bu savaşta Truva Prensi Hektor'u öldürünce, kardeşi Paris tarafından topuğundan vurularak öldürülüyor. Avrupa mitolojisini derinden etkilemiş olan bu şahsiyet, gücü ve savaşçılığıyla tanınıyor. Hatta yine rivayete göre Büyük İskender'in de Achilles'in soyundan geldiği iddia ediliyor. Ancak biz onu daha çok Truva filmindeki "psikopat" tavırlarından tanıyoruz. Eminiz; milyonlarca sinemasever Achilles'in Hektor'u öldürdüğü sahnede; Achilles'i Yunan kültüründe yer almayan küfürlerle anmıştır.

İşte bu psikopatın Alevi tarihiyle ilgisi olabilir. Neden mi? Merakınızın anahtarı bu yazıda.



Anadolu'nun Hitit ve Öncesi Dönemine Uzanalım



Bu tartışmanın kaynağı için Anadolu'nun çok eski tarihine bakmak gerekiyor. Bugünlerde sıkça tartışılan Erdoğan Çınar'ın teorilerine uzanmak... Erdoğan Çınar; son yıllarda ortaya attığı teori ile oldukça tartışma yaratmıştı. Çınar; Anadolu'da İslamiyet'ten ve hatta tüm semavi dinlerden önce yaşayan Aleviler olduğunu iddia ediyordu. Luvi ve Paulikan ismi verilen toplulukları da buna örnek olarak gösteriyordu. Çınar'ın bir çok kitabına konu olan bu iddiası; büyük tartışma yarattı. Bazı çevreler bu iddiaları "saçma" ve "masalsı" bulurken, bazı çevreler "araştırmaya değer" olarak niteledi. Çınar'ın iddialarının doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak elbette Bizim Gazete'nin işi değil. Bu tarihçilerin ve din bilimcilerin işi. Lakin uzun yıllardır tartışılan bu konu etrafından Bizim Gazete'nin dikkatini çeken noktayı paylaşmamız gerekiyor.Luviler Kimdir?



Erdoğan Çınar'ın kitaplarında; isim benzerliğinden, dinsel inançlara, ibadetlerden, müzik kültürüne kadar bir çok noktada Alevilerle bağ kurduğu Luvi halkı; Anadolu'da Hititler öncesinde ve devamında yaşayan halklardan bir tanesi. Her ne kadar tarih derslerinde ve tarihsel araştırmalarda yeterli ilgiyi görmese de; 20. yüzyılda yapılan arkeolojik kazılar; Anadolu'da Yunan göçünden bile önce Luvi isimli yerli bir halkın yaşadığını ortaya çıkarmıştır. Luviler'in izine ise ilk olarak Hitit kaynaklarında rastlanmıştır. Luvi dilinde yazılmış bir Hitit hiyeroglifi halen Ankara'daki Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde sergilenmeye devam ediyor. (Kaynak:Kayıp Yazılar ve Diller, Johannes Friedrich) Yine çeşitli araştırmalar; Yunanlıların dini inanışlarının Luvilerden etkilendiğini ortaya koyuyor. Hürriyet yazarı Mehmet Yaşin'in 31 Ocak 2004 tarihli yazısında Anadolu'nun güneyindeki Sagalossos kentinden söz edilir. Yazıda Luvi inancına mensup şehir halkının Büyük İskender'in MÖ IV. yüzyılda şehri ele geçirmesine kadar kendi inanışını sürdürmüştür. İskender'in istilasından sonra dinler arasında bir etkileşimden söz edilmektedir. Yunanlıların en büyük tanrısı Zeus ile Luvi dinindeki Tarkhunt'un benzerliği göze çarpar.





Ağlasun'daki Büyük Sır



Tarihçilerin bir Luvi şehri olduğunu kabul ettikleri Sagalossos bugün Burdur'un Ağlasun ilçesi sınırları içerisinde kalmaktadır. Hatta ilçe ismini bu antik kentten alıyor. Sagalossos 8 bin yıl öncesine dayanan tarihi ile dünyanın en eski antik kentlerinden birisi olma özelliğini elinde bulunduruyor.

Bizim Gazete'nin dikkatini çeken bir iddiaya değinmek istiyoruz, tam bu noktada. Gerek Wikipedia'daki Luviler maddesinde, gerekse Alevi forumlarında Sagalossos'daki kazıdaki bir olaydan söz edilmekte. İddiaya göre kazı sırasında çok önemli bir keşif yapılarak MÖ 3500 yılına ait cesetler bulunuyor. Bu önemli keşfin de etkisiyle, kazı çalışmasına katılan Ağlasunlu işçilerin "İşte bunlar bizim atamız" şeklindeki şakasını, kazıyı yürüten Belçikalı Prof. Dr. Marc Waelkens ciddiye alıyor. Çıkan kemiklerden ve Ağlasunlu işçilerden aldığı DNA'ları Belçika'ya analiz için gönderdiğinde geri dönen sonuç şaşırtıcı oluyor. Cesetlerin ve işçilerin DNA'larında bir miktar benzerlik saptanıyor ve bu işçilerin, bu cesetlerle akrabalığı olabileceği ortaya çıkıyor. Tabi bu iddiayı doğrulamak da gerek. Bizim Gazete, kazı ekibinden herhangi birine ulaşıp iddiayı doğrulamaya çalışmadı. Zaten bu yazı da bir tür beyin jimnastiği olacağı için çok da gerek yok. Adı üzerinde bir "polemik" yazısı. Ancak iddia konusunda araştırma yapmak isterseniz Google'a Ağlasun, Luvi ve DNA kelimelerini yazarak başlayabilirsiniz.



Ağlasun'daki Aleviler



Biz, ulaştığımız bu verilerden sonra Ağlasun'da Alevi yaşayıp yaşamadığını araştırmayı uygun gördük. Ve araştırmamız sırasında 4 Ekim 1575 tarihinde Osmanlı Padişahı Sultan III. Murad'dan, Isparta Beyi'ne giden bir ferman karşımıza çıktı. Fermanın içeriğiyle ilgili şu bilgi verilmiş: "Ağlasun'da Karagöz denen Yörük taifesinden İstanbul'a yollanacak zahireler için deve istemeye giden görevliler Yörükler tarafından feci şekilde dövülüp sakatlandıkları bu kavga çıkaran kişilerin kimler olduğu bildirilmesi istenmektedir." (Kaynak: Osmanlı Belgelerinde Aleviler, Kizildelisultan.com)



Truva İle Bunların İlgisi Ne?



