20 Ekim 2010 Çarşamba

Aleviler neden iftiraya uğradı?

Aleviler neden iftiraya uğradı?

Zülfü Livaneli'nin dünyanın en önemli üniversitelerinden Princeton'da verdiği konferansın tam metninin 3. bölümü:

Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; eline, diline, beline sahip olmaktır.

Anadolu Aleviliği’nin kurucusu olarak Hacı Bektaş gösterilir. Her yıl Ağustos ayında 500 bin kişinin anmaya gittiği bu bilge adamı anlatan efsaneler, onun Anadolu’ya bir güvercin kılığında geldiğini anlatır. Burada hem Şaman inancındaki kutsal kuş motifine hem de barış temasına gönderme yapılmaktadır.

Efsanedeki barış vurgusu, kuşku götürmeyecek kadar açıktır. Çünkü güvercin kılığındaki Hacı Bektaş, bugün kendi adını taşıyan kasabanın üstüne geldiğinde, yerdeki bir kadın “üstlerinden bir er geçtiği”ni söyler.

Bunun üzerine şahin kılığına giren Kara Donlu Can Baba adlı kişi güvercinin peşine düşer. Güvercin silkinerek insan olur ve şahini boğazından kavrar.

Şahin, “İnsan insana zulmeder mi?” diye sorar. Hacı Bektaş’ın ona verdiği cevap, efsanenin amacını açıklar niteliktedir.

Der ki: “Ben Anadolu’ya gelirken, bulabildiğim en masum yaratığın kılığına girdim. Güvercinden daha masumunu bulsaydım o kılığa girerdim.”

Dostluk, komşuluk temaları...

Aleviler’in yarattığı güçlü edebiyat içinde yer alan bütün efsaneler, şiirler ve özlü sözler, barış, masumiyet, dostluk, şiddet karşıtlığı, komşuluk, eşitlik, sevgi temalarını işlemektedir.

Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim. Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi “oluşum”dur. Tanrı‘nın ilk biçimi, (Budizmde olduğu gibi) insanlar tarafından tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler geçirmiştir ve (Hegelci mantıkta olduğu gibi) kendine yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı’nın olması mümkün değildir.

Bu yüzden insan, Tanrı’nın bir yaratısı, Tanrı’nın yeryüzündeki belirtisi ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisidir. Ademin yeryüzüne sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl bunu şöyle yorumlamaktadır:

“Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek Tanrı’dır.

Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları belirleme hakkına sahiptir. İnsan, ruhsal varlığı ile meleklerden daha aşağı bir kademededir.

Ama bu ruhsal varlık, çok değerli olan insan bedeniyle birleşince bir melekten daha yüksek düşünme kapasitesine sahip olabilir. Bu yeteneğe ulaşmış olan insanlar kamil insan mertebesine yükselir. Bütün bu nedenlerle insan bedeni, cinsellik ve sanat Aleviliğin mutlak olarak olumladığı değerlerdir.”

Genç Abdal şiirinde diyor ki:

“Tanrı’yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı’nın içindedir, onlar tanrıdır.”

Bu tip düşüncelerin, Ortodoks İslam sayılan Sünni mezhebi üyelerini çok kızdırdığı kolayca anlaşılabilir.

Bu düşünceleri taşıyan şair Nesimi, 1714’de Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda çok büyük baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını çarşaf ve peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Anadolu’daki Sünni Müslümanlar Aleviler’i ahlaksızlıkla, ensest ilişkilerle suçlamışlar ve bu söylentiler Alevilik karşıtı bir propagandanın aracı olarak kullanmışlardır. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; “eline, diline, beline sahip olmak”tır.

Bu ilkeler elle yapılacak hırsızlık, dövme gibi kötülüklerden uzak durma, dille hakaret edip yalan söylememe ve cinsel olarak tecavüzde bulanmama anlamına gelir. Aslında bu üç kural da Aleviliğin kökleri hakkında bilgi vermektedir bizlere. Prof. Irene Melikoff bu üç kuralı eski Mani dinine bağlar.

Ağzın, elin ve kalbin mühürleri vardır, Mani inancında. 8. Yüzyıl’da Mani dinine sahip Uygur metinleri bu kuralı “üç damga” olarak adlandırıyor.

Orhun yazıtlarında şöyle deniliyor:

“Bugüne kadar etle beslenen halk , bundan böyle pirinçle beslenecek; öldürmenin kınandığı ülke, iyilik öğütlenen ülke olacak.”

Dünün özeti

Anadolu Aleviliği 11. Yüzyıl’da ortaya çıkmış ve 13. Yüzyıl’da gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu ve yayılışındaki en büyük etken Horasan’dan Anadolu’ya geçen gezici dervişler olmuştur. Bu gezici dervişlere Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri denilmektedir. Türkistan Orta Asya’da, Horasan İran’dadır. Rum deyimi ise Anadolu’yu, yani Doğu Roma topraklarını anlatmak için kullanılmaktadır. Bu erenlerin en önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi’dir. “Türkistan’ın doksandokuz bin pirinin piri” denilen Ahmed-i Yesevi’ye, Horasan’daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu Vilayetname gibi kaynaklarda yazılıdır.

Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akın geliştiren Ahmed-i Yesevi, yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli ülkelere gönderiyordu. Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler yoluyla Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi’nin öğrencilerinden Hacı Bektaş, Orta Anadolu’ya bugün Hacı Bektaş kasabası olan Suluca Kara höyük’e geldi. Otman Dede ve Baba İshak Amasya’ya Sarı Saltık Bulgaristan’a Dede Kargın Antalya’ya yerleşerek öğretiyi yaymaya başladı.

Yedi yüz yıl geçmesine rağmen Yugoslavya’da, Arnavutluk’ta, Bulgaristan’da büyük Alevi kitlesinin yaşamakta oluşu ve Anadolu’da 23 milyon Alevi’nin varlığı bu etkinin gücü hakkında bir fikir verebilir sanırım...

Zülfü Livaneli'nin verdiği konferansın tam metni...

Hacı Bektaş'ta hiç suç işlenmediği için hapishane kapatıldı!
Hacıbektaş'ta suç işlenmediği için...

Zülfü Livaneli'nin verdiği konferansın tam metni...

Bir kültür ve sanat insanı olarak benim rüyam; her türlü değer ve ölçünün merkezine ‘insan’ın yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır...

Gerekli teşekkür cümlelerinden sonra konferansıma bu cümleyle başlamıştım.

Princeton Üniversitesi’ndeydim. Pencerelerdeki vitraylara Albert Einstein’ın e=mc2 formülü işlenmişti. Bu dahi bilim adamının ders verdiği salonda bulunmak heyecan verici bir deneyimin tam ortasında olduğumu hatırlatıyordu.

O salonda çeşitli uluslardan profesörlere ve öğrencilere Ahmed-i Yesevi’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Manikeizmi, Mazdekçiliği, Bogomilleri, Alevilik’teki tanrı kavrayışını anlatıyordum. Zaten bu ilginç Anadolu inancını anlatmak neredeyse misyonum haline gelmişti.

Harvard, İllinois, Michigan, Pennsylvania, Stuttgart üniversitelerinde, UNESCO ve Avrupa Konseyi salonlarında, Versailles Buluşmaları’nda da sunmuştum bu alandaki çalışmalarımı. Çünkü Anadolu İslamı’nın bu aydınlık yüzünün dünyada daha çok tanınması gerektiğine inanıyordum.

Oysa Alevi değildim. Sünni bir ailede doğmuş ve son derece dindar olan ailemde İslam’ın en aydınlık yüzünü görerek büyümüştüm.

Bir Savcı oğlu olarak Kuran kurslarına gönderilmiş, boynumdaki hamaylıda taşıdığım Elifba cüzünü ezberlemiştim. Daha sonra Ankara’da İngilizce eğitim veren Maarif Koleji yıllarımda, hakim emeklisi Hacı dedemin sıkı bir dini eğitiminden geçmiştim. Benim ailemde İslam, iyi insan olmak, temizlik, güzel ahlak, kimseye kötülük düşünmemek, Allah korkusu ve Peygamber sevgisi anlamına geliyordu.

Belki de bu nedenle küçük yaşlardan itibaren önce sezgiyle, sonra akılla, bilgiyle ve mantıkla Alevi felsefesini kendime çok yakın bulmuştum. Çünkü izm’ler arasında, beni en çok anlatan kavram olduğuna inandığım ‘hümanizm’, bu inancın temelini oluşturuyor ve yüzyıllar boyunca ezilmiş, iftiraya uğramış olmaları içimde Alevilere karşı derin bir sevgiye ve dayanışma duygusuna yol açıyordu.

Bu konuda yerli ve yabancı yayınları okudukça ilgim daha da arttı. Osmanlı fetihlerine imza atan Yemiçeri ortalarının Pir Hacı Bektaş değil miydi?

Bektaşi-Aleviliğin kurucusu Hacı Bektaş Ahmed-i Yesevi’nin talebesi değil miydi? Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleştirilmesinde bu inanca bağlı ‘kolonizatör Dervişler’ büyük rol oynamamış mıydı?

Osmanlı’nın kuruluşunda bu inancın önemli bir rolü yok muydu? O zaman niye Yavuz Sultan Selim’den sonra imparatorluğun Araplaşma dönemi başlamış ve Anadolu Alevileri katledilmişti?

Bu soruya basitçe, İran tehdidinden dolayı cevabı verilebilir. Şii İran Şahı’nın, Anadolu’daki Alevileri kullanarak Osmanlı’ya bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.

Ama burada da garip bir durum var.

Yavuz’la savaşan İran Şahı İsmail, Hatayi mahlasıyla (bugün de türkülerini dinlediğiniz) şu şiirleri yazıyordu:

Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül açmaz imiş
Kırmızı gül açmayınca
Sefil bülbül ötmez imiş

Şiir şöyle bitiyordu:

Dost dosttan ayrılmayınca
Dost kıymetin bilmez imiş

Şah İsmail’in bugün yazılmış gibi duran temiz bir Anadolu Türkçesine karşılık, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in şiiri şöyleydi:

merdüm-i dîdeme bilmem
ne füsûn etti felek
eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek
şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
bir gözleri âhûya zebûn etti felek

İkisi de çok güzel şiir ama bir hangisi Türkçe’ye daha yakın?

İran Şahı’nınki değil mi?

Yani İran Şahı Türkçe, Osmanlı Sultanı ise Farsça kelimelerle şiir yazıyor. Sadece bu örnek bile, ulus-devlet çağından sonra yetişmiş olan bizlerin, tarihi bu gözle anlayamayacağımızı göstermiyor mu?

Karl Marx “Fatih ülkeler, fethettikleri ülkelerin kültürlerinin etkisi altına girerler” der.

Bence Osmanlı İmparatorluğu’nda olup biten bir parça bu sözle açıklanabilir.

Arap yarımadası fethedildikten sonra Arap etkisi artmış, gözden düşen Aleviler ise kıyımlara uğratılmış, dağlara kaçmak zorunda bırakılmış ve haklarında binbir iftira üretilerek ‘İslam dışı, ahlaksız’ bir topluluk olarak tanıtılmaya çalışılmıştı.

Bugün skandal yaratan açıklamalar aslında birer gaf değil, yüzyılların kafalara yerleştirdiği bu iftiraların tortularıdır.

Bugün bazı Müslümanlar ‘Kızılbaş’ kelimesini ensest anlamında kullanarak büyük bir günah işlemektedirler.

Çünkü Kızılbaş, 15. Yüzyıl’da Şeyh Haydar tarafından, kendi yolunu izleyenlere önerilen bir 12 dilimli kırmızı bir serpuştur. 12 dilim de 12 İmam’ı temsil etmektedir. Bu serpuşu başlarına takanlara, Osmanlı deyimiyle Alici Türkmenlere Kızılbaş denilmiştir.

Princeton Konferansı metnine giriş olarak yazdığım bu satırlara bazı bilgiler daha eklememe izin veriniz.

Son günlerde televizyonlarda Alevilik konusunda birçok tartışmaya rastlıyorum. 2010 yılında bu konuda hala kulaktan dolma bilgilerle konuşulması açıkçası üzüyor beni. En iyi niyetli olanlar bile Alevilerin Hz. Ali’yi, Hz. Muhammet’ten üstün tuttukları gibi yanlış kanılara sürüklenebiliyorlar.

Alevilerin yüzyıllardır ‘Medet Allah, Ya Muhammed, ya Ali’ demeleri bile bu yanlış inancı silmeye yetmiyor.

Gelin büyük Alevi ozanlarından Teslim Abdal’ın bir deyişine göz atalım isterseniz.

Sen hak peygambersin şeksiz gümansız
Sana uymayanlar dimsiz imansız
Teslim Abdal neyler dünyayı sensiz
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

(Geçenlerde din ağırlıklı bir radyo bu dizeleri Yunus’a malediyordu. Doğru değildir.)

Alevi kültür geleneği o kadar güçlüdür ki arabesk akımlar bu topluluklar arasında yaygınlaşmamıştır. Kültürlerinin en önemli ögelerinden biri olan bağlamayla kendi deyişlerini, nefeslerini icra ederler. Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘İncinsen de incitme!’ öğüdüne uyarlar.

‘Can’a değer verilir...

‘Can’ a değer veren, insanı insan olduğu için önemseyen bir inançtır. Bu konferans metnini yayınlamamızın nedeni, bu konuda eğriyi doğrudan ayırmak ve Aleviliği elden geldiği kadar nesnel biçimde anlatma ihtiyacından kaynaklanıyor.

Bir not da konferansta kullandığım ‘cemaatçilik’ kavramı üzerine.

Bu günlerde Türk basınında cemaat kelimesi çok moda. Oysa ben bu konferansı 2001 yılında vermiştim ve dünyadaki cemaatleşme olgusundan söz ediyordum. Konferansın güncel siyasi gelişmelerle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek isterim.

İyi okumalar.

Aleviler, ibadetlerini saz eşliğinde söylerdikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada.

******

Hacı Bektaş kasabasında hiç suç işlenmediği için hapishane kapatıldı!
Hacı Bektaş’ta, hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesicilik, ne ırza tecavüz, ne hakaret. Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor. Suç işlenmediği için Adalet Bakanlığı 1995 yılında aldığı bir kararla hapisaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. Jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Çünkü işlenmiş bir tek suç kaydı yok.

Öncelikle beni dünyanın en önemli kültür tapınaklarından birisi olan Princeton Üniversitesi’ne davet ettiğiniz için şükranlarımı sunarım. Bir kültür ve sanat insanı olarak benim rüyam; her türlü değer ve ölçünün merkezine insanın yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır. İnsanın değer ve ölçü merkezi olması, ırk ve din ayrımını, milliyetçiliği, bölgeciliği, ideolojik ayrımcılığı ve bunlardan kaynaklanan her türlü fanatizm ve şiddeti önleyebilmenin tek yoludur.

Bugün genişleyen dünyayı tehdit eden ögelerden birisi de cemaatçilik. (communitarianism) Cemaatçilik, genişleyen dünyayı daraltıyor, insanları tehlikeli bir biçimde birbirine düşman ediyor. Cemaatçiliğin alternatifi evrensel bir beraber yaşama teorisi ya da inancı olabilir.

Böyle bir amaca ulaşılabilmesi için 20. Yüzyıl’da çeşitli modeller denendi. Özellikle Almanya’nın uygulamaya çalıştığı ve “multi-kulti” adı verilen çok-kültürlülük programının yarar sağladığını söylemek epeyce zor. Çünkü multi-kulti programı, başat (dominant) bir kültürün yanında yer almış kültür gettoları yaratılması sonucunu doğurdu. Azınlık içinde azınlık grupları yarattı. Olumlu ayrımcılık (positive discrimination) denilen olgulara yol açtı.

Kısacası Alman federal ve eyalet hükümetlerinin büyük paralarla uygulamaya çalıştığı program, cemaatleşmenin önüne geçemedi. İslam dininin cemaatçilik ögesi de son zamanlarda çok vurgulanır oldu. Hatta İslam’da cemaatçiliğin kaçınılmaz olduğunu savunan görüşler ortaya atıldı. Peki, cemaatçiliğin önüne nasıl geçilebilir? Nasıl bir program bu tehlikeli kutuplaşmaları önleyebilir? Bu konuda Anadolu’da yüzyıllar önce yaşanmış ve bugün de izleri sürüp gelen bir geleneği hatırlatarak bazı sonuçlara varmak istiyorum.

Ne kavga, ne hakaret..

Bugün Türkiye mahkemelerinden 27 bin cinayet davası görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan uğruna, namus uğruna ve ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de utanılacak bir şey değil.

Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ve ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın değişik bölgeleri, suçtan ve şiddetten arındırılamıyor. Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren okul cinayetleri bunun göstergelerinden biri.

Şimdi size Orta Anadolu’da bir kasabadan söz etmek istiyorum. Bu kasabanın adı Hacı Bektaş. Adını 13. Yüzyıl’da Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş bir manevi bir otorite olan Hacı Bektaş’tan alıyor. Her yıl Ağustos ayında bu kasabaya 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. Sıcak havada kadınlar, erkekler, çocuklar ağaçların altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar.

Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesilicik, ne ırza tecavüz, ne hakaret.

Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor.

Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar. Kasabada cami yok. İslamın alışık olduğumuz ibadet biçimlerinden hiç birine rastlanmıyor burada.

Tek suç kaydı yok...
Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum. Bu kasabada yıllardan beri hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyleti Adalet Bakanlığı 1995 yılında aldığı bir kararla hapisaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. Jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Çünkü işlenmiş bir tek suç kaydı yok.

Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor?

Suçun her çeşidini dışlayabiliyor?

Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik: Kültür!

Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor. Hacı Bektaş’ın geleneği suç işlemelerine engel oluyor. Irk, dil, din ve cinsiyet ayrımını ortadan kaldırıyor. Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca kişi, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyorlar. İbadetlerini saz eşliğinde söylerdikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil. Dört kadınla evlenmelerine de hiç bir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor. “Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor. Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dionysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta. 21. Yüzyıl’a aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. Yüzyıl’a gitmek gerekiyor.

Tahta kılıç, barışın simgesi

13. Yüzyıl’ın Anadolu’su bir ırklar, dinler, diller karmaşasaydı. Bizans ve Selçuklu egemenliğinde yaşamış olan insanlar, Asya ile Avrupa arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadasını çeşitlilikleriyle zenginleştirmişlerdi. Araplar, Yahudiler, Mecusiler, Yezidiler, Kürtler, Türkler, Pontuslular,

Hristiyanlar, Müslümanlar, Mezopotamyalılar, Süryaniler, Arnavutlar, Asyalılar, Orta Asya steplerinden at sürüp gelen göçebeler, Yunanlılar, Ermeniler, Persler neredeyse bir Babil Kulesi oluşturuyordu. Bu insan zenginliğine Horasan’daki din bilgini ve Sufi, Ahmed-i Yesevi’nin ögrencisi olan Hacı Bektaş da katıldı.

Bugün kendi adıyla anılan Suluca Karahöyük denilen yere geldi ve hümanist öğretisini yaymaya başladı. Aynı yüzyılda, babası Belh şehrinden Anadolu’ya göç eden Mevlana Celaleddin-i Rumi de eski Bizans kenti olan İkonia’da yaşıyordu. Büyük şair ve düşünür Yunus Emre, gezici bir derviş kimliğiyle Anadolu’yu dolaşıyordu. Ahi Evran çalışanlar arsında lonca örgütlenmesini kuruyordu. Şeyh Edebali ise Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey’in manevi öğretmeni olarak, hümanist düşüncelerini yaymaya devam ediyordu. Bu kadar büyük hümanistlerin aynı yüzyılda Anadolu’da öğretilerini yayıyor olması, etkisini çok kısa zamanda gösterdi.

Yıpratıcı, yokedici savaşlardan, Haçlı Seferleri’nden, din çarpışmalarından yorgun ve yoksul düşmüş olan Anadolulular, bu hümanist ve birleştirici düşüncelere dört elle sarıldılar. Anadolu’yu Türkleştiren temel etken bu oldu. Dağların, nehirlerin, köylerin, kentlerin ismi Türkçeleştirildi.

Ve varlığını 600 yıl sürdürecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi temelleri bu dönemde atıldı.

Yüzyıllar öncesinden kalan bir halk şiiri, Hacı Bektaş’ın Anadolu’daki etkisini şöyle anlatır. “Rumelin fethinde ol gerçek veli Tahta kılıç tutar ol batın eli.”

Şiirde geçen Rumeli, Türkler açısından Doğu Roma toprakları anlamında kullanılıyordu. Mevlana Celaleddin’e Rumi denmesinin nedeni de buydu.

Tahta kılıç ise bir barış simgesi olarak ele alınıyordu.

Tahta bir kılıçla savaşılamayacağını, fetih yapılamayacağını herkes bilirdi ama bunun bir simgesel anlamı daha vardı: Tahta kılıç şamanların kutsal saydığı simgelerden birisiydi. Horasan’dan Anadolu’ya geçen Türkmenlerin geldikleri yer ise şaman Orta Asya boylarıydı. Bu boylar 10. Yüzyıl’dan itibaren İslam dinini kabul ederken, Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemişler ve yeni kabul ettikleri dine, Şaman geleneklerini de karıştırmışlardı. Türkler’in İslam dinine geçmelerinin yüzlerce yıl sürmesi ve Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemeleri bu konuda araştırma yapan bilim adamlarının üzerinde birleştiği bir gerçektir.

Türkler yalnız Şaman değildiler. Mani dini’nden Budizme, Nesturilik, Ortodoks ve Katolik, Hristiyanlık ve Museviliğe kadar pek çok dini benimsemiş Türk boyları vardı. Bugün bile bu dini inançlara sahip Türk kavimlerine rastlamak mümkündür.

*****

Dünyanın en iyi üniversitelerinden

Dünyanın en büyük üniversitelerinden biri olarak gösterilen Princeton Üniversitesi, ABD’de en saygın 8 üniversitenin bulunduğu Ivy Lig’de yer alıyor. New Jersey’deki üniversite 1756 yılında kuruldu. Üniversitenin vakıf gelirleri 14.4 milyar dolar olarak hesaplanıyor. 2.4 kilometrekarelik bir kampüse sahip ve yaklaşık 7 bin 500 öğrencisi var. Ayrıca üniversite dünyadaki en büyük 3’üncü üniversite kilisesine ev sahipliği yapıyor. Princeton Üniversitesi 2001 ve 2008 arasında News and World Report tarafından yapılan araştırmada ABD’deki en iyi üniversite seçilmişti.

Anadolu Aleviliği nasıl doğdu?

Anadolu Aleviliği nasıl doğdu?

Zülfü Livaneli'nin dünyanın en önemli üniversitelerinden Princeton'da verdiği konferansın tam metninin 2. bölümü:

Dünün özeti

Zülfü Livaneli’nin dünyanın en saygın üniversitelerinden biri olarak gösterilen Princeton Üniversitesi’nde 2001 yılında verdiği “Anadolu İslamı ve Alevilik” konferansının tam metnini dün yayımlamaya başladık. Livaneli’nin Princeton Üniversite’sinde verdiği konferanstan, dün gazetetemizde yayımlanan bölümün özeti:

* Bugün Türkiye mahkemelerinden 27 bin cinayet davası görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan uğruna, namus uğruna ve ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de ayıp sayılmıyor. Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ve ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın değişik bölgeleri, suçtan ve şiddetten arındırılamıyor. Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren okul cinayetleri bunun göstergelerinden biri. Şimdi size Orta Anadolu’da bir kasabadan söz etmek istiyorum. Bu kasabanın adı Hacı Bektaş. Adını 13. yüzyılda Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş manevi bir otorite olan Hacı Bektaş’tan alıyor. Her yıl ağustos ayında bu kasabaya 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. Sıcak havada kadınlar, erkekler, çocuklar ağaçların altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesilicik, ne ırza tecavüz, ne hakaret.

* Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum. Bu kasabada yıllardır hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı 1995 yılında aldığı bir kararla hapishaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. Jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Çünkü işlenmiş bir tek suç kaydı yok.

Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor?

Suçun her çeşidini dışlayabiliyor? Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik: Kültür!

* Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor. Hacı Bektaş’ın geleneği suç işlemelerine engel oluyor. Irk, dil, din ve cinsiyet ayrımını ortadan kaldırıyor. Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca kişi, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyor. İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil. Dört kadınla evlenmelerine de hiçbir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor. “Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor. Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dionysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta. 21. yüzyıla aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. yüzyıla gitmek gerekiyor.

YESEVİ DÜŞÜNCESİ, DERVİŞLERLE ANADOLU VE BALKANLARA YAYILDI
Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed-i Yesevi’nin öğretisi gezici dervişlerle Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi’nin öğrencilerinden biri de Hacı Bektaş’tı... Hümanizm ve hoşgörü öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı... Bugün Anadolu’da 23 milyon Alevi bu öğretinin izinde...

Anadolu Aleviliği 11. yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu ve yayılışındaki en büyük etken Horasan’dan Anadolu’ya geçen gezici dervişler olmuştur. Bu gezici dervişlere Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri denilmektedir. Türkistan Orta Asya’da, Horasan İran’dadır. Rum deyimi ise Anadolu’yu, yani Doğu Roma topraklarını anlatmak için kullanılmaktadır.

Bu erenlerin en önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi’dir. “Türkistan’ın doksandokuz bin pirinin piri” denilen Ahmed-i Yesevi’ye, Horasan’daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu Vilayetname gibi kaynaklarda yazılıdır. Rum’da yani Anadolu’da da 57 bin pir vardır.

Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed-i Yesevi, yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli ülkelere gönderiyordu. İlk başta heteredoks bir inanç biçimi olarak görülen Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler yoluyla Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi’nin öğrencilerinden Hacı Bektaş, Orta Anadolu’ya bugün Hacı Bektaş kasabası olan Suluca Karahöyük’e geldi. Otman Dede ve Baba İshak Amasya’ya Sarı Saltık Bulgaristan’a Dede Kargın Antalya’ya yerleşerek öğretiyi yaymaya başladı. Aradan yedi yüz yıl geçmesine rağmen Yugoslavya’da, Arnavutluk’ta, Bulgaristan’da büyük bir Alevi kitlesinin yaşamakta oluşu ve Anadolu’da 23 milyon Alevi’nin varlığı bu etkinin gücü hakkında bir fikir verebilir sanırım.

Hacı Bektaş ve Mevlana...
Ahmed-i Yesevi’nin öğrencilerinin 13. yüzyılda din fanatizmine, cinsel ayrımcılığa ve ırk ayrımına karşı çıkışları nasıl açıklanabilir? Belki de bunun cevabı, Anadolu’nun karmaşık dinsel ve ırksal yapısında gizli. O yılların Anadolu’su Moğol saldırıları altında karmaşık ve çalkantılı bir dönem yaşıyordu ve birçok din, ırk bir araya gelmişti. Belki de hoşgörülü olmaktan başka bir çareleri yoktu. Bir arada yaşamanın ve birbirini öldürmemenin tek yöntemi olarak gezici dervişlerin temsil ettiği hümanizm ve hoşgörü öğretisine sarıldılar. Ahmed-i Yesevi öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı. Ama bu inancın oluşmasında, 13. yüzyıl öncesi Mezopotamya ve İran kültürünün de büyük etkileri olabilir.

Mesela M.Ö 600 dolaylarında İran’da yayılmış bulunan Zerdüşt (Zarahustra) dini de Spenta Mainyu adlı iyilik ve Angra Mainyu adındaki kötülük ruhlarına sahipti. Bu, Alevilerin etkilendiği Şamanizm’e çok yakın bir inanç formuydu. 5. yüzyıl sonlarında yine İran’da ortaya çıkan Mazdek akımı da iyilik ve kötülük arasındaki mücadeleye inanıyordu. İyi aynı zamanda ışıktı, kötü ise karanlık.

Işık Tanrısı’nın

7 veziri ve 12 ruhsal varlığı vardı. Bu sayılar Alevi inancındaki kutsal 7 sayısına ve 12 İmam’a tekabül ediyor. Mazdekçiler insan öldüremezdi. Düşmanlarına karşı bile iyi ve kibar olmaları öğütleniyordu. Bu dinin kurucusu olan Mazdek, insanlar arasındaki kavgayı ortadan kaldırmak amacıyla bütün malların ortak kullanılması ilkesini ortaya atmıştı. Bu dinin 8. yüzyıla kadar devam etmiş olduğunu biliyoruz.

Eşitlikçi mezheplerden biri de Güneydoğu Anadolu’da Samsat’ta ortaya çıkmış bulunan Heretik Hristiyan mezhebi Bogomillerdi.

Umberto Eco’nun kitaplarında geniş yer ayırdığı Bogomiller, insanların eşit doğduğunu ve sevgiliden başka her şeyin paylaşılması gerektiğini düşünüyordu. Onlar için İsa sadece bir melekti. Bogomiller Samsat’tan, Batı Anadolu’daki Alaşehir’e geçtiler ve oradan da Akdeniz üzerinden Güney Fransa’ya ulaştılar.

Pirene dağları üzerinde inşa ettikleri kalede yaşayan Bogomillerin buradaki adı Cathar Şövalyeleri oldu. Yunanca cathar (arınma) kelimesinden ilham almışlardı. Bogomillerin macerası Montsegur Kalesi’nin, Fransızlar tarafından kuşatılarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Daha sonra İtalya’ya geçen bazı Cathar şövalyeleri de bu ülkede yitip gittiler ve 15. Yüzyıl’dan sonra adları duyulmaz oldu. (Bazı kaynaklara göre Balkanlardaki Boşnakların kökeni Bogomillere dayanmaktadır.)

Yine Ortadoğu inançlarından olan ve bugün de süren Yezidilik, şeytana tapınma olarak tanındı.

Şeyh Adi bin Misafir’in önderlik ettiği Yezidiler, aslında şeytanın Tanrı tarafından affedildiğine ve en büyük melek olduğuna inanıyorlardı.

Bu birkaç akımdan söz etmemin nedeni, o dönemde Anadolu’da uçuşan fikirleri ve kök salmış dini inançları biraz gözümüzde canlandırabilmek ve Ahmed-i Yesevi dervişlerinin yarattığı hümanizmin izini sürebilmektir. Bu dervişlerin bir kısmı, gezici halk şairi olarak dolaşıyor, halka şiirler okuyorlardı. Sözel edebiyat olarak günümüze ulaşan bu şiirlerin çoğunun 6 heceli, bazen de 6 ve 5 heceli olduğu görülüyor. Bu da bana dervişlerden yüzyıllarca önce Anadolu’da dolaşan ve heksameter olarak adlandırdığımız 6 heceli Homeros şiirleri okuyan gezici ozanları düşündürüyor. Bu ozan ve dervişlerin söylemlerinde hümanizm çok açık ve net biçimde ortaya çıkıyordu.

Hacı Bektaş bir şiirinde şöyle diyordu:

Hararet nardadır, sacda değildir
Keramet baştadır, tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Mekke’de, Kudüs’te, hacda değildir
Aynı dönemin büyük şairi Yunus Emre ise şöyle demekteydi:
Sen kendine ne sanırsan
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur işte var ise..

Yine aynı dönemde, Orta Anadolu’da Konya’da yaşayan, Alevi inancıyla ilgisi olmamasına rağmen hümanizm bakımından benzerlik gösteren Mevlana Celaleddin Rumi insanlara şöyle sesleniyordu:

Gel, gel!
Ne olursan ol gel!
Kâfir, putperest, ateşe tapan mecusi olsan da gel!
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel!
Bizim kapımız ümit kapısıdır
Nasılsan öyle gel!

Bu insanların hepsi din büyükleri olarak tanınıyorlardı. Ve ilginç bir şekilde bugün de böyle algılanmaktadırlar. 13. yüzyılda bu şiirleri yazan kişiler, Türkiye’de her mezhepten, her inançtan milyonlarca insan tarafından kutsal kişi olarak saygı görmektedir.

Hoca Ahmet Yesevi kimdir?
Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevi, Kazakistan’ın Yesi şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i HemadanÓ’ye intisap etmiştir. Yesevi, Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilmesine eserlerinde rağmen Türkçe’yi seçmiştir. Yesevi, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm’ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır. Anadolu’ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu’da da tanınan ve sevilen Ahmet Yesevi, yaygın olan kanaate göre, Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu ekollerini ve Aleviliği etkilemiştir. Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet adıyla yüzyıllar sonra derlenecek olan Hikmetleri aracılığıyla Türklere İslam’ı kolaylaştırarak benimsetmiştir. Bunun için İslam inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile uygun biçimde sentezleme yolunu seçmiştir. Üstelik bu yolu seçen kimi din alimleri sapkınlıkla ve dinden çıkmakla suçlanmasına rağmen Yesevi başarıyla tarikatını kurmuş ve geliştirebilmiştir. Eski Türk inanışlarından, adetlerinden bir kısmını İslam dininin içine dahil ederek, dinlerini yeni değiştirmiş olan Türk topluluklarına dinin özünü yani felsefi yönünü anlatmıştır. Ahmet Yesevi’nin müridleri ve takipçileri ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12.Yüzyıl ortalarından itibaren diğer bölgeler gibi Anadolu’ya da gelerek görüşlerini yaymaya devam etti. Yesevi’nin Türk tasavvuf edebiyatının çok önemli ve bilinen en eski örneklerini içeren şiir kitabı Divan-ı Hikmet, İslam’ın esaslarının yer aldığı temel eseri Akaid ve öğrencileri tarafından yazılıp kendisine mal edilen Fakrname adlı 3 eseri vardır. Adının verildiği ve Türkiye ile Kazakistan Cumhuriyetlerinin kurduğu uluslararası özerk statüye sahip ortak devlet üniversitesi olan Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Kazakistan’ın en prestijli üniversitesi olarak kabul edilmektedir.

Alevilerin din kültürü dersine tepkisi büyüyor

Alevilerin din kültürü dersine tepkisi büyüyor


Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, AKP’nin "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi" uygulamasını derhal durdurması, bu konudaki ısrarından vazgeçmesi gerektiğini belirtti.

Gümüş yaptığı yazılı açıklamada, ilk ve ortaöğretimde okutulan "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersinin kaldırılması gerektiğini savunarak, devletin din eğitimi ve öğretimi yapmaması gerektiğini kaydetti. Devletin bunu neden yapmaması gerektiğini, maddeler halinde sıralayan Gümüş, en başta bu dersin iddia edildiği gibi "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersi değil, Sünniliğin öğretildiği bir ders olduğunu belirtti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin(AİHM), 9 Ekim 2010’da aldığı kararla bunu teyit ederek, bu derste "Sünni İslam’dan başka bir dini veya felsefi inanca sahip olan ailelerin çocuklarına başka hiçbir seçim bırakılmadığına" hükmettiğini hatırlatan Gümüş, AİHS ve Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin karalarına da işaret etti. Zorunlu din dersleri asimilasyon, asimilasyonun ise insanlık suçu olduğunu ifade eden Gümüş şöyle devam etti:

"Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi pratikte Alevi çocukları başta olmak üzere, farklı inançlardaki insanlara, herhangi bir dine inanmayanların veya çocuğuna din öğretmek istemeyenlerin üzerinde bir asimilasyon aracıdır, dolayısıyla bu laik sitemle asla uyuşmayan bu uygulamadır. AKP, adı ne olursa olsun ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’ uygulamasını derhal durdurmalı, bu konudaki ısrarından vazgeçmelidir. Bu adımdan sonra atılacak ikinci adım ise; Anayasa’nın 24. Maddesi’nde yer alan ‘Din Kültürü ve Ahlak Öğretimi İlk ve Ortaöğretim Kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır’ fıkrasını kaldırmak olmalıdır. 1982 Anayasası’ndan bu yana 28 yıldır anasının babasının geleneği olmayan ‘orucu, duayı, haccı’ öğrenen, ‘masalar üzerinde uygulamalı namaz kıldırılan’ o çocuklar bugün sokaklarda ‘zorunlu din dersi kaldırılsın’ diye yürüyorlarsa artık kimseyi asimile edemeyeceğinizi anlamış olmalısınız. Bu konudaki ısrar artık boş bir ısrar olduğu gibi Aleviler başta olmak üzere bütün kamuoyu için de bir zuldur. Hukuka saygı gösterin, kendinize demokrat olmaktan vazgeçin, Başbakanın asimilasyonla ilgili belirlemesine uyun ve bu zulmü artık bitirin."