Yazının bu bölümüne kadar, bir polemik yazısına uygun olarak, kafa karıştırıcı ve şüphe uyandırıcı bilgiler paylaştık. Yukarıdaki verilerin doğruluğu yanlışlığı konusunda Bizim Gazete ekibinden net bilgiler verecek arkadaşımız bulunmuyor. Zaten bizim işimiz de değil. Biz sadece iddia ve bilgileri aktarmakla yetindik. Luviler ile, Ağlasunlular arasındaki akrabalığın derecesi nedir; bu akrabalık Luviler ile Alevilerin ilgisi konusunda ne kadar büyük bir delildir, şimdilik bilmiyoruz. Ancak beyin fırtınasını sürdürüyoruz.

Uzatmadan konuyu Truvalılar ile Luvilerin ilgisine getirmek istiyoruz. Bu ilginin sırrı Truva'da yapılan kazılarda ortaya çıkan bir hiyeroglifik mühre dayanıyor. Yanda resmini gördüğünüz bu mührün önemi ise Luvi dilinde olması. Bilim adamları buradan hareketle Truva (Troy) kentinde Luvi dilinin konuşulduğuna inanıyor. Bazı bilim adamları ise Etkürikslerin bir Luvi kolu olduğunu düşünmekte.



Luviler Alevi, Truvalılar Luvi İse...



Yukarıda kesinliği kanıtlanmamış iddialardan ortaya çıkıp bir bir varsayım üretelim. "Luviler Alevi, Truvalılar Luvi ise" dediğimiz anda, polemiğin başlığına ulaşmış oluyoruz. Truvalıların Luvi, Luvilerin de Alevi olması iddiaları doğruysa eğer; Achilles tarafından öldürülen Truva Prensi Hektor'un da Alevi olduğu sonucu ortaya çıkabilir. Eski Yunan destanlarında ve tarihsel kaynaklarda Achilles'in Hektor'un intikamını almak isteyen Truvalılar tarafından öldüğü kabul edildiğine göre; Yunan savaşçısı ve yarı tanrı Achilles'i Alevilerin öldürmüş olabileceği sonucuna ulaşılmakta.















Alevilerin kökleri ve geçirdikleri evreler (4)

Ali ERDOĞAN

elbistanliali@fsmail.net

Alevilikte, eline, beline, diline sahib olma düstürü, Anadolu’ya İslamlık gelmeden önce varmış. Dede, yola giren evlı iki çifte uygularmış. İlk mührü, ağzın üstüne konurmuş. Bundan sonra topluluğun sırlarını sakla. Yalan, kötü söz söyleme. İftira etme diye. İkinci mührü talibin ellerinin üzerine koyar. Kimseyi öldürme, hiç bir canlıya zarar verme, başkasının malına izinsiz el uzatma... Üçüncü mührü talibin belin üzerine koyar. Eşine sadık ol, yuva yıkma, harama el uzatma... Bu talip adayları halkın huzurunda söz verirler. Sonradan cana kıyan, hırsızlık eden, birden fazla kadınla evlenen, zina yapan olursa DÜŞKÜN sayılır. Affı yoktur. Yalan söyleyen, kavga eden ise MÜŞKÜL sayılır. Af yolu vardır.

Alevilik 4.yüzyıldan bu yana Luvilerin inanışıydı. ANAERKİL yaşamın Kadın Ana’lar tarafından yönetiliyordu. Küçük Dergah-Devlet oluşumları vardı. En büyük Devletlerı Danışmentlılerdı. Sonradan yıkılmış olmasına karşın Alevi ocakları yaşamlarını sürdürdü.

Bugün Alevilerin kadınlara saygılıyiz söylemi, ataları olan Luviler zamanında yaşamı örgütleyen Ana Kadından gelmektedir. Savaş ve yaşamı organize eden kadınlar olduğunden kaynaklanıyor. Zamanla kadına saygı erazyona uğramış. Gerçek Aleviliğin ruhuna uygun düşmemektedir. Sözde kalmış dersek yalan söylemış olmayız.

Alevi ocakları

1-Manakiyan Ocağı- günümüzde Pirsultan Abdal Ocağı.

2-Achean Ocağı- günümüzde Ağucen Ocağı.

3-Ladik Ocağı- günümüzde Yanyatır Ocağı. Tahtacı Aleviler yaşar.

4-Efes Ocağı.

1419 yılında Şeyh Bedrettin mürütleri, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından başlatılan Alevi isyanına katılanlar buranın talipleriydi.

5-Niksar Ocağı- Yerinde dergah- Devlet vardı. Danışmentli olarak adı geçer. Büyük Bahai Başkaldırısı’nın merkezi Niksar Ocağıydı. Önderi Baba İlyas’tı. Ocağın Mürşidi idi

6-Dimetoka Ocağı- Batı Trakya’da.

Vanesa ya da Hacıbektaş

Luvı dilinde ‘Ana Kraliçe’ anlamında, Kadın analar tarafından yönetilirmiş Şimdiki Hacıbektaş Veli Dergahı. Cam bir teşhir dolabı içinde segilenen dergah mührü, dergahın kaybolmuş bir Alevi uygarlığına kadar uzanan aidiyet bağını ortaya koyar. Girişin sağında ve solunda sıralanmış 12 velinin mezarları bulunur.

Strabon’a göre yüz ‘talaton’luk bir geliri varmış. Üç bin derviş bulunurmuş ve ayrıca verimli arazileri varmış. Resmi tarih ise1240 yılında Hacı Bektaş-i Veli tarafında kurulduğu söylenir. Oysaki Hacı Bektaş-ı Veli Karaca Höyük Dergahına sığındığında, Dergah dört bin yıl önce Luviler zamanında olduğu gibi Kadın Ana’nın yönetiminde, kadın dervişlerin komin hayatı yaşadıkları bir kadın bacılar dergahı idi.