4 Ekim 2010 Pazartesi

koçgiri aşiret adları

AŞİRET ADLARI ÜSTÜNE

Seydan grubunun ana bileşenleri Koç, Khal ve Gew (Kevan) aşiretleridir.
Bunlardan Gêw adının Gêwr, Pêzgêwr ve Pêrgoran gibi muhtelif kılıklarda göründüğüne işaret etmiş, bunların anlamı üzerinde fikir yürütmüştüm.
Söylediğim şuydu:
Bu adın Pêzgêwr şekli, Akkoyunlu (Miya Gêwrê), arada bir görünen “Pêzqêr” (Pêzqar) ise, Karakoyunlu (Miya Qêrê) anlamlı olabilir.
Çünkü “Pêz” sözcüğü Kırmancki dilinde davar, sürü demektir. “Gêwr” sözcüğünün karşılıklarından biri “beyaz”dır. Qer ise kara (siyah) anlamlıdır.
Pêr, kabile; Per-Goran ise Goran kabilesi demektir.
Bu muhakemeyi Seydan grubundaki Koç, Resik, Keçel (Bozku) ve Bal ile Şeyh Hasan grubundaki Kara Bal adlarını hatırlatarak biraz daha açmak istiyorum.
Bütün bu adları birarada gördüğümde, benim aklıma bir sistem, sahip olunan sürülerin cinsi ve rengine dayalı bir isimlendirme sistemi geliyor.
Koç’un ne anlama geldiği açıklama gerektirmez.
Bahis konusu olan koyun sürüsüdür.
Koç, koyunun erilidir.
Osmanlı kayıtlarında Çemişgezek ve Arapgir’de “Koyun-oğlu” (Koyun Uşakları, Koyunoğulları) ve “Koyunoğlu İbrahim” diye bilinen aşiretler de geçer.
Başka yerlerde ise Kızıl-koyunlu, Boz-koyunlu, Sarı-koyunlu, Kızıl-keçili, Kara-keçili vs türünden aşiret adları ile karşılaşıyoruz.
Sürülerin rengine göre alınmış aşiret isimleri bunlar.
Bana öyle geliyor ki, özellikle Seydan aşiret grubunda karşılaştığımız aşiret isimleri bu türdendir. Buna “Keçel”, Boz-ku ve Resik adları da dahildir. Keçel adı, sahip olunan sürünün Keçi olduğuna işaret edebilir. Boz ve Resik (kara, karaca, siyah) ise birer renktirler.
Adların bir bölümü Kırmancki, bir bölümü Türkçe.
Kara-Bal adındaki “Kara” da bir renktir.
Peki Kara Bal adındaki Bal’ın bir diğer anlamı olamaz mı?
Örneğin burdaki Bal veya Balan’ın Baran sözcüğü ile ilgisi kurulamaz mı?
Baran, Koç demektir.
Karakoyunlu konfederasyonu içindeki en önemli aşiretin adı Baran/Berani idi. Hanedan evi bu koldandı.
Minorsky, bu adın bir yer adından alındığını tahmin ediyordu.
Tarihlerde bu ad ilgi alanımızdaki coğrafya üzerinde ilk kez Mamakanlar’la birlikte Muş-Ahlat-Bingöl ve çevresinde görünür:
Duru Baran (Taron).
Mamakanlar’ın geleneği, onların Mamik ve Konak adında iki kardeşten türediklerini söyler. Kardeşlerden Konak’ın adı bazı kaynaklarda Kara Konak olarak geçer.
Konak adını Koyun, Kara Konak adını da Kara Koyun olarak yorumlayanlar vardır.
Ak ve Kara-Koyunlar’ın başlangıcını bilen yok. Nereden, ne zaman geldiklerini kanıtlayabilen çıkmadı. Pek çok olgu onların bu coğrafyanın eski sakinlerinden geldiğine işaret ediyor.
Dersim Tarihi başlıklı çalışmamda ben, onları Dersim’in eski halk tabakası (Eski Dersimliler) ile ilişkilendirdim. Türkmenlerle karışarak bir dereceye kadar Türkmenleştiklerine işaret ettim.
Dümbeliler’in başına geleni örnek gösterdim.
Seydan grubundaki adlara getirdiğim yorum bu düşüncemi pekiştiriyor.
Koçan ve Koç-giri aşiretlerinin ad ve köken birliğine dair düşüncemi ise aşağıda kısaca açıklıyorum.


KOÇAN VE KOÇGİRİ AŞİRETLERİ

Gelenekleri
Koçgirililer, Mark Sykes’ın aktardığı Koçkiri geleneğine göre Dersim orijinlidirler.
Bu geleneğe göre daha önce Dersim’de yaşayan Koçgirililer şimdiki Dersim dağlıları tarafından bugün bulundukları bölgeye sürülmüşlerdir
(Bkz. Mark Sykes, The Kurdish Tribes of the Ottoman Empire, JRAİ of GB and Ireland, 1908; çeviren Seyfi Cengiz, Dış Kaynaklarda Kırmanclar, Kızılbaşlar ve Zazalar, s. 112-140).
Koçkiriler’in Dersim orijinli olduklarını söyledikleri Sykes’ın “The Caliphs’ Last Heritage (1915) başlıklı kitabında da kayda geçirilmiştir.
M. Nuri Dersimi’nin aktardığı bilgilere göre gelenekleri Şeyh Hasan-Seyit geleneğidir:
“Koçkiri aşiretleri Dersim’den ayrıldıklarını ve birkaç asır önce (muhtemelen ‘Birinci Sultan Selim devrinde cebri tehcir ile’) bu mıntıkaya geldiklerini ve özannelerinin Şeyh Hasananlı olduğunu iddia ederler. Gelenekleri, kültür ve fizyonomileri tamamile Dersimlilere benzer ve Dersimle bağlarını muhafaza etmektedirler”.
(Bkz. Kürdistan Tarihinde Dersim, Ani Matbaası, Halep, 1952, s. 61-62).
Dersim geleneği Şah Hasan’ın kızı Kıncısur’u Seyit’le evlendirdiğini söyler. Mehmet Nuri’nin dedikleri bu gelenek bağlamında yorumlanmalı. Bu gelenkte ana tarafından Şeyh Hasananlı olmanın anlamı Seyit’in soyundan (baba tarafından), yani Seydanlı olmak demektir.
Koçgiri aşiretini Seydan grubuna dahil etmemin nedeni budur. Bu gelenekte Seyit’in üç oğlundan birinin adı Koç’tur.
Koçgiri aşiretinin İban kabilesinden (aşiretin ana/çekirdek kabilesi) Alişan Şenkaya’nın verdiği Koçgiri aşireti şeceresinde bu aşiretin de en erken ceddi “Qoç Ağa”dır:
“En büyük dedemize Qoç Ağa, aşiretine de Qoçoğulları deniyormuş”
(Akt.: Mamo Baran, Koçgiri: Kuzey-Batı Dersim, Tohum Basım Yayın, Birinci Basım, Ekim 2002, s. 30-31).
Bu da Koçgiri aşiretini Seydan grubuna dahil edişimin bir diğer kanıtıdır.
Yukarıdaki ifadelerin anlamı Koçgiri aşiretinin Koçanlar’la kökende bir ve aynı olduğudur.
Çünkü Qoç Ağa, Koçan aşiret geleneğinde de ced olarak gösterilir. Bu aşiretin bugün bulunduğu yere Seydan grubunun yerleşik olduğu Kalan bölgesinden (Pozvank’tan) geldiği, dedeleri Koç Oğlu’nun mezarının da Pozvank’ta olduğu rivayet edilir.
Koçanlar’ın adı da Cevdet Türkay’ın yayınladığı Osmanlı kayıtlarında Koçoğlu olarak kayddedilir.
Koçgiri aşiretinin sonradan yerleştiği bölgede başka aşiretlerle bir tür federasyon kurduğu ve bu birliğe kendi adını verdiği anlaşılıyor.
Bu ittifaka dahil aşiretlerin geri kalanı da çoğunlukla bu bölgeye İç Dersim ve çevresinden göç edenlerdir.
Bunu, onların adları ve geleneklerinden anlamak mümkündür.


Gruba dahil aşiretler/kabileler ve yerleşik oldukları bölge
Çaldıran sonrasına ait Osmanlı kayitlarında Koçgiri aşiretinin yerleşik olduğu yerler aşağıdaki gibi verilir:

Koçkiri (Koçkili):
Sivas eyaleti, Rumeli, Dersim Sancağı, Bozok Eyaleti. Ekrad.
(Bkz. Cevdet Türkay, a.g.y.)

Mark Sykes, 1908’de yayınlanan yazısında Koçgirililer’in 10 bin hane/aile olduklarını ve yarı yeraltı evlerinde yaşadıklarını söyler.
Koçgiri aşiretinin bu tarihteki bölümlerini ve bulundukları yerleri şu şekilde kayddeder:

Saro-lar
Barlo-lar
Garno-lar
İbolar
Eski Koçgiri

Sykes’ın kaydına göre bunlardan ilk üçü Karacaran çevresinde, dördüncüsü (İbolar) Hamobad çevresinde yerleşikti.
Koçgirililer Mark Sykes’a Erzincan yakınında yerleşik “Eski Koçgiri” aşiretininin (400 aile). kendileriyle bir alakası olmadığını, bu aşiretin Sarolar, Barlolar, Garnolar ve İbolar tarafından Koçkiri bölgesinden sürüldüğünü anlatmışlardır.
O, bu anlatımdan hareketle Sarolar, Barlolar, Garnolar ve İbolar grubunun “Koçgiri” adını sonradan aldıklarını yazmaktadır.
Koçkirililer, Sykes’a göre, komşuları Ermeniler’den ve Müslümanlar’dan yaşam tarzı vd bakımlardan farklıydılar. Din bakımından panteist, dil bakımından ise hem Zazalar, hem de “diğer bölge Kürtlerince” zor anlaşılan “bir Kürtçe diyalekt” konuşurlardı.
(Bkz. The Kurdish Tribes of the Ottoman Empire, 1908. Türkçe çevirisi için bkz. Seyfi Cengiz, Dış Kaynaklarda Kırmanclar, Kızılbaşlar ve Zazalar, s. 137-138).

Koçgirililer’in Sivas’a bağlı Zara kazasının Ümraniye, Karacaviran, Bulucan ve Beypınar nahiyelerindeki 300 köyde yerleşik “on iki büyük kabile”den bileştiğini, bu mıntıkaya hudut olan Refahiye, Kercanis, Suşehri ve Kuruçay kazaları halkının da “bu aşiretin gelenek ve kültürüne bağlı olduğunu” söyleyen M. Nuri Dersimi, Koçgirililer’in “on iki kabilesinin en meşhurları”nı şöyle saymaktadır:

Badillan
Saro
Bar
Garoa
İbo
Balo
Zaza
Eski Koçkirililer

Koçgiri aşiret büyükleri Mustafa Paşa, oğulları Alişan ve Haydar bunlardan “İbo kabilesine” mensuplardı.
M. Nuri, kendi zamanının bazı kaynaklarında “10-20 bin haneden ibaret gösterilen” Koçgiri aşiretleri nüfusunu bu bölgedeki kişisel incelemelerine dayanarak 1921 Koçgiri katliamına kadar 30 bin hane olarak tahmin eder.
(Bkz. a.g.y., s. 61-62)

Yukarıdaki listeye Sefikan, Cafikan, Pewruzan, Laçinan, Zerikiyan, Pilvankan, Bezgewran vd gibi başka aşiretler ilave edenler vardır bugün.
M. Nuri, Koçgiri grubuna dahil aşiretlerin yanısıra Kurmeşan, Ginian, Çarekan, Şadian, Çanbegan gibi Sivas hudutları dahilindeki diğer aşiretler hakkında da bilgiler vermektedir.

Dersim direniş tarihindeki yerleri
Koçgirililer’in Dersim direniş tarihindeki yerleri önemlidir. Çaldıran öncesinde olduğu gibi, Çaldıran’dan 38’e kadarki beş asırlık kavgada da Dersim içiyle kader birliği yapmışlardır.
Uzun süre Dersim içinde kalan Koçgirili Alişer, hem büyük bir önder, hem de Dersim ruhu ve şuurunu diri tutan nefis şiir ve deyişleriyle en büyük Dersim ozanlarından biriydi.
Birinci Savaş patlak verdiğinde O’nu Seyit Rıza ile birlikte milli mücadelenin başında buluruz. Bu savaşın devamı olan Türk-Yunan savaşları (1919-22) sürecinde İç Dersim ve Koçgiri aşiretleriyle birlikte bir kez daha direnişin içinde ve başındadır.
Yenilgi ve katliamı takiben diğer savaşçılarla birlikte İç Dersim’e döner (1921).
Ölene dek tam 16 sene burada kalır.
Alişer’in kendisi de dahil Dersim’e sığınan Koçgirililer ilkin Koçanlar arasında kalmışlardır.
Bu tercih sebepsiz olmasa gerektir.
1936’da Alişer, Abasan bölgesinde, Seyit Rıza’nın yanındadır.
1937 direnişini yönlendirenler Seyit Rıza ve Alişer ikilisidir.
Dersim 38 forumunun başındaki “Birlik Makamıdır Zamanı Dersim” sözü Koçgirili Alişer’e aittir.




Seyfi Cengiz

2 Ekim 2010 Cumartesi

Dört Kapi Kirk Makam

Dört Kapi Kirk Makam

Dört Kapi Kirk Makam seklindeki Kamil (olgun) insan olma ilkelerini Hünkar Haci Bektas Veli’nin tespit ettigine inanilir.Haci Bektas "Kul Tanri’ya kirk makamda erer, ulasir, dost olur." buyurmuslardir. Bu ilkeler asama asama insani olgunluga ulastirir. Bir baska yoruma göre ise seriat anadan dogmak, tarikat ikrar vermek, marifet nefsini bilmek, hakikat Hakki özünde bulmak yollaridir.

Dört Kapı şunlardır:


1.Seriat
2.Tarikat
3.Marifet
4.Hakikat


Her kapının on makamı vardır.

Seriat kapısının makamları:

1. Iman etmek,
2. Ilim ögrenmek,
3. Ibadet etmek,
4. Haramdan uzaklasmak,
5. Ailesine faydali olmak,
6. Cevreye zarar vermemek,
7. Peygamberin emirlerine uymak,
8. Sefkatli olmak,
9. Temiz olmak ve
10.Yaramaz islerden sakinmak.


Tarikat kapisinin makamlari

1. Tövbe etmek,
2. Mürsidin ögütlerine uymak,
3. Temiz giyinmek,
4. Iyilik yolunda savasmak,
5. Hizmet etmeyi sevmek,
6. Haksizliktan korkmak,
7. Ümitsizlige düsmemek,
8. Ibret almak,
9. Nimet dagitmak ve
10.Özünü fakir görmek


Marifet kapisinin makamlari

1. Edepli olmak,
2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak,
3. Perhizkarlik,
4. Sabir ve kanaat,
5. Haya,
6. Cömertlik,
7. Ilim,
8. Hosgörü,
9. Özünü bilmek ve
10.Ariflik.


Hakikat kapisinin makamlari

1. Alcakgönüllü olmak,
2. Kimsenin ayibini görmemek,
3. Yapabilecegin hicbir iyiligi esirgememek,
4. Allah’in her yarattigini sevmek,
5. Tüm insanlari bir görmek,
6. Birlige yönelmek ve yöneltmek,
7. Gercegi gizlememek,
8. Manayi bilmek,
9. Tanrisal sirri ögrenmek ve
10.Tanrisal varliga ulasmak



Önsöz

Anadolu Aleviliği inanç ve yaşam biçimi olarak binlerce yıldan beri varlığını sürdürerek bugünlere gelmiş. İnancın özünde değil fakat geleneksel yaşamda her dönemin kendine özgü değim ve dönüşümlerini yaşamış; ordan edindiği değerleri kendi öz değerine katarak ilerlemiştir. Bundan dolayı, özünü ve yaşambiçiminini anlamadan tam bir tahlilini yazmak olası değidir.

Günümüzde alevilikle ilgili tartışmaların, sonunda, islam içi mi yok islam dışı mı gibi tatışmalarla önü kilitlendi. Biz bunun aşılacağından umutluyuz.Binlerce yılın bilgelik öğretisi ve yaşam tarzı öyle kolay kolay gitip gitmeyecek kadar sağlam temeller üzerine inşaa edilmiştir. Aleviliğin doğru düzgün bir tanımının henüz yapılamamış olması bunun delilidir.

Kimilerine göre Alevilik İslamın özüdür, kimilerine göre çeşitli din ve kültürlerin sentezidir, kimine göre kendine özgü bir dindir, kimilerine göre ise bir tür ateizm. Oysa, bu tanımlamaların her birinin kendine özgü bir dayanağı olsa da, son tahlilde, her görüşü çürütecek tezler ileri sürmek mümkündür. Aslında bu durum, tasavvufta sık kullanılan ‘Fillerle körler’ hikayesine çok benzemektedir. Hikaye şöyle: Bir odanın ortasına bir fil koyarlar ve körlere, bunun ne olduğunu tanımlamaları söylenir. Eller nereye dokunursa cevap ta ona göre değişir. Kimi, bacaklarına dokunur, sütün, der, kimi sırtına dokunur, taht der, kimi hortumuna dokunur, süpürge der. Şüphesiz ki, dokundukları varlık bunlardan hiç biri değildir lakin verilen cevaplar dokunulan yerin benzetildiği şeye de uyar. Ama yine de, dokundukları varlık taht, sübürge, sütun....değidir. Alevilikle ilgili tanımlamalar da buna benzemektedir. Tasavvuf açısından bakarsak, bu verilen cevaplar çeşitli açılardan Aleviliğin görünen suretleridir. Fakat, birbütünlük içerisinde ele almayınca doğru bir Alevilik tanımı ortaya çıkmaz.

Aleviliğin temel mayası tasavvufi ve mistik yaşantıya dayanır. Bunu da bize, bir bilgelik, esenlik ve içsel aydınlanma yolu olan ‘Dört Kapı Kırk Makam’ öğretisi anlatmaktadır. Temel maya burda yatmaktadır. Alevi inanç ve öğretisinin bu yanıyla tanınması için harcanan çabanın bir ürünü olarak ortaya çıkan bu broşür, makamları ayrı ayrı ele almak yerine, onları menkıbeler eşliğinde anlatmayı yeğledi. Hz. Ali’nin: ‘Her kap kendi hacmince su alır’ sözünden hareketle, biz de kendi dilimizin döndüğünce, algıladığımız oranda anlatmaya çalıştık. Umarız canlara faydalı olur.

Menkıbelere özel önem verdiğimiz için bundan sonraki broşürlerde de geniş yer vereceğiz. Nedenine gelince... Menkıbelerlerin özelliği, çeşitli mertebelerin katlı anlamlarını içeren, Zen Koan’larına benzemesidir. Kişi, kendi algı, kavrama ve bilgelik düzeyine göre onun iç anlamını anlar. Bu nedenle menkibeler tıpkı Zen koanları gibi her mertebenin insanına hitap eder.

Sadece sosyolojik ve folklorik, yani zahiri yanına bakılarak onun tanımlanması, bizleri yanıltır ve gerçeğine ulaşmamızı engeller. Ulus, millet, din, ideoloji gibi sıradan ve izafi kavramlara sürükler. Bunlar da, kapitalist sistemin 19. Yüzyıldan kalma, eskimiş ve Alevilikle kıyasladığımızda, ancak, zahiri kalan, başka kültürün geçici değerleridir. Oysa, Aleviliğin kültürel ve geleneksel değerleri (zahiri yanı) bunlardan daha insancıl, paylaşımcı ve dayanışmacıdır. Örneğin, Cem, semah, gülbank, musahiplik, kirvelik, hangi yönden bakılırsa bakılsın, daha hümanist değerler olduğu anlaşılır. Bunların anlamları yeniden keşfedilmelidir, diyoruz.

Alevi gelenek ve görenekleri (Zahiri yanı) doğru kavrandığında, onların temelinde, batıniliğin yattığı anlaşılır.

Aleviliği birçok inanç ve dinden ayıran şeylerden biri de, Aleviliğin tabuları kabul etmeyişi ve bu nedenle de önünün daima açık olmasıdır. Bulunduğu çağın güzelliklerini bünyesinde toplayarak, daima yoluna devam etmiş ve sayısız inanç ve kültürden insanı çatısı altında toplamıştır.

Alevi inaç ve felsefesi, bu çağda da, bir yaşam biçimi olarak varlığını koruyabilir ve içinde yaşadığı dünya kültürleri içerisinde bir alternatif olma özelliğini sürdürebilir.

Bundan en ufak bir şüphemiz yok.

Bu broşürü, Sivas katliamında canice katledilen, o ateşte semaha duran, gül yüzlü, güneş gözlü insanlara itaf ediyoruz. Onları saygıyla anıyoruz.



Eylül 2005




ŞERİAT KAPISI

Şeriat kelimesi dilimize arapçadan geçmiş bir kelimedir. Bu yüzden, daha çok arapçada kullanıldığı anlamıyla tanınır. Oysa, Aleviliğin tasavvuf öğretisine göre bam başka bir anlama gelir. Şimdi bu iki anlamı da biraz açmak gerekir. Zira yeterince bilimediğini gördük. Çoğuncası şeriat kavramı dar anlamıyla bilinmektedir.

Önce dar anlamını açıklayalım:

Dar anlamda şeriat, Ortodoks yani şii ve sünnü islam anlayışının toplumsal alandaki dini ve hukuki icraatlarının tümüne denir. İslamın her iki büyük meshebinde de şeriatın aynı şekilde anlaşılmasının nedeni, ortak bir oluşum süreclerini yaşamış olmalarından ileri gelir. Dar anlamdaki şeriatın temel özelliğini anlamak için ortodoks islamın oluşum sürecine bir bakalım:

Hz. Muhammed insanlığa evrensel ilahi mesajı getirmeden önce Arap toplumu sert bir kabile geleneği yaşamaktaydı. Kervan basmalar, soygunlar, talanlar, yağmalar, köle ticareti sıradan bir olay gibi Bedevi-Arap toplumunun gündelik hayatını belirlemekteydi. Çok tanrıcılık ve putlara tapma geleneği sadece Mekke ve Medinede değil bütün araplarda yaygın bir gelenekti.
Peygamber böylesi bir ortamda zuhur etti. İçinden geldiği toplumu kökten değiştirmek için insanların sadece ruh dünyalarına değil onların toplumsal dünyalarına da seslendi. Adeta arap çöllerinde bir medeniyete öncülük etti, büyük reformlerı hayata geçirdi. Fakat peygamberin hakka yürüyüşünden sonra eski gelenekler tekrar canlanmış ve yeni ile eski olanın sentezi ortaya çıkmıştır.

Bu sentez çok geçmeden Muaviye ve oğlu Yezid’in iktidarını doğurmuştur. Muaviye devrinde İslamın temel kitabı olan Kuran yazımı son şeklini almış, İslam tarihinde yeni bir devir olan Emeviler devri başlamıştır. Bu gün bir buçuk milyardan fazla müslümanın bağlı olduğu dinin inanç içerikli geleneklerinin temeli Emeviler devrinde atılmıştır.Buna ortodoks islam da denilmektedir.

Bir çeşit dini –geleneksel hukuk (fıkıh) diyebileceğimiz şeriat, islam devletlerinde bugün de temel anayasa olarak işlev görmektedir. İslamın beş şartı veya imanın şartları, şeriat açısından islam dininin bir tarifidir. Oruç, namaz, zekat, hac, kelimeyi şahadet gibi dini vecibeleri dinin temel direği olarak görürler. Arap toplumunun örf ve adetleriyle şekillenmiş olan islam şeriatı sadece hırsızlığı, zinayı, gıybeti değil Allaha inanmamayı, şeriat buyruklerına karşı gelmeyi de büyük suç ve günahlar arasında görür. Şeriat hükümlerine göre suçlulara verilen cezalar el kesmekten taşlayarak öldürmeye kadar uzanmaktadır. Şeriat, dar anlamda budur. Şimdi de, şeriatın Alevi öğretisindeki yerine bakalım:

Anadolu Erenlerinin büyük evliyası olan Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin temel öğretisi’Dört Kapı Kırk Makam’ felsefesine göre şeriat, şii yada sünni islamda kullanılan anlamından başka bir manada kullanılır. Biz buna ‘geniş anlamda şeriat, ya da tasavvuf açısından şeriat’da diyebiliriz. Alevilikteki şeriata bakış açısıyla ortodoks islamın bakış açısı tamamen bir birine zıttır. Bu iki bakış açısı arasındaki fark, şeriatla tasavvuf arasındaki fark kadar büyüktür. Burada, kültürler arası fark kadar tarihsel farklılıklar da önemli rol oynamaktadır.

Büyük Alevi ozanı Yunus Emre bir nefesinde şöyle söylemekte ve şeriatın çift anlamını dile getirmektedir. ‘Şeriat var şeriattan içeri’.

Bir aydınlanma ve kamil insan olma yolu olan ‘Dört kapı kırk makama’ın kurucusu Hacı Bektaşi Veli’ye göre şeriat ‘Bir anadan doğmaktır’. Şimdi bu sembol diliyle söylenmiş bu sözü yorumlamaya çalışalım:

Her canlı doğum yoluyla zahir dünyaya gelir ve yaşamına dünyada devam eder. İnsan gibi diğer canlılar da doğdukları tabiatı bütün özellikleriyle beraber hazır bulurlar. İnsanlar ise kendileri seçmeksizin bir toplumda doğarlar ve o toplumun kültürel, ulusal, ananevi, geleneksel özelliklerini devralırlar. Milliyet, ırk, cins, dil, din hatta deri rengi gibi daha bir çok farklılıklar işte doğumla gelen bu aşamada bireyin hayatına girer ve onun bir parçası haline gelir. Birey artık kendini bu kapıda toplumdan devraldığı şekilsel farklılıklarla tanımlamaya başlar. Eğer, Hindistanda doğmuşs Hinti, Çinde doğmuşsa Çinli, Afrikada doğmuşsa Afrikalı, kutuplarda doğmuşsa Eskimo olarak kendini görür. Sadece kültür ve gelenek içinde yaşamaz, aynı zamanda o gelenek ve kültürün sorunlarını, görevlerini ve yaşam biçimini devralır. Örneğin, birey kandavasının olduğu bir ailede dünyaya gelirse, otamatilman kendiside bu meseleye tabii edilir. Kendi iradesi dışında gelişen bu olay bir müddet sonra kendi meselesi olmaya başlar.

Dünyaya ve kendimize dair ilk düşüncemizin oluşum sürecinde içinde bulunduğumuz toplumsal yaşam, gelenekler, örf ve adetler çok önemli bir rol oynarlar.

İnsan fiziksel açıdan olgunluğa erebilmesi için çeşitli evrelerden geçerler. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk vs...bu evrelerde insan birbirinden farklı özellikler ve olgularla karşılaşır. Kendini bekleyen bu sürecleri yaşar ve dünyaya ve yaşama yönelik bir tutum ve düşünce geliştirir. Daha önce dediğimiz gibi burda toplumsal olgular önemli bir rol oynar.

Şeriat kapısı, toplumsal şartlanmaların en yoğun olduğu ve doğumla birlikte gelen insanın kendi özüne en zabancı kaldığı devirdir. Dünya yaşanyısında olduğu kadar tanrı anlayışında da bir yüzeysellik ve şirk görülmektedir.Buna gizli şirk te denir. Fakat, şeriat ehli bunun farkında değildir.tanrı ona göre yerde yada gökte bulunmaktadır,insanlara oradan buyruklar yağdırmaktadır.ölümden sonra sevab çoksa yani gökteki tanrının yağdıdıkları emirlere içtenlike itaat etmişse, hurilerle dolu cennete; günahları çoksa, cayır cayır yanacağı cehenneme gideceğine inanır.

Milliyetçilik, ırkçılık, cins ayrımı, ideolojik bakış, kısacası insan ayrımlarının ve savaşların olduğu şeriat kapısı sadece toplumsal alandaki sorunları yaratmaz aynı zamanda bireysel yaşamı da tehlikeye düşürür. Çünkü, bir varlık olarak insanın en önemli yanlarından biri toplumsal bir yanının olmasıdır.

Her toplumun kendine göre bir şeriat şekli vardır. Musa şeriatı, Ortodoks İslam şeriatı, İsanın şeriatı...
Kültür ve geleneklerin oluşturduğu yaşam biçimini de şeriata benzetirsek, toplumların sayısı kadar şeriat yaşantısı vardır. İlkel toplumlardan gelişmiş toplumlara kadar bu böyledir.

Şimdi de Alevi toplumunun şeriat anlayışına bakalım: bilindiği gibi, her toplum kendi içinde toplumsal yaşamı imkanlı kılabilmek için bir adalet mekanızması geliştirmiştir. Hukuk kuralları, toplumdan topluma farklılıklar içerir. En esneğinden en katı kurallara kadar uzanır. Moder toplumlarda ise adaleti hukuk sistemi ve mahkemeler sağlar. Alevilikte ise halk mahkemeleri adını da vereceğimiz cemler vasıtasıyla toplumsal adalet sağlanır. Paylaşım, bölüşüm, yargının, beraberliğin en güzel örneği olan cemler, aynı zamanda, adalet sisteminin en gelişmiş örneklerinden biridir. Diğer adalet anlayışlarından amaç olarak ayrılır. Diğer sistemlerde amaç suçluyu cezalandırmak iken, Alevi hukukunda amaç, kişiyi irşad ederek işlediği suçu birdaha işlememesini sağlamaktır. Yani suça sebebiyet veren şartları ortadan kaldırmak, bireyi topluma kazanmak, irşat ederek aydınlatmak, ve toplumsal yanını güçlendirerek, sihatlı bir benliğe kazandırmaktır. (Bu konuda daha geniş bilgi için Cem broşürümüze bakabilirsiniz.)

Alevi gelenek ve göreneklerini yani Alevi şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, Musahiplik, tevella teberra, Semah, ocakların ulularının ziyareti, matem yası, lokma dağıtmak gibi şeyler bunun açık örnekleridir.

Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesine nisbeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir.

Yunus Emre bu kapının insanına ışık tutmak maksatıyla şöyle demektedir:’ Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan, mülk ta yalan, var biraz da sen oyalan.’

Şeriat kapısındaki bir insan kendisine düşünce olarak ne verilmişse onu alır. Varlığı şekilden ibaret sanır. Yüzeysel algılar, şekiller ve renklerin gerisindeki özü göremez. Algı dünyası beş duyuorganının sınırlarını aşmaz. Ne duygu ve ruh yönünden ne de bilgi yönünden bir olgunluğa ermemiştir. Sufiler buna ‘Hayvanı Natık’ yani konuşan hayvan demişler. Burda bir küçümsame yok. Aksine Kamil İnsan’la ham insan arasındaki farki dile getirmektedir. Başka bir örnek verecek olursak; gözleri doğuştan kör (ama) olan insanın algıladığı dünya ile gözleri gören insanın algıladığı dünya kadar farklıdır. Şeriat kapısındaki insanın henüz can gözü-kalp gözü açılmamıştır; henüz onun farkında değildir.

Kişinin Dünya içinda karşılaştığı olaylar, yaşadığı tecrübeler, ya da karşılaştığı kişiler şeriat kapısındaki kişinin olgunlaşmasına yolaçar. Kişi, şeriatın yetersizliğini ve darlığını anlar sonunda.

Hayatın anlamını ve kendi varlık sebebi üzerinde derinden derine düşünmeye başlayan şeriat ehli, zahiri dünyanın kendisini tatmin etmediğini anlar. Artık şeriat elbisesi kendisine dar gelmeye başlar. O,görünen ve beş duyu organıyla algılanan dünyanın sınırlılığını anlar. Görünenin arkasındaki görünmeyeni,dışı değil içi, şekli değil özü aramaya başlar. Ancak nerden başlaması gerektiğini bilemez.

Tasavvufa göre kendi kendine irşad olmak yani manevi ve ruhi açıdan aydınlanmak çok zordur. Kör insanın karanlıkta yol almasına benzer. Bir ustaya yani pire bağlanması en doğru ve emin yoldur. Pirin temel özelliği irşad edici olmasıdır. Sadece gönül gözündeki perdenin kalkmış olması yereli değildir. İrşad edebilmek yani ona hakikatı tattırmak özel bir kabiliyet ister.

Hacı Bektaşi Veli bir sözünde ‘ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır’ der. Başka bir sözünde mürşüdü, yani irşad ediciyi tanımlarken şöyle der. ‘Mürşit ilimdir’. Fakat bu ilim okuyarak elde edilmez. İçsel ve ruhi yaşantı vasıtasıyla elde edilen bilgidir.

Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhi dünyası henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir seçmekte zorlanacaktır. Ancak pirlik makamına gelmiş bir usta kendisine gelen her talibi irşad edebilme yeteneğine sahiptir.

Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yolgösterici usta-pir bulur.

Bu aşamada, kişi şeriatı yavaş yavaş aşarken kendisini tarikat makamına doğru ilerlemiş olarak bulur. Hakka erişmenin yolunun ancak köklü bir ruhi bir tekamülden geçtiği gerçeğini idrak etmeye başlar. Kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar.Daha önceki doğumu ‘kanbağı vasıtasıyla doğmak’ olarak görür ve bu ikinci doğumun manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.















TARİKAT KAPISI



Dört Kapı Kırk Makam inanç ve felsefesinde ruhsal takamülün ikinci kapısı olan Tarikat Kapısı, Hacı Bektaşi Veli’nin deyimiyle ‘ikrar verip bir yola girme‘ kapısıdır. Bu kapıda yola girmek için pir talibi olgunluk derecesini ölçmek için bir imtihana tabii tutar. Bu imihan çeşitli biçimlerde olabilir. Kişi bu imtihanı başarırsa, o zaman tarikata (yola) alınır. Bu imtihan çeşitlerinden bir kaç örnek verelim:

Yakın çağda yaşamış Alevi bilgelerinden Meluli Bektaşi tarikatına girmek ister. Kendisine tabi kılınan imtihan şöyledir:yakın bir köye gidip orda anadan üryan soyunarak kendi köyüne kadar yürümesi istenir. Bu imtihanla Meluli’nin toplumsal baskıları ve horlanmayı ne oranda aştığını; ahlak anlayışının ne olduğunu bilmek isterler. Meluli tarikata girmek için kendisinden isteneni yapar. Meluli’deki bu cesareti gören bektaşi dervişleri hemen Meluli’yi yarı yolda karşılar ve kendisine yeni elbiseler verirler.