Bir Luvi Şehir Devleti: TRUVA

Kaz Dağlarının eteğinde, Hisarlık mevkiindedir. İzmir’li Ozan Homeros’un ünlü İlyada Destanı’nda anlatıldığı savaş. M.Ö. 12. Yüzyıda, bu şehrin surları önünde işlenmiş. Şehri kuşatan Akhalılar ve müteffikleri Yunan Krallıkları ile Kentlerini koruyan Truvalılar ve onların yardımına koşan Anadolu Halkıdır. Savaş bittikten üç Asır sonra kaleme alınmş bu destan. İlyada Destanı 24 bölümden oluşur ve 16.000 dizedir. Destanda Helen (Yunan) bakış açısı hakimdir.

Truva da bir çok kazı yapılmış. İlk kazı (1870-1873). En son (1942-2005) yıllarında Alman Arkeolog Tarih Öncesi ve Eski Çağ Pro. Manferd Korfman başkanlığında yapılan kazılar sonunda eski görüşlerin yanlış olduğunu ispatlar. Kazıda bir mühür bulunur. 1995 yılında neticeyi bilim dünyasına sunar. Mührün üzerindeki yazı Hellence değil. Livice yazmak için kullanılan Hitit hiyeroglifleri söz konusu. Yani Truva V1 Miken-Helen dünyasının bir parçası değil. Truva savaşının yaşandığı yıllarda Truva Şehrinde Luviler yaşıyordu. Kazıda bulunan mührün bir yüzünde erkeğin, diğer yüzünde kadının adı vardı. Kadın erkek arasındaki mutlak eşitlik söz konusu oluyordu. Cinsiyet arası eşitlik Luvi sosyal hayatına özgü bir durumdu. Kadın Ana’nın halkı yani Alevi halkı olduğu ortaya çıkmış oluyordu.

Abdal Musa ve Alevilik

Abdal Musa 13. Yüzyılın son çeyreğinde Toros Dağları’nın eteklerinde dünyaye geldi. Ergen olunca Anadolu ve Balkanlar’daki Alevi Dergah ve Ocaklarını gezdi. Malya savaşında geriye kalan Alevileri bir araya getirdi. Karacahöyük Dergahını gezdi. Ve aradığını burada buldu. Burada derviş oldu. Sonra hakikat mertebesine ulaştı.

Bugün yeryüzünde Alevilikten söz ediliyorsa, 14. Yüzyıl başlarında, Karacahöyük Dergahı’nı çekip çeviren Pir Bacı, Luviler’in kutsal ‘Ma / Kadın Ana’sının varisi ‘Kadın Anay’dı’. ‘Kadın Ana’ Abdal Musa’yı kendisine yol oğlu alır. O’nu eğitir Alevi Erkanınca. Birikimini ve beklentilerini ona emanet eder.

Semavi dinlerin hükümranlığıyla yaşamı, erkekler şekillendirmeye, yönetmeye başladılar. Kadınlar, çocuk doğuran ve ev hizmetçisi durumuna düşürüldüler. Alevi bacıların 13.yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, gezgin dervişlerden sabırla topladıkları sırları ve kerametleri, kendi belleklerinden sakladıkları kadim bilgilerini de üzerine koyarak Abdal Musa’ya teslim etmeleri bunda olsa gerek. Abdal Musa beş bin yıllık bir mirası devr alarak günümüze dek getirebilmiştir. Aleviliğin on bin yıllık uzun bir tarihi var. Bu gün ise Türk-İslam sentezi içinde eritilmeye çalışılıyor.

Hıristiyan eliyle tarumar edilmiş Aleviliği özlemlerine kavuşturmak için, canla başla büyük bir tutku, sarsılmaz bir irada ile çalıştı. Anadolu’da Alevi inancını canlandırdı ve eşi bulunmayan şair Kaygusuz Abdal’ı yetiştirdi. Mısır’a gönderdi. Uzun süre haber alamadı. Alevi sofrasında, yemek bitip duva verildikten sonra üç lokma alınırdı. Abdal Musa, Kaygusuz aç mı diye düşünürdü. Sofra kalkacağı zaman bir lokma alınır bu da Kaygusuz Abdal için olsun der. Ondan sonra Alevi erkanı son lokmayı Kaygusuz için alır. Kaygusuz 7 ulu ozanımızdan biridir.

Bazı Aleviler kendilerini İslami motifleri içerisinde gizlemeye çalışıyorlar. Yaşamında bizzat Aleviyi yakan Hz. Ali’ye sarılıyorlar. Düzenden korku belası “gerçek Müslüman biziz” diyorlar. Bir şey alırken verirken elini dokundurur “Fatma ananın eli olsun” der. Burda Hz. Ali’nın karısınden söz eder. Aslında, Luvi yaşamındaki ‘Kadın Ana’dır, söyledığı ana. Devasm edecek











































Bu Türkler de nereden çıktı?



Ortaçağda özellikle Katolik Avrupa, Türklerin Troya kökeninden geldiğine inanıyordu. Avrupalının o zaman da sorduğu soru şuydu: "Bu Türkler de nereden çıktı? Bunlar bizden mi, değil mi?"

Troyalılar Türk müydü? - 1 / Haluk Şahin yazıyor



Tarihte bazı tartışmalar mevsim fırtınalarına benziyor: Bir süre estikten sonra duruyor. Zamanla insanlar öyle bir fırtına olduğunu bile unutuyorlar. Ama, günün birinde rüzgâr yeniden esmeye başlıyor. Bakıyorsunuz, a, aynı fırtına!

Troyalıların Türk olup olmadığı tartışması böyle bir şey. Ortaçağ boyunca Avrupa'da tüm şiddetiyle esmiş. Sonra yavaş yavaş unutulmuş. Ama zaman zaman, çeşitli vesilelerle yeniden hissettirmiş kendisini. Tıpkı şimdi, Troya filminin ardından, bir kez daha hatırlanması gibi.



İkinci filmin altyapısı mı?

Filmi görenler biliyorlar. Troya'nın tahta at hilesi sonucunda düşmesinin ardından, kent cayır cayır yanarken, güzel Helen'in sevgilisi Paris, babası Kral Priamos'un kendisine verdiği Troya kılıcını Aenas adlı bir gence (ki yeğenidir) veriyor ve ona ağzında bulundukları tünelden kenti terk etmesini söylüyor. Burada belki de yönetmen Wolfgang Petersen bundan sonra yapacağı bir filmin altyapısını hazırlıyor.