Bağdat şehrinin valisi olan Cüneydi Bağdadi, gençlik yıllarında tarikata girmek ve bir yola bağlanmak ister. Ustası Şibli, yola girmek için valiliği bırakıp, Bağdat sokaklarında dilencilik yapmayı göze alıp alamayacağını söyler. Cüneydi Bağdadi bunu kabul der ve eski yaşantısına dair ne varsa hepsini terk etmeye hazır olduğunu ispat eder. Bağdadi’ye piri Şibli tarafından önerilen ve bir çeşit imtihan niteliğinde olan bu öneriden maksat, Bağdadi’nin valilik yaptığı yıllarda edinmiş olduğu büyüklük hırsını (nefsini) törpülemektir.

Tarikat piri tarikata bağlanmak isteyen talibi çoğuncası sözlü olarak ta uyarır.‘Gelme gelme, gelirsen dönme, gelenin malı dönenin canı‘ ‚Bu yol ateşten gömleki demirden leblebidir, bu yola girmeye karar vermeden önce bir daha düşün‘, der.

Hacı Bektaşi Veli bu yolun ne denli zor ve çileli olduğunu, her kişinin değil, er kişinin sürebileceğini söyler. Yolun(tarikatın) inceliğini şöyle anlatır: ‘Yolumuz barış, dostluk ve kardeşlik yoludur. İçinde kin, kibir, kıskançlık, ikircilik gibi huyu olanlar bu yola gelmesinler‘ der.

Tarikat kapısının özelliklerinden biri de bu kapıda ikrar verip musahip (ahiret ve yol kardeşi) tutulmasıdır. Musahip evli ve yola girmek isteyen çiftler arasında olur. Yine geleneksel olarak pir, mürşidin ve rehberin de yardımcı olduğu bir ayin eşliğinde yapılır. Yola girenlere pir yolun duasını verirken diğer yandan da onlara öğüt verir. Onları Kamil ve olgun insan olma yolunda manevi yönden hazırlar. Cemiyet içerisinde olgun ve örnek insan olma yolunda ilerler.

Ikinci önemli özelliği ise ‚ mürşidi Kamile yani ustasına kendi rızalığıyla teslim olması ve ser verip tarikat sırlarını kimseye vermemesi, sağlam bir karikat disiplini elde etmesidir.

Tarikata giren insanın kendini ve tarikatını dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı koruyabilmesi için gerektiğinde nasıl takkiye etmesi (saklama‘ sı) gerektiğini öğrenir.

Alevi tarikat geleneğinde düşünce ve inancını yeri geldiğinde takkiye etmenin iki önemli gerekçesi vardır: Toplumsal yaşamda kendilerini dış düşmanlardan korumak, onların saldırı ve baskılarını aza indirgemek ve her mertebenin bilgisini her insana söylememek, bu vesileyle, taşıyamayacağı bilgi yükünü o insana yüklememektir.

Tarikat Kapısı, ikrar ve musahip tutma kapsı demiştik. Musahipler, hayatın her alanında bir birinin yardımına koşar ve çıktıları ortak yolculukta birbirinin aynası olurlar. Bir çeşit ailesel komün anlamına da gelen musahiplik, dayınışmanın, yardımlaşmanın vebölüşümcülüğün en güzel örneğidir. Ünlü mutassavvuf Şey Bedreddin’in dediği gibi, Musahiplikte ‘Yarın yanağından gayri her şey ortaktır‘. Sevinçleri, mutlulukları, güzellikleri olduğu kadar acıları, zorlukları da paylaşırlar. Musaibler birbirinin çocuklarını kendi çocuklarından ayrı tutmaz. Alevi geleneğinde bunun sayısız örneği vardır. Şayet musahiplerden biri hakka yürürse, diğer musahip, onun çocuklarının ve ailesinin geçimini üstlenir.

Anadolu Alevi geleneğinin dışında musaip tutmadan da tarikat kapısına gelmek mümkündür.

Tarikat kapısını, bir kendini arama, özünü bulma, kısacası bir içe kapanma kapısı olarakta tanımlayabiliriz. Sufiler bu hali tırtılın kelebeğe dönüşmesi için kendi etrafına koza yapma durumuyla da mukayese ederler. İpek böceği çevreden gelecek olan olumsuz etkileri azaltmak için kendi etrafına bir koza örer. Amacı bu koza içerisinde bir dönüşüm sürecinden geçerek rengarenk bir kelebeğe dönüşmektir. İşte, tarikat kapısını bu metafora benzetebiliriz. Sufiler tarikat kapısını, yani kişinin özede giden ve köklü bir ruhi dönüşümden geçen yolu bu sembolle ifade etmişlerdir.

Kişi bu mertebede pirinin yardımıyla hayatın ve eşyanın zahiri yüzünü bırakarak batini yüzüne döner. ‘Nereye dönersen Allahın sureti ordadır‘ sözünden harekete, bilinç altına yerleşmiş mabutlardan birer birer uzaklaşır. Büyük sufi üstad Şeyh Bedreddin’in ‘kimi insanlar paraya, şana, şöhrete, mevki ve makama tapar da Allha taptığını zanneder‘ sözünü anlamaya başlar.

Evliyalar şahı Hacı Bektaşi Veli’nin ‘Hararet nardadır saçta değildir, akıl baştadır taçta değildir, her ne arar isen kendinde ara, Kudüs‘te, Mekke’de, Hacc’da değildir’ sözleri tarikat kapısındaki bireyin iç dünyasına ışık tutar. Şeriat ehli gibi Allaha ulaşmak için Mekke’ye gitme gereği duymaz. Zira, Allaha bakış açısında ve bu açıyı elde edecek ruhsal olgunluğa erişmiştir. Onun için Allah , şekil ve biçimden uzak, varlığın özüne yansıyan kuvvet ve kudret olarak tasavvur edilir.

Anasırı erba öğretisine göre ateş elementini simgeleyen tarikat kapısı, dışsal ve yüzeysel kavranan dünyadan içsel ve deruni yaşantıya bir geçiştir. Şeriat kapısında öğrendiği kuralların bilinç ve ruhun tekamülü için bir araç olduğunu idrak etmeye başlayınca o kuralların ebedi ve hakiki olmadığını bilir, bu yüzden o kurallara daha başka bir göz ile bakar.

Tarikat ocağında pişmek ve nefsin tozlarından kalp gözünü arındırma yolunda Yunus Emre tam kırk yıl dergaha hizmet der. Dört kapıyı tamamlaması tam kırk yılını alır, ve bu sürecin sonunda büyük bir derviş-ozan olur.

Yol aynı olmasına nazaran her pirin kendine göre bir eğitim metodu ve aydınlatma yöntemi vardır. Alevilikte, ‘yol bir sürek binbir‘ denmesinin nedeni budur. Hakikat (Allah) tektir fakat ona giden yollar yaratılmış nefislerin sayısı kadar çoktur.

Bir mürşidin hakiki bir mürşit olması için şu temel vasıflara sahip olmalıdır:

1. Dört Kapı Kırk Makamdan geçmiş, Kamil İnsan olmuş.
2. Hakla Hak olmuş, zahiri gözündeki perdeler ortadan kalkmış olmalı.
3. Batıni yani Ledün ilmine hayiz olduğu kadar zahiri dünyanın ilmine ve bilgisine de sahip olmalı.
4. Kendisine gelen her talibi irşaat edebilme kabiliyetine sahip olmalı.
5. Hoşgörü, paylaşım ve yardımlaşıcı bir yapıda olmalı.
6. Hiç bir insanı diğerinden ayrı görmemeli, zahiri farklılıkları önemsememek, adaletli olmak.
7. Sadece bireysel değil, toplumsal alanda da irşat edebilmeli, ayinler ve cem yürütebilmeli, toplumun ruhi durumunu iyi sezebilmeli.
8. Dili ne söylerse, kalbi onu tastiklemeli, özüyle sözü bir olmalıdır.
9. Sözünde sabit ve sadık olmalı
10. Talibinin rüyasından onun içinde bulunduğu sıkıntıyı ya da onun ahvalini anlamlı ve ona uygun manevi ilacı vermektir.


Bu saydığımız özellikler, aynı zamanda dördüncü kapı olan sırrı hakikat kapısının da temel özellikleridir. Ancak bu kapıda insan bu özellikleri kazanarak , mürşit makamına gelerek insanları irşat eder. Biz tarikat kapısına tekrar dönelim.

Hacı Bektaşi Veli bir nefesinde tarikatta yani dergahta ki yaşantıyı ve paylaşım, bölüşüm, ve birlikteliği şöyle yansıtmaktadır:


‘Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.

Rengimiz güldür bizim, gül gibi açacağız
Gönüllere aşl ile sevgiler saçacağız
Hak Hakikat yolunda bir yüzümüz var bizim
Olduğumuz gibiyiz öyle kalacağız’

Tarikat kapısını bir bakıma yeniden doğma kapısı olarak ta görebiliriz. Tıpkı, tırtılın koza içerisinde yeterince olgunluğa ulaşınca kendi ördüğü kozayı yırtarak, göğün derinliğine doğru, renga renk bir kelebek olarak uçması gibi.

Tarikat ve dergahın toplumsal açıdan işlevine bir bakacak olursak, toplumsal yaşamı ağır ağır değiştirdiğini ve tek tek bireyleri yetiştirerek birer olgun insan olarak topluma tekrar salıveren birer insan yetiştirme ocakları olduğunu görürüz.

Alevi dergahlarını diğer dergahlardan ayıran özelliklerden biri de, kadınların da ayinlere ve törenlere katılması, dergahlarda ruhsal olgunluğun ve manevi tekamülün etkisini artırmak için semah, nefes, deyiş ve müzikten de faydalanılır. Semahlar nerdeyse başlı başına bir ayin, ibadettir.

Tarikat ehli olan insan şeriat ehli gibi Allahı yerde veya gökte aramaz, onun varlığına bir mekan isnad etmez. İbadet onun için korktuğu bir tanrı karşısında yalvarmalar ya da cenneti elde etmek için yaranmalar değil, vijdanın sesi olarak kendisine yansıyan hakikatı daha iyi hissede bilmek ve yaşamak için bir özün arındırılma ve olgunlaştırılması, nefsin terbiye edilmesi için yapılan sessiz zikirdir.
Tarikat kapısının önemli bir özelliği de ,höşgörü, engin gönüllülük, merhamet, sevgi ve adalet gibi temel değerlerin özümsetildiği (içselleştirildiği) bir mertebe olmasıdır. Yeri gelmişken, Hacı Bektaşi Veli ile ilgili anlatılan bir menkıbeyi aktaralım burda:

Bir rivayete göre, adamın biri 30 yıl dağlarda eşkıyalık yapar, yol keser, adam öldürür, soyunlar yapar.....ve sonunda bu hayattan bıkar. Düze inip insanların arasına karışarak sıradan bir hayat sürdürmek ister. Vijdanını rahatlatmak ve içindeki suçluluk duygusundan biraz da olsa kurtulmak için bir dergaha bağlanıp çile doldurmak ister. Dağdan düze inerken dergaha eli boş gitmemek için yoluna çıkan bir sürüden son bir defa bir koyun gasbeder.

Önce, adını ve ününü duyduğu Mevlana Celalettin’e gider ve isteğini anlatır. Mevlana bunun üzerine, dergaha getirdiği kurbanın helal mı yoksa haram mı olduğunu sorar. Eşkıya, durumu anlatır ve haram lokma olduğunu söyler. Mevlana bu cevaba şu karşılığı verir: ‘Bizim dergahımıza haram lokma giremez, ben seni bu vaziyette dergaha kabul edemem ‘ der ve geri çevirir. Eşlıya, daha fazla üsteleyince, Mevlana ona, Hacı Bektaşi Veli’ye gitmesini tavsiye eder. Ve onun büyük bir zat olduğunu, her müşkülü çözdüğünü söyler.

Eşkıya, şevki kırılarak ta olsa, erinmez, içindeki bir parça umutla Hacı Bektaşi Veli’ye gider. Epey aramadan sonra, onu bir dağ başında dervişleriyle muhabbet ederken bulur. Huzuruna varır ve durumu anlatır. Eski hayat tarzına son vermek istediğini, bir dergaha bağlanmak ve onun erkanı doğrultusunda yaşamak ve herkes gibi sıradan bir hayat sürmek istediğini ancak bunun için Mevlana hazretlerine gittiğini, kurbanın helal olmayışından dolayı dergaha kabul etmediğini söyler. Bunun üzerine Hacı Bektaşi veli eşkıyaya döner ev şunu sorar:’ Bundan sonra bir daha kötülük etmeyeceğine ve eski yaşantısını kökten terk edeceğine yemin eder, söz verirmisin’ der. Eşkıya, bunu yürekten aruzadığı için içtenlikle söz verir. Hacı Bektaşi Veli, bunun üzerine, dervişlerine döner ve onlara kurbanı alıp kesip, pişirip canlara dağıtmasını söyler. Hünkarın bu davranışı, ekıyayı bağışladığını, onu kazanmak için merhamet gösterdiğini ve engin bir hoşgörüye sahip olduğunun bir işareti olarak menkıbeye yansır.

Bu hoşgörünün temelinde insanda tarısal bir özün olduğu inaç ve felsefesi yatar. Yunus Emre’nin. ‘yaradılanı sev yaradan dan ötürü’ özdeyişi buna işaret eder. Bu anlayış cemlerde uygulanan yargının, ayinle iç içe geçmiş olmasının bir delilidir.

Alevilikteki yargı ve adalet sistemini bir eşini ne diğer dinlerde ne de modern toplumlarda görebiliriz. Her iki adalet sisteminde de suçluyu cezalandırmak vardır. Suçlunun benzeri suçu yeniden işlemesinin önünde, bu sistemlerin işleyiş biçiminden kaynaklanan bir engel yoktur. Bu cezalar her sistemde ayrı ayrıdır. Örneğin, ortodoks-İslamda el kesmeden, taşlamaya kadar bir dizi cezalar uygulanır ve halen de uygulanmaktadır. Modern ülkelerdeise, hapis cezasından sürgüne, idam cezasından tımarhane cezasına kadar uzanır.

Oysa Alevilikte, suçluyu cezalandırmak değil, ıslah ederek yani olgunlaştırarak, tekrar topluma kazandırmaktır. Böylelikle benzeri suçları işlemesini nefsi emareleri ortadan kaldırılarak olgunluğa doğru yol alması sağlanmış olur.

Tarikat kapısında olan bir talip, bütün insanlığı bir aile gibi görür. Zahiri farklılıkları aşmış, bunları aynı özün birer yansımaları olarak görmüş, insanı insanın aynası bilmiş, bir bilgelik ışığını yakalamış olan tarikat ehli, kendini bilmeye başladığı nisbette içdünyası aydınlanır ve ilahi aşka yaklaşır.

Mürşit tarikat kapısındaki mürüdünün-talibinin özündeki ilahi aşkı tutuşturmuşsa artık talip yavaş yavaş marifet makamına gelmekte demektir. Dergah yaşantısında edindiği tecrübe ve ilimi sergileme, marifetini gösterme aşamasına gelmişdir. Dergahı mürşidin rızası ile terk eder.










MARİFET KAPISI

Marifet kapısı, ilahi-aşkın dervişin gönlünde tutuştuğu, ve Kamil İnsan mertebesine kadar kendisine mürşitlik edeceği ruhi ve manevi bir tekamül aşamasıdır. Bu aşamadaki insana derviş denir.

Hacı Bektaşi Veli’nin sözleriyle ifade edersek, ‘Marifet, Hakkı kendi özünde bulmaktır.’ Bu mertebeye gelmiş kişi neye yönelirse o alanda başarı elde eder. Eğer zahiri ilimlere verirse kendini öğrenme aşkıyla bir alim olabir, batını ilimlere verir dervişlik yolunda ilerlerse bir mürşidi kamil olup insanları irşat edebilir.

İlahi-aşlın türlü tezahürleri ve yansıma biçimleri vardır.Bunlara örnek olması için bir kaçını sıralayalım:

Mecnun Leylaya delicesine aşık olur lakin kavuşma imakanı olmaz. Aşl ve özleminin dayanılmaz ızdırabaından dolayı kendini dağlara, çöllere vurur.dağlarda aslanlarla, ceylanlarla yaşar. Bir zaman sonra, talihi açılır ve Leyla ile tekrar karşılaşma imkanı doğar. Mecnun bu karşılaşmada Leylayı görünce uzun uzun yüzüne bakar ev sonunda , bir hayal kırıklığıyla: ‘Benim artadığım Leyla bu değil’ diyerek yoluna devam eder. Bu menkıbeden şu anlaşılmaktadır: önce bir insana duyulan aşk daha sonra evrensel bir boyut kazanarak ilahi aşka dönüşmüş. Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkın yerini allah aşkı almıştır. Mecnun köklü bir içsel dönüşüm geçirdiği ölçüde içindeki aşkın objesi de değişerek sonsuzluğun ummanlarına ulaşıyor.

Yine büyük bir Alevi ozanı olan Karacoğlan, doğa ve insan karşısında duyduğu en derin sevgi ve heyecanı ustalıkla şiirlere dökerek, insanlara tekrar sunmuştur. Arının her çiçekten bal eylemesi gibi, o da marifetini o alanda sergilemiştir.

Yakın çağın usta babalarından Meluli, marifet kapısına gelince yakın arkadaşlarıyla bir dergah kurarak birlikte yaşar. Tıpkı bir komüne benzeyen bu dergahta özel mülkiyet olmaz, her beraber üretir ve tüketirler. Büyük bir aile gibidirler. Alevi inanç ve felsefesinin gereklerini yerine getirerek yaşar, moder zamanda bile bunun imkanlı olduğunu yaşayarak gösterir.