Çünkü, Aenas'ın Troya'dan kaçısı ve İtalya'ya gelerek Roma'yı kuruşu, büyük Latin ozanı Vergilius'un Aenid adlı klasik eserinin konusunu oluşturur. Bakarsınız, Troya'nın gişe başarısından memnun kalan Warner Brothers şirketi, Petersen'e Troya soyundan gelenlerin serüvenlerine ilişkin bir "epik" film daha yaptırır...



Troyalılar 'örnek-ata'

Troya savaşının öyküsü efsane ile tarih arasındaki gri bölgede olsa da, Yunanlıların kılıcından kurtulmayı başarabilen Troyalıların nereye gittikleri, neler yaptıkları hep merak konusu olmuştur. Avrupa'da bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapılmış, özellikle şövalyeler döneminde Troyalı kahramanlardan esinlenen pek çok öykü yazılmıştır.

Anadolulu ozan Homeros'un İlyada adlı destanında sevecen bir yaklaşımla anlattığı Troya yiğitleri, birçok Avrupalı ulus için "örnek-ata" rolü oynamış; başta İtalyanlar, Fransızlar, İsveçliler olmak üzere pek çoğu soylarının Troya'ya dayandığını öne sürmüştür.

Türklerin Troyalı olduğu iddiası bunlardan biraz farklı, çünkü Türklerin Troyalı olduğu iddiası bizzat Avrupalılardan geliyor. Gerçi daha sonra Fatih Sultan Mehmet de bu iddiayı destekleyen şeyler söylüyor ama; soru, Avrupalıların kafasında beliren ve bugün bile tam olarak yanıtlayamadıkları anlaşılan bir sorudur:

"Bu Türkler de nereden çıktı? Bunlar bizden mi, değil mi?"

Bu sorunun özellikle Türklerin Malazgirt Savaşı'yla (1071) Anadolu'nun kapılarını açmaları ve Türk akıncıların Avrupa sınırlarını zorlamaya başlamalarıyla Avrupalıları sıkıştırmaya başladığını, 1453'te İstanbul'u almalarıyla doruğa çıktığını düşünebiliriz. Hiç tanınmayan, farklı bir dini olan, Asyalı bir güç hızla ilerlemektedir. Kimdir bunlar? Niçin bu kadar güçlü ve başarılıdır?



Türkler, Turkus'un torunları

Türklerin Troyalıların soyundan gelmiş olabileceği iddiası bu bağlamda ortaya atılır. Bu öneriye göre, Türkler Troya'nın soylu cengâverlerinden Turkus'un torunlarıdır. Troya düştükten sonra Asya'nın içlerine çekilmiş olan bu Turkusçular, intikam almak için geri dönmektedir.

Benim Türklerin Troyalılığına değinildiğini gördüğüm ilk kaynak da 6. yüzyıla gidiyor. Yani Türklerin Avrupa'ya yönelmelerinden çok öncelerine. Fransız tarihçisi Jean Poucet, "Le myth de l'origine troyenne au Moyen age et la Renaissance: un exemple d'ideologie politique" (Ortaçağda ve Rönesans'ta Troyalı kökenlilik mitosu: siyasal bir ideoloji örneği) adlı kitapçığında 6. yüzyılda yaşamış olan tarihçi Fredegaire'ın şunları yazdığını aktarıyor:

"Troyalılar Avrupa'ya geldiklerinde ikiye ayrıldılar. Bir tanesi Francion'lu Frankların, ötekisi ise Turcoth'lu Türklerin ortaya çıkmasına yol açtı. Franklar Ren Nehri'ne doğru yöneldiler, ötekiler ise Tuna dolaylarında kaldılar. Bunlar kendilerine Turcoth adlı bir kral seçtiler. Türklerin adı da buradan geliyor."



Franklar ve Türkler

Yine Poucet, 1190 ile 1264 yılları arasında yaşamış olan Vincent de Beauvais'nin "Speculum historiale" adlı Latince eserinden şu alıntıyı yapıyor:

"Troya'nın tahrip edilmesinden sonra Troya askerleri ikiye ayrıldılar. Bir grup Troya kralı Priamos'un oğlu Hektor'dan torunu Francon'u takip etti; ötekilerse Priamos'un oğlu Troilus'tan torunu Turkus'un peşinden gittiler. İşte bu yüzden bugün adları Franklar ve Türkler olan iki halk var."

Görüldüğü gibi, Kral Louis IX'a sunulan ve o dönemdeki tarih bilgisini özetleyen bu eserde spekülatif değil, olgusal bir dil kullanılmış.

Kafkas dağlarının arkası

Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Toplumsal Tarih dergisinin 116. ve 118. sayılarında bu tartışmayı geçen yıl gündeme getirmiş olan tarihçi Stefanos Yerasimos, o dönemde egemen olan algılamaya örnek olarak Andrea Dandolo adlı Venedik tarihçisinin 1354 yılında yazdığı şu cümleleri örnek gösteriyor:

"Türklerin vatanı Kafkas dağlarının arkasındadır. Kökenleri Troyalıların kralı Priamos'un oğlu Troilos'un oğlu Turkos'a dayanmaktadır. Turkos kentin alınmasından sonra yandaşlarının büyük bir bölümüyle bu yörelere sığınmıştır."

Gene Fransız tarihçisi Poucet'ye göre, 1460'lı yıllarda yazan Sebastien Mamerot adlı tarihçi de benzer şeyler yazmıştır:

"İşte bu yüzden günümüzde oralarda egemen olan Türk kadın ve erkekleri çok yiğit ve çok güçlü Hektor'un soyundan gelmektedir."

Bu arada Türklerle Troyalılar arasındaki ilişkiyi Vergilius'un sözünü ettiği "Teucri'ye bağlayanlar, bu kelimeyi 'Türk' anlamına gelen Latince 'Turci' ve İtayanca 'Turchi' kelimelerinin kaynağı sayanlar da çıkmış.



'Troya'nın öcü alınacak'

Öyle anlaşılıyor ki, ayrıntılarda farklılıklar olsa da, Türklerin Troya kökenli olduğu "mitos"u, bu dönemde Katolik Avrupasında çok yaygın kabul görmüş, adeta sorgulanmaz bir olguya dönüşmüştür. Bunu Ortaçağın sonlarında Türkiye'yi ziyaret eden gezginlerin yazdıklarından da anlıyoruz.

Örneğin, İstanbul'un Fatih tarafından alınmasından 15 yıl kadar önce Türkiye'ye gelen, bu arada Troya'yı arayan ve Bozcaada'yı gezen Katalan gezgin Petro Tafur, Türklerin Troyalı olmaları nedeniyle Troya'nın öcünü mutlaka alacaklarını yazmıştır. Hiç lamı cimi yoktur.

Ondan 5 - 6 yıl sonra (1444) gelen gezgin Anconalı Cyriac da Türklerin Troyalılığını sorgulamaya bile gerek görmemiştir. Ona göre dünyamız (ki Akdeniz o dönemde öyle görülüyordu) ikiye parçalanmıştır ve bu bölünmüşlüğe son vermenin sorumluluğu iki kavmin omuzlarındadır:

"Yunanların çocuklarının ve Troyalıların çocukları olan Türklerin!"

Anconalı Cyriac, 15. yüzyılda Türklerle Yunanlıları barış yapmaya ve uygarlıklar çatışmasına son vermeye davet ediyor!

Günümüzde Ege'nin nasıl paylaşılacağı ya da bütünleştirileceğinin tartışmasını yapan Türk ve Yunan diplomatları rollerinin bir zamanlar böyle tanımlandığının farkındalar mı acaba?

Bu dönemde Türklerle Troyalıların özdeş tutulmalarının bir örneğine de Eski İzlandaca sözlüklerde rastlıyoruz. Bu sözlüklerde "Tyrkir" kelimesinin iki anlamı olduğu görülüyor:

1) Türk, 2) Troyalı.

Ortodokslarla çatışma

Türklerin Troya kökenli olduğuna ilişkin savının özellikle Katolik dünyasında benimsenmiş olmasını, onların büyük rakipleri Ortodokslarla çatışmaları çerçevesinde açıklayabiliyoruz. Türklerin Ortodoks Bizansı yenmesi, Trakya'ya geçip Ortodoks Sırpları yenilgiye uğratması, Katolik dünyasında memnuniyet yaratmıştı. Balkanlarda Ortodoksların da, Katolik boyunduruğuna düşmektense Müslüman Osmanlıların yönetimi altında yaşamayı tercih ettiklerini söylediklerini tarihçiler belirtiyorlar...

Ama, ne zaman ki, Osmanlılar Avrupa'nın içlerine yönelip Katolikler için de tehlikeli hale geliyorlar, bu kez tam tersi oluyor, bizzat Katolikler tarafından Türklerin asla Troyalı olamayacağı yönünde savlar üretilmeye başlanıyor.



Tehdit olunca savlar değişti

Tarihçi James Harper, bu dönüşümü şöyle anlatıyor:

"Katolik Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni topraklar alarak genişlemesinden ve kültürel 'ötekiliğinden' doğrudan doğruya tehdit edildiğini hissettiğinde Türklerin Troyalılığına karşı çıkan savlar büyük bir önem kazandı. Troya kökeni soyluluk ve üstün ahlaklılık işareti sayılıyordu; İstanbul ile Roma arasındaki düşmanlık artınca, bu hasletlerin düşman halka tanınmaması bir zorunluluk haline geldi. Başta Papa II. Pius olmak üzere alimler tüm enerjilerini Türklerin Troyalı olamayacağını kanıtlamaya yönelttiler." ("Rome versus Istanbul: Competing Claims and the Moral Value of Trojan Heritage" - Roma İstanbul'a karşı: Karşılıklı İddialar ve Troya Kökenliliğin Ahlaki Değeri.)

Roma'da durum değişmişti. Peki, bu sırada İstanbul ne yapıyordu?



YARIN:

FATİH SULTAN MEHMET HEKTOR'UN ÖCÜNÜ ALDIK" DEDİ Mİ?



MILLIYET 30/05/04



Fatih Sultan Mehmet Troya'ya gitti ve böyle dedi

'Troyalıların öcünü aldım!'



Mustafa Kemal Atatürk'ün de, Fatih Sultan Mehmet gibi, 'Dumlupınar'da Troyalıların öcünü aldık' dediği iddia ediliyor

Troyalılar Türk müydü? - 2 / Haluk Şahin yazıyor



Ortaçağ boyunca özellikle Katolik Avrupa'da Türklerin Troyalıların soyundan geldiği inancı çok yaygındı. Peki, Türkler bunun farkında mıydı? Farkında iseler bu konuda ne diyorlardı?

En azından bir Osmanlı padişahının bunun farkında olduğu hemen hemen kesin: II. Mehmet. Yani Fatih. Onun bu konuda yaptığı söylenen yorum da çağlar ötesinden yankılanarak günümüze ulaşıyor...

İleri görüşlü bir hükümdar olan II. Mehmet Arapça ve Farsça'nın yanı sıra İtalyanca ve Rumca da biliyordu. Eski Yunanca okuyabilen genç padişah için özel olarak yazılmış Ilyada kopyası Topkapı Müzesi'nde bulunuyor. Geçen yıl İstanbul'da açılan Troya sergisinde sergilendi. Fatih'in İlyada'yı bir çok kez okuduğu, Akhilleus (Aşil) ve Hektor gibi kahramanları iyi bildiği düşünülüyor.

Fatih'in Troya'ya ilişkin sözlerinin kaynağı İmrozlu Kristovulos adlı bir Rum tarihçi. İmroz bugünkü adıyla Gökçeada. Kritovulos bir çeşit saray tarihçisi olarak padişahla seferlere katılırmış. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın Anadolu Uygarlıkları kitabına göre, Fatih'in yakın çevresinde bulunan bu tarihçinin tek nüsha olarak yazdığı eser yüzyıllar boyu Topkapı Sarayı arşivinde unutulmuş olarak kaldıktan sonra bulunmuş ve 1912 yılında Osmanlı Meclisi'ninde İzmir milletvekili Karolidi tarafından Türkçeye çevrilmiş.