Şah İsmail, ocaktan gelen bir insan olduğu için çok erken yaşta tarikata girer, usta mürşidler tarafından eğitilir ve hızlı yol alı, kısa zamanda tarikatın başına geçer. Şah İsmail’in dervişliği ve sufiliğinin yanısıra bir hükümdarlığının da olması tamamen içinde doğduğu sosyal şartlarla doğrudan alakalıdır. İçinde yaşadığı şartlar marifetini hükümdarlığa yöneltmesine neden olmuştur. Diğer taraftan bir tarikat şeyhi olması nedeniyle, tarikat kurallarını yeniden koymuş, bulunduğu tarikata bir dizi yenilikler getirmiştir. Nefesleri aynen Yunus Emre gibi, dergah ve tekkelerde talipleri irşat amaçlı okunmaktadır.

Anadolu Alevi geleneğine damgasını basmış büyük üstadlardan biride,Fazlullahın öğrencisi Nesimi’dir. Yola olan bağlılığı ve tutkunluğuyla tanınan Nesimi, Bağdat’da şeriat ehli tarafından derisi yüzüldüğünde pek gençti. Söylediği sözler şeriat ehli tarafından anlaşılmadığı için küfür sayılmış, ve hunharca katledilmiştir. Nefesleri, ledün ilmine vakıf, sırrı hakkata erişmiş, büyk bir üstad olduğunun açık delilidir. Nice yol ehli onun nefeslerinden ilham ve feyz almıştır. O, inandığının doğruluğunu ve hakikat olduğunu bildiği için yolundan dönmemiş ve bu uğurda şehit olmayı dahi göze almıştır. Şeriatla marifet kapısı arasındaki fark Nesimiyle onu öldürenlerin arasındaki fark kadar büyüktür.

Yine yakın dönemde yaşamış büyük Alevi ozanı Aşık Mahsuni, bu kapıya uygun düşen bilgileri bir nefesinde şöyle dile getirir:

‘Ben güler durur idim çölün mecnunlarına
Dahi çöller mecnun için tahtı Süleyman imiş
Erem dedim eremedim Ademin esrerına
Kendini okuyan insan bir ömür Kuran imiş’

Marifet Kaprı bir nevi dünya hayatında ikinci doğum demektir. Birinci doğum olan şeriat, bir kan yoluyla doğumdur. Burda, akrabalık dercelerini, doğacağı atmofer, gelenek ve görenekleri, hangi ailede dünyaya geleceğini seçme imkanına sahip değildir. Marifet kapısı ise manevi bir doğumu simgeler. Kişi Marifet kapısında kendi kendini arındırarak, kandi özünde yarattığı ben’le yeniden doğar.

Bu doğumda, daha önce elde dergah hayatında yaşayarak elde ettiği Ledun ilmi yardımcısı ve mürşidi olur. İlahi-aşk onu getarafa çekerse o taraf doğu ilerler,yol alı, manevile ruhsal-zihinsel tekamülü yol alır.

SIRRI HAKİKAT KAPISI



Dört Kapı Kırk Makam öğretisinin son kapısı olan Sırrı Hakikat Kapısı, Hünkarın deyimiyle, ‘ Tanrıyı kendi özünde bulma‘ makamıdır. Bu kapıda, gönül gözünü perdeleyen perdeler bir bir açılmış, hakkı da batını ve zahiri dünyayı da görür olmuştur. Bir insana baktığında onun bulunduğu makamın derecesini hemen anlar vaziyete gelmiştir. Hallacı Mansurun ‚‘Enel Hak‘ diye seslendiği kemalet makamıdır.

Insan, makro alemin (uzayın) değil, mikro alemin de aynası olduğunu ve onları yansıttığını bilir. Büyük ozan Muhyi’nin dediği gibi:‘her ne varsa bu alemde hepsi mevuttur Adem’de.Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmam‘

Yaşanmış menkıbe ve olaylardan örneklerle bu kapıyı anlatmaya çalışalım:

Bir Alevi köyünde, bütün yaşlılar bir araya gelirler ve Allahı aramaya karar verirler. Dağ taş demeden gezerler. Bulmadan geri dönmeme kararı alırlar, fakat aradan epey bir zaman geçince, birer ikişel eli boş dönmeye başlarlar. Dönenler köy kahvesinde otururlar ve kendilerinden sonra dönenlerle alay etmeye başlarlar. Çünkü, böyle bir iddiayı deli saçması bulurlar. Her yeni dönene eskiler:‘Ne o, buldun mu Allahı, nasıl bir şeymiş‘ diye alay ederler. Sonunda hepsi geri döner fakat bir tanesi geri dönmez. Köylüler merak eder ve beklerler. Kırk gün sonra, saçı sakalı bir birine karışmış vaziyette döner gelir. Herkese yönelttikleri soruyu yarı alaycı bir şekilde ona da yöneltir ve şöyle derler: ‘ne o, Allahı buldun mu?‘ o da, ‘evet buldum, bendeymiş meğer, sana bana benziyor‘ diye yanıt verir. Onca insan arasından ancak hakkı bulmak bir insana nasip olur.

Hakla Hakk olmuş, o mertebenin manevi olgunluğuna ulaşmış bir insan, zahiri alemde, kimi zaman batıniliği yaşar. Onun muhabbeti, dinleyenlere, esenlik ve mutluluk verir. Manevi anlamda ilerlemesine yardımcı olur. Bu nedenle, Alevilikte arif insanların muhabbetine katılmak ta bir ibadet sayılır.

Şehitlik mertebesine eriştiği için ünü ölümünden sonra da artıp giden Hallacı Mansur olmak üzere Şibli, Cüneydi Bağdadı, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Nesimi, Muhyiddin Arabi, kadın sufi Rabia ve daha niceleri bu kapıdan geçmiş büyük mürşitlerdir. Acak bunlardan bir çoğu yaşadığı devirde yeterince anlaşılamamıştır. Ünlü Alman filofu Nietsch’nin dediği gibi: ‚ kimileri öldükten sonra yaşarlar.‘ sözü bunların akıbetine uymaktadır. Fakat, onlar, zahiri dünyada kalplerde mekan kurarak yaşamaya devam etmektedirler. Sözleriyle, halen insanlığa ışık tutmaktadırlar.

Adından alevi inanç ve kültüründe sıkça bahsedilen Gruhü Naci denilen zümre , Hakikat Kapısına varmış, Hakla hak olmuş, özündeki ilahi kaynağa dönmüş, sır perdesini ortadan kaldırmış, Kamil İnsan mertebesindeki insanların verilen bir isimdir. Bunun, kimilerinin zannettiği gibi zahiri soy, sopla, kanbağıyla alakası yoktur. Gruhü naci demek, gönül gözü açılmış, hakikati perdesiz gören insan demektir.

Alevi ozanı Sıtkı Baba bir nefesinde Gruhü Naciyi ve onun manevi dünyasının açılımlarını şöyle tabir eder:

‚ Ondört bin yıl gezdim pervanelikte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum

Güruhu naciye özümü kattım
İnsan sıfatında çok geldim gittim
Bülbül oldum bir dost bağında öttüm
Bir zaman gül için zara düş oldum‘

Bu kapıya gelip, Hakla Hak olmuş kişi, Hakikatın dil yoluyla anlatımının mümkün olmadığı bilir ve gerçeği mecaz ve sembollerle anlatmaya çalışır. Aynı mertebeye gelmiş bir insan bu mecazlardan, içindeki Hakikatı ve ozanın ne söylemek istediğini hemen anlar.

Sıtkı Babanın yukarda sunduğumuz nefesi de, baştan başa mecaz ve kinayelerle doludur. Ruhsal tekamülü, arınmışlar zümresi olan Güruhu Naciyi, hakikatin ancak arınma ve olgunlaşmayla anlaşılabileceğini, ilahi-aşkı ve daha bir çok gerçeği ritmik bir uyum içerisinde dile getirmektedir. İç yaşantısındaki manevi ahengi ve esenliği nefeste hissetmek gene de mümkündür.

Bu kapıya ulaşmış insan, varlığın sürekli bir tekamül içerisinde olduğunu anlar. Kalıplaşmış dinlerdeki ceza, yargı, cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi kavramlar farklı anlamlar taşır. Hepsi de bu dünya hayatında olmaktadır. Sırat Köprüsü, ölümden sonra geçilecek, kıldan ince kılıçtan keskin olduğu tabir edilen bir köprü değil, dünya hayatında insanın ruhsal tekamülünü tamamlayarak, aslı olan nura kavuşmak anlamına gelir. Cennet ve cehhennem ise dünya yaşantısındaki ruhi halin sembol diliyle anlatımıdır. Eğer kişi tekamülünü tamamlamak yerine nefsani dünyanın karanlığına batmış, hayatın cezbesinden ve varoluşun sonsuz deviniminden habersiz yaşıyorsa, cehennemi; gönül gözü açılıp, ruhu aydınlık ve esenlikle dolu yaşıyorsa cenneti
dünyada yaşıyor demektir.

Bu Kapıya erişmiş insan, yüzünü nereye dönerse Allahın varlığı ile karşılaşır. Tüm varlık, Allahın çeşitli mertebelerde tecelli etmesinden ibarettir. Onun tecellisi dışında esasen bir ikinci varlık yoktur. Bu yüzden, yargı ve ulu mahşer bu dünyadadır. Hayat sonsuz tekamül içerisindedir. Bu hakikatı duyumsadığında sufinin biri şöyle söyler:‘ her an bu aşk daha bir sonrasız, her defasında insan daha bir hayret ediyor‘.

Sıırı Hakkat mertebesine ererek, Hakkla Hak olmuş insan, hangi kültür, din kalıpları ve gelenek içerisinden kıçarsa çıksın, hepsinin tetığı gerçek aynıdır, yolları aynı menzile çıkar. Alevi inancında bu kişilere, erenler, derler. Pir Sultan bir nefesinde şöyle der: ‘Erenlerin yolu birdir, cümlesine dedik beli’ cümlesini de, kabul ettiklerini, birbirinden ayırmadıklarını söylemek ister.

Hakikata erişmiş bir Zen_ustası da hayatı imkanlı kılan tekamülü şöyle tarif ediyor: ‚‘Dünya sonsuz bir ummana benzer. Bu ummanın içinde sayısız dev delgalar sürekli çarpışmaktadır. Bu çarpışmadam sayısız köpükler meydana gelir ve bir zaman görünüm alanına çıkar, görünür ve sonunda aslı olan ummana karışır; onunla yeniden bütünleşir.‘
Alevi ozanı Güfrani bir nefesinde, bu gerçeği daha geniş boyutlarıyla ortaya koymaktadır:

‚Katre idim ummanlara karıştım
Kaç bulandım, kaç duruldum kim bilir
Devre ede alemleri dolaştım
Bir sanata kaç sarıldım kim bilir

Kaç kez gani oldum, kaç kere bakir
Kaç kez altın oldum, kaç kere bakır
Bilmem ki kaç katip ismimi okur

Bazı nebat oldum, toprakta sürdüm
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum
Kaçkere cenneti alaya girdim
Cehenneme kaç sürüldüm kim bilir

Kaç kez alet oldum elde bakıldım
Semadan kaç kere indim çekildim
Balçık oldum kerpiç kerpiç döküldüm
Kaç bozuldum, kaç kuruldum kim bilir

Dünyayı dolaştım hep karabatak
Görmedim bir karar, bilmedim durak
Üstümü kaç örttü bu kara toprak
Kaç serildim kaç derildim kim bilir

Güfrani’yim tarikatım boş değil
İyi bil ki karabağrım taş değil
Felek ile hatırcığım hoşedğil
Kaç barıştım kaç darıldım kim bilir‘

Büyük Alevi ozanı Aşı Veysel de bir nefesinde, insanın ölümsüz olduğunu, fakat cümle alemle birlikte sürekli bir devinim içerisinde evrimleştiğini bir nefesinde şöyle dile getirir:

‚Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim, yerli renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Kusur günah kirli renge boyandım

Azgın azgın çağlayarak akarak
İnsafsızca tahrip edip yıkarak
Ne utandım ne kimseden korkarak
Kusur günah kirli renge boyandım

Yüzlerimi yere vurdum süründüm
Çok dolandım ırmak olup göründüm
Eleklerden geçtim yundum arındım
Kamilane karlı renge boyandım

Irmak olup koşunca denize
Dalgalandık coştuk taştık biz bize
Çok zaman seyrettim aya yıldıza
Aydın parlak nurlu renge boyandım

VEYSEL yoktan geldim, yok olup geçtim
Ben diyenler yalan gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum o sırlı renge boyandım‘


Beden gözüyle renkleri göremeyen Aşık Veysel, can-gözüyle insanın bu ummandaki sonsuz devinimini ve varlığının hakikatını doğru sezinlemekte ve bilmekteydi.

Hakikat kapısında bulunan insan sürekli kendini aşma ve cevbe durumu yaşar. Hem zahiri alemi, hem de batıni alemi sürekli yaşar. Büyük üstat Nesimi’nin bir nefesinde bunu bariz bir şekilde görebiliriz. Cezbe durumu arttıkça, hakikat ayan olmaya başlar fakat zahiri aleme yansırken yine sembollerin ve mecazların zırhına bürünür.

‚O sevgili, Allahın ruhları yarattığı toplantıda beni kendimden geçirdi. Onun içindir ki, gözlerime hsaehoş görünüyor. Şöyle bil, Allaha sevgi şarabından içerek hayran oldukları içindir ki yerler ve gökler sarhoş, dönen yıldızlar sarhoştur. Peygamberler, evliyalar, veliler, günahsızlar tanrı meclisinde akıllarını kaybedip sarhoş olmuşyular.Bizim gönlümüz Allaha kavuşma nurudur. Vücudumuz Tur dağıdır,Canımız, Allahın görünüşüyle Musa gibi sarhoş olmuştur. Ey Nesimi, bugün tanrı sırlarını yakından bile kişi sensin. Sen bu sırrın mansını kudret diliyle söylerken sarhoşsun.‘

Anadolu Alevi yolağını büyük oranda etkilemiş ve daha genç yaşta yazdıkları nefeslerle cemlerde ve gönüllerde taht kurmuş olan Hatai, insanın nurani ve ilahi özellilerinden bahseder ve nefesinin birinde bunu şöyle dilegetirir:

‚Bir kandilden bir kandile atıldım
Türab olup yeryüzüne saçıldım
Bir zaman hakk idim Hakk ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim

Evelden evvele biz Hakkı bildik
Hakktan nida geldi Hakka Hakk dedik
Kırklar meydanında yunduk pak olduk
İstemem yunmayı yundum da geldim

Şunda bir kardaşla kayda düşmüşüm
Pirler makamında yanmış pişmişim
Kırklar meydanında hem görüşmüşüm
İstemem yanmayı yandım da geldim

Şah Hatai eder senindir ferman
Olursun her kulun derdine derman
Güzel şahım sana bir canım kurban
İstemem kurbanı kestim de geldim‘

Günümüzden bir asır önce yaşamış olan ünlü bektaşi babası Rıza Tefik’te bir nefesinde Allahı yerlerde, göklerde ya da kitaplarda aramanın beyhudeliğine değinere doğusunu göstermektedir:

‚Gel derviş gel hele yabana gitme
Her ne arar isen inan sendedir
Beyhude nefsine eziyet etme
Kaybeyse mahsudun rahman sendedir

Çöllerde dolaşıp seraba bakma
Allah Allah deyü havaya bakma
Talibi Hak isen kitaba bakma
Okumak bilirsen Kuran sendedir

Gayrıdan derdine arayıp çare
Ne varlık verirsin ner ile mara
Cennetten çıktıysan behey avare
Havva’yı aldatan yılan sendedir

Ey Rıza takat yok Hakkı inkara
Sen mahrem imişsin didarı yare
Şimdi agah oldum sırrı esrera
Alemi yaratan vicdan sendedir.‘

Büyük bir Bektaşi şairi olan Edip Harabi ise Vahdetname isimli uzun bir nefesinde, insanın ilahi kaynaklı tekamülünü semboller vasıtasıyla dile getirmektedir. Bu uzun nefesinden bir kaç dörtlük sunalım:

‚Vahdet alemini bilmeyen insan
İnsan suretinde kalmış bir hayvan
Bizden ayrı değil hazreti Süphan
Bunu Kuran ile ayan eyledik

Sözlerimiz bizim bek muhakkaktır
Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hakktır
Her nereye baksan hakkı mutlaktır
Ahvali vahdeti beyan eyledik

Vahdet sarayına girenler için
Hakkı hakkel yakın görenler için
Bu sırra Harabi erenler için
Birlik meydanında cevlan eyledik‘

Kendini tarikata ve çağının sosyal olaylarına adayan Pir Sultan Abdal daha çok başkaldırıcı ve kavgacı yanıyla bilinir. Oysa derin bir tasavvuf eri ve erenlerindendir. Onun nefesleri bu gözle okunduğunda karşımıza şimdiye kadar tanıdığımız Pir Sultanın başka bir suret çıkacaktır:

‚Bir nefescik söyleyeyim
Dinlemezsen neyleyeyim
Aşk deryasın boylayayım
Ummana dalmaya geldim

Ben Hakk ile oldum aşna
Gönlümüzde yoktur nesne
Pervaneyim ateşine
Oduna yanmaya geldim

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim hem yoğruldum
Kazana girdim kavruldum
Meydana yenmeğe geldim

Ben hakkın edna kuluyum
Kem damarlardan beriyim
Azini cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeğe geldim

Pir Sultanım der gözümde
Hiç hata yoktur sözümde
Eksiklik kendi özümde
Darına durmaya geldim‘

Alevi tasavvuf anlayışına göre Dar, kişinin, ete kemiğe bürünüp bir suret aldığı dünya hayatından itibaren başlar. Zira insan sürekli tanrı huzurundadır.

Kızılbaşlık Nedir?

Kızılbaşlık Nedir?

Kızılbaşlık teriminin kökenine ilişkin çok çeşitli görüşler vardır. Kızılbaşlık terimine özel anlam yükleyen ve kendisiyle özdeşleştiren Türkmenler olmuştur.