Haksızlığın cezasını verdim

Fatih'in 1462 yılında çıktığı seferi Kritovulos anlatıyor: "II. Mehmet Çanakkale Boğazı'nı ordusuyla birlikte geçti, Küçük Frigya'ya doğru ilerledi ve Ilion'a vardı. Harabeleri ve eski Troya kentinin kalıntılarını gezerek, büyüklüğünü, konumunu, artbölgesinin genişliğini, karayla ve denizle olan ilişkisinin yararlarını inceledi. Akhilleus ve Ajaks gibi kahramanların mezarları hakkında da bilgi aldı. Anılarını ve kahramanlıklarını saygıyla andı ve bu yüce anıyı yaşatan Homeros gibi şairleri bulunduğu için mutlu olduklarını düşündü. Başını yavaştan sallayarak 'Tanrı bunca yıl sonra da olsa bu şehrin ve sakinlerinin öcünü almayı bana bahşetti. Düşmanlarını dize getirmek, şehirlerini talan etmek ve ganimeti Mysia'lılara vermek bana nasip oldu. Geçmişte bu toprakları Grekler, Makedonyalılar, Tesalyalılar ve Peleponezliler talan etmişlerdi. Onların soyundan gelenlere hak ettikleri cezayı ben verdim, o zaman ve daha sonraki yıllarda biz Asyalılara yapılan haksızlık benim gayretlerimle telafi oldu' dediği rivayet edilir."

'Biz Asyalılar'

Bu çeviriyi Stefanos Yerasimos'un "Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri" adlı kitabından aldım. Yerasimos, Toplumsal Tarih dergisinin 116. sayısında çıkan yazısında, bu alıntının "resmi tarihçi" Kritovulos tarafından Fatih'in onayı olmaksızın yazılamayacağına göre, gerçeği yansıtması olasılığının yüksek olduğunu belirtiyor. Görüldüğü gibi, bu alıntıda Fatih Sultan Mehmet, Troya kentinin öcünü aldığını açıkça söylüyor ve kendisinden "Biz Asyalılar" dize söz ediyor. Asyalılık hep Troyalılığın övünülen özelliklerinden birisi olagelmiş. Troya Savaşı da (tıpkı 3 bin yıl sonraki Çanakkale Savaşı gibi) başta Heredot olmak üzere tarihçiler tarafından bir Avrupa - Asya savaşı olarak değerlendirilmiş.



Asya: Soyluluğun kaynağı

1951 yılında "Türklerin Avrupalılarla Müşterek Troya Menşeleri Efsanesi Üzerinde Araştırma" başlıklı bir kitapçık yayımlayan tarihçi Reşid Saffet Atabinen, Homeros'un İlyada'yı yazdığı ya da topladığı dönemde Avrupa - Asya kavramının Ege denizinin doğu ve batı kıyılarına özgü olduğunu hatırlatıyor ve "Şu halde Troya menşei denilmekten maksat, Avrupa Helenlerine karşı Asya menşeidir" diyor. Yani: Bir yanda Yunanlılar, öte yanda Troyalılar. Bir yanda Avrupalılar, öte yanda Asyalılar! Avrupalı ulusların ve soyluların kökenlerini Troya'ya bağlamak istemelerinin nedeni ise, Ortaçağ'da Troya'nın, yani Asya'nın, üstün cengaverliği ve ahlakı temsil ettiğine inanılmasıdır. Avrupalı kendi soyluluğunu, kökenlerini Asya'ya bağlayarak kanıtlamaya çalışmaktadır. Üstün ve görkemli olan Asya'dır!

Fatih'in Bizans'ı mağlup ederek Troya'nın öcünü aldığı görüşüne İstanbul'un fethinden sonra Batılı kaynaklarda da rastlanıyor. Tarihçi Atabinen, Floransa şehrinde Yunan edebiyatı okutan Demetrius Chalcondylas'ın 1462 tarihinde (yani Fatih'in Troya'yı ziyaret ettiği yıl) yazdığı eserde şöyle bir söylentiyi kağıda döktüğünü belirtiyor: "Vaktiyle Troya şehri Rumlar tarafından tahrip edilmiş olup, İstanbul'un bu Troyalıların (soyundan) geldikleri söylenen yabancılar tarafından zaptı, bir çoklarının ve bilhassa Latinlerin kanaatlarına göre, tedip ve intikam eseri olarak telakki edilmiştir." Kostantinopolis'in kuşatması sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore'nin yazdığı bir mektupta Sultan II. Mehmet'e "Troyalıların Prensi" demesi de anlamlıdır. Demek ki, kuşatma altındaki kentte de Türkleri Troyalıların devamı sayanlar varmış

Fatih'ten Papa'ya mektup

Fatih'in İstanbul'u aldıktan sonra kendisini Roma İmparatorluğu'nun varisi saydığı biliniyor. Bu yüzden ülkeden "diyar-ı Rum", Fatih'ten de "Kayzer-i Rum" yani "Roma hükümdarı" diye söz edildiği de olmuş. Fatih, bu iddiayı, biraz da, Romalılar gibi Türklerin de Troyalıların soyundan geldiklerine dayanarak yapmış olabilir mi?

Bu görüşü destekleyen önemli bir işaret var. Hem de edebiyatta deneme türünün babası sayılan Montaigne'nin denemelerine geçmiş bir "belge". Buna göre Fatih kendisine karşı kampanya açmış olan Papa II. Pius'a mektup yazarak şöyle demiş: "İtalyanlarla aynı kökten olduğumuz ve onlar gibi Rumlardan Hektor'un kanının intikamını almaya hakkım olduğu halde, İtalyanların bana düşmanca davranmalarına ve Rumları bana karşı korumalarına hayret ediyorum."



Troya Savaşı sürüyor!

Daha önce belirttiğim gibi, Osmanlı'nın yükselişi ve Avrupa'nın içlerinde ilerleyişi Katolikleri de tehdit etmeye başlayınca, o güne kadar yüzlerce yıl Türklerin Troya kökenli olduğunu savunan çevreler bu kez Türklerin niçin Troyalı olamayacağının gerekçelerini araştırmaya başlamışlardır. Papa II. Pius bunlardan biridir. Katolik dünyası Türklere karşı Hristiyanlık duvarını yükseltme çabasındadır. Aradan 500 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Katolik çevrelerin bu kez de Türklerin Avrupa Birliği'ne alınmasına karşı benzer savlar kullanmaları ilginçtir. "Türkiye alınırsa Avrupa biter," diyen Giscard d'Estaing gibi koyu Katolikler aşağı yukarı Papa II. Pius'la aynı dili kullanıyorlar. Bu anlamda Doğu - Batı çatışmasını simgeleyen Troya savaşı hala devam ediyor!