Biz burada kısaca Alevilerin Kızılbaşlığı nasıl algıladıklarına değineceğiz. Prof.Dr. Emel Esin ve Dr.İsmail Kaygusuz Çin, Arap ve Rus kaynaklarına dayanarak Alevi terimini Orta-Asya’da Türklerin ilk kez bugünkü anlamıyla 9.yüzyılın ilk çeyreğinden sonra kullandıklarını iddia etmektediler.

İslamiyeti, Türk töre ve inanç potasında eriten Türkler, yeni senteze (alışıma), Aleviliği Emevi ve Abbasi İslam anlayışından ayırmak için, Aleviliğe muhalefetteki Hz.Ali yanlısı anlamında bir ifade yüklemişlerdir. Türk destanlarında Hz. Ali ile Gök-Tanrı özdeşleştirilmiştir.

Alevilik mezhepten ve tarikatten daha çok bir “Akılcı Tasavvuf Yolu”nu içerir. Yüzlerce yıl süren göç dalgaları halinde Anadolu’ya gelen Türkler; akılcı inanç ekolüne sahip oldukları için Alevilik yeni anayurtlarında yetersiz kalır. Bu kavram yerine siyasi iktidarı da hedefleyen yeni bir terim ile kendilerini ifade ederler. O da Kızılbaşlık’tır.

Kızılbaşlık siyasetinin temellerini Hâcı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Balım Sultan (1458-1519/20) ile Şah İsmail Hatayî (1487-1524) atmışlar ve teorize etmişlerdir. Anadolu Alevi ve Bektaşi Türkmenleri’nin derleniş ve toparlanışlarının: Birincisini, Baba İlyas Horasanî (?-1240); İkincisini, Sultan Hünkâr Hâcı Bektaş-ı Veli (1209/10-1271/2); Üçüncüsünü, Şeyh Bedreddin (1357-1420); Dördüncüsünü ise Şah İsmail Hatayî gerçekleştirir. Kızılbaşlık siyaseti; Anadolu’da yapılan Seyyid Ocakları mensubu dedeler ile Türkmen Aşiret, Oymak ve Oba Beyleri’nin katılımıyla iki “TÜRKMEN KURULTAYI”nda somut uygulanabilir hale gelmiştir. Her iki toplantıya da Şah İsmail başkanlık etmiştir. Birincisi, Erzincan-Tercan’ın Sarıkaya yaylasında 1500 yılında gerçekleşmiş; alınan karar sonucu, “SAFEVİ TÜRK KIZILBAŞ DEVLETİ” kurulmuştur. İkincisi; yine Şah İsmail’in başkanlığında Sivas’ın Yıldızeli’ne bağlı Banaz-Bedirli arasındaki bölgede1509 yılında yapılır. Bu toplantıda yeni kurulmuş devletin askeri ve politik stratejisi tartışılır. Devletin sınırları; Batı’da Fırat-Dicle Irmağı’ndan; Doğu’da Aral Gölü-Ceyhun Irmağı’na kadar olan coğrafi bölgeyi kapsayacak şekilde belirlenir.

Bu iki kurultayla Kızılbaşlık toplum projesi ve devlet sistemi belirlenerek uygulamaya koyulur. Şah İsmail: “Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan, Kızılbaş olmak kimsenin haddi değildir” der. Fakat bu Kızılbaşlık tasarımı, Şah İsmail’in 23.5.1524 yılında Hakk’a yürümesiyle son bulur. Safavi Türk Kızılbaş Devlet erkinden, Türkmen Beyleri giderek dışlanır ve yerlerini, Selçuklular’dan bu yana sürekli devlet yöneticisi çıkarmış Fars kökenli aristokrat ailelerden gelen bürokratlar ve Şii mollalar alır. Türkler yurdu olan bugünkü Güney Azerbaycan sömürge statüsünde kalır. Sonuçta Safevi Devleti bir Fars (İran) devleti olur. Şah İsmail sonrası Kızılbaş Türkmenler yer yer “muhalif düzeyde” başkaldırmalarına karşın başarılı olamamışlar, Osmanlı devlet yöneticileri kanlı bir şekilde ayaklanmaları bastırmıştır.

Anadolu Türkmen Oymaklarının ve Dede Ocaklarının “Kızılbaşlık Toplum Projeleri” de Şah İsmail sonrası “ütopya” olarak yerini “Mehdi beklentisi”ne bırakır ve “tefekkür dönemi”ne girilir.

Avrupa devletlerinin azınlıklar meselesini dayatmasından sonra Osmanlı Devleti; 1839 Gülhane Hattı Hümâyûnu ilanına müteakip “Alevi Türkmenleri” İslam dairesinde kabul eder.

Kızılbaşlık tanımına gelince: Alevi-Bektaşi inanç ve kültür öğretisinin, toplumsal yaşam tarzının; siyasallaşmış doktrinel adına ve devlet iktidarını amaçlayan stratejik hedefine; sosyo-ekonomik toplumsal kuramının uygulama düzeninin sistemine KIZILBAŞLIK denir. Yani Alevilik öğretisinin; toplumu bilgi ve becerilerisiyle yönetme, iktidar erkiyle uygulama modeline Kızılbaşlık sistemi denir.


Bugün ise Alevilik ve Kızılbaşlık özdeş hale gelmiştir.

Destanlardan ve çeşitli kaynaklardan Oğuz Türkmenleri’nin “kızıl börk”, siyah libas ve 40 cm. boyunda ökçesiz sivri burunlu “kızıl çizme”ler giydiklerini bilmekteyiz. İbni Bibi ve Prof. Fuat Köprülü; Babailer İsyanını, "Siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları çarıklı” Türkmenlerin, Karamanoğlu’nun komutasında Konya’yı istila etmelerini, Bektaşilik ceryanını, Safevi İmparatorluğunun kurulmasını, Heterodoks Göçebe hareketleri olarak değerlendirmektedir. Horosan’da, Selçuklu İmparatoru Sancar'a isyan eden Türkmenleri de aynı sosyal tipi temsil eden zümreler olarak değerlendirmektedir.

toklucaktan haberler

dernek nedir.amaçları

TOKLUCAK DER .in ARIK DER ile ZARA DER. yanyana olan arsa ile ilğili bilgiler.. 1- konu hakkında gelişmeler.. 2- varılan durum 3- dernek üyelerinin konu hakkında bilgileri GEREKLİ BİLGİLER TOPARLANIP ..GELİŞMELER..SİZLERE DUYURULACAKTIR. MAİL. ADRESİM ..haloyildiz@gmail.com ..SİZLERİN ULAŞABİLDİĞİ BİLGİLERİ PAYLAŞIRSANIZ ..YAYINLARIZ. ERGÜN YILDIZ..

DERNEK NEDİR? NASIL KURULUR?

Derneğin tanımı

23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5253 sayılı Dernekler Kanununun 2. maddesinde derneğin tanımı; " Dernek: Kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştır.

Kimler dernek kurabilir

Fiil ehliyetine sahip gerçek veya tüzel kişiler, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkına sahiptir.

Dernek kurucusu olabilmeleri ile ilgili olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri hakkında özel kanunlarında getirilen kısıtlamalar saklıdır.

Ayrıca, onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlakî, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekleri kurabilir veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabilirler.

Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk derneklerine üye olabilirler ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamazlar.

Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler kurucu veya üye olamazlar.

Dernek kurucusu olacak kişilerde aranan fiil ehliyetine ne şekilde sahip olunur.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.

Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak: Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır.

Ergin olmak: Onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.

Tüzel kişiler, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır.

Dernekler özel hukuk tüzelkişisi olup, Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahiptir.

Hangi amaçla dernek kurulamaz

Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla dernek kurulamaz.

Derneğin amacı; kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik, anlaşılabilir ve süreklilik arz etmelidir. Hukuka veya ahlâka aykırı olmamalıdır.

Derneğin kuruluş şekli

Dernekler, kuruluş bildirimini, dernek tüzüğünü ve gerekli belgeleri yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdikleri anda tüzel kişilik kazanırlar.

Dernek tüzüğünün içeriği

Dernekler Mevzuatı gereğince derneğin tüzüğünde aşağıda gösterilen hususların belirtilmesi zorunludur:

a-Derneğin adı ve merkezi. (Derneğinizin adı, daha önce kurulmuş olan bir derneğin adından farklı olmak zorundadır. Dernek adını kontrol etmek için tıklayınız)

b-Derneğin amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için dernekçe sürdürülecek çalışma konuları ve çalışma biçimleri ile faaliyet alanı.

c-Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri.

d-Genel kurulun toplanma şekli ve zamanı.

e-Genel kurulun görevleri, yetkileri, oy kullanma ve karar alma usul ve şekilleri.

f-Yönetim ve denetim kurullarının görev ve yetkileri, ne suretle seçileceği, asıl ve yedek üye sayısı.

g-Derneğin şubesinin bulunup bulunmayacağı, bulunacak ise şubelerin nasıl kurulacağı, görev ve yetkileri ile dernek genel kurulunda nasıl temsil edileceği.

h-Üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli.

ı-Derneğin gelir kaynakları.

i- Derneğin borçlanma usulleri.

j- Derneğin iç denetim şekilleri

k-Tüzüğün ne şekilde değiştirileceği.

l-Derneğin feshi halinde mal varlığının tasfiye şekli.

m-Dernek geçici yönetim kurulu üyelerinin adı, soyadı, görev ünvanı.

Dernek tüzüğünde kanunen belirtilmesi zorunlu hususlar dışında, Kanuna aykırı olmamak kaydıyla tüzükte yer alması istenilen diğer hükümler eklenebilir.

Örnek Dernek Tüzüğü İçin Tıklayınız.

Dernek kuruluşu için gerekli belgeler

Dernek kurucuları (en az yedi gerçek veya tüzel kişi) tarafından imzalanmış olan (Dernekler Yönetmeliği Ek-2’de bulunan) iki adet kuruluş bildirimi ve aşağıda belirtilen ekleri, derneğin kurulacağı yerin mülki idare amirliğine verilir.

a) Kurucular tarafından her sayfası imzalanmış üç adet dernek tüzüğü,

b) Kurucuların nüfus cüzdan fotokopisi,

c) Dernek kurucuları arasında tüzel kişiliklerin bulunması halinde; bu tüzel kişilerin unvanı, yerleşim yeri ve kuruluş belgesi ile tüzel kişiliklerin organları tarafından yetkilendirilen gerçek kişi de belirtilmek kaydıyla bu konuda alınmış kararın fotokopisi,

d) Kurucular arasında yabancı dernek veya dernek ve vakıf dışında kar amacı gütmeyen kuruluşlar bulunması halinde, bu tüzel kişilerin dernek kurucusu olabileceğini gösteren İçişleri Bakanlığınca verilmiş izin belgesi,

e) Kurucular arasında yabancı uyruklular varsa, bunların Türkiye'de yerleşme hakkına sahip olduklarını gösterir belgelerin fotokopileri,

f) Yazışma ve tebligatı almaya yetkili kişi veya kişilerin adı, soyadı, yerleşim yerlerini ve imzalarını belirten liste.

Büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerdeki dernek kuruluş işlemlerinde istenen belgeler birer arttırılarak verilir.

Dernekler, kuruluş bildirimi ve eklerini mülki idare amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar.

Çocuk derneklerine tüzel kişiler kurucu veya üye olamazlar, ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izni eklenir.

Dernek kuruluş bildiriminin incelenmesi

Dernek kuruluş bildirimi ve belgelerin doğruluğu ile dernek tüzüğü, en büyük mülki amir tarafından altmış gün içinde dosya üzerinden incelenir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve kurucuların hukuki durumlarında kanuna aykırılık veya noksanlık tespit edildiği takdirde bunların giderilmesi veya tamamlanması derhal kuruculardan istenir. Bu istemin tebliğinden başlayarak otuz gün içinde belirtilen noksanlık tamamlanmaz ve kanuna aykırılık giderilmezse; en büyük mülki amir, yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi konusunda dava açması içir durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir. Cumhuriyet savcısı mahkemeden derneğin faaliyetinin durdurulmasına karar verilmesini de isteyebilir.

Kuruluş bildiriminde, tüzükte ve belgelerde kanuna aykırılık veya noksanlık bulunmaz ya da bu aykırılık veya noksanlık belirli sürede giderilmiş bulunursa; keyfiyet derhal derneğe yazıyla bildirilir ve dernek, dernekler kütüğüne kaydedilir.

Derneğin zorunlu Organları hangileridir

Derneğin zorunlu organları, genel kurul, yönetim kurulu ve denetim kuruludur.

Dernekler zorunlu organları dışında başka organlar da oluşturabilirler. Ancak, bu organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları devredilemez.

Genel kurul, derneğin en yetkili karar organı olup; derneğe kayıtlı üyelerden oluşur. Genel kurul, dernek organlarını seçer ve derneğin diğer bir organına verilmemiş olan işleri görür.

Genel kurul, üyeliğe kabul ve üyelikten çıkarma hakkında son kararı verir, derneğin diğer organlarını denetler ve onları haklı sebeplerle her zaman görevden alabilir.

Yönetim kurulu, beş asıl ve beş yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.

Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye verilebilir.

Denetim kurulu, üç asıl ve üç yedek üyeden az olmamak üzere dernek tüzüğünde belirtilen sayıda üyeden oluşur.

Denetim kurulu, denetleme görevini, dernek tüzüğünde belirtilen esas ve usullere göre yapar; denetleme sonuçlarını bir raporla yönetim kuruluna ve genel kurula sunar.

Derneğin kuruluşundan sonra yapılması gereken işlemler

A- Defter tutulması

Dernekler tarafından tutulması zorunlu olan defterler temin edilerek kullanmaya başlanılmadan önce dernekler biriminden veya noterden onaylattırılmalıdır.

Dernekler aşağıda yazılı defterleri tutarlar.

a) İşletme hesabı esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) Karar Defteri: Yönetim kurulu kararları tarih ve numara sırasıyla bu deftere yazılır ve kararların altı toplantıya katılan üyelerce imzalanır.

2) Üye Kayıt Defteri: Derneğe üye olarak girenlerin kimlik bilgileri, derneğe giriş ve çıkış tarihleri bu deftere işlenir. Üyelerin ödedikleri giriş ve yıllık aidat miktarları bu deftere işlenebilir.

3) Evrak Kayıt Defteri: Gelen ve giden evraklar, tarih ve sıra numarası ile bu deftere kaydedilir. Gelen evrakın asılları ve giden evrakın kopyaları dosyalanır. Elektronik posta yoluyla gelen veya giden evraklar çıktısı alınmak suretiyle saklanır.

4) Demirbaş Defteri: Derneğe ait demirbaşların edinme tarihi ve şekli ile kullanıldıkları veya verildikleri yerler ve kullanım sürelerini dolduranların kayıttan düşürülmesi bu deftere işlenir.

5) İşletme Hesabı Defteri: Dernek adına alınan gelirler ve yapılan giderler açık ve düzenli olarak bu deftere işlenir.

6) Alındı Belgesi Kayıt Defteri : Alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları, bu belgeleri alan ve iade edelerin adı, soyadı ve imzaları ile aldıkları ve iade ettikleri tarihler bu deftere işlenir.

b) Bilanço esasında tutulacak defterler ve uyulacak esaslar aşağıdaki gibidir:

1) (a) bendinin 1, 2, 3 ve 6 ncı alt bentlerinde kayıtlı defterleri bilanço esasında defter tutan dernekler de tutarlar.

2) Yevmiye Defteri, Büyük Defter ve Envanter Defteri: Bu defterlerin tutulma usulü ile kayıt şekli Vergi Usul Kanunu ile bu Kanununun Maliye Bakanlığına verdiği yetkiye istinaden yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğleri esaslarına göre yapılır.

Tutulacak defter ve kayıtların Türkçe olması zorunludur. Defterler mürekkepli kalemle yazılır.

Defterler bilgisayar ortamında da tutulabilir. Ancak form veya sürekli form şeklinde tutulacak defterler, kullanılmaya başlanmadan önce her bir sayfasına numara verilerek ve onaylatılarak kullanılabilir. Onaylı sayfalar kullanıldıktan sonra defter haline getirilerek muhafaza edilir.

Yevmiye defteri maddelerinde yapılan yanlışlar ancak muhasebe kurallarına göre düzeltilebilir. Diğer defter ve kayıtlara rakam ve yazılar yanlış yazıldığı takdirde düzeltmeler ancak yanlış rakam ve yazı okunacak şekilde çizilmek, üst veya yan tarafına veya ilgili bulunduğu hesaba doğrusu yazılmak suretiyle yapılabilir. Yanlış rakam ve yazının çizilmesi halinde, bu rakam ve yazıyı çizen tarafından paraflanır.

Defterlere geçirilen bir kayıt; kazımak, çizmek veya silmek suretiyle okunamaz hale getirilemez.

Karar defterinin sayfa sonunda imza için bırakılan bölümü hariç defterlerin satırları, çizilmeksizin boş bırakılamaz ve atlanamaz. Ciltli defterlerde, defter sayfaları ciltten koparılamaz. Tasdikli form veya sürekli form yapraklarının sırası bozulamaz ve bunlar yırtılamaz.

Derneklere ait belgeler, kaydedildikleri defterdeki kayıt sırasına uygun olarak numaralandırılır ve dosyalanarak saklanır.

Kayıt zamanı;

İşlemler, defterlere günlük olarak kaydedilir. Ancak, gelir ve gider kayıtları;

a) İşlemlerin, işin hacmine ve gereklerine uygun olarak muhasebe düzeni ve güvenliğini bozmayacak bir süre içinde kaydedilmesi şarttır. Bu gibi kayıtlar on günden fazla geciktirilmez.

b) Kayıtlarını devamlı olarak muhasebe fişleri ve bordro gibi yetkili amirlerin imza ve parafını taşıyan belgelere dayanarak tutan derneklerde, işlemlerin bunlara kaydedilmesi, deftere işlenmesi hükmündedir. Ancak bu kayıtlar, işlemlerin esas defterlere kırkbeş günden daha geç intikal ettirilmesine imkan vermez. Dernek defterlerinin denetim amacıyla istenmesi halinde, kırkbeş günlük sürenin dolması beklenmeden kayıtların işlenmesi zorunludur.

Hesap dönemi;

Derneklerde hesap dönemi bir takvim yılıdır. Hesap dönemi 1 Ocak’ta başlar ve 31 Aralık’ta sona erer. Yeni kurulan derneklerde hesap dönemi kuruluş tarihinde başlar ve 31 Aralık’ta sona erer.

Defterlerin ara tasdiki;

Bu defterlerin kullanılmasına sayfaları bitene kadar devam edilir ve defterlerin ara tasdiki yapılmaz. Ancak, bilanço esasına göre tutulan defterler ile form veya sürekli form yapraklı defterlerin, kullanılacağı yıldan önce gelen son ayda, her yıl yeniden tasdik ettirilmesi zorunludur.

B-Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgelerinin bastırılması

Alındı belgelerinin biçimi;

Dernek gelirlerinin tahsilinde kullanılacak Alındı Belgeleri Dernekler Yönetmeliği 42. maddesinde belirtilen biçim ve ebatta yönetim kurulu kararıyla matbaaya bastırılır.

Alındı belgelerinin kontrolü;

Bastırılan alındı belgelerinin seri ve sıra numaraları ile diğer baskı işlerinde kusur bulunup bulunmadığı, sayman üyece kontrol edilir. Kontrolde hatalı olduğu ortaya çıkan cilt veya formlar geri verilerek aynı miktarda yenisi bastırılır. Alındı belgeleri, matbaadan sayman üye tarafından bir tutanak ile teslim alınır.

Alındı belgelerinin deftere kaydı;

Dernek saymanınca teslim alınan alındı belgelerinin tamamı, numarası en küçük olan alındı belgesi cildinden başlamak üzere defterin yalnızca başlangıç, bitiş ve serisi sütunları doldurularak, her bir satırda bir alındı belgesi cildi gösterilecek şekilde alt alta yazılmak suretiyle kaydedilir. Defterin diğer sütunları, alındı belgesi ciltlerinin gelir tahsil edecek kişilere teslim edilmesi veya teslim edilen alındı belgesi cildinin iade edilmesi sırasında doldurulur.

Alındı belgelerinin kullanımı;

Alındı belgeleri, gelir tahsil etme görev ve yetkisine sahip bulunanlara, sayman üyelerce imza karşılığı verilir ve kullanıldıktan sonra imza karşılığı geri alınır. Bu işlemler Alındı Belgesi Kayıt Defterinde gösterilir.

Alındı belgeleri, sabit boyalı sert veya sivri uçlu tükenmez kalemle okunaklı bir biçimde silintisiz ve kazıntısız olarak doldurulur. Ödemede bulunana asıl yaprak koparılarak verilir, koçan kısmı ciltte bırakılır. Düzenleme sırasında hata yapılırsa, hatalı belge yaprağı ödemede bulunana verilmez. Asıl ve koçan yaprakların üzerine “İPTAL” ibaresi yazılıp her ikisi koparılmadan ciltte bırakılır.

Form şeklinde bastırılan alındı belgeleri, elektronik sistemler aracılığıyla doldurulduktan sonra aslı ödemede bulunana verilir; sureti dosyasında muhafaza edilir.

C- Yetki belgesi düzenlenmesi

Dernek adına gelir tahsil edecek kişi veya kişiler, yetki süresi de belirtilmek suretiyle, yönetim kurulu kararı ile tespit edilir. Gelir tahsil edecek kişilerin açık kimliği, imzası ve fotoğraflarını ihtiva eden (Dernekler Yönetmeliği EK-19’da bulunan) “Yetki Belgesi” dernek tarafından üç nüsha olarak düzenlenerek, dernek yönetim kurulu başkanınca onaylanır. Yetki belgelerinin birer sureti dernekler birimlerine verilir.

Dernek adına gelir tahsil edecek kişiler, ancak adlarına düzenlenen yetki belgelerinin bir suretinin dernekler birimine verilmesinden itibaren gelir tahsil etmeye başlayabilirler

Yetki belgelerinin süresi, yönetim kurullarının görev süresi ile sınırlıdır. Yeni seçilen yönetim kurullarının, yetki belgelerini birinci fıkra esaslarına göre yenilemesi zorunludur. Yetki belgesinin süresinin bitmesi veya adına yetki belgesi düzenlenen kişinin görevinden ayrılması, ölümü, işine veya görevine son verilmesi, derneğin kendiliğinden dağıldığının tespit edilmesi veya fesih edilmesi gibi hallerde, verilmiş olan yetki belgelerinin dernek yönetim kuruluna bir hafta içinde teslimi zorunludur. Ayrıca, gelir toplama yetkisi yönetim kurulu kararı ile her zaman iptal edilebilir. Yetki belgesi ile ilgili değişiklikler yönetim kurulu başkanınca, onbeş gün içerisinde dernekler birimine bildirilir.

D -Gelir–Gider İşlemleri

Dernek gelirleri alındı belgesi ile tahsil edilir. Dernek gelirlerinin bankalar aracılığı ile tahsili halinde banka tarafından düzenlenen dekont veya hesap özeti gibi belgeler alındı belgesi yerine geçer.

Dernek adına gelir tahsil etmekle yetkili olan kişiler, tahsil ettikleri paraları otuz gün içerisinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar. Ancak, tahsilatı 2005 yılı için 1000.- YTL’yi (yeniden değerleme oranında artırılır) geçenler, 30 otuz günlük süreyi beklemeksizin tahsil ettikleri parayı en geç iki iş günü içinde dernek saymanına teslim ederler veya derneğin banka hesabına yatırırlar.

Dernek kasasında bulundurulabilecek para miktarı, ihtiyaçlar dikkate alınarak yönetim kurulunca belirlenir.

Dernek giderleri ise fatura, perakende satış fişi, serbest meslek makbuzu gibi harcama belgeleri ile yapılır. Ancak dernekler, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesi kapsamında bulunan ödemeleri için Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre gider pusulası, bu kapsamda da bulunmayan ödemeleri için Gider Makbuzu düzenlerler.

Dernekler tarafından kişi, kurum veya kuruluşlara yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri (Dernekler Yönetmeliği EK-15’te bulunan) Ayni Yardım Teslim Belgesi ile yapılır. Kişi, kurum veya kuruluşlar tarafından derneklere yapılacak bedelsiz mal ve hizmet teslimleri ise Ayni Bağış Alındı Belgesi ile kabul edilir.

Bu belgeler; Dernekler Yönetmeliğinde ((EK-13) (EK- 14) ve (EK- 15)’de) gösterilen biçim ve ebatta, müteselsil seri ve sıra numarası taşıyan, kendinden karbonlu elli asıl ve elli koçan yaprağından meydana gelen ciltler veya elektronik sistemler ve yazı makineleri aracılığıyla yazdırılacak form veya sürekli form şeklinde, dernekler tarafından bastırılır. Form veya sürekli form şeklinde bastırılacak belgelerin, belirtilen nitelikte olması zorunludur.

Saklama süresi;

Defterler hariç olmak üzere, dernekler tarafından kullanılan alındı belgeleri, harcama belgeleri ve diğer belgeler özel kanunlarda belirtilen süreler saklı kalmak üzere, kaydedildikleri defterlerdeki sayı ve tarih düzenine uygun olarak 5 yıl süreyle saklanır.

İşletme hesabı tablosu;

İşletme hesabı esasına göre kayıt tutan dernekler yıl sonlarında (31 Aralık) (Dernekler Yönetmeliği EK-16’da gösterilen biçimde) “İşletme Hesabı Tablosu” düzenlerler.

Bilanço esasına göre raporlama;

Bilanço esasına göre defter tutan derneklerin yıl sonlarında (31 Aralık), Maliye Bakanlığınca yayımlanan Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğlerini esas alarak bilanço ve gelir tablosunu düzenlemeleri yeterlidir.

E-Üye kayıt işlemleri

Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunludur. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi olurlar. Üyeliğe kabul kararının tarih ve sayısı ile üyenin kimlik bilgileri ve aidat ödentileri üye kayıt defterine kayıt edilir.

Yazılı olarak yapılacak üyelik başvurusu, dernek yönetim kurulunca en çok otuz gün içinde karara bağlanır ve sonuç yazıyla başvuru sahibine bildirilir. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydedilir.

Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona erer.

Hiç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahiptir.

Tüzükte üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir.

Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.

F- Genel kurul toplantısı

Derneğin, kuruluş işlemlerinde eksiklik ve kanuna aykırılık bulunmadığına ilişkin olarak mahallin mülki amirliğince yapılan yazılı bildirimi izleyen altı ay içinde dernekler ilk genel kurul toplantısını yapmak ve organlarını oluşturmakla yükümlüdürler.

Genel kurul;

a) Dernek tüzüğünde belli edilen zamanlarda olağan,

b) Yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı isteği üzerine otuz gün içinde olağanüstü toplanır.

Genel kurul toplantıya yönetim kurulunca çağrılır.

Çağrı usulü;

Yönetim kurulu, dernek tüzüğüne göre genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesini düzenler. Genel kurula katılma hakkı bulunan üyeler, en az onbeş gün önceden, günü, saati, yeri ve gündemi bir gazetede ilan edilmek veya yazılı ya da elektronik posta ile bildirilmek suretiyle toplantıya çağrılır. Bu çağrıda, çoğunluk sağlanamaması sebebiyle toplantı yapılamazsa, ikinci toplantının hangi gün, saat ve yerde yapılacağı da belirtilir. İlk toplantı ile ikinci toplantı arasındaki süre yedi günden az, altmış günden fazla olamaz.

Toplantı, çoğunluk sağlanamaması sebebinin dışında başka bir nedenle geri bırakılırsa, bu durum geri bırakma sebepleri de belirtilmek suretiyle, ilk toplantı için yapılan çağrı usulüne uygun olarak üyelere duyurulur. İkinci toplantının geri bırakma tarihinden itibaren en geç altı ay içinde yapılması zorunludur. Üyeler ikinci toplantıya, birinci fıkrada belirtilen esaslara göre yeniden çağrılır.

Genel kurul toplantısı bir defadan fazla geri bırakılamaz.

Toplantı usulü;

Genel kurula katılma hakkı bulunan üyelerin listesi toplantı yerinde hazır bulundurulur. Toplantı yerine girecek üyelerin resmi makamlarca verilmiş kimlik belgeleri, yönetim kurulu üyeleri veya yönetim kurulunca görevlendirilecek görevliler tarafından kontrol edilir. Üyeler, yönetim kurulunca düzenlenen listedeki adları karşısına imza koyarak toplantı yerine girerler. Kimlik belgesini göstermeyenler, belirtilen listeyi imzalamayanlar ile genel kurula katılma hakkı bulunmayan üyeler toplantı yerine alınmaz. Bu kişiler ve dernek üyesi olmayanlar, ayrı bir bölümde genel kurul toplantısını izleyebilirler.

Toplantı yeter sayısı sağlanmışsa durum bir tutanakla tespit edilir ve toplantı yönetim kurulu başkanı veya görevlendireceği yönetim kurulu üyelerinden biri tarafından açılır. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması halinde de yönetim kurulunca bir tutanak düzenlenir.

Açılıştan sonra, toplantıyı yönetmek üzere bir başkan ve yeteri kadar başkan vekili ile yazman seçilerek divan heyeti oluşturulur.

Dernek organlarının seçimi için yapılacak oylamalarda, oy kullanan üyelerin divan heyetine kimliklerini göstermeleri ve hazırun listesindeki isimlerinin karşılarını imzalamaları zorunludur.

Toplantının yönetimi ve güvenliğinin sağlanması divan başkanına aittir. Genel kurul, gündemdeki konuların görüşülerek karara bağlanmasıyla sonuçlandırılır. Genel kurulda her üyenin bir oy hakkı vardır; üye oyunu şahsen kullanmak zorundadır.

Toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir tutanağa yazılır ve divan başkanı ile yazmanlar tarafından birlikte imzalanır. Toplantı sonunda, tutanak ve diğer belgeler yönetim kurulu başkanına teslim edilir. Yönetim kurulu başkanı bu belgelerin korunmasından ve yeni seçilen yönetim kuruluna yedi gün içinde teslim etmekten sorumludur.

Mahkemece kayyım atanması veya Medeni Kanunun 75 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilme yapılması halinde, bu maddede yönetim kurulana verilen görevler bu kişiler tarafından yerine getirilir.

G-Genel kurul sonuç bildirimi;

Olağan veya olağanüstü genel kurul toplantılarını izleyen otuz gün içinde, yönetim ve denetim kurulları ile diğer organlara seçilen asıl ve yedek üyeleri içeren (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te belirtilen) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ve ekleri yönetim kurulu başkanı tarafından mülki idare amirliğine bildirilir:

Bu bildirime;

a) Divan başkanı, başkan yardımcıları ve yazman tarafından imzalanmış genel kurul toplantı tutanağı örneği,

b) Tüzük değişikliği yapılmışsa, tüzüğün değişen maddelerinin yeni ve eski şekli ile dernek tüzüğünün son şeklinin her sayfası yönetim kurulunca imzalanmış örneği.

Eklenir.

Genel kurul sonuç bildirimi ve ekleri, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Genel kurul sonuç bildirimleri, dernek yönetim kurulu tarafından yetki verilen bir yönetim kurulu üyesi tarafından da yapılabilir. Bildirimin yapılmamasından yönetim kurulu başkanı sorumludur.

Sandığı bulunan dernekler, sandıklarına ait genel kurul sonuç bildirimi ve eklerini bu maddede belirtilen usulde mülki idare amirliğine bildirirler.

H-Beyanname verilmesi

Beyanname verme yükümlülüğü

Dernek yönetim kurulu başkanları, her takvim yılının ilk dört ayı içinde bir önceki yıla ait Dernek Beyannamelerini (Dernekler Yönetmeliği EK-21’de bulunan) doldurarak mülki idare amirliğine vermekle yükümlüdürler. İl merkezlerinde ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçelerde bulunan dernekler beyannamelerini bir adet, diğer ilçe merkezinde bulunanlar ise iki adet olarak verirler.

Şubeler, mülki idare amirliğine verecekleri beyannamelerin birer örneğini bağlı bulundukları derneğe de vermekle yükümlüdürler.

I-Değişikliklerin bildirilmesi

Dernekler, yerleşim yerlerinde (İkametgahlarında) meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 24’te bulunan)“Yerleşim Yeri Değişiklik Bildirimini”;

Genel kurul toplantıları dışında dernek organlarında meydana gelen değişiklikleri (Dernekler Yönetmeliği EK- 25’te bulunan) “Dernek Organlarındaki Değişiklik Bildirimini”

Doldurmak suretiyle, değişikliği izleyen otuz gün içinde mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler. Bu belgeler, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

Dernek tüzüklerinde yapılan değişiklikler de tüzük değişikliğinin yapıldığı genel kurul toplantısını izleyen otuz gün içinde, (Dernekler Yönetmeliği EK-3’te bulunan) “Genel Kurul Sonuç Bildirimi “ ekinde mülki idare amirliğine bildirilir.

J-Taşınmazların bildirilmesi

Dernekler edindikleri taşınmazları tapuya tescilinden itibaren otuzgün içinde (Dernekler Yönetmeliği EK- 26’da bulunan)“Taşınmaz Mal Bildirimini Formu” nu doldurmak suretiyle mülki idare amirliğine bildirmekle yükümlüdürler.

Bu form, büyükşehir belediyesi sınırları içinde kalan ilçeler hariç diğer ilçelerde bulunan dernekler tarafından iki suret olarak verilir.

K-Mal bildirimi

04.5.1990 gün, 20508 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 3628 sayılı “Mal Bildiriminde bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”na ve bu Kanuna atfen çıkartılmış olan “Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik” gereğince, Türk Hava Kurumunun Genel Yönetim ve Merkez Denetleme Kurulu Üyeleri ile Genel Merkez Teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin Merkez Kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların Şube Başkanları ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri (Mal Bildiriminde bulunulması Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan) “Mal Bildirim Formu”nu tek nüsha olarak doldurmak ve tarih belirterek imzalamak suretiyle mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve Kamuya Yararlı Derneklerin Yönetim ve Denetim Kurulu Üyeleri için İçişleri Bakanlığına, bunların Şube Başkanları için bulundukları İl Valiliklerine, Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için Kurum ve Dernek Genel Başkanlığına,

Bu göreve başlama tarihini izleyen bir ay içinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

Mal bildiriminde bulunacak olanların kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile 1 inci derece Devlet Memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri bu mal bildiriminin konusunu teşkil eder.

Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde,

Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

Görevlere devam edenler, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar,

Mal bildirimlerini yenilerler.

L-Derneğin İç Denetimi

Dernekte genel kurul, yönetim kurulu veya denetim kurulu tarafından iç denetim yapılabileceği gibi, bağımsız denetim kuruluşlarına da denetim yaptırılabilir.

Genel kurul veya yönetim kurulu, gerek görülen hallerde denetim yapabilir veya bağımsız denetim kuruluşlarına denetim yaptırabilir.

Genel kurul, yönetim kurulu veya bağımsız denetim kuruluşlarınca denetim yapılmış olması, denetim kurulunun yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz.

Derneğin denetleme kurulu; derneğin tüzüğünde gösterilen amaç ve amacın gerçekleştirilmesi için sürdürüleceği belirtilen çalışma konuları doğrultusunda faaliyet gösterip göstermediğini, defter, hesap ve kayıtların mevzuata ve dernek tüzüğüne uygun olarak tutulup tutulmadığını, dernek tüzüğünde tespit edilen esas ve usullere göre ve bir yılı geçmeyen aralıklarla denetler ve denetim sonuçlarını bir rapor halinde yönetim kuruluna ve toplandığında genel kurula sunar.”

İktibas: Dernekler Dairesi Başkanlığı