Atatürk de dedi mi?

Bu savaşın bir başka evresinde Mustafa Kemal Atatürk'ün de Fatih gibi "Hektor'un öcünü aldık!" deyip demediğine gelince... Sabahattin Eyüboğlu "Mavi ve Kara" adlı denemeler kitabında Atatürk'ün yanındaki bir subaya "Dumlupınar'da Troyalıların öcünü aldık," dediğini yazar, benzer sözleri 1921'de Sakarya muharebesinden sonra söylediğini öne sürenlere de rastladım. Ancak tarihsel belge yok. Bu konulara çok kafa yormuş sinema yönetmeni ve araştırmacı Metin Erksan bu iddianın doğru olmadığını söylüyor... En büyük Troya savaşlarından biri olan Çanakkale'de yıldızı parlamış olan ve saldırganlara karşı Asyalıların onurunu savunmuş olan Mustafa Kemal'in böyle bir şeyi söylemiş olmasa bile, söyleyebileceğini varsayabiliriz. Düşünün ki, 1915'te, yani tam 3000 yıl sonra aynı yöreye saldıran düşmanın gemilerinden birisi Akhalıların komutan Agamemnon'un adını taşıyordu.

Başka bir yazımda dediğim gibi, yakıştırma olsa da yakışan bir yakıştırma!



YARIN: TÜRKLER TROYALIDIR. TROYA'NIN BİR ANADOLU KENTİ OLARAK YENİDEN KEŞFİ...

YENİ TROYA SAVAŞLARI VE TÜRKİYE



MILLIYET 31/05/2004



Troya Anadolu'ya aitti



Troya, 1870 yılından bu yana üçüncü kez kazılıyor. Üçüncü dalga kazıları yöneten Manfred Korfmann Troya'ya Anadolu'dan bakıyordu. 1982'den beri yörede yaptığı kazılar ve Hititologların bulguları onu haklı çıkardı

Troyalılar Türk müydü? - 3 / Haluk Şahin yazıyor



Troyalılar Türk müydü sorusuna sağlıklı bir yanıt verebilmek için önce sormak gerekir: Troya neresidir? Troya nedir? Yüzyılı aşkın bir süreden devam eden arkeolojik araştırmalar, bu sorulara yanıt vermeye çalışıyor ve önemli ilerlemeler kaydediyor.

Troya, 1870 yılından bu yana üçüncü kez kazılıyor. İlk iki kez kazanlar oraya Yunanistan'dan bakıyorlardı ve kafalarındaki bir şeyi kanıtlamaya çalışıyorlardı. İlk kazıyı başlatan Alman serüvencisi, amatör arkeolog Heinrich Schliemann, bir Homeros ve antik Yunan uygarlığı hayranıydı. Bu yüzden eşini boşayıp Yunanlı bir kadınla evlenmişti. O, İlyada'nın tamamen gerçeklere uygun olduğuna inanıyor, Tahta At hilesiyle düşürülen kenti, Priamos'un sarayının kalıntılarını arıyordu. Ölümünden sonra kazılarını devam ettiren asistanı Dörpfeld de, daha gerçekçi olmakla birlikte, bu bakış açısını paylaşmaktaydı.

Schliemann, 1874'te bulduğu ve Yunanistan'a kaçırdığı hazinenin Priamos'un hazinesi olduğunu düşünüyordu. Sonradan bunun aslında tam 1200 yıl öncesine, yani MÖ 2500'e ait olduğu kanıtlandı!



Miken uygarlığı bağlantısı

Troya kazılarının ikinci dalgasını yöneten (1932-1938) Amerikalı Carl Blegen de bölgeye Atina'dan, benzer bir bakış açısıyla gelmişti. Buluntulara hep Ege'deki Miken uygarlığına bağlantı açısından bakıyor, Troya'nın Yunan uygarlığının bir uç karakolu olduğu düşünüyordu.

Bunun bir nedeni, bu arkeologların hiç de haksız olmayan antik Yunan uygarlığı hayranlığı ise, bir başka nedeni de henüz Anadolu'da bir alternatifin ortaya çıkmamış olması idi. Schliemann zamanında Hititler hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyordu, Blegen zamanında ise Atatürk tarafından da desteklenen "Eti" kazılarının meyveleri yeni yeni toplanmaktaydı.

Korfmann ve kazılar

Derken, üçüncü dalga kazılar için bölgeye Almanya'nın Tübingen Üniversitesi'nden Manfred Korfmann geldi. Korfmann'ın kazı geçmişinde Anadolu önemli bir yer tutuyordu. O, Troya'ya Anadolu'dan bakıyordu. 1982 yılından beri yörede yaptığı kazılar ve Hititologların bulguları onu haklı çıkardı: Troya Anadolu'ya aitti!

Troya'nın o büyük savaşın olduğu dönemde, yani MÖ 12 - 13. yüzyılda Hititlerle sıkı ilişkileri olan Wilusa adlı bir Luvi kenti olduğu artık bilim çevrelerince kabul edilmiş bulunuyor. Yoksa Troya'daki ören yerine mermer üzerinde Wilusa - Ilios levhası asılamazdı. Bu işler belediye encümeni kararıyla sokak adı değiştirmeye benzemiyor.

Troya'nın Anadoluluğu yukarıda sorduğumuz soru açısından büyük önem taşıyor. Troya Anadolulu, biz de Anadoluluyuz. O zaman Troyalılar ne? Aramızda nasıl bir bağlantı var? Irksal anlamda değilse bile, mekânsal ve tinsel anlamda onlar bizim atalarımız değil mi?

Troyalılar Türk müydü? sorusuna bir de başka bir sorunun merceğinden bakalım: Hangi Troyalılar?

1870'lerden beri devam eden kazılar Troya olarak bilinen Hisarlık ören yerinde üst üste dokuz kent olduğunu ortaya koydu. Troya'nın 3000 yılı aşkın yerleşim döneminde, bazen kesintilerle, orada farklı kavimler yaşadı. Bilinenler: Luwiler, Helenler, Romalılar... Muhakkak ki, başkaları da var.

Ve tabii, ören yerinin hemen yanı başında Tevfikiye köyünde, onuncu Troya'da bugün yaşayanları unutamayız. Son Troyalılar. Onlar kesinlikle Türk!

Troya filminde öyküsü anlatılan Troyalılara gelince... Onların Hititlerin akrabası Luviler olduğu kabul ediliyor. Hititçeye benzeyen bir dil konuşuyorlarmış. Yani bir Hint - Avrupa dili. Malum, Türkçe o dil ailesine değil, Ural - Altay dilleri ailesine ait.

Peki, o Troyalılar, kimilerine göre savaş, kimilerine göre yangın, kimilerine göre deprem sonucu kentlerini terk ettikten sonra nereye gittiler? Kimlere karıştılar? Nerelerde yerleştiler?

İşte bu soruların yanıtı henüz bilinmiyor. Tıpkı bir zamanlar Türklerin ön-atası ilan edilen Hititlerin (Etilerin) nereye gittikleri bilinmediği gibi.



YARIN: HEPİMİZ TROYALIYIZ





MILLIYET 01/06/2004



Hepimiz Troyalıyız



Homeros uzmanlarının araştırmaları ve arkeolojik çalışmaların ışığında İlyada'nın gerçeği yansıttığı savı güçleniyor. Halikarnas Balıkçısı, "Türklerde Etrüsk kanı var" demişti. Ya Troya kanı?



Troyalılar Türk müydü? - 4 / Haluk Şahin yazıyor



Troya filminde, birçok değişiklikler yapılmış olsa da senaryoya esas alınan İlyada Destanı gerçek olaylara mı dayanıyor, yoksa tamamen hayal gücünün eseri mi? Yüzyıllar boyunca çok araştırılmış bir soru bu. Son yıllarda tarihçilerin, Homeros uzmanlarının ve arkeologların yaptıkları araştırmalarla bu büyük destanın gerçek bir tarihsel fona oturduğu görüşü güçleniyor.

Örneğin, J.V. Luce adlı bir Homeros uzmanı İlyada'da adı geçen yöreleri teker teker dolaştıktan sonra Homeros'un topografyasının doğru olduğunu belirtiyor. İlyada'da adı geçen fiziksel nirengi noktaları da son kazılarla doğrulanıyor. Örneğin, destanda adı geçen mağara-pınar birkaç yıl önce keşfedildi.

Ayrıca, Hitit metinlerinin çözülmesiyle bu sav daha da kuvvetleniyor. Birkaç yıl önce çözülen bir metinde deniz ülkesi Ahhawiya (Akha?) ile Luviler arasında büyük bir savaş yaşandığından söz ediliyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu dönemde Troya uzaktaki kavimlerin iştahını kabartacak kadar zengin bir ticaret merkeziymiş. Bu yüzden saldırılara uğramış.

Troya'ya Ege tarafından bakanlar ve onu antik Yunan uygarlığı bağlantısı içinde değerlendirenler, Troyalıların da denizden gelip yerleşmiş Yunan kökenli bir kavim olduğunu öne sürüyorlardı. Bu savın bilimsel olarak savunulabilmesi artık mümkün değil. Troyalılar Anadolulu.

Kaldı ki, Homeros da Troyayı savunanların Yunanlılardan farklı diller konuştuklarını belirtmişti. Yiğit Hektor ve arkadaşları deniz ötesinden talan için gelmiş saldırganlara karşı çarpışan, farklı kavimlerden Anadolu çocuklarıydı. Bu açıdan da Çanakkale Savaşı ile paralellikler kurulabilir.



'Etrüsk kanı vardır'

Atatürk milliyetçiliği Türk'ün tanımını ırksal olarak değil, yurttaşlıkla, gönüllü bağlılıkla açıklıyor. Anadolu'da yaşayan tüm etnik grupları yurttaşlık düzeyinde Türk sayıyor. Konuyu ille kan bağına indirgemek isteyenlere verilecek en iyi yanıtın Halikarnas Balıkçısı'nın Etrüsklerle ilgili olarak söyledikleri olduğunu düşünüyorum. Güneş-Dil teorisi çerçevesinde Etrüsklerin Türk olup olmadığı da bir zamanlar tartışılmıştı. "Hayır," demişti Balıkçı, "Etrüskler Türk değildir, ama Anadolu'daki Türklerde Etrüsk kanı vardır."

Biz de, ırksal anlamda Troyalıların Türk olup olmadıklarını bilmesek de, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: "Günümüz Türklerinde Troya kanı vardır!"

Daha bile kesin olarak söyleyebileceğimiz bir şey var: "Günümüz Türkleri Troyalıdır."



Troya Savaşı devam ediyor

Troya Savaşı döneminde Troya'nın Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa arasındaki geçiş çizgisini temsil ettiğini daha önce belirttik. Eski Yunanlılar kendilerinden farklı diller konuşan halkları "barbar" sayıyorlardı. Troya, uygarlık olarak onlardan üstün olsa bile, bir "barbar" ülkesiydi. Daha ilerideki dönemlerde, Avrupa Hristiyan olduktan sonra da Ege'nin iki yakası arasındaki uygarlık farklılığı devam etti. Batı tarafı Hristiyan, Doğu tarafı ise Müslüman dünyanın bir parçası oldu. Bu nedenle, Troya savaşları bir ganimet savaşı olsalar bile, hep uygarlıklar savaşı olarak algılandı. 1915 Çanakkale Savaşları'nda da şair Mehmet Akif bölgeye yönelik saldırının "medeniyet" denilen bir "canavar" tarafından yapıldığını söylememiş miydi?

Türkiye'nin Avrupalı olup olmadığı tartışmalarının alevlendiği 2004 yılında durumun hâlâ bu şekilde algılandığını görüyoruz. Ege'nin bir tarafında yaşayanları aralarına kabul ederken öne sürülmeyen itirazlar, öte yanında yaşayanlar için ısrarla kullanılıyor. Troya'nın günümüzdeki sahiplerine ilişkin bir "kültür" farkından söz edilmekte. Bu tabii ki, Doğu-Batı, Asya-Avrupa, Müslümanlık-Hristiyanlık farkının adlarından biridir.

Bazılarının kafasında Troya savaşı devam ediyor. Troya onlar için hâlâ o eski Troya'dır. Türkler ise çağdaş Troyalılar!

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı